61 ilâ 80. sayfalar

Nefsin hazlarını, isteklerini, cismin rahatını bil-külliye tamâmen terk etmelidir. Gece ve gündüz yatmayıp, kemend ile uyumalıdır. Tâ kim bedende bulunan eczâ-yı anâsır-ı habîse mahvolup, ol perdelerden gönül halâs bulup, alem-i melekûte basiretle nazar kılarak, huzr-u ünse yetmelidir.

Zikrullahtan sâkit olunca, huzr-u kalb ile susmalıdır. Gönülde zikrullahın vâridâtını gözleyip, teveccühle bir saat kadar kalmalıdır. Ta kim otuz senede riyâzetle bulunmayan cezbe devletini, bir lâhzada bulmalıdır.

Zikrullahın arkasında, su içmekten son derece sakınmalıdır. Zira zikrullahta hareket, heyecan, harâret ve yakınlık vardır. Bunlar da zevk ve şevk-ı mevt iras eder bir halettir. Zikrullahın arkasından içilen su, bu nurları söndürür ve kendisine bir durgunluk verir. Bir takım hastalıklara sebeb olur.

Zâkir halvette her an zikrullah ile olmalıdır. Aldığı derslere muvâzebet etmelidir.

"Allah" ism-i şerifini, ism-i zât ve cemî sıfatları câmi'dir, diye bilmelidir. Gerçi, Mevlâ'ya vuslat yolları çoktur; lâkin, zikrullah en sahih ve en açık ve güzel bir yoldur. Gerek "Allah" ve gerekse;

81

"Lâ ilâhe illallah" kelimelerinde tecvide riayetle "Lâ"yı uzatıp, "ilâhe" kelimesinde hemzeyi göstermelidir ve ol kelimeyi, doğru dürüst söylemelidir. "Lâ ilâhe" dedikte, mâsivâyı nefy ve yok edip "illallah" dedikte, Hakk'ın varlığını ve birliğini isbat etmelidir. Bu kelimeyi hafif bir sesle, kuvvet-i nefesiye ve huzur-u kalble, gece gündüz tekrar edip, her kere de mânâsına yetmelidir.

Mâdem ki zâkirin beşeriyeti gàlib ve şehvetine râgıbdır ve benliğine mülâzimdir; ol kimse lisânıyla "Lâ ilâhe illallah" dedikçe, kalbiyle;

"Lâ ma'bûde illallah" demesi lâzımdır. Vaktâ ki, beşeriyeti zayıf, şevk ve zevki ziyâde olur; o zaman lisânıyla "Lâ ilâhe illallah" dedikçe,

"Lâ matlûbe illallah" demelidir. Vaktâ ki, anın kalbinden efkâr ve havâtır fânî olur, vahdet-i vücud anın bâtınından zuhura gelir. Ol zaman lisânıyla "Lâ ilâhe illallah" dedikçe, kalbiyle de,

"Lâ mevcûde illallah" demesi caiz olur. Bu zâkir "Lâ ilâhe" ile mâsivâyı nefy ettikçe "İllallah"ın tesiri kalbinde yerleşir ve andan a'zâlara sirâyet ettikçe baştan aşağı bütün vücudun eczaları harekete gelir ve kalbinden kapılar açılıp, nice hâlât ile âlî makamlar bulur ve tecelliyât-ı mezkûre ile zikirden gàib olur ve ol gaybet, müşâhede sayılır. Velhasıl, mâsivâdan pâk olan gönüle ma'rifetullah emaneti konulur.

82

Onun için denilmiştir ki; kim ki gaflet uykusundan uyanır, ol kimseye àrif-i âgâh, uyanık, arif kişi derler. Bu zâkir zinhar, sakın himmeti çok aşağı olan ve birtakım keşif ve kerametlere aldananlardan olmasın. Zira bu keşif, keramet insanı, zâkiri yolundan alıkoyduğu için, hayz-ı ricâldir demişlerdir.

Halvethanesinde dersi olan zikrullahtan maada hiç bir evrad, kıraat ve dualarla meşgul olmaya... Sabah ve ikindiden sonra birer cüz Kur'an-ı Kerim tilâvet olunur ve arkasından ma'lûm olan hatm-i hàcegan yapılır ve duası edilip, sabahleyin iki rekat da işrak namazı kıldıktan sonra zikrine devam eder. Yüzleri de bir örtü ile kapar ve etrafla hiç bir şekilde kimse ile de meşgul olmayıp, hemen zikrini lâyıkıyla îfâya çalışır.

Ol kadar çok zikretmelidir ki, eseri dilinden kalbine, andan ruhuna geçmeli ve andan sırrında zàhir olmalıdır. Tâ kim, anın kalbi mâsivâdan sâde ve ruhu âzâde ve sırrı da mukaddes olub mezkûre yetmelidir.

Nitekim, Cüneyd-i Bağdadi KS Hazretleri'ne, irşad olunmak için dış memleketlerden on altı kişi gelmiş. O da gelenleri ayrı ayrı halvetlere koymuş ve "Lâ ilahe illallah"a devamlarını tenbih etmiş. Bir hafta sonra yanlarına gidip sormuş:

83

"--Kalbinizde ne buluyorsunuz?"

Onlar da demişler ki:

"--Ancak muhabbet-i dünyayı buluyoruz."

İmdi tenbih etmiş ki:

"--Muhabbet-i dünyayı ve onda olanları, yâni dünyaya tealluk eden her şeyi içinizden çıkarıp, izzet ve lezzetlerini kat'iyyen unutmak gerekir. Bir hafta sonra yine onların yanlarına gidip:

"--Kalbinize ne gelmiştir?" diye sormuş.

Cevaben:

"--Pes, ancak muhabbet-i ahiret gelmiştir." demişler.

Yine onlara tenbih edip demiş ki:

"--Anı dahi terk ediniz!"

Bir hafta sonra yine yanlarına varıp:

"--Kalbinize ne dolmuştur?" diye sormuş; onlar da haber vermişler ki:

84

"--Ancak muhabbet-i enâniyet, yâni kendilerini sevme muhabbeti dolmuştur."

Pes, anlara tenbih etmiştir ki:

"--Kendi varlığınızı da terk edesiniz!" demiş.

Bir hafta sonra tekrar sormuş ki:

"--Kalbinizi ne almıştır?"

Haber vermişler ki:

"--Ancak muhabbetullah almıştır."

Pes imdi anlara ism-i celâl'i telkin edip, on gün kadar tâyin eylemiş. Vakta ki, kırk gün tamam olmuş. Hazret-i Cüneyd KS anlara gelerek demiş ki:

"--Kalbinizde ne kalmıştır?"

Anların cümlesi demişlerdir ki:

"--Kalbimizde mâsivâ mahv olmuştur, ancak Allah-u azîmüşşan kalmıştır."

İmdi Cüneyd KS anlara dua edip demiş ki:

85

"--Ona devam ediniz. Çünkü murad aldınız, kande dilerseniz gidiniz ve felah bulunuz. Size tâbî olanı bu huzura yediniz. Yani, kalb-i selim sahibi olup size teslim olanları, böylece irşad ediniz!" buyurmuşlardır.

Beyit

Hest tâc-i àrifân ender cihan ez çâr terk;

Terk-i dünyâ, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.

İmdi bu makama vasıl olan zâkir, halvet-i mânevîyede, el-ünsü billâh olur. Ne halvetle olur, ne de halk ile olur; kesrette ve mânâda Hak ile olur. Vahdette ve kesrette halk ile olsa dahi, Hak'tan zerre miktarı gàfil olmaz ve Hak ile halktan mahcub kalmaz. Vahdet, kesret, halvet, sohbet müsâvî olur. Zira ki, anın her halinde, el-ünsü billâh olur.

Beyit

Kesreti vahdette bulmak, vahdeti kesrette hem;
Bir ilimdir ol ki, cümle ilm ü irfan andadır.

Çünkü bu zâkirin kalbi, kelime-i tevhidin mülâzemetinde vaz'olunan envâr-ı vahdâniyetle münevver olur. Elbette ol envâr, aktâr-ı kalbinden, safahat-ı kâinat üzerine mün'akis olur. Pes ol zaman görür ki, vücud, mevcûdat, emr-i hakîkî değil îtibârîdir. Cümle kâinatın zulümatı, anın şühûdunda mahvolup, envâr-ı mükevvin kalır. Cemî ahvalde, husûsan mazâhir-i ef'alde, gayriden gönlünü pak edip, sırr-ı vahdâniyet-i faalle devâm-ı iştigal bulur. Her atâ ve men'i, fayda ve zararı andan bilir. Cemî ezâ ve belâyı, in'am ve ihsânı, bütün insanların hareketlerini ve sair ahval ve nizamı Hak'tan görüp, halk ile bir muamelesi kalmaz. Huzur-u Hak ile sürûr-u dâim bulup, kat'iyyen müteellim ve müteessir olmaz.

86

Nazım

Raeytü hayalez-zılli ekbera ibretin
Limen hüve fî ilmil-hakîkati râkî

Şühûsun ve eşhâbun temerru ve terkazi
Erel-külle yefnâ vel-muharriku bâkî

Ve, zikr-i bâkî müdâm ise, müntec-i fikr tamamdır ki, ol hàtime-i erkândır.

Nazım

Ger dilersen ki, kalmasın efkâr;
Hak'kı zikr et ki, dil dola envar.

Kim ki mest etmez anı zikrullah,
Aşkı münkerdir, etse de ikrâr.

Kıl anı bir bahâne ile birûn
Ta derûn ola menba-ı esrâr.

Der-kenar eyle ortadan kendin,
Sen sana hoş sarıl hemen ey yâr.

Zikr-i Hak'dan gelir dile hâlet;
Hakkı zikreyle Hakk'ı, leyl ü nehâr.

KELİME-İ TEVHİDİN FAZÎLET VE KERÂMETLERİ

Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki: Kelime-i tayyibe olan "Lâ ilâhe illallah" hısn-ı ekber ve a'lâdır ve ilm-i tevhîd-i Mevlâdır. Kim ki, ol hısn-ı hasîne girer; muhakkak ol kimse, naîm-i sermed ve seàdet-i ebed tahsil eder. Kim ki, anınla tehassundan tehallüf eder, tahkik ol kimse ebedi azabı ve şekàveti kesb eder. Bu kelime-i tayyibe, kalbin dairesine hısn olmadıkça ve saltanatla hevâ-yı nefsini ol nokta-i merkeze dühulden men etmedikçe, muhakkak sen ol hısnın haricindesin ki, ruhun ana dühul kılmamıştır ve mücerred telâffuzundan bir fayda hasıl olmamıştır.

87

İmdi düşün ki, bu kelime-i tayyibeden senin nasibin ne kılınmıştır?.. Eğer nasibin anın ruhu ve mânâsı ise, muhakkak iki cihan saadeti senin bilinmiştir ve ismin zümre-i ehl-i fazl içre ve evliyâ defterine yazılmıştır. Eğer nasibin andan mücerred laklaka-i lisân olmuştur, ol münafıklar hazzı bulunmuştur. Zira ki, zikr-i hısın, men etmez. Nitekim, kılıncın adını anmakla, kılınç hiç bir zaman kesmez.

İmdi, bu kelime-i tayyibe mânâsiyle, ruh ile cesed menzilesindedir. Mânâsız, cansız bir cesed gibidir. Nitekim, cansız cesedden bir fayda gelmez. Bunun gibi bu kelime, mânâsız kale olmaz. İmdi ol kimseler ki, alem-i fazldan olmuşlardır, onlar bu kelimeyi sûret ve mânâsıyla almışlardır. Ve sûretiyle zahirlerini, mânâsıyla da batınlarını tezyin ederek, kötü, yaramaz ve günah olan şeylerden ve her kötü huydan kendilerini pâk kılmışlardır. Bununla iki alem saadetini bulmuşlardır.

Madem ki "Lâ ilâhe illallah" diyorsun, ehil ve evlâd ile sükûn bulup, mal ve meskene niçin meyl edersin?.. Demek ki, anı sıdk ile söylemediğin muhakkaktır. Zîrâ ki lisân-ı hal, lisân-ı makalden daha iyi söyler; yâni insanın hali, dilinden daha güzel kendisini bildirir. Eğer "Lâ ilâhe illallah" dediğin zaman, mânâsının kalbinde bir semeresi varsa, niçin felânı inkâr, felana ittikà (dayanma) edersin ve felândan havf, felândan recâ edersin?..

88

Mâdem ki "Lâ ilâhe illallah" dersin, mâsivâ ile niçin ünsiyet edersin?.. Ne sen onun ve ne de ol senindir.

Zîrâ "Lâ ilâhe illallah" dersen, eğer anın meskeni senden mücerred lisan olup, kalbinde anın semeresi olmadıysa; korkulur ki, münafıklar zümresinden olursun. Eğer anın meskeni sende kalb ise, hakkà ki sen müminsin. Eğer anın meskeni ruh ise, tahkîkà sen àşık u sàdıksın. Eğer anın meskeni sende sır ise, şüphesiz sen àrif-i mükâşifsin.

"Lâ ilâhe illallah" kelimesinde, "Lâ" harfi bir temizleyicidir ki, anınla vücud-u esrârdan ağyar tozları tamamıyla giderilir. Ta kim arş, tecellî-yi illallah ve zât-ı pâke nazargâh olup, anın üns ve muhabbetine lâyık ve sezâvar olalar ve şarâb-ı aşk ile mest olup, ebeden huzurunda kalalar. Nitekim Hak Teàlâ:

"--Yâ Dâvud! Benim sakin olacağım evi temizle ki, ben anda sakin olayım!" buyurmuştur; irfanın şerhi, tasfiye-i kalb olduğunu duyurmuştur.

İmdi, mâdem ki mâsivâya nazarla muğbersin, "Lâ ilâhe" nefyine muhtaç ve muztarsın. Vaktâ ki şühûd-u sàhib-i külde külli şeyden gàibsin, o zaman "Lâ ilâhe" nefyinden rahat bulursun ve "illallah" isbatına vâsıl olursun ve tekrar tekrar söylemekle zevk ve lezzet alırsın. Andan, "Allah kâfî, odur bâkî!" olduğunu bilirsin.

89

Eğer sultân-ı Lâ ilâhe illallah, insâniyetin medînesine tasallut kıldıysa, anın diyarı dâiresinde enâniyetten eser olmaz ve anda ağyardan bir şey ikàmet kılmaz. Anınla senin dahi sabır ve kararın kalmaz. Melikler bir diyarı zabt edince, anın aziz ehlini nasıl zelil ediyorlarsa, tevhidin (Lâ ilâhe illallah) girdiği yerde de hiç bir melik ve varlık, kibir ve azamet kalmaz; hepsi yıkılıp gider. Mezmum sıfatlar ve huylar, iyi ve mahmuda tebdil olunur.

Her sultanın hükmü nihayet bulur. Sultân-ı tevhid, yani (Lâ ilâhe illallah) ol validir ki, anın hükmü, evvelîn ve âhirînin cümlesine şâmil olur. Bütün edâlar, kimi tav'an kimi de kerhen ana mahkûm olurlar. Yani, tevhidin hükmü altına girip, ba'demâ isyan, kabahat ve günah işleri işlemekten çok korkar ve uzak kalırlar. Her işleri hemen itaat ve ibadet olub, herkesle de gayet güzel geçinirler. Kimseyi kırmaz, incitmez ve darıltmazlar. Herkese karşı haklarını daima helâl edib, kimseden bir hak istemezler.

Hakk'ın rızasına tam mânâsıyla uygun bir şekilde hareket ederler. Ne kibir, gurur, ne ucüb, ne hırs, hased, kin, gazab ve şehevât, ne de riya ve emsali, hiç bir çirkin huy ve ahlâk onlarda bulunmaz. İman ve İslâmiyet, yalnız dillerinde değil, bil-fiil halleriyle de, iman ve İslâmiyetlerini izhar ve îlân etmekte, dosta-düşmana İslâmiyet'in ne demek olduğunu göstermektedirler.

90

İşte asıl Müslüman böyle olacaktır ve böyle de olmalıdır. Yoksa, diliyle "Lâ ilâhe illallah" der, sonra da İslâmiyet'in hiç de istemediği bütün çirkin ve günah işleri yapar; işte bu hal en kötü ve câhilâne bir harekettir. Cenâb-ı Mevlâ cümlemizi ve cümle ümmet-i Muhammed'i, kendisinin sevdiği ve razı olduğu amellerle müzeyyen eylesin, âmin...

Lâ ilâhe illallah, bir şecere-i mübârekedir ki, anın neticesi, ma'rifet ve vahdâniyettir; semeresi ikrardır. Cemî-i kâinatın vücûdundan maksad, ancak bu devlettir. Nitekim Hak Teàlâ Hazretleri buyurmuştur:

"Kulum ben seni ancak, benim tevhidim için halk eyledim ve bütün eşyayı da senin için halk ettim. Gökler, seni gölgelendirir, yerler de senin ikàmetin ve faydalanmaklığın içindir. Yüksekteki nurlar da seni aydınlatmak için, süflî olan bütün mevcûdat da sana hizmet için yaratılmıştır ve senin tasarrufuna verilmiştir. Bunların hepsinin senin için yaratılmış olduğunu ve senin de bana kulluk etmek için yaratıldığını fehm eyle ve bunun kadr ü kıymetini bil. Bütün varlıkların, ne görüyor ve ne biliyorsan bunların hepsinin senin için yaratılmış olması, senin ne kadar kıymetli ve sevgili olduğuna alâmet olmaz mı?

91

İmdi senin bunları unutup, nefs ü hevâna uyarak Hàlik-ı Zülcelâl'e, yâni bütün bunları sana bahş edene karşı isyan etmekliğin ne kadar hatalı ve kusurlu, câhilâne, hem de pek câhilâne bir şey olduğunu söylemek şüphesiz ki zâiddir. Her bir nimet ki seni benden alıkoyar, onlar nimet değil birer azabdır. Zira seni benim azabıma sevk etmektedir. Yine her bir ihsânım ki seni benden men eder ve zevk ü safâya götürür; o da senin için bir ihsan değil, belki bir belâdır."

Bu ders çok dikkat edilmesi lazım gelen bir dersdir.

Seyr-i Sülûkun Menzilleri

İrfan yolcularının menzilleri üçtür: Biri àlem-i fenâ, biri àlem-i cezbe, biri de àlem-i kabza'dır. Alem-i fenâda oldukça, "Lâ ilâhe illallah" demek ve devam etmek lâzımdır. Alem-i cezbede olanlara ise, "Allah, Allah, Allah..." diye devam etmek lâzımdır. Alem-i kabzada ise, zâkirin dersi, "Hû, Hû, Hû..." olmalıdır denilmiştir.

"Lâ ilâhe illallah" kalblere gıda, "Allah, Allah, Allah..." lafz-i celili ruhlara gıda, "Hû, Hû, Hû..." kelimesi de sırlara gıdadır buyurulmuştur. Belki, "Lâ ilâhe illallah" kalblerin mıknatısı, yani çekeni, "Allah" lafza-i celâli de ruhların mıknatısıdır. "Hu" kelimesi de sırların mıknatısıdır buyrulmuştur.

92

Kalb, ruh ve sırrın misalleri, bir hokka içinde sedef, sedef içinde inci mesabesindedir; veya bir ev içinde kafes, kafes içinde bir kuş... İmdi hokka veya ev, kalbe; sedef ve kafes, ruha; inci veya kuş da sırra misaldir. İmdi eve girmedikçe kafese erişilmez; kafese erişilmedikçe de kuşu görmek mümkün olmaz. Bunun gibi, kalbe vâsıl olmayan, ruhtan elbette haberdar olamaz. Ruha vâsıl olmayanın ise, ne sırra, ne de sırdan sonrakilere vâsıl olamayacağı âşikârdır. Binâen aleyh, alem-i kalbe ne zaman dahil olursan, bil ki alem-i ervaha ve andan alem-i sırra ve daha ilerisine de vâsıl olursun.

Kalbin kapısı "Lâ ilâhe illallah" ile açılır. Ruhun kapısı "Allah" ism-i şerefine devam ile acılır. Sırrın kapısı ise, "Hû" ism-i şerifiyle açılır. Fakat bu teşbihler mecâzîdir. Maksad kalb alemine vasıl olmadan, ruh alemine dühul olunmadığına ve alem-i ervahtan da geçmedikçe, alem-i esrâra vüsul mümkün olmadığını beyandır. Bunlar üç daireye benzerler ki, birbirinin içindedir. En üstte olan en büyüğü ki, "sır" tâbir olunur. Onun altındaki elbette andan küçüktür; buna da "ruh" tâbir olunur. En altta olan tabii en küçüğüdür ki, buna da "kalb" derler.

93

Meselâ; alem-i kalb, alem-i ruhtan ufak bilinmiştir. Zira alem-i kalb, ruh ve sır alemlerinden alem-i şehadete, yani dünya alemine daha yakındır. Bu alem ise, ruh, cesed, darlık ve tehlike, hüzün ve keder, korku ve recâ alemi bulunmuştur. Alem-i ervah ve alem-i sır ise, geniş ve rahat, huzur, sürur, keramet, emniyet ve selâmet alemleridir. İmdi sen bu nefis aleminden kalb alemine ve zulmet aleminden nur ve şühuda çıkmak ve yükselmek arzu ve gayretinde bulunursan, neticede gözlerin görmediğini ve kulakların işitmediğini görür ve işitirsin.

Nefis alemi, beşeriyet alemi, tabiat alemi diye üç alem zikr ederler. Bu üç alem bu dünyanın --ki adalet alemidir-- tehlikeli ve korkunç birer kademesidir. Kalb alemi, ruh alemi, sır alemi diye üç alem daha vardır ki, bunlar da alem-i fazlın mertebeleridir. Nefis alemi gafletten ibarettir.

Dünya alemi, alem-i beşeriyet, fasıkların yeridir. Tabiat alemi de, münafıkların yeridir ki, cehennemin en dibi onlara mahsusdur. Alem-i kalb, abidlerin mi'rac alemidir. Aşıkların mi'racı ruh, ariflerin mi'racı da sırdır. Zikrullaha devam edince tabiatın, beşeriyetin ve nefsin düştükleri yerlerden kurtulup kalb derecesine yükselmeye sebep bulur. Bu terakki ile ol zaman Hakk'ın tasarrufuna teslim olursun ve ona gidersin ve ol kalblerin sahibi ve mutasarrıfı olan Hazret-i Allah artık seni istediği gibi afiyetler ve bazan da darlıklar, sıkıntılar, fakirlikler, rahatsızlık ve bunlara benzer halllerle kullarını halden hale çevirir ve bunları görür. Eğer haline şükredebilir ve razı olursan, ne mutlu sana!

94

"Hakk'ın cezbelerinden bir cezbe, yer ve gök ehlinin amellerine denk olur." iktizasınca seni senden alır ve kalbin mutmain ve sakin olur. Pes imdi, kelime-i Lâ ilâhe illallah'tır ki, bidâyet ve nihayet odur; kelime-i tayyibe ve sevap odur; hısn-ı hasin, en metin kale odur ve dâvet-i Rabbil-àlemîn odur. Allàhümme edhılnî fî hısnikel-hasîn, âmîn, yâ muîn.

Beyit

Ne haddi var bu hâkin, nice tevhid-i Hudâ söyler;
Ne mümkündür ki şemsi, zerre medh eyler, senâ söyler.

İbrâhim Hakkı Hazretleri'nin Ma'rifetnâme'de fenn-i sâlisin, bab-ı sânîsinin, fasl-ı hâmisinin dokuzuncu nev'i olarak izaha çalıştığı, zikrin lüzum ve fezâili hakkındaki yazılarını hep beraber okumuş bulunuyoruz. Hepsi pek güzel, fakat onların üzerimizdeki te'sirini bulabilmek ne kadar müşküldür. Bugünün tasavvuf ehli, erbâb-ı tarikat ve dervişan diye anılan bizlerin hali gözlerimizin önündedir. Ne saklanacak ve ne de inkâr edecek halimiz var. Adlarımızın derviş olmasının şu veya bu tarikdan oluşumuzun, veya şeyhimizin şöyle kemâli ve kerâmetleri var diye övünmemizin bize ne faydası olabilir?

95

İşte İbrâhim Hakkı Hazretleri ne güzel bir şekilde açıklamaktadır ki, insanın kemâli, onun kalb alemine geçmesinden sonra mümkündür. Nefs, beşeriyet ve tabiat alemleri içerisinde bocalayan insanın kemâlden bahs etmesi, olgun insan diye tavsif olunması pek gülünç olur. Nefsâniyetin iktizâsı, kibir, gurur, hırs, hased, nefs ü hevâsına mağlup kimse demektir ki, bu gibi kimselerde kemâl değil, belki zevâl; yükselme ve terakkî değil, belki düşme ve tedennî vardır. Artık gerisini sen hesapla!

Beşeriyetin iktizası yiyip içmek, zevk ü sefadır; bunlardan geçmedikçe nasıl kemâl umulur? Tabiat icabı da böyle değil mi? İnsanlar yaşamak sevdasını taşıdıkça, elbette nefsin esiri ve kölesi olmaktan kurtulmanın mümkün olamayacağı herkesin bildiği bir şeydir.

Nefsin, beşeriyetin, tabiatin iktizaları hep gaflettir. Gaflet ise pek büyük günahtır. Hem de öyle bir günahtır ki ta'rifi de mümkün değildir desem câizdir. Çünkü insan, gafletin ne demek olduğunu bilmez ve ömrünü boşuna zayi eder. Bir de üstelik der ki:

96

"--Ben o kadar fena bir adam değilim. Çünkü şu bilinen günahların hiç birini işlemem!"

Fakat ömrün üç nefesten ibarettir. Bunu da boşuna geçirdiğimize göre halimiz elbette acınacak bir haldir. Nefsaniyet, beşeriyet, tabiat halleri kolay geçilecek gibi değildirler. Çünkü bir çok zaruretlerin bizi, gayr-i ihtiyari, istemeden nefsin arzularına doğru sürüklemekte olduğu görülmektedir. Bunlardan kurtulmak hassaten Allah-u Teàlâ'nın bir lütuf ve ihsânıdır. Yoksa insan kendiliğinden ne kadar çalışsa da, muvaffak olması yine Hak'kın lutfuna bağlıdır.

İnsan niçin tarikate girer ve neden derviş olur? Şöyle bir kendini tartacak olursa, kendi kendine der ki:

"--İşte şu kadar namaz kılıyorum, şu kadar da orucum var, bu kadar da nafile namaz kılıyorum ve nafile oruç tutuyorum. Üstelik bu kadar da zikrim, tesbihim, evradım, dualarım, kıraatlarım var..."

Şüphesiz bunlar hep medâr-ı iftiharımızdır ve çok güzel imrenilenecek şeylerdir. Herkes de, "Maşallah filan kişiye bakın ne kadar sofu oldu." diye medh ü sena ederler. Fakat bizim sofu, merasim meraklısı, Ma'rifetname'deki teraziye konacak olursa, sofuluk değil, müslümanlık bile yoktur. Bir işe yaramayan bir sürü bilgi edinmiştir ki, ne kıymeti, ne de faydası vardır. Hepsi dünyayı ele geçirebilmek için birer sebeptir.

97

Bir ilim ki, ahirette onun sahibine bir faydası yoktur; muhakkak ki, zayiattandır. İlim denince, matlub olan ilim, Hak Sübhànehû ve Teàlâ Hazretleri'nin, gönüllere indirdiği ilimdir ki, bunun mektep ve medresesi yoktur. Fakat hem dünyada hem de ahirette sahibine faydası tamdır; peygamberlerdeki ilim gibi.

Bizim bugünün dervişi, sofusu hatta hacısı, hocası ve hatta şeyhleri bile, ne sakal, ne bıyık, Hak getire... Halbuki, ne sakallı, bıyıklı kimseler vardır ki, o sakal ve bıyıkları hemen bir adet ve gösterişten ibarettir. Evet sakal sünnet-i seniyyedir, hem de sünnet-i Hüda'dır. Kur'an-ı Kerim'e de muvafıktır. Çünkü sakalsızlık Allah-u Teàlâ'nın hilkatini tağyir ve tebdil ve âdetâ beğenmezliktir; münkir ve müstehzîlerin haklarında çok şiddetli hükümler vardır.

Bununla beraber sakalın, bıyığın kıymetini bilmediğimiz gibi, hakkına da riayet edebildiğimiz yokdur. İnsanlıktaki kemâl ise, yalnız böyle sakal, bıyık, cübbe, şalvar, sarık gibi zahiri kalıp ve kıyafetle mümkün değildir. Vakıa sözümüz, bunların hiç birisi de olmasın demek değildir. Bunlar yani bu sıfatlar bizleri bir çok günah ve hatalardan da korurlar. Mesela, insan böyle sarığıyla, sakalıyla fena yerlere, günah yerlerine kolayca giremez ve gidemez. Bu sûretle de bir çok günahlardan mahfuz kalır.

98

Lâkin bunun da kâfî gelmediği görülmektedir ki, bunun için İbrâhim Hakkı Hazretleri'nin Ma'rifetnâme'sindeki esaslara çok riayet etmek lazımdır. Az yemek, az uyumak, az konuşmak ve uzletle beraber zikrullaha devam; bir de bunlarla beraber kâmil ve olgun, alim, fazıl kimselerin ve meşâyihin can ve başla hizmetlerinde kusur etmemek; ve onların hallerini kendisine örnek ittihaz ederek gece gündüz dâimâ Cenâb-ı Hak'tan tazarru ve niyaz ile, hıfz ü himayesini taleb etmek; "Bir göz açıp yumacak kadar da olsa beni bana bırakma yâ Rab!" diye yalvarmayı hiç bir zaman elden bırakmamak ve insanlardan daima kaçmak; bâhusus kadın taifesiyle akraba dahi olsa fazla ünsiyet yapmamak, insanın ahireti bakımından kendi menfaati iktizâsındandır.

Cenâb-ı Hak cümle ümmet-i Muhammed'i (SAS) ve bizleri de hıfz ü himâyesinde dâim kılsın; âmîn, bi-hürmeti seyyidil-mürselîn, vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn.

99

GÜZEL AHLÂKLAR HAKKINDA

Bir aynaya bakmadan insanın kendi yüzünü ve arkasını görmesi mümkün olmadığı gibi, iç alemindeki kusurlarını görme basiretine sahip olması da, ancak peygamberlere mahsustur. Nâdiren, Üveysî denilen doğrudan doğruya Rasûl-ü Ekrem SAS'in mânen terbiyesinde yetişen bazı evliyâdan gayrisi, hep bir usûl ve sülûke tâbî olarak yetişmektedirler. Bu hususta en büyük âmil, insanın ahlâkan tekemmül etmesidir.

Onun için biraz da ahlâk-ı hasenenin lüzûmundan bahs etmek isterim. Filvâki, ahlâk-ı hasene ile tahallûk etmemiş bir kara yüzlünün bundan bahse kalkması her ne kadar doğru bir şey değilse de, Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri'nin afv ü mağfiretine sığınarak, hadis-i şeriflerde beyan buyrulan güzel ahlâklardan bazılarını beyan etmeyi münâsib görmekteyim.

"Amellerin tartılacağı o günde (ahiret günü) mizanda, ahlâk-ı haseneden daha ağır gelen bir amel olmayacaktır." (Râmûz, 383/4)

"Ahlâk-ı hasene sahibi bir kimse, o güzel ahlâkı sayesinde, çok oruç tutan ve çok namaz kılan bahtiyar kimselerin erişdiği derecelere nâil olacaktır." (Râmûz, 383/4)

100
101 ilâ 120. sayfalar