Eğer borç namazların varsa, herhalde hiç olmazsa her gün birkaç günlük kaza namazı kıl! Hem bunları bir an evvel bitirmeye bak! Sonra hastalık veya çeşitli iptilâlar, dertler, musîbetler yüzünden belki de kılamayacak hale gelebilirsin.
a. Sabrın Çeşitleri
Sabrın tabii bir çok nevi'leri vardır. Yerine göre hepsinin derecesi, sevabı ayrı ayrıdır. Meselâ, can kaybı, mal kaybı, çeşitli hastalıklar; birbirine benzemez. Bazısı hafif, bazısı çok ağır iptilâlar, ağrısı, acısı, sızısı herkeste başka başkadır. Geceleri uyunamaz, gündüzleri ağrısına, acısına dayanılmaz. Şüphesiz bunlara sabır, dile kolaydır. Hele iman ve İslâmiyeti zayıf kimselerin hali ne kadar acıdır. Herkese şikayet ede ede kalırlar. Ziyaretine gelenler de geldiklerine pişman olurlar. Müslüman ise, "Çok şükür Mevlâma!" diyerek sabreder ve Allah'tan şifa isteyerek kimseyi rahatsız etmemeye gayret eder.
Bunlar, insanın başına gelince tabii olarak katlanmak mecburiyetindedir. Lâkin günahlara gelince; bunlar da nefsin, şehvetin hoşuna giden, dünya zevklerinin alındığı şeylerdir ki, onları terkedip, uzaklaşmak, öyle hastalıklara, musibetlere sabretmeye benzemez. Nefisler, şehvetler bir kere şahlandı mı, artık onun önüne geçmek, düşman ordularını yenmekten çok daha zordur. Hele alışılmış, adet haline getirilmiş ise, bu îtiyada, haklı olarak tabiat-i saniye diyorlar ki, bundan kurtulmak adeta bir şans ve bir bahtiyarlıktır.
Meselâ: Kahvehaneler, sinema, tiyatro, kumar, içki, zina, deniz düşkünlüğü, pazar gezmeleri, hava almak bahanesi ve sâire gibi. Bedenin en güzel ve kıymetli yerlerini açmakta beis görmeyen ve onları örtmeyen hanımların hali, bize göre çok ayıp ve çirkin; fakat, ona göre hiç de öyle değil, gayet tabii bir haldir. Ne sıkılır, ne de utanır, her şeyi meydanda, herkesin gözü önünde öylece denize de girer; bir de yüzücülük maharetini gösterir ve kat'iyyen çekinmez. Çünkü bunu, tabii hakkı görmektedir.
Şimdi bunlara istediğiniz kadar sabır tavsiye ediniz, faziletinden bahsediniz; günahların da azablarından, felâketlerinden söz ediniz; hepsi boştur. Çünkü artık, gözleri kör, kulakları sağır, kalbleri de ya çok ağır hasta veya ölmüştür. İş ancak Mevlâ'ya kalmıştır.
Onun için, günahlara sabır, musibetlere olan sabırdan çok daha fazla faziletli, sevaplı ve ecirlidir. Halbuki, musibetlere sabredenlerin, yarın kıyamet gününde hesapsız ve sorgusuz, hemen alel-acele ve sür'atle cennetteki yerlerini alıp zevk ve safâlarına bakacakları rivayet edilmiştir. Şu halde, günahlara karşı sabredenlerin mükâfâtını beyana gücümüz yetmeyecektir. yhani akıllarımız onların mükâfâtını idrakten acizdir. Sadece lâ yuad ve lâ yuhsâ, yâni sayılamaz ve hesab edilemez olduğuna inancımız vardır.
Ma'rifetnâme sahibi İbrâhim Hakkı KS Hazretleri, sabır hakkında ayet ve hadisler zikrederek şöyle buyurmaktadır:
Ey aziz! Ma'lûm olsun ki, Hak Teàlâ Hazretleri kullarına, inâyetiyle sabrı ta'lim ve tergib edip, Kur'an-ı Keriminde müteaddid sûrelerde, yetmişi mütecaviz yerde sabrı zikretmiştir. (Biz size burada ancak bir tanesini zikredip onunla iktifa edeceğiz.) Estaizü-billah:
Meali: "Ey iman edenler! Sabır ve namazla Allah'tan yardım isteyiniz; muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir."
Bu mevzuda birçok hadis-i şerif de vârid olmuştur. Nitekim Efendimiz SAS Hazretleri:
"--Ey ümmetim! İman iki parçadır. Bir parçası sabır, bir parçası da şükürdür." buyurmuşlardır.
Sabrın en efdali, musibetin iptidasında bulunan sabırdır. Buna teslimiyet derler. Sabır, her taatın başlangıcıdır. Her musibetten kaçmanın aslıdır. Her ibâdetin aslı sabırdır. Müjdeler olsun o kimseye ki, mihnetlere sabredicidir. Acı bir söze sabredemiyen kimse, nice acı kelimeler işitse gerekir.
Sabır, zaferi getirir; yâni, mûris-i zaferdir. Sabır acıdır; onu yutan hürdür. Mihnetlere sabır, hüsn-ü yakîne yetmektir. Hak Teàlâ'dan ziyade sabırlı kimse yoktur ki, müşriklerin ona iftira eylediklerini işitir de, onlara yine afiyet ve rızık ihsan eder.
Sabrın evveli acı, ahiri tatlı ve lezzetlidir. Sabır, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatıdır. İmanın başı sabırdır. İman, sabırla cömertliktir. Hiç bir kimseye, sabırdan daha hayırlı bir bahşiş verilmemiştir. Sabır Allah-u Teàlâ'dandır, acele ise şeytandandır. Nusret sabır iledir, ferah da sıkıntı iledir. Kim ki malında ve nefsinde bir musibete erişirse ve onu gizleyip kimseye şikâyet eylemezse, tahkîka Allah-u Teàlâ ona iman lezzeti ve ihvan izzeti ikram ve ihsan eder; cemî günahlarını mağfiret eyler.
Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâm müptelâ olduğu hastalığında iken, her seher vaktinde Hak Teàlâ onu vasıtasız iyade (hasta ziyareti) edip, lütuf ve keremiyle:
"--Habîbim Eyyûb nicesin?" (Yani belâmızın gelişiyle nicesin?) buyurmuş.
Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâm da, halâvet-i hitab-ı izzetle müstetâb olup, hastalığın acısını unuturmuş.
Eyyûb Aleyhisselâm iade-i afiyet edince, Cenâb-ı Hakk'ın hitabındaki tadın gaib olmasından korku ve üzüntü duymuş, ondan dolayı hasretle derdinden şekva kılmıştır. Buradaki şekva, derdinin son bulup da hitab-ı izzetin kesilmesi sebebiyledir. Allahu a'lem.
Kıyamet gününde sabırlara mükâfât olundukta derler ki:
"--Yâ Rab! Bizi bir daha dünyaya gönder ki, kendi etlerimizi makasla kendimiz doğrayıp, elemine sabr edelim; tâ ki bu devlete, bundan daha ziyade erelim!"
Şiir:
Ateş duhana der: Ne kaçarsın ırağa zud,
Bensiz karar yoktur, olur hoş benimle ud.
Oldur bana muhabbet edip kadrimi bilen,
Zîrâ ki buldu kendi fenâsında ûd, sûd.
Ey yar-ı şu'lehàrımız ehlen ve merhaba;
Ey fâni-i şehîdimiz, ey mefhar-i şühûd!
Mahvoldu hâk, nân olub ol yandı mi'dede,
Nân oldu tatlı cân ki, odur zübde-i vücûd.
Mahv olsa can, okur o adem levhini iyân;
Mahv eyle canı, koyma cehalette ey Vedûd!
Can aşk oduna yansa, sakardan emin olur,
Fakr ü fenâya erse, bulur devlet-i hulûd.
Uşşâka aşk sırrını der Hakkı, olsalar
Eshab-ı Kehf misli hem eykàz u hem rükûd.
b. Sabır ve Tahammülün Had ve Hakîkati, Halâvet ve Kerameti
Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki: Sabır, nefsi cezadan habs ve men etmekdir. Sabır, nefis hazlarından, mücâhede ile huruc edip gitmektir. Sabır, fıtam-ı nefs üzerine devam ve sebata yetmektir.
Sabır ikidir: Biri mekruhla sabırdır, biri de mahbubsuz sabırdır. Sabır, kalbe, musibet kadar nazil olur. Musibetlere sabr etmek, mevhibelerin efdaline yetmektir. Sabr-ı cemil, câlib-i ecr-i cezîldir. Sabretmek ayıpları örtücüdür. Bollukta şükür, sıkıntıda sabır büyük mükâfâtı mucibdir.
Gazabında halim ol, sabreyle; musibet olmaz. Sabreden musibetten elem duymaz. Belâya sabreden kazaya razı olmuş olur. Rıza ile, sabır âsân olur. Sabırlılara belâ, bal olur. Sabr ile koruk helva olur. Sabrın sonu zaferdir.
İmanın aslı sabırdır, İslâmın aslı rızadır. Eğer görürsen ki Hak Teàlâ belâları üzerine yağdırmıştır, anla ki seni ikaz eylemiştir. Nîmet buldukta şekûr ol; mübtelâ oldukta sabûr ol.
Musibette ceza' ve feza'[telâş içinde ağlayıp sızlanma], musibetten eşed ve es'abdır [şiddetli ve zordur]. Ceza' [sızlanma], sabırdan ziyade teablidir [sıkıntılıdır]. Sabır, elem ve belâlardan terk-i şekvâdır. Sabır, belâyı rızâ ile istikbaldir. Sabırlılara nîmet ve hikmet beraberdir. Sabırlı baş, selâmettedir. Sabır güzel alâmettir. Belâ Hak'tan atâdır; pes, belâdan ceza' hatâdır. Belâ güzeldir, zira ki ol bahş-i ezeldir. Sabır bir mübarek şerbettir ki, mûcib-i afiyettir.
Nazım:
Fakr ü fenâ iste sen, ey bül-vefâ!
Ta bulasın genc-i bekàdan safâ.
Kendini yok anla yakîn fakr odur,
Hem ben ü sen, o deme oldur fenâ.
Kibriyâ koy el, dil ile pür andan al,
Kibre bedel ancılayın kibriyâ.
Hâk ol u pâk ol, seni sen görme hiç!
Ta bite hâkinde güzel tûtiyâ.
Versen eğer aşka bu canı revân,
Bin can alırsın hoş u bî-müntehâ.
Kalbe verir aşk demi, hoş hayât,
Cân-ı cihandır o dem-i can-fezâ.
Bil ki bir Allah'tır edip eyleyen;
Her ne olursa ver ana hoş rızâ.
Mânî u mu'tî çün odur cümleden,
Halkı unut Halık'a eyle senâ.
Hakkı, edip Hakk'a gönülden rücu',
Sàbir ol andan geleni bil atâ.
c. Sabır ve Tahammülün Te'sir ve Faydaları
Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki, kulun kalbini huzûr-ı Mevlâ'dan meşgul eden dört arızadan üçüncüsü, şedâid ve musibetlerdir; bunlardan ceza' ve feza' etmektir, [telâş içinde ağlayıp sızlanmaktır]. Bunların kifayeti ancak sabırla bulunmuşdur. Pes, sabrın cemi' mevazıında sabur olmak, iki emir için lâzım bilinmiştir.
Evvelki emir, ibâdet ve huzûra vusul addolunmuştur. Zira ki, mebde' ve mebnâ-yı emr-i ibâdet, huzûr, sabır ve tahammül bulunmuştur. Sabırlı olmayan kimse, ibâdet ve huzûrdan bir nesneye vâsıl olamaz. Zira ki bu dünya, dar-ı mihnet ve cây-i meşakkattir. Madem ki insan dünyada muammerdir, anın enva-ı şedâid ve mesàible mübtelâsı mukarrerdir.
İnsana arız olan şedâid ve mesàib, kişinin ehil, evlâd, akraba, ihvan ve dostlarında bulunan fakirlik, hacetler, ayrılıklar, hastalıklar, ölüm ve emsali gibi musibetler ve kendi nefsinde bulunan çeşitli hastalıklar, ağrılar, sızılar, dertler, kederler, vesvese ve korkular, halkın düşmanlığı, kavgası, gürültüsü, hasedi, sövüb sayması, ta'yib, tahrik, gıybet ve iftirası ve emsâli musibetlerdir. Malında bulunan çeşitli arızalar, çalma, çırpma gibi musibetler de unutulmamalıdır.
Bu musibetlerin her birinin bir acısı, yankısı vardır ki, bu acıları, hararetleri ve zahmetleri ancak, cümlesine sabır ve tahammül etmekle önlemek mümkündür. Zira ki, feryad ve figan ile vakit geçirmek, kulun kalbini ibâdet ve huzûrdan men ve kat' eyler.
Buyrulmuş ki, dört gûnâ mevt ile meyyit olmayan, halavet-i ibâdeti bulamaz ve lezzet-i huzûru da alamaz: Bunlardan birincisi beyaz ölümdür ki, bu açlığa tahammüldür. İkincisi siyah ölüm ki, insanların kendisini zem etmelerine tahammüldür. Üçüncüsü kırmızı ölümdür ki, nefis ve arzularına muhalefettir. Dördüncüsü yeşil ölümdür ki, kazà-yı ilâhinin cereyanına rıza göstermektir. Kim ki bu dört ölüme sabır ve tahammül kılmıştır, o kimse ibâdet ve huzûra nail olmuştur.
Beyit:
Hicranına tahammül eden, vuslatı bulur;
Tûbâ limen yüsàidühüs-sabrü ves-sebat.
Ela, bis-sabri tebluğu mâtürîd,
Ve bit-takvâ yelînü lekel-hadîd.
Bundan da anlıyoruz ki, insanların, muradlarına nâil olabilmeleri için, sabra ihtiyaçları her şeyden fazladır. Bütün güçlükleri yenmenin de, takvâ ile olacağı anlaşılmaktadır.
İkinci emir, sabırdan olan iki cihanın hazineleridir. O hazinelerin bazısı, necât, fevz, rızık ve a'dâya zaferdir. Emsâl ve akran arasında üstünlük, Hak'tan rahmet, muhabbet ve senâdır.
Ve kişi sabırla Hakk'ın indinde yüksek derecelere, bir çok kerametlere ve hesapsız ecirlere ve sevaplara nâil olur. Hak Teàlâ kuluna, bir an sabır için bunca kerametler ihsan eder. Dünya ve ahiretin hayırları sabırdadır. Nitekim, hazreti Ömer RA buyurmuşlar ki:
"--Mü'minin bütün hayrı, bir saat sabrındadır."
Şiir:
İzâ dâkaz-zemânü aleyke, fasbir
Ve la tey'es, minel-ferecil-karîbi.
Ve tıb nefsen, feinnel-leyle hublâ.
Asâ, te'tîke bil-veledin-necîbi.
d. Sabrın Fazîleti
Sabrın fazileti hakkında sana bu kifâyet eder ki: Hak Teàlâ Hazretleri sabrı, kendi kitabında nice vechile medh etmiştir. İmdi, bu haslet-i şerifeyi ganimet bilip, bununla muttasıf olmağa cehd eyle! Tâ kim zorluklar içinde kolaylığı bulup ebeddiyyen fevz ile mesrur olasın. Amma sabırdaki güzellik, şiddetin vakıt ve miktarına tezekkürdür ki, ol ne tekaddüm eder, ne de teehhur; ne ziyade olur, ne de noksan... Öyle ise feryad ü figanda bir lütuf ve menfaat yoktur; belki zarar ve keder çoktur. Zîrâ ki umûr, evkàtı ile merhundur. Ve hep edip eyleyen Hudâ-yı bî-çûndur, Hak Teàlâ'dır.
Beyit:
Her işi Hak'tan bilir, halkı unutmuş hakşinas;
Ol görür kim hayra şer, adle zulüm olmuş libâs.
Eyyühes-sàbirûne fil-belvâ,
Tarrik tarrik ilel-Mevlâ!
Nazım:
Ey ruh. seyr-i àlem-i imkân nene gerek?
Dilde seyahat eyle, bu zindan nene gerek?
Vahdet ki meşrebindir, olur halvetin cihan;
Tercîh-i gàr u kûh u beyâbân nene gerek?
Ger meşrebin vesi' ise, bil cennet içresin,
Seyr-i bahar u bağ u gülistan nene gerek?..
e. Sabrın ve Tahammülün Kısımları ve Menfaatleri, Feryâd ü Figanın Afetleri
Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki: Sabır bir devâ-yı mürr-ü nafi'dir, şürbü her menfaati cami'dir ve her mazarratı dafi'dir. Bir deva ki bu sıfatlarla muttasıf olur, àkil olan kimse nefsine ikram edib onu içer. Bir lâhzanın acılığı, bir sene tat verir deyib, ol devanın acılığına ve şiddetine sabır ve tahammül eder. Yani, sabır her ne kadar acı ve zor bir şey ise de, menfaati pek büyük olduğundan, sabrı kendine huy edinmeye çalışmak, her derde deva olan bir ilaca benzetilmiştir.
Bu da dört kısımdır: Birisi taat üzerine sabırdır; biri günahların terkinde sabırdır; birisi fuzul-i dünyadan sabırdır; birisi de, derd ve musibetlere sabırdır. Bunlara sabredebilen sabırlara hisabsız menfaat ve faydalar hasıl olur ki, onlar da itaattir ve istikamettir, va'dolunan sevapları bulmaktır; mesàib ve belâlardan da iki alemde âzâd olmaktır.
Pes, sabırla tâat ve menzilleri, huzûr ve mekârim-i celîlesi, üns-ü billâh ve menâfi-i celilesi hasıl olur. Sabırlı olan kimse, kahr-u sahat-ı kazadan, ceza', feza' ve kavgadan ve meşakkat-i dünyadan, ahiret azablarından, nefsin arzularına uymaktan, düşmanlarla boğuşmaktan ve nice bin belâdan necât bulup muradına erişir. İki cihanın saadetiyle rıza makamına ulaşır.
Sabra takat getiremeyip feryad-ü figan eyleyen, her menfaatten mahrum, her mazarratla mağmumdur. Zîrâ ki, ol zaif kimse ibâdete devama sabr edemeyip, irtikabıyla hàib ve hàsir olur. Veya fuzul-i dünyadan sabredemeyip belâsını bulur. Veya musibette sabredemeyip, feryad ve figanıyla sabrın fezàil ve sevabından mahrum kalır. Ve çok kere feryadının kesretinden dolayı sabrın mükâfâtı fevt olub, bir musibet iki olur ki, biri gelen belâ, biri de zayi' olan sevaptır.
Bu sebepten denilmiştir ki: Musîbette sabırdan mahrum olmak, musîbetten eşed bir musîbettir. Binâen aleyh, feryâd ü figanın çokluğunda ne fayda vardır ki, hasıl-ı mevcuda zail eder ve zahib-i mefkudu sana reddeylemez. Bir şey geçmez. Bari feryad ve figanı çok etme ki, senden biri giderse diğeri kalsın!
Hazret-i Ali KV, bir şahsi taziye esnasında buyurmuşlar ki:
"--Eğer sabredersen Hakk'ın takdiri cârî olur, sen de sevap kazanırsın. Eğer feryâd ü figan edersen, yine takdir-i İlâhi hükmünü icra eder, sen de sevaptan mahrum kalırsın. Çünkü edip eyleyen bir Halik u Bârî'dir; kaza ve kaderi àlemde cârîdir; ahkâmı vaktında cümleye sârîdir."
Pes, tedbir ve tedârikle, feryad ve figanla afiyet libaslarından soyunmuş olur. Tevfîz, tevekkül, sabır, tahammül arifler kârıdır; zira bunlar, ma'rifet âsârıdır.
f. Sabır ile Her Kemâlin Hàsıl Olduğu ve Sabır ile Herkesin Afiyet Bulduğu ve Sabrın Sonunun Rızâ-yı İlâhîye Ulaşmak Olduğu
Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki: Bütün ilimlerin ve amellerin ve her ma'rifet ve kemâlin illet-i mûcibesi sabır ve tahammüldür. Her nedâmet ve melâmetten necât ve selâmetin sebebi, sabır ve teennîdir. Elemlerin acısına tahammül, sabrın neticesi ve rıza-yı ilâhinin başıdır. Bu da iki cihanın saadeti ve göz bebeğidir.
Nitekim bir çömlekçi, içine ilim tahsil arzusu doğmuş; bütün mallarını dağıtarak, ancak evinin zaruri ihtiyacını bırakıp, evinden izin alarak, tahsil-i ilim için uzak yerlere gitmiş. Yirmi sene zarfında, ulum-ı Arabiyye ve diniyyeyi tamamıyla öğrenip vatanına dönerken yol üstünde bulunan bir pir-i kâmile misafir olmuş ve ahvalini ona anlatmış.
O kâmil zât ona sormuş:
"--İlim ve amelin aslı nedir?"
Cevap veremeyince, o kâmil zâttan izahını istemiş. O zât da:
"--Eğer bize bir müddet hizmet edersen, ilmin aslına erişip evine dönersin!" demiş.
Bu cevap üzerine çömlekçi, bu alim pîre hizmeti kabul ederek yanında iki yıl kadar kalmış. Nihayet o pîr-i kâmil zât çömlekçiyi çağırıp şöyle demiş:
"--Gel benim oğlum! Sana o sualimin cevabını artık vereyim de, sen de ehlinin yanına gidesin ve ömrün oldukça bize hayır ile dua edesin. Şimdi muhakkak bilesin ki, bütün ulûm u a'mâlin ve her ma'rifet ü kemâlin aslı sabırdır. Bunlar ancak sabırla hasıl olurlar. Tahammül ve teennî de sabra dahildir. Her işte sabırlı olursan, her nedâmetten selâmet bulursun. İki alemde her yüzden maksad ve arzuna nâil olursun. Bu cevher-i nefis için seni bir müddet alıkoymamdaki hikmet budur ki, kadr ü kıymetini bilip, kulağında küpe edinesin, bunu zinhar unutmayasın!"
Pes, bu alim bu cevhere mâlik oldukta, o kâmilin dua ve rızasını alıp memleketine dönmüş. Vaktâ ki, yatsıdan sonra evine gelmiş. O sırada hatırına gelmiş ki:
"--Yirmiiki yıldanberi haberleşmediğim evin kapısını, bu vakitte çalmazdan mukaddem pencereden bir bakayım; göreyim ki bunca zamandan beri bu hanede kim kalmıştır?"
Vaktâ ki pencereden bakmış, görmüş ki kendi ehliyle bir taze civan oynaşmaktadır. Hemen gayretinden, kıskançlığından aklı gitmiş. Kendini unutup pencere deliğinden o civanı öldürmeye kasdederken, o pîr-i kâmilin verdiği sabır dersini hatırlamış. "İki yıl bekleyip kazandığım cevheri, acele ile zàyî etmeyip kapıyı çalayım da, ondan sonra bu delikanlıyı öldüreyim!" diyerek kapıyı çalmış. Kapı çalınınca, o delikanlı içeriden:
"--Kimsin?" diye seslenmiş.
Cevâben:
"--Bu evin eski sahibiyim!" deyince, ailesi sesinden tanımış, sevinerek;
"--Hey oğul, kapıyı aç! Sen doğmazdan evvel gurbete giden baban gelmiştir."
O alim bu sözden, delikanlının kendi oğlu olduğunu anlamış ve kerâmet-i sabırla elim bir nedâmetten selâmet bulmuştur.
Bu felâketten kurtulduğu için Cenâb-ı Hakk'a çok hamd ü senalar kılmıştır ve o mürşîd-i kâmile de dualar edip, müderris ve musannif olmuştur. Hanefi fıkhını ihya edip, nihayet Kudûrî adlı kitabını da te'lif etmiştir.
Beyit:
Hazmolunmaz belâlara sabret,
Afiyet hoş-güvâr olur ey dil!
Nakl olunur ki; bir kâmil vefatı sırasında oğluna demiş ki:
"--Oğlum! Bir nasihatim vardır ki, anı sana vasiyyet eylerim. Eğer kabul edip amel edersen, iki alemde Hàlikın ve mahlûkun makbulü olursun, her halinde saadet ve selâmet bulursun."
Oğlu da:
"--Buyur babacığım!" demiş.
Ölüm halinde olan babası:
"--Oğul, mum misâli ol!" demiş ve ahirete göçmüş.
Bu sözdeki hikmeti, kimisi sabırla, kimisi de rızâ ile te'vil etmiştir. Rızâ ile te'vil eden o kâmilin muradına yetmiştir. Zîrâ ki sabır, musibetten erişen elemi ketmedip, feryâd ü figan kılmamaktadır. Rızâ ise belâdan asla müteellim olmamaktadır. Çünkü mumun fitili, ateşinden müteellim olmadığı, duman ve kokusundan eziyet bulmadığına delâlet kılmıştır ki, o kamilin, "Hemen oğul mum gibi ol!" buyurması kazaya rızâyı, oğluna duyurmuştur. Zîrâ ki makàm-ı sabırdan, makàm-ı rızâ a'lâdır. Sabır ile rızâyı kazanan vâsıl-ı Mevlâ'dır.
Şiir:
Sehhil alâ nefsike umûren,
Ve kün alâ mürrihâ sabûren.
Sabr kıl etme umûrunda şitâb
Sabr ile derler olur koza düşâb
Sabr ile dostun olur düşmanlar,
Sabr ile rehber olur rehzenler.
Sabr, esmâ-yı ilâhîdendir,
Hikmet-i nâmütenâhîdendir.
İlm ü hikmette şekerler yediler,
Sabra miftâh-ı ferecdir dediler.
g. Sabır ve Tahammülün Tahsil ve Kazanılmasının Yolları
Ey aziz, ehlullah demişlerdir ki; nefsi alıştığı adet ve an'anelerinden çevirmek ve onun arzu ve isteklerini vermemek, her ne kadar güç ise de, başaranların àkıbeti çok güzel, halleri saîd ve sonu da, ebedi dünya ve ahiret nîmetlerine nâil olmaktır. Fırsatları te'hir etme ki, te'hir harecdir. Mihnetlere sabr eyle ki, miftâh-ı ferecdir. Hiç bir zengin ve cömert baba ve ana, evlâtlarını yemekten, içmekten boş yere men etmez.
Meselâ tıbbı bir zaruretle bir müddet men etmeleri, onları acaba sevdiklerinden mi, yoksa paralarına kıyamadıklarından mı veya mübtelâ oldukları hastalıktan bir an evvel kurtulmaları için mi olmuştur? Bunu, üzerlerine titredikleri evlâtlarının bir an evvel iyi olmaları için yaptıklarından kimsenin şüphesiz olmaz.
Kezâ, bir doktor hastasına perhizler verir ve çok acı ilaçları, şurubları içirir ve bazan da, hastalığın icabı olarak vücudu kurtarmak için kolunu, bacağını da keserler. Şimdi bunları, bizi sevmedikleri için bir an evvel kurtulalım diye mi yapıyorlar?..
Evet, hiç bir akl-ı selim sahibi diyemez ki, bunları bizi sevmedikleri için yapıyorlar. Sevdikleri için yaptıkları muhakkak ve âşikârdır. Hasta da bunu iyi bildiği için, doktoruna güzelce teslim olup dediğinden dışarı çıkmamağa çalışır.
İşte tıbkı bunun gibidir ki, Rabbü'l-àlemin ve Erhamür-rahimîn olan Allah-u Zülcelâl Hazretleri de sana istediğin bir şeyi vermediyse, bunu anla ki, ol senin muhtaç olup murad eylediğin eşyaya mâliktir. Sana vermeye de kàdirdir. Fazl, cûd, kerem ve ihsân ona mahsustur. Senin her hâlin ve cemî eşyanın halleri anın ma'lûmudur. Zira ki anınçün fakr, acz, buhl, cehalet mutasavver değildir. Belki, cümleden ganî ve akvâ, ekrem ve a'lemdir. Bu takdirde yâkinen biliyorsun ki, hakikatte Hak Teàlâ Hazretleri istediğin o şeyi senden men etmemiştir; illâ ki, senin hayır ve salâhın için etmiştir.
Çünkü, Kur'an-ı Mübîn'de bildirildiğine göre, yerde ve göklerde olan bütün eşyayı sana musahhar kılmıştır. Bunlar hep senin hayır ve salahın için değil midir?
Ol lütuf ve kerem sahibi Halik-ı Zülcelâl Hazretleri, dünyayı ve içindekileri gözden düşüren, hiçe bırakan ma'rifetini sana ihsân eylemiştir. Cenâb-ı Hak evliyâsını, dostlarını, sevdiklerini, dünya zevk ve safâsından men etmiştir; deve çobanının develerini pis, kokmuş bataklıklardan sakladıkları, korudukları gibi...
Hak Teàlâ seni şiddetli musibet ve iptilalarla mübtelâ eylediyse anla ki, menfaatın içindir ve ol seni imtihan için iptila etmekten ganîdir ve senin halini alîmdir ve sana raûf ve rahîmdir.Zira ki Allah-u Teàlâ, şefkatli bir validenin veledine olan şefkatinden daha çok şefik, Raûf ve Rahîmdir. En kıymetli olan evliyâ ve asfiyâsını çok mübtelâ kılmışdır.
Ne vakit görürsen ki, Hak Teàlâ dünyayı senden hapis ve men etmiştir, şiddet ve musibetleri üzerine dökmüştür; anla ki, tahkîka sen Allah-u Teàlâ'nın indinde azîz ve muhteremsin... Makàmat-ı âliyede şerif ve mükerremsin. Zira ki, ol seni evliyâsı menziline çıkarmıştır. Ruhun anın mevâhib-i kerimesine yetmiştir. İmdi, sana lâzım olan budur ki, herhalde sabûr ve şekûr olasın! Ta kim, sabrın acısı içinde rıza-yı ilâhinin tadını bulasın, ves-selâm...
VERA'
Şüpheli olan nesnelerden kaçınmaktır. Amellerin seyyididir. Verâı olmayanın sâir amellerine ehemmiyet verilmeyeceği bildirilmiş olduğundan, mü'min kişinin, her nevî şübehattan, meàsî ve münkerattan son derece korkup kaçması lâzımdır. Verâ sahibinin kalbi safâ ile doludur. Kalb gözü parlak ışıklıdır.
ZÜHD
Dünyadan yüz çeviren, yani dünyaya iltifat etmeyip, ibadet ve taatle ömürlerini geçiren kimselere zühd sahibi denir. Asıl zühd ise, Hàlik-ı Zülcelâl'ın sevdiği şeyleri sevmesi, buğz ettiklerine buğz etmesidir. Kişinin, dünyanın haramından kaçar gibi şüpheli helâllerinden da kaçması ve nefsine acıdığı gibi bütün müslümanlara da acıması; ve yine haramdan sakındığı gibi, boş ve faydasız sözler söylemekten kaçınması; ve yine kokmuş bir ölüden kaçar gibi çok yemekden de sakınması; ve dünya ziynetlerinden de ateşten kaçar gibi kaçması lâzımdır ki, hakiki zühd sahibi olsun.
Zühd-ü hakîkî, ahiretteki rahatı için dünya rahatlarını terk etmekdir. Daha ileri gidenler ise, "Hak'tan kendini meşgul eden her şeyi terk etmektir." demişlerdir.
Zühd, arpa ekmeği yeyib aba giymekten ibaret olmayıp, elinden gidenlere üzülmemek, gelenlere de sevinmemektir.
Yahyâ Bin Mu'az (Rh.A) der ki:
"--Zühd, sehà-i nefsi mucib olur. Sàhib-i zühd olanlara, Cenâb-ı Hak teallümsüz ilim, mürşidsiz hidayet nasib eder ve gönül gözlerini açar. Bu gibi kimselerle görüşüp istifade etmeye çalışınız."
Allah-u Teàlâ Hazretleri'nin ve insanların sevmesi için bir amelle delâlet buyrulması, Efendimiz SAS Hazretlerinden recâ olunmuş, cevaben:
"--Dünyada zühdü tercih et ki, Mevlâ seni sevsin ve nasın elindekileri iltifat etme ki, nas da seni sevsin!" buyurmuşlardır.
Zühd kişinin, Hak Celle ve A'lânın kendisine helâl bir rızık verdiği zaman, onu kendi ihtiyarıyla terk edib, başkalarına vermeyi tercih etmesidir.
Ahmed İbni Hanbel (Rh.A) Hazretleri, zühdün üç mertebesi olduğunu söylemiştir. Bunlardan birisi avamın zühdüdür ki, haramı terk etmesidir. İkincisi, havassın zühdüdür ki, helâlden zaruret miktarından fazlasını terk etmesidir. Üçüncüsü de, ariflerin zühdüdür ki, Hak Celle ve A'lâdan gayrısını terk etmeleridir.
Sahib-i zühd olan insana, Cenâb-ı Hak bir melek gönderib, onun kalbine hikmet ağacı diktirir. Hülasa, zâhidlik, sahibinin aklının kemâline işaret ve alâmettir. Cenâb-ı Hak cümlemizi, àkibetini gören, hayırları celb ve zararları terk edenlerden etsin, âmin...
Erzurum'lu İbrâhim Hakkı Hazretleri'nin zühd hakkında, zâhidlik ile gönlün halâs olduğunu ve dünya sevgisinin huzûr-ı Mevlâ'ya mânî olduğunu beyan sadedindeki sözleri şöyledir: