101 ilâ 120. sayfalar

Bunların murâkabeleri ve duaları da vardır. Onları da üstazı müridine telkin eder. Bunlar kitaplardaki yazılarla olmaz. Onun için bunun inceliklerini yazmağa lüzum görmedim. Çünkü boşuna bir emektir. Tevhid ile cezbe-i kayyûmiyyet, cezbe-i kayyûmiyyet ile murâkabe, murâkabe ile de fenâ-yı tam, yâni yokluk hasıl olur. İşte o zaman, vâsıl-ı Hak olup tehlikelerden kurtularak selâmete erişir, vâsıl ilallah olur.

Zâkir, ism-i celâli zikrederken gördüğü nurlarla mukayyed olup kalmamalıdır. Zira bu nurlar dahi envar-i ilâhiyyenin hicablarındandır. İlahi nurların bunların manevrasında olduğunu bilmeli; yoksa bu nurlar ile takayyüd zâkiri, Hakk'ın tecellîsinden mahrum eder.

Bu bahiste söylenmiş şu güzel kıt'ayı sunuyoruz:

Zikr eyleyerek perde-i zulmetleri ref et,
Tâ kim ola envâr-ı letàif sana peydâ...
Zinhâr sakın envâr-i letàiflere bakma;
Hakk'ın çün ola sende tecellîsi hüveydâ...

Bu nurlar evvelâ kırmızı, sonra sarı, beyaz, yeşil, siyah olurlar. Bazan da ahfâda beyaz nur zàhir olur. Fakat hakîkatte nur, vücud-u insânîdir, taraf-ı ilâhîden mahvedilmiştir. Nefs-i nâtıkanın nuru ise, gök renginde mavi olarak zàhir olur. Letàif tamamiyle ve kemâliyle tasfiye olmadan habs-i nefese geçilse, kelime-i tevhidi zikirde zahmet çekilir ve belki kelime-i tevhidin neticesi onda zuhur etmez.

121

Yine bahsimizle ilgili birkaç mısra takdim ediyoruz:

Kalbinle zikret ey hümâm,
İsm-i celâli her subh ü şâm.
Zikre huzur üzre devâm,
Eyle kemâl-i i'tisâm.

Nakleyle rûha zikrini,
Rûhunda eyle fikrini,
Ref eyledikte sırrını,
Sır cânibine kıl hırâm.

Sırrınla zikri muttasıl,
Şevk ile durma eylegil,
Zikrinden olma munfasıl.
Tâ bulmayınca sır nizâm.

Sırdan hafîye zikri ver,
Zikrinde eyle müstekır,
Olsun zikirden müstenir,
Bulsun o da a'lâ makàm.

Zikri hafîden al geçir,
Ahfâda durma zikri sür,
Nakl eyle zikri nefse tâ,
İtsin o da zikrin edâ.

Sultan-ı zikr etse zuhur,
Olsa vücûdun gark-ı nur,
Ecza-yı cismin bi-kusur,
Zikri ederler iltizâm.

Bu ni'metin bil kadrini,
Eyle Hüdâ'nın şükrünü.

İsm-i celâl olan Allah ism-i şerifinin zikrinden ve letàiflerdeki mahallerinden sonra zikr-i tevhide geçer. Onun da murâkabelerinden sonra, o kimseye habs-i nefes ile tevhid zikri verilir ki;

(Lâ) kelimesini göbeğinden alıp uçlarını dimağına uzâtır. (İlâhe) kelimesini sağ omuzdan yazar ve (illallah) kelimesini ters olarak yukarıdan aşağı yazar ve (Allah) lafzını kalbine sertçe indirir. Bunu bir nefeste 21 kere kadar yapmağa gayret eder ve günde 1001 kere tekrarlar.

122

Netice, zikrin nefiy tarafında, yâni "Lâ" kısmında nefy-i vücud-u beşeriyyet hàsıl olup, "illâ" isbat kısmında ise cezbe-i kayyûmiyet zàhir olmaktadır. Bu netice hasıl olmazsa, zâkirin âdâb-ı zikrindeki kusurundan naşidir.

Zikrin Âdâbı:

Âdâb-ı zikir de şunlardır:

1. Zikr eden zikrini huzur üzere edip, mânâsı olan Lâ maksde illallah'ı mülâhaza ederek ve bu mülâhazada son derece dikkat ve ihtimam üzere olarak, bütün dünya ve ahirete müteallik mâsivâyı ve bütün ilim ve âmâli nefiy tarafında mülâhaza ile nefy-i beşeriyyete son derece sa'y ede ve bütün havâtırı --gerek hayır gerek şer-- kalbinden çıkara...

2. İsbat tarafında "illallah" deyince, Hak Sübhanehû ve Teàlâ'nın birliğini mülâhazada nefsini yok ede... Bu tevhidinde akla nazar etmeye...

3. Beş vakit namazını sünnetleriyle birlikte, vakitlerinde, cemaatle, ta'dil-i erkâna riâyet ederek edâ ede...

4. Sonra halkdan uzlet edip bütün vakitlerini kelime-i tevhidin zikrine hasr eyleye...

Zikrin edeblerine riayetle zikrin neticesini tahsil ederse, o zaman üstazı ona murâkabeyi ta'lim eder ve zâkir artık murâkabe ile meşgul olub zikri muvakkaten terk eder. Her gün diliyle en aşağı 5000 kelime-i tevhidi gizlice zikreder.

123

Gönül mecmuasında ders olan mânâ-yı tevhîdi,
Lisan-ı zikr ile meşgul olanlar eyledi izhâr.

Mükedder olsa mir'at-ı gönül ceng-i ta'allûktan,
Olur tevhid ile saykal bulursa mazhar-ı esrâr.

2. Murâkabe

Ma'lûm olduğu vechile murâkabe, gözlemek demektir. Kedinin fareyi gözlediği sıradaki dikkati bize bir ders olabilir. Tàlib-i Hak olan kimse, Hak Teàlâ'nın emrettiğini işleyip, nehyettiği bütün yasaklardan ictinab ile, her hal, zaman ve mekânda kulun cemii ahvâline muttalî olduğunu mülâhaza ede ve bundan aslâ gàfil olmaya... Bu hal nihayet kendisine bir meleke ola...

Kişinin efdal-i imanı, kendi nerede olursa olsun, Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin kendisini ilmen muhît olduğunu bilmesidir.

Gözetir Hâlikını hergiz unutmaz àkil.
Ömrünü zâyi edib olmaz o Hak'tan gàfil.

Nazar et çeşm-i basîretle Cenâb-ı Hakk'a.
Olma bir demde nezaretten o semte zâhil.

Murâkabenin usûlü budur ki, murâkabe kasd eden kimse, tenha bir yerde tahâret-i kâmile ile oturup, bütün mevcûdatı yok zanneder, hatırını tamamıyla her şeyden ayırır. Muhabbet-i tâmme ile, bütün letàifleriyle birlikte Cenâb-ı Hakk'a teveccüh eder; tâ ki kendinden geçe ve buna devam ede... Hatırına bir şeyler gelirse, derhal onları ihrac ede... Ya zikr-i lisân veya zikr-i kalble zikrede ve yine murâkabesine devam ede... Tâ ki havâtır tamâmiyle silinip selâmet bula ve artık hatırına bir şeyler gelmeye... Murâkabeden ayrılmayıp Cenâb-ı Hakk'ı iştiyak ile ve aşkla mülahazaya devam edip ehl-i gafletten son derece uzak ola ve dilinden istiğfarı bırakmaya... Her şeyde Hak Teàlâ'nın envârına nâzır ve esrârına murâkıb ola...

124

Beyit:

Gerek sâlikliğe dâim Hak ile üns ede canda.
Görür gibi murâkıb olmak ister, Hakk'ı her anda.

3. Vukùf-u Kalbî

Vukùf-u kalbî ise üçüncü şart idi. Kalbini bütün hàtıralardan ve fikirlerden tecrid edib boşalta ve teveccüh-ü tam ile kalbe nazar edip dura ve esrâr-ı Hakk'ın zuhuruna kalbinde muntazır ola...

Beyit:

Kalbdir âyine-i esrâr-ı İlâh,
Görür esrâr-ı eden kalbe nigâh.

Mü'minin kalbi hazâin-i melekûttan bir hazinedir. Bir kimse kalbini havâtır ve vesveselerden sıyırır ve kurtarırsa, temizleyip basîret gözüyle kalbine baksa, kalbde olan nurlar ve envâr-i vahdet, esrâr-ı rubûbiyyet ona münkeşif olur. Cenâb-ı Hak o kulunu çeşitli kerametlerle mükerrem ve muhterem eder. Zîrâ, müşahedeye mâni olan, dünyaya bağlılık, ta'allûkat ve nükş-u kâinattır ki, mir'at-ı kalb, yâni gönül aynası onlarla mahcub ve mükedder olup, esrâr-ı vahdeti görmez ve bilmez.

Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri insanın hakîkatini kalbine koymuş ve onu sıfat-ı nefsâniyyesiyle örtmüştür. Bir kimse sıfat-ı nefsaniyyeden (ki, mezmum olan huylardır; benlik, riyâ, kibir, hased, nemime, hırs, gazab, gıybet, hayasızlık, buhl, korkaklık, merhametsizlik ve emsâli gibi kötü sıfatlar) kendisini kurtardığı zaman kalbinin hakîkatine teveccüh etme;

125

(Men arafe nefsehû, fekad arafe Rabbehû) sırrı zuhur eder. Bu hadisdeki nefis'ten murad, hakîkat-i insandır ki, Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri onu kalbine koymuştur. Kalbe teveccühe devam eden kişiye hakîkat keşf olunur.

Kâşif gerek, mezàhir-i esmâyı bilmeğe,
Àrif gerek, hakàyık-ı eşyâyı bilmeğe;
Ol kimse kim hakîkat-i nefsi bilmeye,
Mümkün müdür o kimseye Mevlâ'yı bilmeğe?

Bununla beraber maddî-mânevî bütün günahlardan hattâ kerametlerden bile kaçar, uzak kalır ve edebe çok riayet edib, dâimâ kendisinin Halik-ı Zülcelâl Hazretleri'nin murâkabesi altında olduğuna yakînen ve tam bir imanla inanır ve kalbine bu vechile teveccüh eder. Bu teveccühünde kalbini ağyardan muhafaza edip, yarım veya bir saat içinde kalbine ağyardan bir şey gelmezse ve buna kàdir olunca, elbette kalbine tecellî-yi Hak zuhur edip vâsıl-ı Hak olur ve bir daha başka yola muhtaç olmaz.
 

Kalbdir sâlikin nazargâhı,
Eder onda tecellîleri seyrân.

Okunur kalbde ders-i ilm-i ledün,
Keşf olur anda sâlike irfân.

Ruh-i insânı Hudâ eyledi kendi haremi,
Kodu anda ne kadar varsa sırr-ı kademi.

Kalbi dergâh-ı muallâsı edib ol haremin,
Gözleyen kimse o dergâhı, görür çok keremi.

Cümle àrifler o dergâhtan erişti Hakk'a;
Öyle dergâh kim o, àleme sığmaz izâmı.

İntisâb eyle o dergâh-ı muallâya, yürü,
Çekme beyhûde gezib àlem-i firkatte gamı.

Durma var, yüz sür o dergâha, niyaz eyleyi gör;
Sana keşf ede Hudâ, öyle ulûm ü hikemi.

126

4. Hıfz-ı Nisbet

Dördüncü vazife ise hıfz-ı nisbet idi. Nisbetin muhafazası, bu yolda yürümek istiyen kimseler için rükn-ü azîm ve çok mühim bir esastır. Sâlik nisbetin muhafazası için, üstazından aldığı derslere ve ahidlere son derece riâyetkâr olmakla beraber, hiç bir zaman derslerini, zikrini, evradını, kıraatini, namaz ve niyazını ve cemaati bırakmamak ve onun sözünden dışarı çıkmamak; derse başka bir şey ilâve etmemek ve dersten eksik yapmamak; başka üstazların sohbetlerine gitmemek, hatta üstâzından gayri hiçbir ehl-i süluk ile görüşmemek, yani sohbet etmemek lâzımdır.

Öyle ki, "Beni Hakka vâsıl kalacak ancak üstazımdır." diye îtikad ede ve bütün tekliflerini can ü gönülden kabul edip hepsini üstazının dediği gibi işleye... Onu Rasûlüllah'ın vekili bile. Ona itaati ve tâbî olmayı, Allah-u Celle ve A'lâ'ya ve Rasûlüne itaattır diye îtikad ede... Bu itaat ve îtikadda olmayanın, nûr-u iktidâ kalbinden zâil olur ve Hakk'a vâsıl olamaz.

Binâen aleyh, üstadından aldığı dersleri ihmal edip yapmazsa, ahdini bozmuş olacağından, yeniden özür dileyip ahdini tazelemek gerekir:

127

Hıfz-ı nisbetle (1) erer ehl-i iradet vasla.
Olur envâ-ı kerâmete tarikatte cedîr.

(1) Nisbetin mânâsı: Tarîk-ı aliyye sâdâtı, huzur ve âgâhlık melekesinden nisbet lafzıyla tâbir ve kinâye ederler. Bazıları muhabbet, bazıları da aşk ile tâbir buyurmuşlardır.

Emr-i şeyhi gözetip, hükmüne teslim olanın;
Güç olan işleri elbette olur cümle yesîr.

Şeyhine sıdk ile var da, ona eyle hizmet;
Emrine tâate kıl nefsini bir abd-i esîr.

Kişinin kalbinde Hak Celle ve A'lâ Hazretleri'nin kibriyâ ve azametiyle ma'rifet ve muhabbeti kararlaştırıp, dâimâ Hak Celle ve A'lâ'dan âgâh olduğu keyfiyetidir. Âgâh olmak, uyanık bulunmak demektir. Eğer bir kimse bütün ilimleri kesb etse, son nefesinde ona hiç bir faydası olmaz; meğer ki nisbet-i huzur melekesini tahsil etmiş ola; gençliği ganimet bilip bir nice gün riyazâtle huzur melekesini tahsil edip, saadet-i ebediyyeye nâil ola...

5. Şeyhe Muhabbet

Beşinci vazifesi ise, üstazına, mürebbisine, şeyhine olan muhabbetten ibarettir. Eğer müridde bu râbıta-i muhabbet olmasa, şeyhinden hiç bir suretle istifade edemez; çünkü feyzine sebeb olan râbıta-i muhabbettir. Bu sebepten bütün turûk-u aliyyede râbıta-i muhabbet rükün, asıl ve esas olmuştur.

128

Binâen aleyh, aşıkın ma'şûkunda kendini ifnâ ettiği gibi, sâlikin de nefsini şeyhinin nefsinde ifnâ etmesi, yok etmesi; onun emirlerinden hiç bir emre --velev ki hatâlı dahi bulsa-- kat'iyyen itiraz etmeyip, reddetmeyerek sözünü tutması lâzımdır. İyi bilmeli ki, bu râbıtalar muhabbete mukàrin olmazsa, zerre kadar fayda vermediği gibi belki de zarar verir.

6. Sohbet

Altıncı vazife de, meşâyihin sohbetine devam etmektir. Zira meşâyihin ekseriyya müridlerine ifade ve ifâzaları sohbet ile olmuştur. Efendimiz SAS Hazretleri'nin Ashab-ı Kiram Hazeratına ifade ve ifâzaları ekseriyyetle sohbeti ile vâkî olduğundan, Ashab-ı Kiram Hazretlerine sohbet kökünden alınarak sahabî tesmiye olunmuştur.

Hattâ bazan arifler, sâlikleri bir sohbette Hakk'a iysâl ederler. Her ne kadar onların sohbetleri zàhirde va'z ü nasihate dair olmasa da... Onun için, ariflerin sohbetleri sair nasın kelâmlarına kıyas olunmaya...

Ariflerin sohbetleri feyz îrâs ettiği gibi, nazarları da feyz îrâs eder. Çünkü bakışları ayn-ı Hak'tır. İşte Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri'nin bir köpeğe olan nazarı ve bakışı münâsebetiyle, o köpekte hasıl olan hâlât, bütün insanların hayretini mûcib olmuştur.

129

Bilhassa Seyyid Ahmed-i Bedevî Hazretleri'nin velâyetlerinden ve kudret-i ruhâniyetlerinden idi ki, bir sâlik huzurlarına istifâza niyyetiyle gelse; hemen o sâliki bir nazar-ı âliyye ile makàm-ı velâyete eriştirir ve hilâfet verirlerdi.

Binaen alâ zâlik, tarikatte sohbet en büyük bir esastır. Eğer sohbetin âdâbına riayet olunursa... Riayet olunmazsa, sohbetin faydası olmadığı gibi, belki zararı da olur.

Sohbetin Âdâbı:

1. Evvelâ mümkün ise gusl ile, olmazsa taze bir abdestle iki rek'at namaz kılmak; fukaraya sadaka vermek, günahlardan ve kötü huylardan tevbe etmek, kalbini hatıralardan pak etmek.

2. İçeri girmek için izin istemek, eğer izin olursa ta'zim ile huzuruna girmek ve edebe riayetle beraber niyyet-i hàlisa ile girmek.

3. Ellerini öpüp arka arkaya geri çekilmek, izin verilmedikçe oturmamak, izin olmadıkça konuşmamak ve şeyhin yüzüne sebepsiz bakmamak.

4. Mahv-i vücud edip sükût üzere oturmak, izin verilse dahi az konuşmak, hatırını evham ve hayâlattan muhafaza etmek.

5. Şeyhin sohbetine candan kulak verip dinlemek ve hüsn-ü kabul etmek; anlayamadığı bir şey olursa onu kendi kusuruna hamletmek, "Ben anlayamadım." demek.

130

6. Hiçbir suretle şeyhin kavl, fiil ve ahvâline kat'iyyen îtiraz etmemek, şeyhin kelâmını hakdır, diye îtikad etmek ve sözlerini zabt edip muhafaza etmek; sonra yalnız kalınca mülahaza edip muktezasıyla amel etmek.

7. Sohbet bitince çok oturmayıp, hemen kalkıp izin istemek ve ellerini, dizlerini öpüp geri geri gitmek.

8. Evine varınca iki rekât şükür namazı kılmak, şeyhine dua etmek.

Şiir:

Edebdir bâis-i vuslat Hudâ'ya,
Edebdir zâd olan râh-ı Hudâ'ya.

Edeble meclis-i şeyhe girenler,
Bulur anda füyûz-ı bî-nihâye.

Tarikatten garaz ancak edebdir;
Edeb oldu hakîkat içre mâye.

Edeble şeyhine hizmet edenler,
Erişti fevk-ı arşa saldı sâye.
 
 

131

NAKŞÎ TARİKATI'NIN ESASLARI

Hàcegân hazretlerinin âdâb-ı tarik hakkında onbir kelimeleri vardır ki, şunlardır:

1. Yad Gerd

Kelime-i tevhidi habs-i nefes ile zikr etmek ve cemî vakitlerini bununla meşgul etmek; zira kelime-i tevhid gibi kalbe cilâ veren zikir olmaz.

2. Nigâh Daşt

Kelime-i tevhidi söylerken tek adet üzere habs-i nefes ede ve nefesi salıvere... 21 adede baliğ oldukta netice-i zikir hasıl olur. Bu mertebede netice-i zikir zuhur etmezse, zâkirin âdâb-ı zikirde kusurundandır. Yeniden âdâbına riayet ederek zikirle meşgul ola... Âdâbı da dokuzdur, erbabından öğrenilir.

3. Baz Geşt

"İlâhî ente maksdî, ve rıdàke matlûbî." diye... Nefesini ıtlak ederken bu kelâmı mülâhazanın faydası şudur ki, iki nefesin arasını havâtırdan muhafaza etmiş olur ve zâkirin aşkı cânib-i Hakk'a ziyâde olur. Eğer bu kelime mülâhaza olunmasa, zikrin mabeynine gaflet girer; gaflet girince de huzur olmaz. Huzur olmayınca da, zikrinde fenâ bulmaz. Fenâ bulmayınca da, zikrin neticesi hasıl olmaz. Onun için bu kelimeyi, yâni "İlâhî ente maksdî, ve rıdàke matlûbî." cümlesini söylemek ve mülâhaza etmek gerekir.

132

4. Hûş Der Dem

Zâkir nefesini alıp verirken nefesini gafletten muhafaza etmek lâzımdır. Zira nefesleri muhafaza huzura sebeptir, huzur ise rükn-ü a'zamdır.

"Bir kimse nefesi girip çıkarken gaflet etse, nefesleri zâyî olmuş sayılır. Enfâsını zâyî eden kimse nefsine mâlik olamaz ve dalâlette kalıp helâk olur." diye Şeyh Şehâbeddin KS Hazretleri buyurmuşlardır.

Beyit:

Alma gafletle nefesi, etme sakın husrânı,
Alan enfâsı huzur üzre, bilir Sübhàn'ı.

Hiç bir nefes yoktur, ki onda râyiha-i vahdaniyet-i Hak Sübhànehû ve Teàlâ olmaya. Bir kimse nefeslerini huzur üzre alıp verse, elbette o râyiha-i vahdaniyyetten kokular alır. Onun için evliyâullah yanında, hıfz-ı enfas elzem ve efdal-i a'mâl olur.

5. Yad Daşt

Kalbi, havâtırdan muhafaza etmektir. Hak Teàlâ Hazretleri kalbi mir'at-i cemal-i zât u sıfat eylediği gibi, havâtırı da kalbin müşâhedesine hicâb eyledi. Bir kimse kalbini havatırın duhûlünden men etmese, Hakk'ın cemâl-i zâtını ve envâr-ı esmâ u sıfatını müşâhede edemez.

Sâlike kalbini havâtırdan muhafaza etmek o kadar lâzımdır ki, eğer bir çeyrek veya yarım saat kadar kalbini havâtırdan muhafaza edebiliyorsa, cemâl-i zâtı ve envâr-ı sıfatı müşâhede eder. Lâkin kalbi havatırdan bu kadar zaman muhafaza edebilmek, pek de kolay bir şey değildir. Çok mücahede ve riyazâtlara muhtaçtır. Onun için kalbin havâtırdan muhafazası a'lâ makam olmuştur.

133

Kalbi havâtırdan muhafaza etmenin yolu budur ki, sâlik bütün havassını mahsusata taalluktan men ede... Aklını dahi ma'kulâta taalluktan hıfz ede...

Kelime-i tevhidi çok söyleye... Kalbini başka şeylerle meşgul olmaktan muhafaza eyleye... İstiğfarı da çok yapıp Hakk'a tam mânâsıyla yönele...

Nastan mümkün mertebe kaçıp, boş kelâm söylemekten dilini tuta... Kalbini daima gözetleyip havâtırın girmesine mânî ola... Dünya işlerini imkân nisbetinde azaltıp, kalbini meşgul eden işlerden son derece sakına...

6. Vukf-u Kalbî

Vücuttaki kalbe teveccüh ederken, basîret gözüyle de hakîkat-i kalbe nazar edip durmaktır. Tâ kim inâyet-i ilâhiyyeye mazhar olup, nisbet-i tarikat-i aliyye onda takarrur ve tahakkuk ede...

Eğer sâlikler diğer zikir ve evradlarla sülûkten müteessir olmazlarsa, meşâyih-ı izâm hazerâtı bunlara vukf-u kalbîyi ta'lim edip onu meşgul ederler. Tâ kim, onlarda terbiyeye kàbiliyyet gele... Sonra sâir vazifelerle meşgul edip, Hakk'a vâsıl kılarlar. Bundan nâşi vukf-u kalbî bu yolda asıl ve usûl oldu.

134

7. Murâkabe

Vücud-u ehadiyyet-i Hak Teàlâ'yı her halde ve her şeyde devam üzere murakabeden ibarettir. Vücud-u vahdet-i ilâhiyyeyi cemî-i mevcûdatı muhît, keyf ve kemden, levn ve şekilden, cihet ve mekândan münezzeh bir emr-i nûrânî, bir vücud-u hakkànî mülâhaza ede ve dâim o emr-i nûrânîyi cemî-i eşyada murâkabe ede... Bu murâkabede fütur getirmeden müdâvemet eyleye... Tâ kim, vücûd-u zât-ı Hak Sübhànehû ve Teàlâ'yı, bütün görünen eşyada müşâhede eyleye... Zira bütün eşyanın Cenâb-ı Hakk'ın varlığına ve birliğine delâlet eylediği cümlenin ma'lûmudur.

Eğer murâkabe esnasında ve sâir zamanlarda kalbine havâtır hutûr eylese, sâlik gözünü eşyadan bir şeye dikip ondan ayırmaya; tâ ki o hatıralar def olup gide; veyahut hatıralar gelince vücûd-u vahdet-i zât-ı ilâhiyyeyi mülâhaza ede; tâ kim havâtırda vücûd-u vahdet-i zât-ı ilâhiyye zuhur edip havâtıra muzmahil ola...

8. Nazar Ber Kadem

Sâlikin yürüdüğü zamanda gözünü ayaklarının ucuna dikip, başka taraflara bakmamasıdır. Zîrâ gözleri her ne zaman ki Hak'tan gayri şeylere bakar, gönüllerini elden kaçırırlar. Sonra onu toplamak pek de kolay olmaz. Onun için havass-ı hamse yollarından biri olan gözü, her yerde ve her halde güzelce muhafaza edip, dikkatini etrafa dağıtmamak lâzımdır.

135

Bâhusus devrimizde, --ki her tarafın günahlarla dolu olduğu bir devirdir-- insanın evinden bile ihtiyaç olmadan sokağa çıkması câiz olmadığı halde, hanım kardeşlerimizin hatm-i hâceye gitmelerinin --ister yakın olsun, ister uzak-- ne kadar tehlikeli ve zararlı olacağı da pek âşikârdır. Hele şimdiki devrin toplantıları gıybet, dedikodu ve mâlâyâni, boş ve faydasız bir sürü sözlerle hem gönüllerini öldürmekten, hem de sayısız günahlar kazanmaktan hàlî olamazlar.

Onun için, hanım kardeşlerimizin evlerinde oturup, ev işleriyle, çocuklarıyla ve efendileriyle meşgul olup, derslerini de yine evlerinde yapmaları daha a'lâ ve efdaldır.

Bazı nefsi cezb eden güzel şeylere bakmak sebebiyle kalbde alâka hasıl olup, sâlik meftun olur ve sülûkden mahrum kalır; Hak'tan da münkatî olur. Orta ve müntehî sâlikler dahi, yolda giderken etrafa bakarak giderlerse, huzur-u kalbleri ve cemiyet-i bâtınları zâil olur. Sonra o cemiyyeti tahsil, pek müşkül olur.

Onun için sâliklerin cümlesine lâzımdır ki, yolda giderken ve hattâ otururken gözlerini önünden ayırmaya... Nazar ber kadem mânâsı dahi budur. Sâlikin masivadan el çekip, cemiyeti dahi terk edip tarik-ı Hakk'a sa'y ve gayretle çalışıp, âfâka nazarı terk eylemesi lâzımdır.

136

9. Halvet Der Encümen

Bu kelime bâtında Hak'la meşgul olup, zàhirde halk ile olmaktan kinâyedir. Bu ancak müntehî olan sâliklerin hâlidir. Zîrâ mübtedî sâlikler ehl-i gaflet ile düşüp kalktıklarında, elbette kalblerinde perişanlık ve nisbetlerinde de noksanlık hasıl olur. Bunlara nastan uzlet ve Hak ile ünsiyet tahsili lâzımdır; tâ kim nas ile muamelesi, Hak ile olan ünsiyete mânî olmaya... Halk ile cemiyet dahi ile halvete mâni olmaya... Halvet-i zàhire, halvet-i bâtıneyi tahsil içindir. Yoksa halvet-i zàhire şeriatte ve sünnette makbul değildir, belki bid'attir.

10. Sefer Der Vatan

Sâlikin mâsivâyı terk edip Cenâb-ı Hakk'a teveccüh ile sefer etmesinden, veya sıfat-ı zemîmesini sıfat-ı hamîdeye tebdil ve terakkîsinden, veya sıfat-ı zemîmesini sıfat-ı hamîdeye tebdil ve terakkîsinden veya mertebe-i ilm-i yakînden ayn-ı yakîne ve ayn-ı yakînden hakkal-yakîne intikàlinden ibarettir.

Sâlik bu zikrolunan mertebelerde seyr etmedikçe, Hak Teàlâ'ya takarrub edemez. Sâliklerin zàhirî seferleri bâtın seferini tahsil içindir. Bu olmazsa zàhirî seferi abestir, beden yorgunluğudur, taksîrata ve bir çok ibadetlerin de terkine sebep olur. Hattâ bazı sâliklere göre, zàhiri sefer haramdır. Onun için hâcegan hazretleri zàhirî sefere îtibar etmeyip, bâtınî seferi murad edip, "Sâlikin seferi vatandadır." dediler.

137

11. Vukf-u Zamânî

Bulunduğu zaman-ı hâle muttalî olup, geçmiş zamanı da muhasebeden ibarettir. Zîrâ insana lâzım olan, her vaktini gözetip muktezâsıyla amel etmektir. Her gününü, akşamda ve gecesinde ve sabahta muhasebe edip göre ki: "Geçen vakitler ibadetle mi geçti, yoksa günah, hatâ, isyan ve kabahatlerle mi geçti?" Eğer taatle geçti ise, Cenâb-ı Hakk'a hamd ü senâ ve şükredip ibadetlerine devam ede... Yok eğer isyan, kusur ve muhalefetle geçtiyse; tevbe ve istiğfar edip, gelecekte bir daha bu gibi hatâlara düşmemeğe dikkat edip, tâat-ı ilâhiyyeye sa'y ü gayret gösterip gafleti terk ede...

Zîrâ gafletin günahların en büyüğü olduğunu, ehlullah kitaplarında beyan etmişlerdir. Gafletin başlıcası Hak'tan i'raz olduğunu, bir zaman ve bir an Allah'tan gafletin cehenneme girmekten daha şedid olduğunu da ayrıca izah eylemişlerdir. Bütün ömrünü gafletle geçiren kişilerin haline artık ne demek lâzım geleceği erbâb-ı insafa bırakılır.

İnsan kendini yoktan halk eden ve ana karnında yetiştiren, sonra dünyaya çıkarıp çocukluktan kemâle ulaştıran ve İslâm dini gibi güzel bir din ile mütedeyyin kılan; akıl, fikir, sağlık, afiyet, sıhhat ve mütenâsib endam ile kusursuz yaratan ve göz, kulak gibi nîmetlerle mütena'im kılan; itaat ettiği takdirde cennet ve cemâliyle taltif edeceğini, aksi takdirde, isyan ederse cehennemiyle cezalandıracağını önceden haber veren; binâen aleyh bu iki yoldan hangisini isterse hareket etmekte sahibini muhayyer kılan ve nihayet saymakla bitmez bütün bu nîmetlerle kendisini perverde eden Allah-u Zülcelâl Hazretleri'nden nasıl olur da gàfil olur?..

138

Halbuki gideceği yer yine onadır; kaçmak kurtulmak imkânı da yoktur. Öyle ise onun kapısından ayrılma ve ondan gayrisine de bakma ki, helak olmayasın! Dâimâ izzeti Allah'tan iste ki, o senin Rabbindir. Onunla iftihar eyle ki, sen onun kulusun.

Hazret-i Ali KV buyurmuşlar ki:

"--Sen benim Rabbim olduğun müddetçe, o izzet bana yeter. Ben de senin kulun olabildiğim müddetçe, bu da bana iftihar etmek için kâfîdir."

Her kim izzeti Allah-u Celle ve A'lâ'dan bekler ve isterse, her şey onun önünde zelil olur ve izzeti dâim olur. Bunun aksine izzeti, Allah-u Celle ve A'lâ'nın gayrisinden isteyen ve bekleyenler de, herkesin yanında zelil olur; ve bu zillet de dâim olur. Nitekim meşhur olan Hazret-i Ömer RA'ın hikayesi buna en güzel bir delildir:

Şâm-ı Şerif'e maiyetiyle beraber yaklaştıkları sırada, önlerine çıkan bir sudan geçmek için ayakkabılarını omuzuna alıp, devesinin de ipinden tutarak ve eteklerini toplıyarak sudan geçmeye hazırlanırken, kumandan olan zât der ki:

"--Yâ Emirel-mü'minîn, ehl-i Şam'ın kibarları ve büyükleri karşıda sizi istikbal için hazırlanıyorlar. Bu vaziyette ise sizin izzet ve şerefinize nakîsa gelir." diyerek, kendisinin devesine binmek suretiyle, bir devlet adamına yakışır şekilde gitmesi arzusunu izhar etmesine karşılık; Hazret-i Ömer RA hemen celâdetini izhar ile, kumandanı göğsünden iterek:

139

"--Allah-u Teàlâ'nın bize verdiği izzet yetmiyor mu ki, biz kullarının vereceği izzet ve şerefe muhtaç olalım; onlardan pâye ve kıymet bekleyelim?" diyerek, ona lâzım gelen dersi vermiştir.

Deveye binmemesinin bir sebebi de, kölesiyle nöbetleşerek bindikleri için o sırada binme nöbeti kölede olduğundandı. Her işinde adaletin timsâli olan Hazret-i Ömer RA'ın şu halinin bütün ümmet-i Muhammed için bir nümûne olması gerektir.

İnsan kıymetinin ne demek olduğunu, bu mübarek zât bütün beşeriyyete bakın nasıl göstermiştir. Kölesi dahi olsa, o da bir insandır. Allah-u Celle ve A'lâ'nın yarattığı bir mahlûktur. Hem kendileri emirül-mü'minîn halîfe-i rûy-i zemin olduğu halde, kölesini de devesine bindirip kendisinin deveyi yedmesi, ne büyük bir tevazu örneği ve ne kıymet biçilmesine imkân olmayan bir âlicenablık nümûnesidir. İnsan haklarına karşı göstermiş olduğu bu büyüklük harikası, kıyamete kadar bütün beşeriyetin hayranlık ve takdirini mucib olacak değerde asil bir harekettir.

Bütün saadet ve selâmet ancak ve ancak İslâmi düsturlara tam riayetle bulunacak ve insanların hakiki sükûn ve huzura kavuşmaları da yine müslümanlıkla olacaktır.

140
141 ilâ 160. sayfalar