201 ilâ 220. sayfalar

d. Beşâşet

Güler yüzlü, tatlı dilli olmağa derler ki, insanın herkese karşı beşuş bulunmasının, iyi huylardan olduğu ma'lûmdur.

e. Af ve İhsân

Bütün insanlara karşı, bâhusus kendisine zulüm ve cefa edenler, dost veya düşman da olsalar, bunlara karşı af ile muamele etmekle beraber, bir de ihsanda bulunmak ne kadar büyüklüktür.

f. Sıla-i Rahim

Akraba ve taallükatı ve dostları ziyaret edip, onların gönüllerini hoş etmek, muavenete muhtaç olanların yardımına koşmak ve bâhusus, kendisiyle alâkayı kesen akrabalara karşı alçak gönüllülük edip, ziyaretlerine gitmek Cenâb-ı Hakk'ın çok sevdiği bir huydur. Rızkının bolluğunu, ömrünün uzunluğunu isteyen kimse, sıla-i rahim yapsın. Et-Terğîb vet-Terhîb bu hususta 41 hadis-i şerif kaydetmişdir. Sıla-i rahim yapmayanın bulunduğu yere, rahmet-i ilâhiye nazil olmaz buyrulmuştur.

g. Merhamet

Bütün mahlûklara ve bâhusus zuafâ, yetim ve miskinlere karşı insanların şefkat ve himaye kanatlarını açıp, dertlerine merhem olmağa çalışması merhamet, zıddı ise merhametsizliktir. Bu gibi zuafâ, fukara ve miskinlerin zaruret içinde çırpınmalarına göz yummak, elbette büyük felâketlerin doğmasına sebep olabilir ki, bunun yegâne âmili, merhametsizliktir. Binâen aleyh, merhametli olmak ahlâk-ı hamîde sahiblerine yakışan meziyetlerdendir.

221

Dulların, miskinlerin hacetlerine koşanların mükâfâtı fîsebilillah mücahid sevabı olduğu; bunların, geceleri kàim, gündüzleri sàim olan kimselerin sevapları kadar sevap alacaklarına dair, hadis kitablarında en azından yirmiden fazla hadis-i şerif zikredilmiştir.

h. Meşâyıha Ta'zim

Müslümanlıkta yaşlanmış, saçını, başını ağartmış, sinn-i şeyhhete erişmiş kimselere elden gelen hürmet, saygı ve ta'zimi yapmaktır. Ulemâ ve üstazların, bu hürmet ve saygıya herkesten daha lâyık olduklarını beyana lüzum yoktur. Her fırsatta kendilerinden faydalandığımız bu mübarek zevata karşı borcumuz olan ta'zim, tekrim ve hürmette kusur etmek, edib ve kâmil insanlara kat'iyyen yakışmaz. Ulemâsına, meşâyıhına ve üstazlarına hürmet, kendi kemâllerinin alâmetidir.

i. İhvâna Hizmet

Din kardeşlerine karşı olan hizmet borcudur ki, kişi öz kardeşine hizmete nasıl borçlu ise, din kardeşine de aynı sûrette, hattâ daha ziyadesiyle hizmete borçludur. Bu hizmet, birbirlerine muhabbet, meveddet ve sevgilerin çok artmasına sebep olur. Hem ind-i ilâhide dereceleri artar, hem de Cenâb-ı Hakk'ın çeşitli lütuf ve sonsuz ikramlarına erişilmesine vesile olur. Bu hususta İhyâ-u Ulûm'un 2. cildinde çok uzun tergîb ve teşvikler vardır. Et-Tergîb vet-Terhîb'in 4. cildinde de pek geniş ma'lûmat mevcuddur. İnsan onları okuyunca, adeta bütün işlerini bırakıp, ihvan ve sulehànın hizmetine koşacağı geliyor.

222

j. Tevbe

İnsanın, hayatı içinde işlemiş olduğu günahlara ve ibâdetsiz geçirdiği vakitlere, nedâmet ve pişmanlık duyup, Hakk'a rücu ve ilticasına denir ki, halktan yüz çevirmesine vesîle olur. Bu tevbe, her mü'min için farz-ı ayındır. Bir an evvel tevbe-i nasuh ile tevbe edip, abid, zâhid, sàlih ve Hakk'ın ni'metlerine şâkir, aynı zamanda zâkir kullarının arasında yer almağa sa'y u gayret göstermesi elzemdir.

Tevbeden mahrum, isyan vadilerinde keyfe mâ yeşâ yaşayanların, akıbetlerinin felâket ve husranla neticeleneceğinde şüphe yoktur. Binâen aleyh, evlâda ve iyâle, dost ve ahbaplara her fırsattan istifade ile tevbenin lüzûmunu ve ehemmiyetini duyurmağa çalışmalıdır.

k. Allah'tan Hayâ

Hayâ Cenâb-ı Hakk'ın kullarına bir lütuf ve ihsanıdır. İman ile hayâ bir karın kardeşi olup, birinin bulunduğu yerde diğeri de bulunur. Meselâ, imanın bulunduğu yerde hayâ da olur. Hayânın bulunmadığı yerde ise imanın bulunmayacağı da âşikârdır. "Hayâ imandandır." hadis-i şerifi de bunun delilidir.

Hayâsı olmayan kişi, gazab-ı ilâhiyeye uğrayacağı cihetle, hat ve harekatı kötüleşir ve âdîleşir. Hayâsız insan, kendisinin liyâkatsizliği sebebiyle, emanet denilen ni'metten de mahrum olur. O zaman tam mânâsıyla hainlik üzerine çöker ve onda merhametten eser kalmaz. İşte, o zaman bütün hareketleri şeytànî olur. Artık onda İslâmi bağlılık da kalmaz. Bunun için ehl-i İslâm indinde hayânın kıymeti pek yüksektir.

223

l. Tâat

Hakk'a inkıyad edip, mutî olmağa derler. Kula lâzım olan kendisinin fânî olduğunu idrak edip, muhtaç olduğu maddî ve mânevî kuvvet ve kudreti ve hiç tükenmeyen sonsuz nîmetleri kendisine meccânen lütuf ve ihsan eden Halik-ı Zül-Celâl'e karşı, şükran borcunu ödemek üzere emrolunduğu ibadeti yapmağı ve yasaklarından da kaçınmağı borç bilmektir. Taatte ihmal ve kusur ile Hakk'a vuslat mümkün olmayacağı gibi, insanın olgunlaşmasının da mümkün olamayacağı, her akl-ı selim sahibi için ma'lûmdur.

SABIR

Abidlerin ibâdetleri, zâhidlerin zühdleri, saimlerin oruçları, hacıların esnâ-yı hacda karşılaştıkları müşkülleri yenmek için, nefsini feryâd ü figandan habsedip, günah ve kötülükleri de işlememek üzere nefislerine hakim olmaları hep sabırla mümkündür. Çünkü, sabrı olmayan veya pek az olan kimseler, teşebbüslerinde muvaffak olamazlar. Muvaffakıyyetlerin birinci sırrı sabır olup, istikametten ayrılmamaktır. Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Azîmüşşan'da sabredenleri pek güzel övmüştür.

"Sabrın imandaki yeri, başın cesetteki yeri gibidir. Sahibini cennete idhal eder. Sevabı da köle azadından efdaldır." buyrulmuştur.

224

Sabır; gam, gussa ve kederlerden kurtulmayı Allah'tan beklemektir. Bu da amellerin efdali ve a'lâsıdır. Her şeyin bir cevheri vardır, insanın cevheri de akıldır. Aklın cevheri ise sabırdır. Sabır, bir nevî nefsi ovmaktır. Yâni, bir şeyi yumuşatmak için nasıl ovulursa, nefsi de böylece ıslah edebilmek ve ondan lâzım gelen faydayı elde etmek için, onu da ovmalıdır. Yâni, onu kendi haline bırakmayıp, riyâzetlerle Hakk'ın emirlerine inkıyada ve rızasını talebe alıştırmaktır. Nefeslerimizi nasıl ki tabii olarak hiç yorulmadan ve zorlanmadan alıp veriyorsak, sabırla da tıpkı böyle her şeyi hal-i tabiîsinde karşılamalıdır.

Sàbir, menhî olan meàsîlerden, mekruhlardan ve mezmum olan şeylerden, zahiren ve bâtınen sabretmelidir. Yâni, yapmamak için dayanmalıdır. Her ne kadar bunların iyi olmadığı ilimle bilinirse de, sabır olmadıkça ilim kâfî gelmez. Bu sebepten ilimle sabır birbirinden ayrılmayan iki refik veya ruh ile ceset gibidir. Yâni, ruhsuz ceset gibi, cesetsiz ruh da bir şeye yaramaz; kemâl ikisinin birleşmesiyledir.

225

Cenâb-ı Hak Sübhànehû ve Teàlâ Hazretleri bütün peygamberlerine de hep sabır tavsiye buyurmuştur. Onların ümmetlerinden görecekleri her türlü meşakkat ve sıkıntıları, ancak sabırları sayesinde yenecekleri ve kendi nefislerine değil Allah için sabır etmeleri gerektiği duyurulmaktadır.

Seriy-yi Sakatî KS Hazretleri'nden sabrın mâhiyeti sorulmuş, o da lâzım gelen ma'lûmatı verirken, ayağını bir akrep sokmağa başlamış.

Kendisine:

"--Efendim, niçin öldürmüyorsunuz veya def etmiyorsunuz?" diyenlere:

"--Allah'tan hayâ ederim, hem sabırdan bahsedeyim, hem de bir akrebin ısırmasından dolayı feryâd ve figan edeyim; olacak şey değildir bu!" demiştir. (Tabakàtül-Kübrâ, 4/220 )

Cüneyd (Rh.A); "Allah-u Teàlâ Hazretleri mü'minlere iman ile ikram etmiş ve imanlarını akılla, akıllarını da sabırla ikram etmiştir." demiş. Binâen aleyh, iman mü'minin zîneti, akıl imanın zîneti, sabır da aklın zîneti olduğunu beyan etmiştir. Şu halde sabır, imanda en mühim mevkîyi ihraz etmiş olmaktadır.

Cenâb-ı Hak Sübhànehû ve Teàlâ Hazretleri, Kur'an-ı Azimüşşan'ın tam yetmiş küsur yerinde, müteaddid vesilelerle sabrı zikretmektedir. Sabrın lüzûmu, sabrın ehemmiyeti, sabrın derecesi, kemâli, sevabı anlatılmakta ve sàbirleri tebşir etmekte, sayısız faydalar saymakta; dolayısıyla kulların sabırlı olmalarını teşvik ve terğîb etmektedir. Bundan da anlıyoruz ki, sabır muhakkak lâzımdır.

226

Ahlâklar umumiyetle iki kısımdır: Bir kısmı peygamberlerde ve bazı velîlerde olduğu gibi vehbîdir; Cenâb-ı Zülcelâl Hazretleri'nin bir lütuf ve ihsânıdır. Onun için onlarda kat'iyyen yorulmadan ve zorlanmadan, tabii haliyle cereyan etmektedir. Çünkü onlar bizlere nümûne olacaklardır; binâen alâ zâlik, nümûnelerin her halde hiç noksansız, en güzel, en iyi şekilde ve kemâl derecesinde olmaları matlubdur ve böyle olması da tabiidir.

"Sabrın imandaki yeri, cesetteki ruh gibidir." demişlerdi ki, ruhsuz bir cesedin hiç bir kıymeti olmadığı gibi, sabırdan mahrum imanın da buna benzetilmiş olması ne kadar şâyân-ı dikkattir. Dünyanın bütün harekâtı da bunu bize açıkça göstermektedir. Bütün muvaffakıyetler, hep sabrın sonunda elde edilen nîmetlerdir. Bundan dolayı sabrı; bilme, hal edinme ve amel ile izah etmektedirler.

Bunu şöyle anlatırlar: Sabır bir ağaç; hal onun dalları, yaprakları; amel de meyvasıdır. Bilgi, maarif olmuş hâli olmazsa, yâni, bilgi ona hal olamamış ise, dalsız, yapraksız ve meyvesiz ağaç gibidir. Ne zaman ki, ilmi kendisine hâl olursa, o zaman sanki ağaç dallanır, yapraklanır ve meyvalanır. İşte böyle bir ağaçtan nasıl istifade edilirse, ilmi kendilerine hal olan kimselerden de o zaman istifade mümkündür.

227

Şakik el-Belhî, evliyâullahtan ve mücâhidînden, alim ve fazıl bir zâttır. Vefatıyla yerine talebelerinden olgunca birini münâsib görmüşlerse de, o zât:

"--Ben henüz o seviyeye erişmedim, belki bir sene sonra bu mümkün olabilir." diyerek özür dilemiş.

Cemaat de:

"--Pekâlâ, bir sene sana müsaade..." demişler.

Bir sene sonra tekrar o zâtı vazifeye dâvet edince kendisinde henüz o kabiliyeti görmediğini söyleyerek, bir sene daha izin istemiş. İkinci senenin sonunda derse başlamış, cemaat de çok memnun kalmışlar ve kendisine:

"--İki seneden beri niçin bizi derslerinizden mahrum ettiniz?" demeleri üzerine;

"--Ben kendimi tecrübe ediyordum. Bakıyordum ki, hayvanat benden ürküp kaçıyorlardı. Elbette hayvanlar kaçınca, insanlar da kaçacaklar diye düşünüyordum. Şimdi ise hayvanlar artık benden kaçmaz oldular, anladım ki dersin zamanı gelmiştir."

Öyle ya, korkak bir adamın şecâatten bahsetmesi; cimri, bahil ve sıkı bir kişinin cömertlikten söz açması; sabırsız bir adamın sabırdan dem vurması; her tarafı gazab halinde olan birinin hilimden söz etmesi; kibir, gurur, ucüb, hased, hırs ve sâire gibi kötü huyların kendisini istila etmiş olduğu bir bedbahtın, bütün bunların fenâlığından bahsetmesi; tevâz ve hilimden nasibi olmıyan birinin de, tevâz ve hilmin iyiliğinden söz etmesi ve buna benzer haller ne kadar abes ve gülünç ise, ilimdeki hüneri ancak güzel laf etmekten ibaret olan kimselerin de halleri bu kadar acaiptir.

228

Binâen aleyh, ulema-i zevil-ihtirâma yakışan, yalnız kelimeler üzerindeki sanat inceliklerini bilmekle gösterdikleri bu çeşit ma'lumat-füruşluk olamaz ve bunlar hiçbir zaman ehli yanında makbul ve memduh değildir. Hele akıl sahiplerine hiç de yakışmayan bir sıfattır. Bu sebeple, her ilim sahibine lâzım ve lâyık olan, evvel emirde kendi nefsinin ıslahı için sa'y ü gayret göstermesi; bunun için de muhakkak sûrette kendisini yetiştirebilecek derecede alim, fâzıl, kâmil, ahlâk ve seciyyesi üstün, dünyaya meyyal olmayan, şan, şeref ve şöhrete kıymet vermiyen, tasavvuf ehlinden bir zâtı kendisine rehber edinmesi şarttır.

Kendi kendine yetişene, hudâî nâbit derler. Öyleleri ya sobalara odun veya hayvanlara yem olurlar. Ne zamanki güzel bir aşıcının eline geçer, o da ona güzel bir aşı vurursa, gerek nebatatta ve gerekse hayvanatta, zamanımızda görüldüğü gibi pek güzel meyveler ve çok güzel yavrular elde etmek mümkündür. Hattâ bu gün bu çalışmalar neticesinde, hergün iki yumurta yumurtlayan tavuklar bile elde edildiği görülmektedir. Koyunlar, atlar, sığırlar hep gözlerimizin önündedir. Bizim eski ineklerimizin, günde a'zamî üç-beş kilo verdiği süte karşılık, bugün yeni cins ineklerin 25 ilâ 35 kilo gibi bol miktarda süt vermekte oldukları meydandadır. Sen artık, "Bizim ineklerin sütleri şöyle yağlıdır, böyle güzeldir." diye kendini ister aldat, ister teselli et...

229

Şu demek oluyor ki, çalışma neticesinde her şeyde bir ıslah, bir kemâl elde edilebilmektedir. O halde eşref-i mahlûkat olan insan niçin ıslah edilip, kemâle ulaştırılmasın?.. Bu, muhakkak ki, bizim beceriksizliğimizden başka bir şey değildir. Baksanıza, sabırdaki azmiyle yakîn ni'metine mazhar olanların, geceleri kàim, gündüzleri sàim olanların sevalarına nail olacakları bildirilmiş. Bunun gibi, "Sabreden derviş, muradına ermiş." atalar sözünü de unutma!

Sabredip sevabını da Allah'tan umanlar şüphesiz, hesapsız sevaplara nâil olacaklardır. Mahlûkatın her imkânının bir had ve hududu vardır. Lâkin, Hak Sübhànehû ve Teàlâ'nın hazineleri ne biter, ne de tükenir. O, sabredenlerin ecrini hesapsız olarak verir. Hattâ, bazı suallere, sabrın imandan olduğu ve imanın sabır ve cömertlikten ibaret bulunduğu mealinde cevaplar verilmiştir.

Hacdan sorulduğu zaman;

(El-haccü el-arafetü) buyrulmuştur ki, "Hac Arafe'den ibarettir." demektir. Bu demek değildir ki, Hac yalnız Arafat'ta bulunmakla tamam olur; belki, Arafat'sız hacılık olmaz mânâsınadır. Yoksa, diğer erkânlarına lüzum yok demek değildir. Fakat en mühim rüknü Arafat'tır. Binâen aleyh, sabır imandır; iman da sabırdır. Yâni yukardaki hadiste geçen hacda olduğu gibi, imanın en büyük rükünlerinden biri de sabırdır.

230

Zîrâ, sabır olmadıkça ne ibâdetlere devam ve sebat, ne de menhiyattan kaçıp korunmak mümkün olabilir. Hele, Allah-u Teàlâ'nın sabırlıları sevmesi ve onlarla olmak şerefini bahşetmesi, hangi tada ve lezzete denk olabilir?.. Hemen Cenâb-ı Hak, bizleri bu ni'metlerin kadr ü kıymetini bilenlerden eylesin, âmin...

Hazret-i Ömer İbnül-Hattâb RA'ın, Hazret-i Ebû Mûsâ el-Eş'arî RA'a yazdığı bir mektup ne kadar ehemmiyetlidir. Şöyle buyurur:

"--Yâ Ebâ Mûsâ, sabra devam eyle! İyi bil ki sabır ikidir, biri diğerinden efdaldir: Musibetlere sabır güzeldir; lâkin, Allah-u Teàlânın haram kıldıklarından sabredip uzak kalmak daha efdaldir. Yine iyi bil ki, sabır imanın kıvamıdır. Bu sebebden takvâ, yani Allah-u Teàlânın yasaklarından korunup kaçmak, iyiliklerden, ihsanlardan efdaldir. İyilikler, ihsanlar hep güzel şeyler; fakat, günahlardan korkup kaçmak, iyiliklerin, ihsanların tâ kendisi ve daha da efdalidir."

Hazret-i Ali KV buyururlar ki:

"--İman, dört esas üzerine kuruludur: Yakîn, sabır, cihad ve adalet."

231

Yine buyururlar ki:

"--İman, cesetteki baş gibidir."

Başı olmayan cesedin ne kıymeti vardır? Öyleyse, sabrı olmayanın da imanı böyledir. Kemâlsiz imandır. İmanında kemâl yoktur, demek olur.

Ebüd-Derdâ RA Hazretleri de buyururlar ki:

"--İmanın son noktası, en üstünü, Allah-u Teàlâ'nın hükümlerine sabır ve takdirine razı olmaktır. Her kim kadere iman ederse, özünden inanırsa, bütün kederlerden emin olur."

Ey kardeş! İyi bilesin ki sabır, din makamlarından bir makam, saliklerin menzillerinden bir menzildir. Bilumum din makamları şu üç şeyle tamamlanır: Bilgi, hal, amel... Bilgi, buna maarif de diyorlar ki esastır, halleri cezb eder, kişiyi hal sahibi yapar. Haller da amelleri meydana getirir. Maarifi ağaca, hali dallara ve yapraklarına, ameli de meyvasına benzetmişlerdir. Yani, ağaç olmayınca dal, ne hal, ne de amel olur.

Binâen aleyh, Allah-u Teàlâya giden sâliklerin yolları şu üçten ibarettir. Bunlar da birbirlerinden ayrılmazlar. Bunlar denk ve tamam olunca, İslâm mâkinası güzel işler. Ufacık bir saatin bile çarkları denk olmazsa, o saatin hiçbir şeye yaramaz olduğu herkesçe ma'lumdur. Diğer bilumum mâkineler de böyle değil midir? Bazı esaslardan olan çark ve aletlerin bozulması veya kırılması, yüz milyonlarca liraya mal olan tayyare ve gemiyi muattal ve işe yaramaz bir hale getirir. Tâmir kabul ederse ne a'lâ; etmeyecek bir dereceye geldiyse, artık onu bir tarafa atmaktan başka çare kalır mı? Şu halde sabır, maarif ve halin mahsulüdür ki, meyvası iyi kulluktur. Bunu anlamak için şunları bilmeğe muhtacız:

232

Cenâb-ı Hakk'ın sayısız mahlûkları arasında üç nevi mahlûk vardır; bunlar insan, hayvan ve melektir. Bunları gözümüzün önüne alınca bakıyoruz ki, hayvan dediğimiz bütün her çeşit canlılar sırf şehvetin mahsulüdür. Akıl, zeka, kiyâset ve ahlâk-ı hamîde diye saydığımız, hilim, sabır, sehavet, adalet, merhamet, şefkat, re'fet, hamiyyet ve istikbal dâvâsı gibi huyları ve meziyyetleri yoktur. Sırf şehvetleri iktizası yiyip, içip, şehvetlerini istedikleri gibi, güçleri nisbetinde teskin edip, müddetleri hitàmında ölüp giderler. Bulduklarını yiyebilmek için günah falan tanımazlar. Ellerine fırsat geçince insanları bile yerler.

Maymun gibi bazı hayvanlarda görülen şekli bazı kemâlat taklitciliktir, yine bir nevi hayvani halâttır ve onların üstünlüğüne delâlet etmez. İşte kim bilir nice bin seneden beri hayvan yine o hayvandır. Hemen hemen hiç değişmemiştir. Hattâ, hayvan demek şehvetlerinin esiri olan mahlûk demektir.

İkincisi olan meleklerde ise, kat'iyyen şehvet yoktur. Yalnız vazifeleri ne ise onu bilirler ve onu yaparlar. Yaratılışları muayyen bir iş içindir. Hepsinin vazifeleri ayrı ayrıdır. Bir kısmı insanın muhafazası için yaratılmıştır; iç ve dış hizmetlerimizde bizlere yardımcıdırlar. Bunların varlıklarına, Allah-u Teàlâ'nın bildirmesiyle inanır iman getiririz.

233

Meselâ, hasenat ve seyyiatımızı da bu cins melekler yazar. Dâimâ bizleri gözler ve hareketlerimizi tâkib ederler. İyilikler yapınca, hemen sağdaki melek vakit geçirmeden yazar. Eğer günah işlersek tevbe edebilmemiz için --bazı rivayetlere göre, altı saat kadar-- mühlet verirler. Eğer bu müddet içinde tevbe edip, vaz geçersek günah yazmazlar. Bu, Rabbimizin kullarına mahzâ bir lütfudur.

Fakat, üçüncüsü olan biz insanlar ise, böyle hayvanlar menzilesinde kalmayıp; eşref-i mahlûkat, ekrem-i mahlûkat, yer yüzündeki halifeliğe layık, gayetle mümtaz; akıl, feraset, zekâ, ilim, irfan ile müzeyyen kılınmışızdır. Allah-u Teàlâ bütün esmâyı o insana ta'lim buyurmuş, cennet ve cemâliyle müşerref olabilecek derecede yüksek bir evsafta, şehvetini icabında kırıp durdurabilecek kudrette yaratmıştır. Müslüman onu ancak meşru yolda kullanârak iffetini de muhafaza ederek, ümmet-i Muhammed'in (SAS) çoğalıp, Allah-u Teàlâ'ya kulluk edebilecek bir zümrenin bekàsına hizmet için kullanır. Günah, haram, yasak ve yaramaz şeylerin hepsinden son derece sakınır, aynı zamanda insanlık ve İslâmlık iktizàsı merhamet, şefkat, sevgi, saygı, teàvün, birbirlerine yardım, mâlen, rûhen, ceseden birleşme, topluluk, cemiyyetçilik, kardeşlik, ülfet, ünsiyet, cömertlik, iffet, hayâ ve daha sayılmakla bitmeyecek kadar çok ve üstün meziyetleri kazanmaya çalışır.

234

İki melekve onların sayısız yardımcılarıyla desteklenmiş olan insan, rehberimiz, mürşidimiz, mürebbîmiz, ciğerimiz olan Peygamberimiz SAS Efendimiz Hazretleri'nin gösterdiği ve gittiği yoldan gider ve kitabımız olan Kur'an-ı Azîmüşşan'ın da emirlerine ve yasaklarına riayet ederek yaşarsa, melekleri de geçer, rahmet ve cemâl evi olan cennete nâil olur. Orada Cenâb-ı Hakk'ın cemâl-i ilâhiyesini müşahede ile bütün diğer cennet ni'metlerini unutur, müstağrak-ı feyz-i ilâhi olarak, mest ve hayran kalır. Cennet hurilerini de hayretlerde bırakacak güzellikler ve tavsifine imkan olmıyan bunca ni'metler, işte şu insan için hazırlanmıştır.

O insan ki, hayvanlar gibi şehvetinin esiri değildir. Belki o, şehveti, aklı ve zekâsı sayesinde, üstüne binilen bir at ve bir araba gibi kullanıp menzil-i maksûduna selâmetle ulaşır; Hakk'ın rızasını kazanmaya çalışır. Onun için akıl, hayvanın üzerine binen adamın elindeki gem, dizgin gibidir. Hayvanı onunla istediği gibi sevkeder. Dizginleri elinden bıraktığı zaman azgın hayvan nasıl başını alıp gider, zabt olunmaz hale gelir ve hattâ üstündeki sahibini yerlere atıp sürükler ve perişan ederse; şehvetlerine mağlub olan kimselerin halleri de tıpkı buna benzer.

235

İnsanlık şeref, meziyet ve ulviyyeti, şehvetlerine mağlub olanların değil, belki şehvetlerini, şeriat, iman ve İslâm'ın verdiğini salâbet-i diniyye sayesinde Hakk'ın rızasına uygun bir şekilde kullanarak hayatlarını idame ettirmeye sa'y ü gayret gösteren bahtiyar kimselerin hakkıdır. Bir çocuk doğuşunda, bir hayvandan farklı değildir. O da tıpkı hayvanlar gibi yalnız şehvetiyle (yani arzularıyla) yaşar. Onda akıl henüz kemâle ermemiştir. Ağlaması, bağırıp çağırması hep şehvetinin icabıdır.

Fakat, lütf-u İlâhi ile büyüyüp temyiz haddine eriştiği ve nihayet büluğ derecesine vardığı zaman, aklı erdiği ve iyiyi, kötüyü, helâli, haramı, günahı, sevabı ayırabilecek noktaya geldiği için, kendisine teklifât-ı ilâhiye gelir. İşte bu devirde Cenâb-ı Hak tarafından ona yardımcı, hidayetçi iki melek verilir. Bunlardan biri doğruyu gösterir, diğeri de ona yardım eder. Bu sûretle hayvanî şehvet sıfatıyla; melekî, rûhî sıfatlar, daha açıkcası, şeytan askerleriyle Hakk'ın askerleri olan melekler karşılıklı olarak mücadele ve muharebeye başlarlar.

236

Burada insan, bu iki taraftan birini yardımcısı olmak durumundadır. Eğer şeytan askerlerine yardım eder, şehvetin iktizâsını işlerse; tam bir komünist gibi, bir hayvan gibi, belki ondan daha aşağı derekeye, esfel-i sâfilîne düşer. O güzel, canım insanlıkdan hiç bir nasib alamadan bu fani dünyaya gözlerini yumar. Bu insanlık cevherini boşu boşuna zâyi ettiğinden dolayı azab ve elem evi olan cehennemin yolunu kendi eliyle seçmiş olur ki, ne kadar acınsanız yine azdır. Çünkü, sizin yeriniz, süflîlerin yeri olan cehennem değil, belki ulvîlerin makamı olan cennet ve cemâlullah idi.

Eğer bu mücadele ve muharebede aklınızı başınıza alıp, şehvetin esiri olmadan, Hakk'ın askerlerine yardımcı olur, şeytanı mağlub eder, yenerseniz; Cenâb-ı Hak da onun askerlerinin yardımcısı olduğunuzdan nâşi, sizlere her zaman ve her yerde yardım edeceğini va'd buyurmuştur.

Şu gördüğün ufacık gövde, bütün kâinatı içine almış bir zübdedir, kâinatın hülâsasıdır. Bu cesette iki zıd kuvvet birbiriyle çarpışmaktadır. Vücud ikliminde, yani cesette, bu kuvvetlerden hangisi galib gelirse, onun hükmü altında yaşamak mecburiyetinde kalınmaktadır.

237

Dünyadaki esirlik çok ehvendir. İnsan ne kadar zàlim bir devlete esir düşmüş olsa bile, yine bazı hürriyetlere sahiptir. Abdest alıp namaz kılmanıza, Kur'an okumanıza karışmazlar. Yalnız, onun koyduğu tel örgülerin, kampların içinde mahbussunuz. Fakat, dininize ve diyânetinize karışmadıkları müteaddid hadiselerle sabittir. Hattâ, dindarlara bazı müstesna haklar bile tanırlar.

Fakat, nefsin, şehvetin, şeytanın esiri oldunuz mu, bunların ilk vazifeleri sizi Allah'tan ayırmak ve sizi yalnız, yardımcısız bırakıp, istediği gibi mahv ü perişan etmektir. Artık tutulur tarafınız kalmaz. İnsanlığa faydalı değil, tam tersine zararlı bir canavardan daha beter bir hale gelirsiniz.

Şimdi sen, bir insan olmak münasebetiyle iyice düşün, bu iki askerden hangisine yardım etmenin lâzım olduğunu bil de, bu fânî dünyayı nâmütenâhi olan ahiret nîmetlerine değişme!

Fakat bu, o kadar kolay bir iş değildir. Mücadele ve muharebelere alışmamış, bâhusus korkak ve menfaatperest insanların hiç de işi değildir. Bu ilk büluğ yaşından iîtibâren muharebe ve mücadeleleri göze almış, yılmaz, korkmaz kimselere ve bitmez, tükenmez bir sabra muhtaçtır.

238

Bu da kâfî değildir; insanın evvelâ düşmanını bilmesi lâzımdır. Dünyadaki düşmanlar görülür ve maddi imkânlarla çarpışılır, zafer bulursan ne mutlu, eğer mağlub olursan, esir olur veya şehid düşersin, yine cenneti hak edersin. Lâkin, bir düşman olan şeytan, ne görülür ne de tutulur. Binâen aleyh, bununla mücadele, mânevî ve rûhànîdir. Mânen ve rûhen desteklenmeyen, bu desteği te'min edemiyenlerin bu muharebelerde muvaffak olmaları çok müşküldür.

Görüyoruz ki, dünyadaki muharebeler için milletler güçleri nisbetinde nasıl çalışıyor ve hazırlanıyorlar. Askerlik hizmeti diyerek paralı, parasız bir çok kuvvetleri ta'lim ve terbiye ile muharebe usulleri öğreterek, senelerce hürriyetlerinden mahrum ediyoruz. Eğer harb öyle kolay bir şey olsaydı, herkes evinde işiyle, gücüyle meşgul olur, şayet bir harb olursa silâhını alıp koşardı. Koşardı amma iş işten çoktan geçmiş olurdu.

Askerlik hizmeti nasıl mecburi ve lâzımsa, kumandanları ve harb malzemeleri de keza, hem de hiç eksiksiz olması gerekse; bunlardan bir kaçı olmadığı takdirde, mağlubiyeti göze almaktan başka çare kalmayacağı nasıl ma'lûmunsa, bu şeytan aleyhillânenin ve onun hizmetkârları olan şehvet ve nefsaniyetin karşısında da mânen seni destekliyecek, muktedir, şehvet ve nefislerine hakim, sàhib-i ilm ü irfan olan zevât-ı kirâmın da yardımlarına muhtaç olduğunu unutma! Onların himayesinden ayrılma ki, şeytan seni yalnız bulup da ezmesin ve Hak'tan ayırıp cehennemlik etmesin!..

239

Kumandansız muharebe nasıl mümkün değilse, mürşidsiz bu azgın düşmanların hakkından gelmek de öylece mümkün değildir dersem, sakın beni ayıplama! Sen her şeyi kendi aklınla ölçmeye kalkarsan muhakkak aldanırsın. Ölçü, Allah'ın ve onun Rasûlünün ölçüsüdür. Birisine farz, diğerine sünnet derler. Senin ölçün ancak bu iki ölçüye uygun ve denk olursa, o zaman makbul olur. Yoksa, zararda olduğunu bilmen gerektir. Sen ne kadar sabırlı olursan ol, düşmana atacak silâhın, kurşunun olmazsa sabrın ne faydası olur?..

Sabrın baş destekçisi zikrullahdır. En az günde beş bin zikir yapmıyanların halleri harabdır. Bu, askerin cephanesi gibidir. Silâhı ve cephanesi olmayan askerin hâli neyse, senin hâlin de öyledir. Binâen aleyh, evvelâ tevbeni yap, Hakk'a dön, sonra beş vakit namazını cemaatle edâya devam et! Hele, sabah ve yatsı namazlarını hiç kaçırma ve sabah namazından sonra hemen camiden çıkma, işrak vaktine kadar otur; bildiğin zikirlerle ve bâhusus İhlâs Sûresi'ni çok okumak sûretiyle vaktini doldur! Güneş doğduktan 30 veya 45 dakika sonra, iki veya dört rekât işrak namazı'nı kıl, Allah'a güzelce yalvar!

240
241 ilâ 260. sayfalar