81 ilâ 100. sayfalar

Buhàri ve Müslim rivayetlerinde de:

"Ahlâk-ı hasene sahibi olanlar, muhakkak sizlerin en hayırlılarınızdandır." buyrulmuşdur.

Hazret-i Aişe validemizden gelen bir rivayette de:

"Mü'minlerin iman cihetinden en kâmili, olgunu, ahlâkan en güzel ve ehline yâni efrad-ı ailesine karşı en şefkatli ve merhametli olanıdır." buyrulmuştur. (Feyzül-Kadîr, 2/2483)

Güzel ahlâklar sayesinde ahiretin yüksek ve şerefli mevkilerine erişileceği müteaddid hadislerle beyan olunmuştur. Efendimiz SAS Hazretleri:

"Agâh ve mütenebbih olunuz ki sizlere ibadetin kolayını ve bedene de ehven gelenini bildireyim mi?.. Bunlar; sekîne, edeb ve vakar dairesinde sükûta mülâzemet ve ahlâk-ı hasenedir." buyurmuşlardır. (Feyzül-Kadîr, 3/2759)

Diğer bir hadis-i şerifte de buyruluyor ki:

Burada her şeyde ihlâsın lüzumu ile imanda da en mühim şeyin ihlâs olduğu bildirilmekte; dünya ve ahiret saadet ve kurtuluşunun muhakkak kalblerinde imanlarını ihlâsla yaşatanlar ve kalblerini her türlü gıll u gışdan àrî ve her türlü mezmum ahlâklardan berî ve bâhusus kibir, gurur, ucüb, riya, hırs, hased, gazab, şöhret ve emsâlinden temizleyenler için olduğu belirtilmektedir. (Feyzül-Kadîr, 4/6098)

101

Ayrıca:

"İhlâs, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin haram kıldığı bütün günahlardan uzak durmakla olur." buyrulmuştur. (Râmûz, 435/3)

Kalbini mânevi günahlardan ve insanların mânen helâkine sebeb olan ahlâk-ı mezmume-i bâtıneden sâlim kılan, dilini daima doğruluğa alıştıran, zikr-i lisânî ve zikr-i kalbî devletine nâil olan ve bu sûretle de nefsini mutmain kılan yâni emmârelikten, levvâmelikten, mülhimelikden kurtarıp, mütmainne derecesine ulaştıran ve ahlâkını da müstakim kılıp, Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz'in sünen-i seniyyelerine tamamıyla ittibâ edenler, sàlihîn ve kâmilîn zümresindendirler. Bu gibi zevât-ı muhteremelerin bu güzel yollarını izlemek ve onların peşinden ayrılmamak devlet ve saadetini Cenâb-ı Hak cümlemize nasib ve müyesser eylesin, âmin...

Câbir RA'ın rivayetinde ise:

"Bana en sevgiliniz ve kıyamet gününde meclis cihetinden en yakınınız, ahlâkan en güzel olanınızdır." buyrulmuştur.

Bu husustaki hadisler müteaddiddir. Ebû Zer RA Hazretleri'nin rivayetleri ise şâyân-ı dikkattir:

"--Yâ Ebâ Zer! Sana iki haslet için delâlet edeyim mi ki, bunlar bedene hafif, mizanda ise diğer amellerden ağırdır." deyince:

102

"--Buyurun yâ Rasûlallah!" dedim.

Buyurdular ki:

"--Hüsnül-hulka ve uzun sükûta müdâvemet ve mülâzemet eyle! Nefsim yed-i kudretinde olan Hak Celle ve A'lâ'ya yemin ederim ki, bütün mahlûkat bu iki amelin misli gibi amel edemezler. Yâni, her ne kadar çok amelleri olsa dahi, yerinde sükûtun ve ahlâk-ı hasenenin sevabına erişmeleri mümkün olmaz."

Görülüyor ki, Efendimiz SAS Hazretleri gerek ahlâk-ı hasenenin, ve gerekse onun bir cüz'ü olan sükûtun lüzûmunun beyanı üzerinde ne kadar titizlikle durmuşlardır. Bütün hayırların bunlardan neş'et ettiği ve kezâlik bütün şerlerin de kötü ahlâklardan ileri geldiği herkesçe müsellemdir. İnsanlara ve bâhusus müslümanlara verilen hayırların en büyüğü ahlâk-ı hasene olduğunu beyan sadedinde, Usâme RA'ın rivayet ettiği şu hadis-i şerif de şâyân-ı dikkattir:

"Bizler Rasûlullah'ın huzurlarında terbiye, nezaket, edeb ve hayâlarımız icabı, hiç birimizin sesi çıkmaz, sâkin ve sâkit, gûyâ başımızın üzerinde bir kuş varmış gibi oturmakta iken, dışarıdan gelenlerden bazı kimseler:

103

'--Yâ Rasûlallah! Allah'ın kullarından Allah-u Teàlâ'ya en sevgili olan kimdir?' diye sordular; cevaben:

'--Ahlâkan en güzel olanıdır.' buyurdu."

Abdullah ibn-i Amr ibn-i As RA dan rivayet olunmuştur ki, Muaz ibn-i Cebel RA sefere çıkmak murad buyurduklarında Peygamber SAS Efendimizden vasıyyet istemişler. Efendimiz SAS Hazretleri de:

"--Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne hiç bir şeyle şirk koşmadan kulluk eyle!" buyurmuşlardır.

Tekrar tavsiyesini artırmasını isteyince:

"--Bir kusur ve kabahat işlediğinde derhal arkasından bir iyilik yap!" buyurmuşlardır. Zira,

"İyilikler kötülüklerin günahlarını giderir." Yine Muaz RA Hazretleri biraz daha vasiyyet rica etmişler. O zaman Efendimiz SAS Hazretleri:

"--İstikàmet üzere hareket et ve ahlâkını da güzel eyle!" buyurmuşlar. (Feyzül-Kadîr, 1/993)

İmam Mâlik'in Muaz RA'den bir rivayetinde: Hayvana bineceğim ve üzengiye ayağımı koyduğum zaman, Rasûlüllah SAS Efendimiz'in bana son nasihati şu olmuştur:

"--Ey Muaz, insanlarla iyi geçinecek kadar güzel bir ahlâka sahip ol!"

104

İmam Tirmizî'nin Ebû Zer RA den rivayetinde:

"Nerede olursan ol Allah'dan kork! Hata ve kusurlarının peşinden bir iyilik işle ki, o günahları mahvetsin ve insanlarla ahlâk-ı hasene ile ülfet et!" buyrulmuştur. (Râmûz, 13/4)

Ahlâk-ı hasenenin günahları, suyun karı ve buzu erittiği gibi eriteceği ve kötü ahlâkların da hayırlı amelleri sirkenin balı bozduğu gibi bozacağı, ifsad edeceği İbn-i Abbas RA dan rivayet edilmişdir.

Ebû Davud ve Tirmizî'nin beyanlarında şöyle buyrulmuştur:

"Mü'minlerin iman cihetinden ekmeli, en kâmili ve olgunu, ahlâkan en güzel olanıdır. Sizlerin en hayırlınız ailesine hayırlı olanınızdır. Siz kendinizi insanlara mallarınızla beğendirib sevdiremezsiniz. Belki onlara karşı tatlı dil, güler yüzle ve güzel ahlâkınızla daha çok ve daha iyi ülfet ve ünsiyet edersiniz. Zira bir Müslümana ahlâk-ı haseneden daha efdal bir şey verilmemiştir."

İnsanlar, başkaları tarafından görülmesini istemediği şeyi, yalnız kalınca da yapmamalıdır.

İmam Tirmizî, Ahmed ibn-i Hanbel, Taberânî ve İbn-i Hibban Hazretleri'nin ayrı ayrı rivayetlerinde, Cenâb-ı Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri:

105

"--Sizin en sevgiliniz ve ahirette de en yakınınız ahlâkan en güzel olanınızdır. Ve yine en mebğuzunuz ve ahirette de bana en uzak olanınız, ahlâkan en kötü olanınızdır." buyurmuş olmakla bu kötü huylardan burada üç tanesini beyan buyurmuşlardır. Bunlar da: "Sersârûn, mütefeykıhûn ve müteşeddikn"dur, deyince:

"--Yâ Rasûlallah! Sersarûn ve müteşeddikn'u biliyoruz, fakat mütefeykıhn nedir?" diye sormuşlar.

Efendimiz SAS de:

"--O, mütekebbir demektir." buyurmuşlardır.

Sersârûn, zorlukla ve çok konuşan; müteşeddikn" da, sözlerinde mübalağa ederek fesahat taslayandır. Mütefeykihûn da tıpkı müteşeddikn gibi ağzını lafla doldurub, belağat ve fesâhatini izhar ile, başkalarının üzerine üstünlük taslayan kibirli kimsedir. Zâten çok konuşmak, haddi zatında hiç iyi bir şey olmamakla beraber, bir de tekellüf ve belağat ve fesâhat satacağım diye böbürlenmek ve üstünlük taslamak, elbette ki kimsenin beğenmediği mezmum sıfatlardan ve huylardandır.

Allah CC Hazretleri cümlemizi kötü huylardan muhafaza buyursun ve iyi huylarla huylandırsın, âmîn...

106

Her şey ve her fenalık ve kötülük için tevbe etmek mümkündür. Kötü ahlâklı insan tevbe ettiği zaman, mutlaka ondan daha şerlisini işler. Allah katında kötü ahlâktan ve fenâ huydan daha büyük bir günahın olmadığı da, ayrıca beyan olunmuştur.

Efendimiz SAS Hazretleri de dualarında:

(Allàhümme innî ezü bike mineş-şikàkı ven-nifâkı ve sûil-ahlâk.) diye, kötü ahlâktan Cenâb-ı Hak'ka sığınmışlardır. (1)

(1) [Allahım, ayrılığa düşmekten, ikiyüzlü olmaktan ve kötü huylardan sana sığınırım!] (Feyzül-Kadîr, 2/1548)

Evliyâların sıfatlarını beyan eden bir hadis-i şerifte de şöyle anlatılmıştır: Onlar çok konuşmak ve kelimelerin mânâlarını derinleştirmek ve incelemek gibi huylara sahip olmadığı gibi, hiç bir bid'ati de işlemezler. Aynı zamanda çok laf etmekten son derece kaçınırlar ve sözlerin derinliğine de dalmazlar. Yapmış oldukları güzel amellerini de beğenmeyerek kendilerini müahaze ederler. Bununla beraber son derece sehàvete sahip ve mâliktirler. Öyle ki, icabında mallarını fedâ ettikleri gibi, canlarını da fedâdan zerre kadar sakınmazlar.

107

Sonra gönüllerinde hiç bir kimse için gıll ü gış, hıyânetlik ve dargınlık, kin ve hased gibi şeyler de bulunmaz. Bütün zâhiri ve mânevî günahlardan ve ahlâk-ı mezmûmelerden de hiç birisi üzerlerinde bulunmaz. Riyâ, kibir, kin, gazab, hırs, hased, ucüb ve gıybet gibi çirkin ve mezmum olan huylardan da beridirler. Selâmet-i sadr ile tavsif olunan bunlardır. Yarın ahiret gününde:

[O gün ne mal fayda verir, ne de evlât... Ancak Allah'a kalb-i selîm ile gelenler, o günde fayda bulur.] sırrına mazhardırlar. Mal ve evlâtların hiç birisinden fayda beklemeyip, ancak kalb-i selîme mâlik olan bahtiyarlardır.

Yukarıda zikrolunan güzel huylarla birlikte, mezmum olan ahlâklardan da uzak kalırlar ve bütün mü'minlere karşı da son derece merhametli, rahim ve şefkatli ve hem de imamlarına karşı hürmetkâr olup evliyâ-yı umûra da nasihatlardan geri kalmazlar. Büyük küçük demeyip herkese karşı şefkat ve merhametle nesàyih ve irşadda bulunurlar. İşte bu gibi bahtiyarların hürmetine rahmet-i ilâhî nâzil olur, topraklardan bereketli mahsüller hasıl olur. Düşmanlara karşı zafer de yine bunların hürmetine ihsân olunur.

108

HAKÎKAT-İ İMAN

İnsan hadd-i zâtında çok zayıf ve àciz bir mahlûktur. Her an ölüme mahkûm olduğu halde, kendini bundan kurtarmak için elinden hiçbir şey gelmez. Eğer doğumu ile ölümü arasında geçirdiği hayatı içerisinde Halik-ı Zülcelâl ve Tekaddes Hazretleri'nin ve Rasûl-ü Ekrem SAS Efendimiz'in emirlerine itaat ve yasaklarından korunup kaçınmak suretiyle iyi ahlâklar elde edip, kötü huylardan da uzak kalabildiyse, ne mutlu bu bahtiyar müslümana!

Zîrâ; "Lâ yubliğul abdu hakikatel imani hatta yahzune min lisànihi." buyrulmuştur ki, kulun hakîkat-i imana ulaşması, dilini kötü ve fena şeylerden muhafazasına vabeste olduğu söyleniyor. (Feyzül-Kadîr, 6/9943)

Çünkü dilin aynı zamanda gönlün de tercümanı olması sebebiyle, dilinden Allah ve Rasûlü'nün razı olacağı güzel şeyleri söylemesi ve bilhassa nasihat ve irşad gibi makbul ve memduh ameller işlemesi, o kulun kalbinin temizliğine ve güzelliğine alâmettir. Bunun aksine, Hak Celle ve A'lâ'nın ve Rasûlü SAS Hazretleri'nin emir ve arzularına muhalif, yalan ve faydasız, boş laflarla, dedikodu, mâlâyâni gibi günahı mucib sözlerle meşgul olan kimselerin ise, bu hareketleri ve sözleri, gönüllerinin ve kalblerinin bozukluğuna ve zulmetine alâmet ve işarettir.

109

Nitekim,

(arapca metin)

hadis-i şerifinde de açıkca beyan olunduğu gibi, "Kişinin imanının doğruluğu, kemâl-i iman sahibi olması, kalbinin doğru olmasına bağlıdır."

Onun doğruluğu ise;

(arapca metin)

ile bildirilmiştir ki, "Kalbin doğruluğa da dilin doğruluğuna bağlıdır." demek olur. (Râmûz, 488/3)

Çünkü her kap, içinde ne varsa onu döker. İçinde bal varsa bal, zehir varsa zehir sızıp akacağı cümlenin ma'lûmudur. Gönlü Hak ile ve hakîkatlerle, ma'rifetlerle dolu olan bir kimseden, tabiatiyle uygunsuz ve fena söz çıkmaz.

Diğer a'zâ ve cevârih de dile bağlıdır. Her gün bütün a'zâlar dile yalvarırlar; "Sen doğru oldukça, biz de doğruyuz; sen bozulunca, biz de bozuluruz." derler. Buna binâen, dilin doğruluğu bütün a'zâ ve cevârihin de doğru olmasını intac eder. Cevârihin doğruluğu da, Hak Celle ve A'lâ Hazretleri'nin ve Rasûl-ü Ekrem SAS Hazretleri'nin sünnet-i seniyyelerine inkıyad ile, onlara muhalefetten son derece ictinab etmektir. İşte bu da kalblerinin gayet müstakim olduğuna delâlet eder ve imanın kemâline alâmettir.

110

Râmûz-u Şerif'in 483. sayfasında şu hadis-i şerif yer alır:

Meâli: "Kul, belki de mahzurludur düşüncesiyle, ilk bakışta kötü bir tarafı görülmeyen şeyleri bile terk edecek kadar titiz davranmadıkça, takvâ ehli olma mertebesine erişemez."

Abdullah ibn-i Ömer RA'ın rivayet ettiği bir hadis-i şerifte bu husus daha açık olarak bildiriliyor:

Meâli: "Kul, imanın hàlis ve sàfîsine erişemez, boş ve faydasız sözleri ve latîfeyi (şakayı) ve bahusus kizbi (yalanı) --velev şaka kabilinden dahi olsa-- terk etmedikçe ve haklı bile olsa münakaşayı bırakmadıkça..." (Râmûz, 483/6)

Çünkü münakaşa, insanları büyük günahlara sokmaya sebep olur. Arkadaşlar arasında ayrılığa, nefrete, hattâ muhàsamaya kadar götürür. Bundan naşi münakaşadan son derece sakınmak lâzımdır. Münakaşa aynı zamanda kibir alâmetidir.

Hazreti Enes RA'ın rivayetinde ise:

buyruluyor ki, bu hadis-i şerif müslümanlar için gayet mühim bir düsturdur. Meâli: "Kulun hakîkat-i imana ulaşması, kendisi için sevdiği her çeşit şeyi diğer insanlar için de sevmesiyle olur. Başkalarının da o nimetlere mazhariyyetini arzu edip istemedikçe hakîkat-i imana nâil olamaz." (Râmûz, 483/5)

111

Bu nevî hasletin, İslâmiyet, hattâ bütün beşeriyet için en büyük bir düstur olması yakışır. Onun içindir ki, insanların saadet ve selâmetleri el birliğiyle olur. Yoksa bir kısmı mes'ud, diğer bir kısmı da sefil oldukça, fenalıklardan, kötülüklerden, soygunculuktan ve sâireden kurtulması mümkün olmaz. Şu halde insanlığın bütün saadet ve selâmeti, hakîkî kâmil bir imana sahip ve mâlik olmalarına bağlıdır. Bugünkü insanların İslâmiyet'ten kaçmaları, kendi kendilerini ızdıraba sokmalarına ve dolayısıyla dünya ve ahiretlerini mahvederek azab-ı ilâhiye düçar olmalarına sebep olur.

Bir de Buhàrî, Müslim, Ahmed ibn-i Hanbel, Neseî, İbn-i Mâce Hazerâtının Hazret-i Enes RA'den rivayet ettikleri şu hadise bakınız:

Meâli: "Sizden birinizin hakîkat-i imana (kâmil bir imana) sahip ve mâlik olması için, benim ona evlâdından, ana ve babasından ve bütün insanlardan daha ziyade sevgili olmam iktizâ eder. Böyle olmadıkça da, tam mü'min olamaz." (Râmûz, 482/11)

Bunun için ashab-ı kiram hazretleri dâima huzur-u saadetlerinde bulundukça: (Fidâke ebî ve ümmî yâ rasûlallah) "Anam-babam sana feda olsun ey Allah'ın Rasulü!" derlerdi; ve bunu da bilfiil isbat etmişlerdir.

112

Yine Râmûz'un 485. sayfasında;

buyruluyor. Meâli: "Kul gerçek imanı, Allah için kızıp, Allah için sevmedikçe elde edemez. Her şeyini Allah için yapacak olgunluğa erişince, gerçek imanı elde eder."

Esasen imanın kemâli şunlarla ele geçer: Efendimiz SAS Hazretleri'ni lâyıkı vechile sevmek ve onun sünen-i seniyyesine tam mânâsıyla bağlanmak; dünya zevklerine kat'iyyen iltifat etmeyip zühd ve takvâ sahibi olmak; Efendimiz SAS Hazretleri'ne her gün çok çok salât ü selâm okumak (gerek kitaptan ve gerekse tesbih ile ezberden); mübah, mekruh, müfsid ve haram olan şeylerden son derece sakınmak...

Mübah olan şeylerde her ne kadar günah yoksa da, nefsin arzularına meyletmek hiç bir zaman dervişâna yakışmaz. Zîrâ dervişlik demek, nefse muhalefetle beraber üstazının emrine mutâvaat edip sözünden dışarı çıkmamak, onun arzularını kendi arzuları üzerine daima tercih etmektir. Değil üstazın sözünden dışarı çıkmak, en ufak îtirazların bile câiz olmadığı ve mu'terizlerin kat'iyyen felâh bulamayacakları erbâb-ı hakàyıkın kitaplarında beyan edilmiştir.

113

Günahlardan son derece korkmak ve kaçmak gerektiği gibi, emânete riâyet ve ahde vefâ ve sadâkat, şeair-i İslâmiyyeden olmakla beraber, bilhassa dervişânın bu hususlara son derece titizlikle dikkat etmeleri, elbette çok yerinde olur. Zîrâ, emânete riâyetsizlik, ahde vefasızlık, hayâsızlık ve sadakatsızlık insanın feyzine ve imanın kemâline mânîdir.

İman 72 cüz olup, bunun 71'i hayâda, biri de sâir kısımlarda olduğu Ebûbekir el-Kettânî Hazretleri'nin Câmius-Senâi Alellah adlı kitabının 51. sayfasında beyan buyrulmuştur.

Bir de:

[Emanete riayeti olmayanın imanı yoktur. Ahdine riayet etmeyenin dini yoktur.] buyrulmuştur. (Râmûz, 463/3)

Hazret-i Enes RA'den rivayet olunan bu hadis-i şerif gibi, İbn-i Ömer RA'dan rivayet olunan diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyruluyor:

Meali: "Emanete ve ahde riayet etmeyenlerin dinleri ve imanları kâmil olmıyacağı gibi, taharetsizlerin namazlarının sahih olmadığı, namazsızın da dini olmadığı, (yâni kâmil olmadığı, eğer hiç kılmıyorsa tabii dini olmadığı)" bildiriliyor. (Râmûz, 463/5)

114

Çünkü namazın dindeki yeri başın vücuddaki mevkii gibidir. Başsız vücudun yaşaması mümkün olmadığı gibi, namazsız bir dinin de yaşamasına imkân olamayacağı âşikârdır.

Cenâb-ı Feyyaz-ı Mutlak ve Rabbül-Felak Hazretleri cümlemizi ve cümle ümmet-i Muhammed'i (SAS) doğru yolda kılsın... İbadetlerine ve bâhusus namaz ve orucuna, zekât ve hac farizalarına ve sâir sünen-i seniyye, nevâfil ve ferâizi îfâya da muvaffak eylesin... Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn...

NEFİSLE MÜCÂHEDE

Deylemî'de, Câbir RA'dan nakledilen şu hadis-i şerifte, düşmanla cihad cihad-ı esğar (küçük muharebe); nefisle mücadele, cihad-ı ekber olarak tavsif ediliyor. (Râmûz, 334/5)

Cihâd-ı ekber (büyük muharebe, meydan muharebesi) yâni nefis ile mücadele edib onun batıl arzularına mani olmağa çalışmak ve kemal-i iman ve İslamiyete engel olacak hareketlerden kurtarmak ve dolayısıyla onu emmarelikten, levvamelikten, mülhimelikten mutamainneliğe daha sonra da raziye, marziyye ve safiyye mertebelerine ulaştırmağa çalışmak elbette pek kolay bir şey değildir.

115

Bu konuda, gazâ murad eden bir kişiye Muhammed ibn-i Fazl Hazretleri'nin tavsiyelerini derc etmekte fayda mülahaza ettik. Buyurmuşlar ki:

"--Nefis ve arzularını öldür; bu, senin bütün küffarı öldürmenden efdaldır. Zîrâ, küffar seni Allah'tan ayıramaz, velâkin hevâ-yı nefsin seni Allah'tan men edicidir. Onun için onunla mücâdele daha efdaldir."

Ufak veya küçük diye vasıflandırılan bir muharebenin bile, evvelâ bir başa, bir kumandaya, bir sürü malzemeye; sonra da birçok zahmet, meşakkat ve uykusuzluklara ve nihayet bir kısım insanların de şehadetine, bir çok malın ve mülkün mahvolmasına müncer olduğu herkesin bildiği bir şeydir. Küçük muharebe böyle olunca, büyük muharebenin ne demek olduğu pek kolay anlaşılır zannederim.

Evvelâ bu yolun talibine lâzım olan şey, kendini irşad edebilecek hàzık, erbâb bir mürebbî; ilmen, ahlâkan ve edeben temiz ve tekemmül etmiş ve yed-i sahih sahibi bir üstaz-ı kâmil ve irşada mezun olan bir alim-i àmil bulmak şarttır. Rüyâlar vasıtasıyla kendilerine irşad için izin verildiğini iddia eden şeyh taslaklarına, büyüklerimiz tarikat hırsızı diye ad vermişlerdir.

116

Gerek İmâm-ı Rabbânî'nin eserinde ve gerekse Risâle-i Bahàiyye'de, rüyâ ile amelin câiz olmadığı ayrıca tasrih olunmuştur. (Risâle-i Bahàiyye, s. 97)

Zâten maksad insanın kendisinin olgunlaşması, şehvetin, şeytanın, nefsin elinden paçayı kurtarması; kötü ahlak ve dünyaya meyil ve muhabbeti terk edib zühd ve takvâ sahibi olmasıdır. Nasıl merâtibe riayetle yetişmemiş bir kumandanın muharebe kazanması muhal ise, netice itibarıyla ordusunda düşmana muvaffakiyet usullerini, tâbiyelerini, korunma ve müdafaa kaidelerini bilmesi ve maharet göstermesi icab ederse, mürşidlik de öyledir.

Tabiatiyle ahiret yolunun vurucuları ve tehlikeleri, hüsranları hiç şüphesiz dünyanınkinden çok fazla ve korkunçtur. İnsanları kötü bir akıbete, ben bunları kurtaracağım diye atmak; dünya sevgisinin ve nefsin esiri, kölesi olmanın, binnetice de cehlinin alametidir. Fakat mürşidlik taslayan o zavallı insan bunları ve inceliklerini müdrik olmadığı için, lafların güzelliğiyle ve bazı ilâhi ve kasideleri okumakla veya kitaplardan öğrendiği bir takım sözlerle işi halletmeğe kalkışması kadar cehalet olamaz sanırım.

117

Zirâ Hàlik-ı Zülcelâl Hazretleri'nin en çok sevdiği kulları, kendilerini başkalarına tanıtmayan ve başkalarının de kendisini bilmediği ve dünyaya iltifatı olmayan zühd ve takvâ sahipleri olduğu beyan olunmuştur. Hele izhâr-ı kerametten o kadar sakınırlar ki, onu adeta kadının hayzı gibi sayarlar.

Netice olarak memleketlerin ve vatanın muhafaza ve müdafaası nasıl mücâhedelere ve çalışmalara bağlı ise, dinin de muhafaza, müdafaası ve tekemmülü böylece ve daha çok çalışmalara, gayretlere, sabırlara bağlı olduğu inkâr edilemez bir hakîkattır.

Hakikî üstazı, mürşidi ve mürebbiyi arayıp bulmak da namaz, oruç gibi bir farzdır. Böylesini bulunca da ona tam mânâsıyla teslim olmak, emirlerine bilâ-îtiraz inkıyad etmek lâzımdır. Çünkü itirazlar haklı dahi olsa tecviz edilmemiştir. Zira teslimiyete muhaliftir.

"Zamanının din önderini bilmeden ölen kimse, cahiliyyet çağında ölmüş gibidir." buyrulmuştur. Zamanındaki mürşid-i kâmilleri arayıp bulmadan ve onlara tam mânâsıyla teslim olmadan ölenlerin hâlinin ne kadar acıklı olacağı pek âşikârdır.

118

Sonra vaktin ne kadar kıymetli ve aziz olduğunu da bilmek lâzımdır ki, onu boş yere zayi edip harcamaya... Zîrâ vakit nakittir, bir daha ele geçmez. Öyle ise bu kıymetli ve aziz vakitlerini, aziz olan zikrullaha hasr etmek elbette daha evlâdır.

ayet-i celilesiyle, "kalblerin rahatlığı ve sükûnunun zikrullah ile olabileceği" ifade buyrulmuştur. Vücudun rahatlığı da, tabii ki kalbin rahatlığına bağlıdır. Zira kalbi rahat olmayanın, vücudunun rahat olması mümkün değildir. Öyle ise insana ve bahusus mü'min ve müvahhide yakışan, Halik-ı Zülcelâl vel-ikrâm Hazretleri'ni lâyıkı vechile ve usûlüyle dâimâ zikre kendini alıştırmaktır.

ZİKRULLAHIN ESASLARI

Bu husuta, Risâle-i Bahâiyye'de beyan olunduğu vechile bu yolun altı esası vardır. Onlar da şunlardır:

1. Zikr-i müdâm,

2. Murâkabe, 

3. Vukùf-u kalbî,

4. Hıfz-ı nisbet,

5. Râbıta-i muhabbet,

6. Sohbet-i şeyh.

Bunlardan biri noksan olursa, bu tarîkat-i âliyyenin sırrına vakıf olunmaz. (Risâle-i Bahâiyye, s. 34)

1. Zikr-i Müdâm

119

Zikrullahı murad eden kimse üstü başı temiz olduğu halde ve mümkün oldukça temiz bir yerde, iki dizi üzerine ve mümkün olursa aks-i teverrük edip otura... Dudaklarını birbirine yapıştırıp, dilini de damağına yapıştıra... Gözlerini de yumup diğer a'zâlarını da hareketten men edip, üstazının ruhaniyyetinden istimdad ede... Sonra sol memesinin altındaki kalbden, kalb-i hakîkîye lafza-i celâli nurdan harflerle nakşedip, Vacibül-Vücud'a teveccüh ile kendinden geçe... Bu hal üzere zikrullahla meşgul ola...

Zikir tamamiyle kalbde yerleşip karar bulunca ruha, sonra sırra, hafîye, ahfâya, daha sonra nefs-i nâtıkaya naklolunur. Nihayet fevk-ı re'ste, ümm-ü dimağda zikr eder. Nihayet sultân-ı zikir zuhur eder. Nefsaniyyet tamamıyla muzmahil olup, âsâr-ı zikir bütün vücudda sârî olarak eczâ-yı bedende zikri işitir. Artık zikrini hiçbir vecihle durdurmak mümkün olmaz; yâni ne işle meşgul olursa olsun, o zikrinden ayrılmaz ve gafil de olmaz. İşte bundan sonra kendisine tevhid zikri verilir.

O da evvelki gibi kalbde, ruhta, sırda, hafî ile ahfâda en az günde 5000 tevhidi (Lâ ilâhe illalllah'ı) diliyle zikreder. Bu meratibden sonra, habs-i nefes ile her nefeste 21'e kadar, nefes almadan kendisine öğretildiği vechile 1001 kere tevhidine devam eder.

120
121 ilâ 140. sayfalar