Kalbler üçtür: Biri Allah'ın ihsânına nâzır olan kalb; biri Allah'ın rızasına bakan kalb; biri de, Allah-u Teàlâ'nın likàsına nâzır olan kalbdir.
Gönül bahçelerinde gül ve irfan kokularını koklamak, vahdet bahçelerini seyir ve aşk na'melerini dinlemek, bütün eşyadan daha lezzetli ve tatlıdır.
Beyit
Nazargâh-ı Hudâ'dır gönül, anı sen benliğinden sil!
Gönül olsa aşk ile rûşen, olur ma'şûka hoş mesken.
O gönül ki dünya iledir, zarar ve ziyandadır. O gönül ki ukbâ iledir ve tıybdir, Mevlâ iledir. Gàfil olan kalb, dünyaya bağlıdır; zâhid olan kalb, ukbâya bağlıdır; àrifin kalbi de Mevlâ'ya bağlıdır. Gönül gayet ince ve parlak, ali ve yüksek bir şeydir; ona havf ve helak çok zordur, yâni mümkün değildir.
Kalbin Hak ile olsun, kalıbın halk ile kalsın. Kimin ki kalbini Hak istila eder, cemi' halk onun nazarından düşer gider. İnsan kalbinin hayatı, sıfat-ı Hazret-i Rahmân'dır. Mahzâ rahmet-i adl ve ihsandır. Acâib-i kalb havassın idrakinden müberrâdır, àrîdir, hàlîdir.
Ruhun nîmetlerini artıran hayat-ı eşyâdır. Yâni eşyâdaki hayatı gören ruh, feryad etmeden duramaz. Eşyâda görülen hoş sesler, terennümler melâhî çalgı ve sâir seslerden daha çok tatlı a'lâdır. Muhabbet şarapları her nîmetten daha fazla lezzetli ve faydalıdır. Bu ehl-i muhabbetin, yâni ehlullahın topluluğu, cemiyetleri, her zevk ve safâdan aziz ve evlâdır. Veya gönül topluluğu, dağınık olmayan bir gönlün hali, her zevk ve safâdan izzetli ve evlâdır. Çünkü bu cemiyet her mânâ ve esmâ-i ilâhiyeyi cami' ve nazargâh-ı Mevlâdır.
b. Kalbin Ahvâl ve Husûsiyeti
Beşinci Nevi': İrfan mahalli olan insan kalbinin ahval ve husûsiyetini bildirir.
Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
"Gönül bir kubbe misalidir. Ona gelip giden, havâtır ve ahvaldir. Gönül dikili bir hedef misalidir. Her taraftan gelen oklarla delinmektedir. Gönül dikilmiş bir aynaya müşabihdir. Bütün eşkâl ve suretler, o aynaya karşıdır. Gönül pek derin ve tertemiz bir sudur. Zâhir ve bâtın havaslarının getirdiği suların döküldüğü bir yerdir.
Gönül her hikmetin kaynağıdır. Gönülsüz bir gözün görmesinin kıymeti yoktur. Gönül her sanatkârın üstadıdır. Asl olan kalbin uyanıklığıdır. Gönül de beden gibi yorulur. Gayet zarif ve hikmetâmiz, neşe veren sözlerle kuvvet bulur, açılır. Gönlün neşeli zamanlarında olan işler makbul; neşesiz ve melul zamanlarında olan işler de iyi değildir."
Kalblerin içi gayb ve gizli şeyleri bilmeğe yakındır. Vücudun orucu, mideye bir şey vermemekledir; yemek ve içmek gibi. Lisânın orucu ise, lüzumsuz sözlerden sakınmaktır. Kalbin orucu da, boş fikirlerden ve evhamdan korunmaktır. Kalbin orucu, âdât-ı kiramdandır. Bir gönül ki mâsivâdan hàlîdir, zevk-i huzur-u Mevlâ onun hâlidir. Gönül körlüğü, baştaki gözün körlüğünden daha fenâdır. Gönül uyanık olursa, gözün görmemesi önemsizdir. Çünkü göz teferruatı görür, gönül ise aslı görür.
O gönül ki Hakk'ı bulur, halkın cümlesinden müstağnî olur. Cismin havass-ı zâhiresi vardır ki, onunla bu àlemîn eşyasının görür ve anlar. Bunun gibi, kalbin de havass-ı bâtınesi vardır ki, onunla gayb işlerini ve eşyâsını görür. Gönlün kulakları da vardır ki, ehl-i gaybın kelimelerini, sözlerini işitirler. Ve yine koku alan iç havasları vardır ki, onunla gayb kokularını koklarlar. Tatmak kuvveti vardır ki, onunla imanın tadını ve irfan lezzetlerini tadarlar ve Halık-ı zü'l-Celâl'in muhabbet zevkini alırlar. Kalb, akıl vasıtasıyla cemi' ma'kulâtın cümlesinden müstefid olur.
Kalbin àlem-i ervâha açılması, bedendeki havass-ı zàhirenin kapanmasına bağlıdır. Ne zaman ki havass-ı zàhireden uyku ile veya uzlet ve halvetle kendini idrak edip, gördüklerini kapayarak muattal kılarsa; o zaman kalbin iç yolları açılır ve tebdil-i mânevî husûle gelip, o kimsenin kalbinden hikmet menbaları, lisan üzerine cârî olur. Zîrâ gönül, bütün mülk ve melekût àlemînin mânevî çeşmelerinin başıdır.
Lâkin, havass-ı hamse-i zâhire ile gönle döklen pis ve kirli sular, o güzel gönül havuzunu berbat etmiştir. O su kullanılmaz hale gelmiştir. Artık iyi kötüyü farkedemiyecek durumdadır. Çaresi: Göz, kulak, el, ayak, ağız, burun vasıtalarıyla, gönle dökülen ve orada kokup kalan suları çıkarmak için, evvelâ gönle giden su yollarının kapatılması şarttır. Sonra da, kuvvetli motorlarla, hortumlar ve kovalarla içerdeki suları dışarı akıtıp, havuzu temizlemek ve ondan sonra da, dâimâ gönle temiz ve güzel şeylerin girmesine dikkat etmek gerektir.
İşte o zaman gönlün içindeki hakîkî kaynaklar fışkırır ve lisân üzerinde hikmetler cereyan etmeğe başlar ki; bu da azim ve sebat sahiplerinin, hiç olmazsa her sene kırk gün bir halvette bulunması ve zikrullaha cân u yürekten devam etmesine vâbestedir.
Çünkü gönül, beyt-i Hudâ'dır.
Gönlüne gelmeyen Hudâ'dan cüdâdır.
Çünkü gönül dergâh-ı Mevlâ'dır.
Ana teveccüh elzem ve evlâdır.
Saray-ı lî maallàhi gönüldür.
Tecellî-hàne vallàhi gönüldür.
Ne istersen yürü var ondan iste;
Hudâ'nın ulu dergâhı gönüldür.
Ey gönül her ne dilersen sensin ol;
Sen sana gel, sende iste, sende bul!
Hızır-veş âb-ı hayâtı zulmet-i tende ara;
Verâını var eyleyen Mevlâ'yı sen sende ara!
Gàfilin kalbi, karanlık bir zulmet ve zindan, hapishaneden daha korkulu ve dardır. Àrifin kalbi ise, Arş ve Kürsî'den daha geniş olduğu muhakkaktır. Zîrâ, Arş ve Kürsî ve bunların içindekiler, àlem-i cismânîdir. Kalb-i selîm ise, ruh-u insânîdir ki, o emr-i rabbânîdir. Öyle ise, gönül ve can, irfan yeri ve Arş-ı Rahman'dır. Kalbi, mâsivâdan pâk eden, àrif ve kâmil insandır ve sultan-ı cihan, yâni cihanın sultanıdır. Bir milletin veya kavmin değil, cihanın sultanıdır.
c. Kalbin Cevheri Akıl
Altıncı Nevi': İnsan kalbinin cevheri olan akl-ı maadın had ve hakîkatını bildirir.
Ey aziz! Habib-i Ekrem SAS Hazretleri buyurmuşlar ki:
"--Hak Teàlâ'nın ibadını tezyin eylediği ziynetlerin ahseni, akıldır."
Davud Aleyhisselâm da buyurmuştur ki:
"--Akıl odur ki, insana her nesneyi unutturup, ma'rifet-i Hakk'a meylettirir, nâil eder. Ve hevâ odur ki, insana kendi nefsini unutturup, fânîlere mâil eder."
Ehlullah da demişler ki:
"--Aklın haddi, fânîden infisaldir, ayrılmaktır ve bâkîye ittisaldir. Hadd-i akıl, kazaya rızâdır. Ma'rifet, nefis ile ma'rifet-i Hudâ'dır.
Akıl zîndir, güzeldir. Nefis şindir, kötüdür. Akıl şifadır. Hevâ-yı nefis şekàvettir. Akıl bir sıddık-i sàdıkdır, her şeyden ibret alır, fâiktir, üstündür. Aklın şanı teslim ve itâattır. Àkil olan ehl-i saadettir. Kimin ki aklı kâmil olur, onun kelâmı az olur. Àkil odur ki, cahilin rağbet ettiği şeye tenezzül etmez. Şeriata muhalif ve adete mugàyir gitmez. Hak Teàlâ bir kuluna muhabbet eylese, ona kalb-i selim, hulk-u kerim ve akl-ı kavîm ihsan eder.
Aklın kemâli, gayreti, cehlini itirafdır. Àkilin dili kalbine bağlıdır. Nice zelîli, aklı celîl eder, kıymetlendirir, yükseltir. Nice kabîhi, kötüyü hulku cemîl eder. Aklın yarısı tegàfüldür, yarısı da tahammüldür. Tecâhül gibi akıl olmaz, tegàfül gibi hilim olmaz. Tegàfül, bilerek kendini gàfil, bilmez göstermektir. Tecâhül de böyledir.
Edebsizin aklı yoktur. Akılsızın da dini yoktur. Àkil Hazret-i Allah'ın hitabını kàbildir, yâni kàbil-i hitabdır. Akıl iki cihan servetinin sermayesidir ve bir nur-u fıtrîdir ki, hikmet nurlarını iktibas ile ziyası artar. Akıl odur ki, işlerinin sonunun ne olacağını gösterir ve kâinat defterini okutur. Àkil odur ki, nefsini şehvetlerden kat' edip, kalbini şüpheli şeylerden uzaklaştırır. Ruhunu halka nazardan, halka bakmaktan men edip, cümleyi huzur-u dâimde cem eder.
Akıl bir nur-u kâmildir ki, kalbin küllîsine şâmildir. Her şeyi anlamak ve bilmek onunla hasıl olur. Akıl, insanın ruhudur, nurânîdir ve ulvîdir. Akıl ve kalb, melekût-ü semâviyedir. Nefis ve beden, melekiye, arzıye, zulmâniye ve süfliyedir. Kulun aklını veren Hazret-i Hallâk'tır. Seyyid-i ahlâk, hasenelerin başı ve efendisidir.
Aklın nam ve şanı gayet çoktur. Evvelki namı budur ki, dünya ile bir şuğlü ve işi yoktur. Aklın zâhiri, lisânın sükûtudur. Aklın iç yüzü, sırlarını saklamasıdır. Àkil odur ki, eşyayı Hak ile bulur ve her şeyde Hakk'a rücû eder. Akıl bir alettir ki, ma'rifet-i nasihat eden bir vezirdir. Akıl, yürekte bir nur ve beşarettir. Gönül gözlerinin nurudur. Ona muhalefet zarar, hüsran ve hakarettir. Kim ki sükûta mâildir ve sıdk ile kàimdir, yâni doğru söyleyicidir; o Hak ile alimdir ve hayr-ı halka vâsıldır.
Àkil odur ki, Hakk'ı mâsivâdan tercih ve ihtiyar eder. Hevâ-yı nefsi koyup, huzur-u ünse gider. Àkil kimse Hakk'ın dostudur. Dosta, kat'iyyen muhalefet olmaz. Aklın selâmeti hüsn-ü ahlâktır ve Hazret-i Hakk'ı tevhiddir. Akıl özlerin özüdür. Rabbül-àlemînin sevdiği ve mahbubudur. Her şeyin hàlisi ve özüdür. Her öz akıl olur, lâkin her akıl öz olmaz. Zeyrek, akıllıdır.
Akl-ı maadın şanı, Halık'ını sevmek ve halkı irşaddır. Doğru yolu bulup, tutup ondan sapmamaktır. Lütuf, sevgi ve doğruluktur. Alemde iyi kötü her ne varsa, bilcümle eşyayı güzel, hasen görür ve bir araya getirir. Akıl ve dirayeti sayesinde bunları yapar. Çünkü akıl, bârigâh-ı ezelden gelmiştir. İzin, ruhsat, Hudâ-yı lâyezâl'dir. İlim, amel ve nizamlar onunla nizam bulmuştur. Geşmiş ve gelecek umur ve ahvali gösteren akıldır. O, tıpkı bir ayna misalidir. Hak yolunda delil, akıldır. Her zaman ve mekânda dost olarak, akıl kafidir. Güneşin doğumudur, nur-u ezeldir.
Akıl, kudretli bir padişahtır, àlemde zıllullahtır. Akıl çün sâye-i Hudâ'dır; gölge, sahibinden hiç bir zaman ayrılmaz, ancak sahibine tabi'dir. Akıl, insan ruhunun iç àlemidir. O, bir cevher-i latîf-i rabbânîdir. Akıl gönülde parlayan bir nurdur ve onda hak ile bâtılı ayırır. Akıl, his ve kıyastan a'lâdır. Zîrâ o, Mevlâ'nın sakladığı gizli bir sırdır.
Akıl, Yezdan'ın veziridir, iki cihanın işlerini görendir. Àkilin hiç bir gamı olmaz; çünkü, kazada bir kusur bulmaz. Akıl, àlemin yapısında, àlemde rahmet-i Hak'tır. Akıl, ademin içinde Hakk'ın huccetidir.
Beyit
Akıldır àlim olan cemî eşyâyı ve esmâyı.
Akıldır àrif olan bir müsemmâyı.
Akıldır kethüdâ-yı şehr-i beden.
Akıldır hayrı ve şerri fark eden.
Akıl sultan ve gayriler hizmetkârdır.
Zîrâ ki akıl, cümleden a'lemdir.
Akıl, insan kalbinin hayatıdır. Gayb bâbında tercümandır. Nefs-i nâtıka ile bu akl-ı şerif, ana ve baba gibidir. Bunlara àsî olan mahrum olur. Nitekim, güneş, suyu ve rutubeti yerden alıp göğe çeker. Keza bunun gibi akıl da insanı kendi benliğinden, enâniyetten alıp Mevlâ'ya çeker.
Hevâ-yı heves küfürdür, akıl dindir. Hevâ körlük, akıl ise àkıbeti görücüdür. Aklın el ve dili kısadır, yâni yaramazlık yapmaz. Murad ve arzu, sermâye-i eblehtir; yâni ahmakların sermayesidir. Beş zâhirî, beş bâtınî, on havas asker gibidir. Akıl da onların kumandanı makamındadır. Emire muhalefet edenler, hor ve hakir olurlar. Vaktâ ki beden uykuya gider, akıl ol zaman kendi àleminde seyahat eder. Akıl, güzel bir göz dürbünüdür; onun nuru, usûl-ü dindir.
Kim ki gazab ve şehvetine mağlub olursa, onun aklı nursuz, görmeyen bir göz gibidir. Akıl iki cihanda azizdir ve ol ehl-i birr ve ihsandır. Kimin yüzü güzel, aklı azdır; onun ahmaklığı kötü huylarına delildir. Ol güzel ki, akılsız ve hakîkati görmekten uzaktır; onun yüzü bulanık bir yüzdür. Akılsız güzelin gönlü, perakende ve dağınıktır ve kapalıdır; akıl öyle suretlere bakmaz. Akıl kendi sahibini ateşlere yakmaz.
İmdi, aklıyla bu suretten saray-ı kalbe giren, fânî cihandan geçip asıl cihanı bulur. Akıl, gönülde seyran edip, hüsnüne hayran olur. Ma'rifet devletine erişib, muhabbet kadehleriyle dâimâ kendinden geçip, huzur-u Bârî'de murad alır.
Beyit
Akıl hiç mal ü caha meyl etmez.
Ayıp ve utançların peşinden gitmez.
Akıl, din iş'arınca ar eyler.
Yalan işlerden ol firar eyler.
Akıl kimseyi medh ve zem eylemez.
Akıl bir kimseye sitem eylemez.
Çok kötü ve fenâ huylardan, akıl utanır, ar eder. Kötü ve fenâ işler onun harcı değildir. Akıl, din ve ahirete meyleder, dünya işleriyle alâkası yoktur. Akıl, muhakkak bir hocadır; hak ve irfanda müdakkiktir.
d. Akl-ı Kâmilin Azamet ve Şânı
Yedinci nevi': İnsan aklının menşei ve ruh-u revânın mebdei olan akl-ı kâmilin azamet ve şânı ve Hak Teàlâ'nın ona olan lütuf ve ihsânını bildirir.
Ey aziz! Ehlullah demişler ki:
Ma'lum olsun ki, Cenab-ı Peygamber'in haber verdiğine göre, Hak Teàlâ, cümle àlemden mukaddem aklı halk eylemiş ve Cenâb-ı Hakk'ın her emrine bilâ kusur ve fütur riayet etmesine mukabil:
"--Ben senden daha muhterem ve mahbub ve mükerrem bir mahluk halk etmedim ve halk etmem. Ancak seninle bilinir ve seninle kullarımı tezyin ederim, zînetlendiririm ve seninle onlara mükâfatlar ihsân ederim; dostlarımı ihyâ ederim ve senin için àlemleri halk ettim." buyurmuştur.
İmdi bu akıl, cümleden akdem (önce) ve efdaldir. İnsan ruhunun mebdeidir ve hayat-ı kalb ehl-i irfandır. Bu akılla insan, Hazret-i Allah'ı bilmek kabiliyetini haizdir. Bundan dolayı kainat ve cemî eşya, insanın hàdimi ve hizmetkârıdır. Bu olmasaydı, eflâkde yâni kâinatta bir şeyler olmazdı. Elbette bu ruh-u pâki ta'zim ve tevkir lâzımdır. Zîrâ bu akıl, gölge-i ruh-u izâfîdir. Nur-u Muhammedî ve aşk-ı ilâhidir. İki cihan ki, dünya ve ahiretin illet ve gayesi, yer ve göklerin neticesi ve bütün kâinatın mecmuu, bu hazret-i insandır ki; ruh-u izafiyle kalbi pâk, selîm ve zinde oldukça Allah-u Teàlâ'nın velîsidir, cihanın da canıdır.
Bu akl-ı külle hep enfüsî ve âfâkî işler görülür. Alemlerin bütün eczâsını, gerek felek, gerek melek, bu ruh-u a'zamın âlât ve a'zâsı misilli hizmetçidir. Bu akıl, akdem olan ruh-u a'zamdan, ecza-yı àlemin ve benî Ademin her biri, kendi istîdadı kadar nasib almıştır. Ruh-u hayvaniyesinden meyyit olan insan, bu ruh-u rabbâniyle hay ve bâkî olmak isti'dadını bulmuştur ve onunla ebedî kalmıştır. Cemî eşyayı hakîkati üzere görüp, geldiği ve gideceği yeri bilmiştir. Dâire-i vücudu tekmil edip, insan-ı kâmil olmuştur.
Çünkü, ruh-u insan, ibtidâ bu ruhtan tenezzül edip merâtib vücuda gelmiştir ki, eflâk ve anâsırdan nüzûl ve mevâlîd-i selâseden (nebatat, mâdeniyat, hayvanat) uruc ile sûret-i insana gelip, yine bu ruhu kendi kalbinde bulup, tekrar ona vâsıl olmuştur. Bu ruh-u a'zam bir nurdur ki, bir hal üzere dâimdir ve cemî eşya onunla kàimdir. Bu cihana daha bunun gibi milyarlarca insan gelip gitse, bu ruh-u a'zam, anların cümlesine hayat ve can ihsan eder ve kendi hâli üzere bâkîdir ki, ona zerre kadar ziyade veya noksanlık gelmez.
Meselâ, yüzbinlerce evlerin pencereleri güneşe karşı açılıp, hepsine güneş girerse, güneşe hiç bir noksanlık arız olmayacağı aşikardır. İşte bunun gibi, iç àlemlerine doğan mânevî güneş nuru da aynen böyledir. Onun nur ve ziyâsı dâimîdir. Güneş gece kaybolur fakat nur-u ilâhî gece gündüz gönüllere vâsıl olmaktadır.
İşte bu ruh ile hayat bulanlar, insan-ı kâmil zümresine dahil olup, "Mü'minler ölmezler!" tebşiratına mazhardırlar. Zîrâ, hayat-ı ebediyye saadetine nâil olarak, ehl-i bekà mertebesine vâsıldırlar.
Hakkı, ehl-i bekàyı yâd eyle,
Hàtırın yâdıyla şad eyle!
İki cihanın bütün esrarları, gelmiş, geçmiş, gelecek neler varsa, hep ruh-u izâfiyle bulunmuştur. Onun için halk olunmuştur. Her kemâl ve ma'rifet, cemâl ve muhabbet bu nurdan istifaze kılınmıştır. Zîrâ, bu ruh-u izafi, kullar için vesile-i kurb-u Mevlâ ve terbiye ve tekâmül için halife-i Hudâ bulunmuştur.
KALBİN BÜYÜKLÜĞÜ VE KEMÂLİ
Kalb ve gönül denilen, bazan da can dediğimiz insan kalbinin büyüklüğü, fazl ve kemâlini tarif ve tavsif mümkün değildir. Her ne kadar bu hususta yazılmış ve söylenmiş çok kitablar ve sözler varsa da asıl doğrusunu isterseniz bu öyle anlatmakla, söylemekle bilinecek bir şey değildir. Bu ancak, ehl-i basîretin, kâmil insanların, evliyâullahın anladığı, gördüğü ve bildiği bir şeydir. Amma, anlatmak ve bildirmek çok güçtür.
Bu hususta merhum Ma'rifetnâme sahibi, kitabının 291. sayfasında ve dördüncü faslında, ayet-i kerimeleri ve ehadis-i şerifleri zikr etmiş ve bu vasıta ile Hak Teàlâ Hazretleri'nin lütuf ve inayetiyle, kullarına kalb ve gönül ahvalini beyan buyurmuş Fakat ancak ilim deryasına dalmış bahtiyarların bundan istifade edebileceği söylenebilir. Bizim gibi acizler de, onların ağızlarının tadından bir parçacık istifade edebilirsek kendimizi bahtiyar sayarız.
Hazret-i Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz de buyurmuşlardır ki:
"--Muhakkak insanının vücudunda bir parça et vardır ki, her zaman o ıslah olsa cemî beden ıslah olur. Eğer o fâsid olsa cemî beden de fâsid olur. Agâh olunuz ki o, kalb-i insandır."
Öyle ise kalbin salâhı cümleden ehem ve elzemdir. Zîrâ gönül, hükmü her tarafa geçen bir sultandır. Bütün a'zâlar onun hizmetkârıdır. Kalbin ıslahı odur ki, onu evsaf-ı zemîmeden sıyırmak ve ahlâk-ı hamîde dediğimiz ve bu kitapta uzun uzun bahsedilen o ahlâklarla ahlâklanmak gerekir. Bu da ancak, ol Rasûl-ü Müctebâ'nın akvâl, ef'al ve ahvâlini, (gidişatını) öğrenip, tamamiyle kendisini ona uydurmakla mümkün olabilir. Çünkü, Peygamberimiz SAS Hazretleri:
"--Ben ahlâkı tekmil için ba's olundum." buyurmuşlardır.
Bu buyrukla, insanın ahlâk-ı hamîdesiyle iki cihan saadetine nâil olacağını beyan buyurmuşlardır.
a. Kalbin Yeri
İkinci Nevi': İnsandaki kalbin hakîkî mânâsını bulunduğu yeri bildirmektedir.
"Ehl-i irfan için hakîkat-i kalb-i insânî ve ruh-u revne taallûkunu bilmek gerekir. Kalbin makamı ve merkezi yürektir. Yüreğin ortasında siyah bir nokta vardır ki, o mahall-i süveydâdır. Bu nokta-i süveydâ, iç àlemin güneşi ve ruh-u cihandır. O, insan àleminin arşıdır ki, ismi kalbdir. İnsan ruhunun mebdeidir. Bu noktaya taallûk eden can, nefs-i nâtıkadır ki, beden ikliminde sultandır."
Akıl, gönlün halifesidir ve bu da gizlidir. Bu gizli noktanın büyüklüğünü, ancak insanlıktan melekliğe geçen ve huzur-u dâimîye erişen bahtiyarlar, o büyük velîler bilebilirler. Yalnız asıl olan ve ahiret àlemîne taalluk eden, akıl dediğimiz cevher işte o noktanın âsârıdır. (El-fi'lü nûrun fil-kalb) "Fiil, kalbde bir nurdur." cümlesi de bunu göstermektedir.
Güneşin ziyası nasıl yeryüzünü dolduruyorsa, kalbdeki bu nur da mü'minlerin kalbini, dolayısıyla bütün vücudunu doldurur. Havass-ı hamsemiz muattal kalıp uykuya vardığımız zaman bile, ona uyku yoktur. O dâimâ uyanıktır. Gördüğümüz rüyalar da buna şahiddir. İşte bu nurun, gönülden dimağa ziyası aks eder.
Güneş nasıl yeryüzündeki mahlûkat ve mevcûdata hayat bahş ediyorsa, bu nur da gönül iklimine hayât-ı mâneviyyeyi bahşeder. Her bir a'zâ, bu nurdan aldıkları kuvvet sayesinde vazifelerini ifâya çalışırlar. Gözde görmek, kulakta işitmek, ağızda tad alma, burunda koku alma ve sâir vücudun a'zâları buna göre hareket ederler. Binâen aleyh bu nurun ziyası kesilince, gözdeki görme, kulaktaki işitme, hepsi muattal olup kalırlar. Ondan sonra tabiat kanunları filan kalmaz.
Şimdi sen, iyi düşün de bu kuvvet ve kudreti sana bahşeden Allah-u Celle ve A'lâ'ya teşekküren, emirlerini dinle ve onun emrinden dışarı kat'iyyen çıkma ki, dünyanın ne cîfe, ahiretin de ne saadet yeri olduğunu güzelce öğrenmiş olasın. (Ma'rifetnâme, s. 293)
Gel gönül şemsin gözet, bu gökteki mehtâbı koy!
Der-i derya-yı kademsin, bu geçen seylâbı koy!
Evet kardeşim, bu gönüldeki güneşi görünce, zaten öteki dünya güneşine hâcet ve lüzum kalmaz. Çünkü dünya güneşi maddelerden mürekkeb, çeşitli madenlerle yanar durur. Yanadursunlar, o da Hakk'ın bir nizamı; o yanmasa àlemde hayat mümkün olmaz. Fakat, gönül güneşi öyle yanan maden veya cisim değil, o varlıkları yaratan, her şeyi yerli yerinde güzelce halk eden, Allah-u Celle ve A'lâ'nın nurudur ki, bütün kainat, felekleri, melekleri, arşı, kürsüsü hep o gönlün içindedir.
Sen bu gönlü bırakıp da, o fânî olan ve çürüyüp cîfe olacak cisminin, nefsinin esiri, kölesi olup kalmayı nasıl olur da ihtiyar edersin? Elbette akl-ı selim buna kat'iyyen razı olmadığı için, bizi uyandırıp, güneşleri yaratan Allah-u Celle ve A'lâ'ya ve onun gönül güneşine, nuruna, saadetine davet etmektedir.
Ve der ki, bu yürekte olan mahall-i süveydâ, bir nokta-i sevdâdır ki, hakîkat-ı insaniyyeyi câmîdir. Bu hakîkat-i câmia bir hülâsadır ki, tafsilatı cemî kâinat, ulvî ve süflî hepsi bunun içindedir. Nitekim, her meyvanın içindeki çekirdek, kendi ağacının bir kısaltılmış, hülâsa edilmiş olarak dürülüp içine konulduğunu bize her zaman göstermektedir. Tıpkı bunun gibi, yâni kocaman bir ağaç ufacık bir çekirdeğin içine sokulduğu gibi, bütün kâinat da, bu hakîkat-ı insaniyye câmiası içine konulmuştur. Kâinatta ne varsa hepsi sende mevcut demektir. Sana yeter ki, kendindeki bu cevherden gàfil olmayıp, bunları meydana çıkararak saadet-i uzmâya nâil olasın.
Nüsha-i nâme-i ilâhî, gönüldür. Bütün esrâr-ı ilâhiyeyi hàmil olan yine gönüldür. Gönlüne sahip olan kimse, bütün zahmetlerden kurtulup, can ve gönül sohbetini bulmuştur. Hak Sübhànehû ve Teàlâ'ya zahmetsiz olarak cezb olunmuştur ve her muradını almıştır. Kalbi, nokta ile ta'rif, bizim bildiğimiz nokta ve harfler gibi değildir. Harfler suretlerdir. Bu anlatılan nokta ise mânâdır. Suretler fenâ bulur, yok olur; mânâlar ise bâkîdir ve kàbil-i taksim değildir, tecrübe kabul etmez.
Beyit
Dildir bulan envar-ı celâl ve cemâli,
Hak'tan dile her anda nazardır mütevâli,
Dil çü nazargâh-ı refi' hàzır;
Nâzırdır o sultan ve budur manzar-ı âlî.
Şu iki beyitte ne güzel belirtilmiştir ki, celâl ve cemâl sıfatlarının nurunu bulan ve bunlara mazhar olan ancak gönüldür. Zîrâ o gönüle, hiç durmadan Hakk'ın nazarı vardır. Çünkü Cenâb-ı Hak, ancak kulunun gönlüne bakar. Onun sâir sıfatlarına ve hallerine bakmaz. Meselâ çok güzel bir beden, göz kamaştırıcı bir servet, çok da güzel bir giyinmek, kuşanmak ve süslenmek; tabii halk bunlara bakar, o kimseye iltifat eder. Lâkin, Allah-u Sübhànehû ve Teàlâ Hazretleri bunların hiç birine bakmaz Onun baktığı yer doğrudan doğruya kulunun kalbidir. O kalb, Allah-u Teàlâ'nın zikriyle meşgul ise, ne mutlu o kula! Eğer zikrullahtan gàfil ise, ibadet ve tâat bilmiyorsa, ona da ne yazık!..
b. Kalbin Azamet ve Genişliği
Üçüncü Nevi': İnsan kalbinin azamet ve genişliğini ve Hakk'a yakınlığını bildirir.
Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki, yürekte olan nokta-i sevdânın bulunduğu yer, hakîkat-i insaniyedir ki, onun ruh-u revânîsidir. Bu ruh-u insani, bir emr-i Rabbânîdir. Bu emrin makamı ve merkezi, ol nokta-i sevdadır ki, iki yüzlü bir ayna gibi yuvarlak ve mücellâdır. Bir yüzü àlem-i gayba, melekût àlemîne, bir yüzü de bu bulunduğumuz àleme müteveccihdir. Bu ayna, parlak, temiz ve cilâlı olursa, onda àlem-i gayb zàhir olur; esrar ve mânâlar onda sûret bulur.
Her insanın içinde bu ayna mevcuttur. Lâkin, cehil, gaflet ve günahlarla pislenmiş, küflenmiş, paslanmış olduğundan, gazab, şehvet ve dünya sevgisi yüzünden ayna bozulmuştur. Bunun tâmiri, temizlenmesi, ilim, hakîkat, kitâbullah ve sünnet-i Rasûlüllaha tam mânâsıyla ittibâ edip, àleme ibret gözüyle bakmak, hilim, iffet, zühd, tâat, zikr-i kesir ve tefekkürler neticesi, o ayna yine güzelce sana àlem-i gaybdan ve àlem-i şehadetten haberler verir. Ma'budumuz olan Hazret-i Allah'tan gelecek feyizleri almağa kabiliyyet kesb eder ve Halık-ı zü'l-Celâl'in dâimâ kendisiyle beraber olduğunu idrak eder.
Bu beraberlik keyfiyetini ancak ehlullah bilirler. Ehlullah ise şol kimselerdir ki, nefsini tevâzu ile toprak gibi, kalbini de mâsivâdan pâk edip beytullah etmiş ve Hàlik-ı Zülcelâl'ın kendisine şah damarından daha yakın olduğunu bilmiştir.
Hak Sübhànehû ve Teàlâ Hazretleri:
"--Ben yere göğe sığmam ve lâkin mü'min kulumun kalbine sığarım." buyurmuştur ki, bu tabir ile gönlün ne kadar büyük ve geniş olduğunu bizlere duyurmuş oluyor.
Onun için, gönlün beytullah olduğunu ve arz ve semâdan, Arş ve Kürsî'den daha geniş bulunduğunu, binâen aleyh beytullah olan mü'minin kalbi, başka her şeyden boş kalınca, beytin sahibi kulunun kalbini doldurur ve her haline vâkıf olur. Her dediğini duyar ve dinler ve her şeyini görüp gözetir. Mâdem ki evin sahibidir, evini herhalde yoklayacaktır. Nitekim:
Gönül sarayın pâk eyle,
Şâyet gele sultan sana!
dedikleri de meşhurdur.
Şüphesiz ki, kul Allah ile olduğu müddetçe, Allah Celle ve A'la da o kul ile olacağı âşikârdır. Binâen aleyh, kul, Cenâb-ı Hakk'ın kahr ile lütuf sıfatları arasnıda olduğunu görür. Rahmân'ın Arş üzerindeki istivâsının ne olduğunu idrak ile, beşeri sıfatları mahvolup melâike evsâfını hàmil olmuş ve bu huzur içinde ebedî hayata nâil olmuş olur.
Beyit
Dildedir dildâr, dâim sanma bir dem dûr olur.
Gerçi dil gafletle andan, dembedem mehcûr olur.
Hàb-ı gafletten uyansa, dil bulur dildârını.
Can olur hàzır, huzur eder gönül mesrûr olur.
Cennet-i erbâb-ı dil, cânân cemâlin seyreder.
Hr-i gılmân olmaz, ol cennette nûr, nûr olur.
İstersen bîdar-ı dildârını nazar kıl gönlüne;
Hazret-i Mûsâ gibi, câna àşık ve dil-i Tûr ol!
Sen kitâbullahsın ey cân, sendedir cümle ulûm;
Her ne var iki cihanda, sende hem mestûr olur.
Àrif oldur kim görür nefsin, bilir Hakk'ı hemen;
Ol ki nefsin bilmedi, bunda hem anda kör olur.