Bizim anladığımız müslümanlıkla, hakîkî müslümanlığın ne kadar farklı olduğu, bu misâlden güzelce anlaşılıyor. Cenâb-ı Hak Teàlâ ve Tekaddes Hazretleri hemen cümlemize hakîkat-i İslâmiyyeyi anlayıp, ona göre hareket etmemizi nasib buyursun; âmîn...
Bu sayılan 11 esasa riayetle hareket etmek, insanın hürriyetine kavuşmasına ve nefsin elinden kurtulmasına, hakîkî mürid olmasına ve dolayısıyla da kalbin hakîkat-ı zikre ulaşmasına vesîle olur. Çünkü bir insan ne kadar çok zikir ve ibadetlerle meşgul olup, geceleri kàim, gündüzleri sàim dahi olsa, nefsin elinden kurtulmadıkça; büyük ve küçük bilumum günahlardan ve hatta mekruhlardan yakasını sıyırmadıkça, ibadetlerinin ne lezzetini alabilir ve ne de kalbi, hakîkî zikre nâil olabilir.
İnsanlar sıhhatlerinin iktizası, mümkün oldukça yaz mevsimlerinde havası güzel, suları soğuk ve tatlı olan yeşillik, ormanlık mıntıkaları veya sıcak su kaplıcaları olan yerleri arar ve bulurlar. Oralarda haline göre bir müddet ikàmet ederek sıhhî faydalar elde etmeğe çalışırlar da; hayat-ı ebediyyelerinde kendilerine huzur ve selâmeti kazandıracak, hakîkî insanlık ve İslâmlığı aşılayacak zevât-ı muhteremeleri arayıp bulmak ve onların huzurlarında hiç olmazsa 10-20-30-40 gün kadar kısa da olsa bir müddet oturup, bilmediklerini öğrenip, feyz-yâb olmak devlet ve şerefini istemezler mi?..
Fakat bazı böyle yüksek huzurlarda çok bulunan bedbahtlar da vardır ki, onların huzuru o ali ve muhterem zâtları rahatsız etmekten ve mânen onları incitmekten başka bir işe yaramaz. Zira edebe riayetleri olmadığı gibi, söylenenleri de kulaklarına sokmazlar. Bunlar bildikleri ve gördükleriyle amel etmedikleri gibi, gıybet ve dedikodulardan da kendilerini alamazlar. Daima birbirlerinin aleyhinde bulunmakla beraber, kendilerinden başkasını da beğenmezler. Kibir, ucüb, riya, hased, hırs, gazab ve şehvetin esiri olarak, aziz ömürlerini şu fânî dünyanın üç-beş günlük hayatına fedâ edip, ahiretin saadet ve selâmetini kaybederler ki, ne büyük bir hüsran ve telâfisi mümkün olmayan ne büyük bir zarar ve felâkettir.
Cenâb-ı Hak cümlemizi hıfz u himâyesinde dâim buyursun, âmîn...
TARÎKAT-I ALİYYE'NİN ŞARTLARI
Sâlik sülûkün hangi mertesinde olursa olsun, vaktini muhafaza ve muhasebe edip, zâyî olan zamanlarının telâfisine çalışmak ona vacib olur. Çünki, vaktinde vazifesini yapmayıp ihmâl edenin, kaybettiği vakit zàyiattandır.
Şiir:
Nakd-i ömrü yok yere sarf etme, gaflet eyleyip;
Her zaman tâatte ol, gafletle ebter olmagil!
Vaktine àlim olup, derk eyle durr u nef'ini;
Olma câhil vaktine, hüsrana mazhar olmagil!
Tâmir-i evkàt ve tedârik-i mâfât böyle olmalıdır. Vaktini zayî eden kimseye lâzımdır ki, gündüzün sàim, geceleri de kàim ola... Kalbini tefrikadan, dağınıklıkdan, gaflet ve taallûk-u mâsivâdan hıfz ede...
Dilini boş sözlerden ve gözünü faydasız şeylere bakmaktan, kulaklarını lüzumsuz ve günahı mucip seslerden, ayaklarını abes yerlere gitmekten muhafaza ede...
Haram ve şüpheli şeyleri yemekten son derece sakına; icabında açlık ve susuzluğa tahammül ve devam ede...
Ahlâk-ı zemîmeyi toptan terk ede; ehl-i dünyadan da son derece uzaklaşa... Dâimâ tevbe ve istiğfara devam ede; emr-i ma'ruf ve nehy-i münkerden de geri kalmaya...
Zühd ve takvâ üzere ola; vaktinde yapılması lâzım gelen taati ve zikri vaktinde yapıp başka zamana bırakmaya...
Tenbellikten son derece sakına; zira, ahiret yolunun en büyük afatı tenbellikdir. Dâimâ mücâhedeyi elden bırakmaya; muhabbet-i ilâhiyyeye manî olan her şeyden, haramdan kaçar gibi kaça... Her vaktini ganimet bilip, hiç bir vaktin faydasını kaçırmaya...
Çünkü;
"Musibetler pek çoktur; fakat en büyük musibet ise, vaktin faydasız ve boş yere geçmesidir." buyrulmuştur. Allah muhafaza buyursun, ya bu kıymetli vakitleri bir de günah yerlerde ve günah işlerde geçerse, bu zayiat ne büyük bir zayiattır.
Meşâyih-ı kirâm hazretlerinin vasiyyetlerinde buyrulmuştur ki:
"Tarîkat-i aliyyenin hıfzı mümkün olmaz, tâ ki bu on iki şart yerine getirilmedikçe ve sâlik bunlarla huylanmadıkça:
1. Halk ile karışmayı terk ede, ihtilât ancak zaruret miktarı ola...
2. Nîmetlerle ve lezzetli şeylerle zevklenmeyi terk ede, tâ ki kanaat ile muttasıf ola...
3. Beş vakit namazı cemaatle kıla, âdâba riayet de devam ede; gidip gelirken önünden başka yere bakmaya...
4. Yeri gelmedikçe kat'iyyen konuşmaya...
5. Helâl yeyip haramdan kaça, şüphelilerden de sakına...
6. Halkın ezâsına sabır ve tahammül ede; zîrâ tahammülsüz adam seyyid olmaz.
7. Ehl ü iyâline şiddet-i muhabbetten ihtiraz ede; zîrâ kasvet-i kalbi mûcibdir.
8. Cömertliği, kendi muhtaç olduğu zamanda bile elden komaya; başka muhtaçları kendine tercih ede ve bunu kendine hulk ve huy edine... Bilhassa fukarâ ve mesâkîne karşı cömert ola...
9. Ehl ü iyâl ve ahbaplarıyla hüsn-ü hulûk ile muamele ede...
10. Ehl-i dünyadan kaça ve onlara tevâzuu terk ede...
11. Gecede ve gündüzde evrâdını muhafaza ve devam ede...
12. Huzur-u kalble ve devam üzere zikre dikkat ve ihtimam eyleye..."
Kişi bu oniki şarta Cenâb-ı Hakk'ın izin ve tevfikıyla devam eylese, elbette gönlü ibadet ve taatle üns tutar, halktan ayrılıp kalbe murâkabe kapısı açılarak müşahedeye istîdad hasıl olur ki, bu sıddıklar mertebesidir. Lâkin bir oniki şart daha vardır ki, evvelkilerin devamına sebeb olurlar:
1. Halkın reddine ve kabulüne iltifat etmeye; yâni söz dinleyip dinlememesine bakmadan yoluna devam ede...
2. Halkın zemmine ve medhine îtibar etmeye...
3. Dünya işlerinde, maksadına nâil olamadığına sabır ve rıza göstere...
4. Aleyhine de olsa daima doğruyu söyleye...
5. Kimseye fenâ ve kötü dua etmeye...
6. Başkalarını kendinden efdal ve hayırlı bile...
7. Gece ve gündüz zikrullahdan fâriğ olmaya...
8. İşlerinde istihàresiz ve müşâveresiz hareket etmeye...
9. Mühim olan işlerinde ervâh-ı meşâyıhtan istimdâd eyleye...
10. Halkla kat'iyyen muhàsama, yâni düşmanlık etmeye ve nefsini islahla meşgul ola...
11. Hiç bir vechile mü'minler hakkında gıll ü gış ve kin tutmaya...
12. Mü'minler hakkında hayır duadan hiç bir zaman gàfil olmaya...
Ve sallallàhü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn.
Ulemâ ve hükemâ demişlerdir ki:
"Kişinin nefs-i nâtıkasını bilip, kendinde gizlenen ve saklanan ve vaz' olunan fazàili, kemâlâtı, hakàyıkı ve onların kadir ve kıymetlerinin ne olduğunu bilip anlaması, fazàil ve ma'rifetin esası, alem-i melekût ve müşâhedâtın miftah ve mübtenâsıdır.
Kim ki nefsini bilmeye, ona insan ismini ıtlak etmek, yâni vermek sahih olmaz. Men arefe nefsehû sırrına vâkıf olmayanın, hayvanlıktan gayri nasibi olmaz." (Hasbühàlis-Sâlik fî Akvâlil-Mesâlik, s. 22-31)
Şeyh Muhammed Üftâde KS Hazretleri buyururlar ki:
"Kişinin nefsini ahlàk-ı zemîmelerden temizlemesi ve kötü huylardan kurtarıp ıslah eylemesi, en mühim ve en faydalı ve hayırlı işlerdendir. Tâ ki âhir halinde, son zamanında muztarib ve mütezellil olmaya... Şol kişiler ki el'an zamanımızda seyr-ü süluk iddia ederler, fakat nefsin hallerini ve hilelerini bilmezler. Bundan nâşi, ekser-i zamanda halleri dâvâlarını tekzib edip, birbirlerini gâh sever ve gah buğz, adâvet ve hased ederler. İşte bu haller nefsin mekir ve hilelerini bilmediklerinden ve hamlıklarından neş'et eder.
Bununla beraber üzerimize vâcib olan, cümleyi kendimizden hayırlı ve efdal bilmektir. Nefs ile mücâhedeyi hiçbir zaman elden bırakmamak ve tevhid çomağıyla emmâreliği mutmeinneliğe ve cadde-i istikàmete sokmaktır. Ma'lûmdur ki, sülûk ve mücâhededen murad, kişi kalbini mâsivâya iltifat, îtibar, meyil ve muhabbetten halâs ve Cenâb-ı Hakk'a teveccüh-ü tam ile teveccüh edip, saadet-i ebediyyesine sa'y ü gayret etmesidir." (Hasbühàlis-Sâlik fî Akvâlil-Mesâlik, s. 32)
Cüneyd-i Bağdâdî KS Hazretleri buyurmuşlardır ki:
"Edeb ikidir: Biri gizli, biri de âşikârdır. Gizli olana âdâbüs-sır derler ki, kalbin tahâreti ve temizliğidir. Bu, mânevî olan âdâbdır. Aşikâr olanı ise temizliğin zàhir olanıdır ki, bu da bütün a'zâları ma'siyyetten, küçük-büyük bütün günahlardan ve kusurlardan muhafaza etmektir."
Huccetül-İslâm Şeyh Muhammed el-Gazâli KS Hazretleri, kulun iki cihanda necat ve selâmeti ve saadet-i ebediyyeye ne ile vâsıl olacağını beyan sadedinde buyururlar ki:
"--Ey birader! Muhakkak bilip anlayasın ki, kul için Allahü Teàlâ'nın likàsından gayride kat'iyyen necât yoktur. Likàullaha da ancak Allah-u Teàlâ'ya muhabbet ve ma'rifet üzere ömr-ü dünyevîsini ifnâ ve Hakk'a àrif ve muhib olduğu halde fevt olmaktan gayrı çare ve tarîk yoktur. Zîrâ Hakk'ın muhabbet ve ünsiyyeti, ancak Hak Sübhànehû ve Teàlâ'yı devam üzere zikirle hasıl olur.
Ma'rifet'ullah dahi, Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın ef'al ve sıfatına ve acâib-i masnûàtına devam üzere tefekkür ve teemmül ile hàsıl olur. Bu ise ancak dünyayı ve dünya şehevatını terk edip, kifaf ve zaruret mikdarına kanaat ile; gecede, gündüzde vakitlerini zikr ü fikr ve evrâd u vezàif-i ubûdiyyete devam ve lâyıkı vechile yapmakla mümkün olur."
Hemen Cenâb-ı Hak Sübhànehû ve Teàlâ cümlemizi inâyet ve ihsân ile tevfikàt-ı samedâniyyesine mazhar buyursun... Âmîn ve sallallàhu alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ecmaîn...
Şeyh Sa'deddîn-i Kaşgarî KS Hazretleri buyururlar ki:
"--Ey yârân! Biliyor musunuz ki, Hak Celle ve A'lâ Hazretleri bunca azamet ve kibriyâsıyla, sizlere gàyet yakındır. Dâimâ bu îtikad üzere olasınız. Bu mânâ halen sizlere ma'lûm değilse bile, siz dâim edeb üzere olup, gerek yalnız, gerek cemaat içinde, hattâ çok tenhâ bir evin içinde dahi olsanız, ayağınızı uzâtmayıp utanarak, gözlerinizi yumup oturasınız.
Zàhirde ve bâtında Hak'la dürüst olasınız. Âdâb-ı zàhire ve bâtınaya riayet edip, emirlere uyup, yasaklardan kaçmak; daima abdestli olmak, istiğfar ve sükûta devamla bütün işlerinde ihtiyata riayetle beraber, selef-i sàlihinin eserlerini okumak ve imkân nisbetinde onları kendinde tatbik etmeğe çalışmak gerektir.
Âdâb-ı bâtına ve âdâb-ı kalbiyyenin ehem ve elzemi, yâni en lüzumlusu, ağyar hatırasından firar etmekdir. Gerek hayır ve gerek şer, ikisi de hicabda beraberdir.
MÜ'MİNLERİN KARDEŞLİK VAZİFELERİ
Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak ve Rabbül-Felak Hazretleri Sûre-i Hucurat'ta mü'minlerin kardeş olduğunu bildirmiş; bunu da bir edâ-yı tahsis ile te'kid buyurmuştur. Böylece:
"Mü'minler ancak kardeşlerdir." fermân-ı celîlesi sàdır olmuştur. Bu edâ-yı tahsis bir de alimler hakkında sàdır olmuştur ve; "Allah'tan korkanların ancak ulemâ olduğu" beyan buyrulmuştur. Buna binâen ulemâ-i kirâm hazretleri buyurmuşlar ki: Havf ve haşyet yâni Hak korkusu, ilmin mülâzimidir. Bu sebeple havf ü haşyetten, yâni korkudan àrî olan, kaçınılması ve sakınılması lâzım olan günahları irtikâb eden kimselerin ilim sahibi olmaları, yâni hakîkî ulemâdan olmaları mümkün olmaz. Çünkü ilmin sıfatı olan haşyet kendisinde olmadığından, bildiklerinin hiçbir kıymeti olmaz. Bunun gibi, kardeşlik haklarına riayet etmeyen Müslümanların, mü'minlerin de kıymeti o kadardır.
Hazret-i Ömer RA'ın halife-i rûy-i zemin olduğu halde, bir kölesine karşı gösterdiği şefkat ve merhameti, insanlara ve bâhusus mü'minlere bilfiil göstermesi ne kadar şayan-ı takdir ve tebriktir. Bu halin bütün müslümanlarca, birbirlerine karşı kardeşlik haklarına riayeten yapılması elbette çok lâzımdır. Zîrâ bütün mü'minlerin bir cesed gibi yekpâre olduklarını bir hadis-i şerif ifade etmiştir. Binâen aleyh nasıl bir taraflarının ağrıması ve sızlaması, bütün vücudun rahatsız olmasına sebeb oluyorsa, mü'min ve müslümanlardan birinin rahatsızlığı da hepsini rahatsız eder. Eğer rahatsız olmuyorsa ve hiç umursamıyorsa, onun imanının çok zayıf olduğunun alâmetidir.
Çünkü meselâ, el veya ayak parmaklarının bir sebepten nâşi kesilmesinden haberi olmayan bir insanın, ya morfinlenmiş veya ölüme yaklaşmış olduğu anlaşılır. Bu hal ancak ölüm hali olabilir. Artık kendisinden faydalanmak mümkün değildir. İşte bunun gibi hakîkî mü'min, kardeşinin sürûru ile mesrur, gam ve kederiyle mağmum ve mükedder olur.
Bu sebepten, insanın nefsiyle mücâhede edip onu kemâle ulaştırması en mühim vazifelerinden biridir. Bir mü'minin bir mü'min kardeşini hasbeten lillah sevmesi, imanın lezzetini bulmasına kâfîdir. Biribirlerini hasbeten lillah sevenlerin, Allah-u Celle ve A'lâ Hazretleri'nin nihayetsiz eltàf-i sübhàniyyesine nâil olması, melekleri bile imrendirmiştir. Halık-ı Zülcelâl Hazretleri'nin de kendisini sevdiğini beyan buyurmaları ve bâhusus kıyamet gününde nail olacağı hususi ikram ve ihsanlara peygamberlerin, sıddıkların ve şühedânın bile gıpta ettiklerinin pek açık bir lisânla beyan buyrulması, kardeşlik haklarına riayetin ne kadar kıymetli ve ehemmiyetli olduğunu pek güzel bir şekilde izah etmektedir.
Onun için, hac vazifesini yapan bir müslümanın bir gazasının kırk hacdan; hac vazifesini yapmayanın bir haccının da kırk gazadan hayırlı olmasının hikmeti ne güzel anlaşılır. Binâen aleyh, mü'min dâimî bir cihad halindedir. Bu cihad, Allah-u Teâlâ'ya hiçbir sûretle isyan etmeyip, emirlerini tutup, yasaklarından kaçmaktır.
Abdullah ibn-i Mübârek KS buyurmuşlar ki:
"Asıl cihad nefsi ve hevâsıyla olan mücâhededir. Zîrâ düşmanla cihad her zaman olmaz. Bazan muharebe olsa da, bazan da sulh ve selâmette olunur. Halbuki nefsi ve hevâsıyla mücâhede ölünceye kadar, geceli gündüzlü devam etmektedir. Çünkü küffâr ile muharebede gàlib olursa ganimete nâil olur. Şayet ölürse, o zaman da en büyük mertebe olan şehadet mertebesine ulaşır. Halbuki şeytanı, nefsi öldürmeğe imkân yoktur. Amma şeytan bizi aldatmak sûretiyle öldürürse, --ki bu Allah-u Celle ve A'lâ'ya itaatten uzaklaşmak ve ona karşı asi olmaktır-- o zaman ebedî bir hüsrâna düşüleceği pek âşikârdır."
Bunun için, Hàtem-i Esam nâmıyla meşhur, abid ve zâhid bir zât demiş ki:
"Hudut bekçiliği nefsimedir, silâhım da amelimdir. Dinim ganimetim, şeytan düşmanım, ben de nefsimle dâimâ gazâdayım. Yâni benim hududum ancak nefsimdir. Onu yanlış yollara gitmekten korumak da elbette benim vazifemdir. Binâen aleyh, onun bekçiliği en büyük ve en mühim bekçiliktir."
Efendimiz SAS Hazretleri, ashàb-ı kiram hazerâtına:
"--Râbıta-i İslâm'ı en iyi bir şekilde muhafaza etmek, müslümanlar arasında İslâm bağlarını sağlamlaştırmak ve onu daima ayakta tutmak için, en sağlam ve mu'temed olan şey nedir?" demişler.
Ashàb-ı kiram hazerâtı da, evvelâ namazı öne sürmüşler;
"--Namazdır." demişlerse de, Efendimiz SAS Hazretleri:
"--O bir hasenedir, güzel şeydir, amma o değildir." buyurmuş.
Sonra orucu söylemişler.
"--O da bir hasenedir, güzel şeydir, amma o da değil!" buyurmuşlar.
O zaman:
"--Öyleyse cihaddır." demişlerse de, Efendimiz Hazretleri:
"--Hayır o da hasenedir, güzeldir, fakat rabıta-ı İslâmın, yâni İslam bağlılığının en kıymetli mutemedi, temeli ve en sağlamı, en iyisi ve en güzeli, kişinin Allah yolunda, Allah için, yâni hasbeten lillâh mü'min kardeşini sevmesi ve hudud-u ilâhîyyeyi tecavüz edip isyan vadilerine sapmış, hevâ-yı nefislerinin ve şehvetlerinin kurbanı olarak evâmir-i ilâhîyyeye muhalefet ve mümâneat ile ömrü azizlerini ifnâ etmiş kimselere de, yine Allah için gazab etmektir; onlarla dostluk ve ahbaplığı kesmektir. Bu âsîler isterse babaları veya kardeşleri ve sâire olsun..." buyurmuşlar.
Bu, Allah için sevmek ve Allah için gazab etmektir ki, buna el-hubbü fillâh, el-buğzu fillâh derler. En efdal ameldir. Bu olmadıkça diğer yapılan amellerin ind-i İlâhîde kabule şayan olmadığı Cenâb-ı Hakk'ın Mûsâ Aleyhisselâm'a olan hitâb-ı celîlinde beyan olunmuştur. Şöyle ki:
"--Ya Mûsâ, benim için neler yaptın?" dediği zaman, namazından, orucundan, sadakasından bahsedince:
"--Onlar senin içindir: Namazın bürhan, orucun kalkan, sadakan ise sana gölge, zekâtın senin için nurdur. Binâen aleyh benim için ne yaptın?.." deyince:
"--Yâ Rabbi, delâlet buyur, bilemedim!" demiş.
Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri de:
"--Benim için hangi dostumu sevdin, hangi düşmanıma buğz ettin?" buyurmuşlardır.
Bundan anlaşılıyor ki, efdal-i a'mâl, hubbu fillâh ve buğzu fillâhtır. Bu sebepten her mü'min ve muvahhidin, Allah'ın dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmesi şarttır. İmanın kemâli bununla mukayyeddir. Ve bu sûretle daimî bir mücâhede ve mücadele içinde, sevap üzerine sevap alınır ki, bunların sevabını hiç bir amel ile elde etmeye imkân yoktur. Bu haslet Cenâb-ı Hakk'ın çok sevdiği bir ameldir.
Onun için, buna sahib olan bahtiyarlar, kıyamet gününde herkesin havf ve hüzün içinde feryad ü figanlarla bir kurtuluş ve bir selâmet yolu aradıkları zamanda, Cenâb-ı Hakk'ın Arşının gölgelerinde, nurdan ve incilerden kürsüler üzerinde, nurdan esvablar içinde nurânur olacaklardır. Peygamberlerin, şehidlerin ve sıddıkların gıbta ettikleri fevkalâde saltanatlar içinde ve Cenâb-ı Hakk'ın himâyesinde olduklarından, kendilerine hiç bir korku ârız olmayıp;
"Lâ havfün aleyhim velâ hüm yahzenûn" sırrına mazhar olacaklardır.
Binâen aleyh sevmek-sevilmek kadar mühim ve çok elzem bir amel bulmak mümkün değildir. Râbıta-i İslâmın esasını ve kökünü teşkil etmektedir Bunun ise, ancak hakîkat-i imanda birleşmekle mümkün olabileceği muhakkaktır. Yoksa iman ve İslâm'dan uzak olan kimselerin birleşmeleri ve sevgileri, ahiret alemi için hiçbir sevap ve değer taşımaz. Onların birbirleriyle sevgileri mutlaka bir menfaate dayandığı için, devamı da mümkün olmaz.
"El mu'minune vel muslimune kel cesedil vahid" [Mü'minler ve müslümanlar bir vücut gibidir.] sırrının tecellisi ancak ve ancak, Hak için bilâ-garaz sevişenler arasında tahakkuk edebilir. Bu sûretle kurulan cemiyetler de dâimâ ve en iyi bir şekilde pâyidâr olabilirler.
a. İmâm-ı Gazâlî KS'nin Kardeşlik Hakkındaki Îzahâtı
Kardeşliklerin birbirlerine karşı olan ihtiyacı, iki elin birbirlerine olan ihtiyacı gibidir. Gerek elleri yıkamakta ve gerekse sâir işlerde birbirine yardımı sayesinde işlerinde muvaffak oldukları ma'lumdur; halbuki bir el ile bunlar mümkün değildir. Buna binaen iki şahsın bir vücut gibi olmasının lüzum ve ehemmiyeti bildirilmiş oluyor. Bu sevgiyi Gazali üç kısma bölmüş: 1. Ednâ, 2. Evsat, 3. A'lâ.
1. Ednâ kardeşlik; birbirlerine karşı olan haklarda, kardeşini en az kendi evinde bakmağa mecbur olduğu hizmetkârlar mesâbesinde tutup, kardeşinin ihtiyacını, o istemeden evvel îfâ etmesidir. İstedikten sonraki verişi, hukuka riayetsizliğin alametidir ve kusurundan neş'et eder.
2. Evsat olanı da; kardeşini kendi yerine koyması, gerek malında ve gerek evinde ikàmete me'zun ve serbest olmasına razı olup, her cihetten kendi ihtiyaçlarında kardeşiyle müsâvi olmasını candan istemesidir. Hatta bazıları esvaplarını yırtarak ikiye bölmek sûretiyle ikramda bulunmuşlardır. Bütün bunların içten gelen bir arzu ve tam bir sevinç ve sürur ile olması şarttır.
3. A'lâya gelince, kardeşini kendi nefsine her bakımdan tercih etmesidir. Hattâ kendi muhtaç iken ekmeğini, suyunu, veya esvabını kardeşine vermektir ve hatta ölüm pahasına olsa dahi, bu mürüvveti ve bu ikram ve ihsanı yapmakdan kaçınmamaktır. Mâzîde bunların isbatı çok görülmüştür.
İhyâ-yı Ulûm'un 2. cildinin 150. sayfasında beyan olunduğu vechile Cüneyd-i Bağdadi (Rh.A)'in devrinde, aleyhlerinde yapılan bir ihbar üzerine, bir topluluğun katledilmesine hükm olunmuş. Adetleri bir hayli olan bu zavallıların içlerinde bulunan Ebül-Hüseyin Nûrî Hazretleri, sırası en gerilerde olduğu halde, ilk maktulün kendisi olması için, celladın önüne hemen atılmasıyla şaşıran celladın;
"--Niçin böyle yaptınız?" demesi üzerine:
"--Kardeşlerimin bir müddet daha yaşamalarını istiyorum da, onun için yapıyorum." demiş.
Bu keyfiyet hükümdara arz edilince, bu güzel hareket takdirle karşılanır, o cemaatın durumu daha dikkatle araştırılır, mâsumiyetleri meydana çıkar ve cümlesi afv olunurlar. Aleyhlerinde bulunanların cezalarının afvını da Cüneyd Hazretleri ve rüfekası hükümdardan taleb ile, cümlesinin birden afva mazhariyetlerine, işte o Ebül-Hüseyin Nûrî Hazretlerinin hayatını bile kardeşlerinin hayatına tercih edişi sebep olmuşdur. Müslümanlıkta en üstün makam bu makamdır ki, ancak hakiki müslümanlara ve sıddıklara mahsustur ve sevişenlerin en son dereceleridir. Bu üç mertebenin dışında olan sevgiler ve kardeşlikler, ancak bir merasimden ve isimden ibarettir. Hiç bir faydası ve kıymeti yoktur.
İşte bu muhterem ve âlîcenab insanlar, birbirlerinin evlerini ziyaret ettiklerinde, evlerinde olmasalar bile, kendi evlerinde imiş gibi yemek ve içmekte ve hattâ paralarında bile tasarruf etmekte idiler. Kardeşlik sevgi ve teklifsizliğinin icabı olan bu halin verdiği sevinçle, ev sahibi olan zâtların hizmetkârlarını ve câriyelerini azad ettikleri beyan edilmektedir. Bu bahtiyar kardeşlerin bir şeye ihtiyaçları olup da kardeşine arz ettiği zaman, kesesini önüne atıp, "İstediğin kadar al!" derlermiş.
Ca'fer ibn-i Muhammed Hazretleri düşmanlarının bile ihtiyaçlarını red etmemiş ve kardeşlerinin ihtiyaçlarını gidermeyen insanı, kardeşten bile saymamışlardır. Hattâ bu gibilerin cenaze namazlarını kılar gibi dört tekbir alıb, onları ölülerden addetmelidir, demişlerdir. Zîrâ bunlar kardeşlerinin bütün hallerini tarassud edip, evlerinin ihtiyaçlarını haberleri olmadan te'min ederler, borçlarını bile birbirlerinden haberdar olmayarak öderlermiş.
Binâen aleyh, insan kendi ihtiyacını ve çocuklarının ihtiyaçlarını nasıl düşünürse, kardeşlerinin ihtiyacını da aynı şekilde ve belki daha ehemmiyyetli olarak düşünmesi ve yapması lâyık ve lâzımdır. Daha a'lâsı, bazılarının kardeşlerini evlâd ve efrad-ı ailesinden daha üstün tuttukları da mervîdir. Zîrâ ehl ü ıyal insanı dünyaya sevk eder, kardeşler ise birbirlerine dâimâ ahireti hatırlar.
Hazret-i Hasan RA:
"--Bizim kardeşlerimiz bize evlâd ve iyalimizden daha sevgilidir." buyurmuştur.
Binâen alâ zâlik, ihvan arasında ayrılığa ve nefrete sebep olacak her şeyden son derece sakınmak ve kaçınmak lâzımdır.
Meselâ şakalaşma, eğlenme, istihzâ ve onu küçümseme gibi şeylerden tevakkî şarttır. Bunlardan kaçınmanın yegâne çaresi ise, insanın kendi varlık ve benliğini yenmesine bağlıdır. Varlığını ve benliğini yenemeyen insanlar, cemiyete faydalı olamazlar ve kardeşliklere hiçbir zaman devam edemezler.
Bu sebepten büyüklerimizin bizlere olan tavsiyeleri, kendimizi daima başkalarından aşağı görmekdir. Herkes kendini böyle görünce, o zaman insanların ve bâhusus kardeşlerin birbirlerine sevgi ve samîmiyeti fazla olur. Birbirlerine karşı saygı ve sevgileri artar ve dâim olur.
Sevginin devam ve bekàsına sebeb olan şeylerden birisi de kardeşlerin arzularına her zaman ve her şeyde hemen muvâfakat etmek ve hiç bir sûretle itiraz etmemektir. Hattâ, "Kalk gidelim!" denince; "Nereye?" diyeni bile makbul saymamışlardır. Bu muvafakatlarla birlikte bir de kardeşlerine karşı hizmeti cana devlet bilmeli ve mümkün olan her nevi yardımlardan geri kalmamalıdır. Muhtaç olanları, zuafâyı ve çocuklarını okutamayan zavallıları ve bâhusus yetim ve miskinleri bulup yardımlarına koşmalıdır.
Kardeşler arasında hediyeleşmek de, sevginin artmasında başlıca sebeplerdendir. Hediyeyi de yerine göre ve lâyıkı vechile yapmak lâzımdır. Güler yüz, tatlı dil de doğrusu yabana atılmaz, hele tatlı dil ve güler yüzle verilen selâmların kıymetine baha biçilmez.
Kardeşlere karşı saygısızlık, hürmetsizlik veya tahkirâmiz hareketler, vâhi ve çirkin sözler, yüksek sesle konuşma, benlik, kibir ve gurur alâmeti olmakla beraber, hiçbir müslümana kat'iyyen yakışmayan pek çirkin vasıflardan ma'duttur. Çünkü mâdem ki müslüman müslümanın kardeşidir, hiç olmazsa onun bütün hukuklarını kendi hakları gibi bilmesi lâzımdır. Kendisine yapılmasına razı olmadığı bir hareketi, kardeşine karşı yapması elbette çok adice bir işidir. Onun için arkasından bile, gaybubetinde dahi haklarını muhafaza ve müdafaa şarttır.
Zîrâ kardeşinin, hattâ bir yabancının bile velev düşmanı dahi olsa, bir takım köpekler tarafından ısırılacağını görünce, acaba o anda vicdanı olan bir insan seyirci kalabilir mi? Nerede kaldı ki, canı gibi kıymetli kardeşinin ırzını, namusunu, şeref ve haysiyetini lekelerken susup durmak! Elbette doğru olmaz. Çünkü ırz, namus, şeref ve haysiyet her şeyden üstün ve kıymetlidir.
Onun için, Cenâb-ı Hak da Kur'an-ı Keriminde gıybeti haram kılmış ve ölü kardeşinin etini yemeye teşbih buyurmuştur.
Bir de kardeşlerinde kat'iyyen kusur aramağa ve görmeğe kalkma! Çünkü kusursuz insan bulunmaz. Peygamberler ve büyük velîler müstesna, hemen hemen herkesin iyi ve kötü tarafları vardır. İyiliği gàlib olanlara àdil denmiştir. Kardeşlerinin özürlerini kabul edip kusurlarını görmemek mü'minlerin şanından olup, kusur aramak da münafıkların alametidir buyurmuşlardır.
Kardeşler arasında münâfereti ve sevgisizliği doğuran sebeplerden birisi de, münakaşa ve mücadeledir. Bu huy çok mezmumdur. Ekseriyetle kendi zekasının üstünlüğünü göstermek için, benliğinde mündemic kibir ve gururdan ileri gelir.
Ebu'd-Derda RA Hazretleri, bir çiftçiyi tarlasını sürerken görmüş; bakmış ki öküzden biri kaşınmak için durunca, derhal eşi olan öteki öküz de durmuş. Bu hali görünce ağlayarak:
"--Şu hayvanlar bile birbirlerine muvafakat ediyorlar da, bu insanların (ve bâhusus tarikat kardeşlerinin) birbirlerine muhalefeti, mücadele ve münakaşası ne kadar çirkindir!" buyurmuşdur (İhyâ, c. 2, s. 157)