Yok böyle bir şey... Yâni, kimse kimseyle bizdeki gibi, "Burnunun üstüne bir kafa atarım, burnundan çeşme gibi kan boşaltırım. Yumruğu bir tane çakarsam, 32 dişini yere dökerim. Böyle şeyler yok... Neden?.. Kısas var, korkuyor millet...
Öldürmek yok... Trafikte insanın kıymeti fevkalâde yüksek; akar sular duruyor. Adam sallana sallana bir yerden öbür tarafa yürüyor. Sen frene basıyorsun, bekliyorsun. Trafikte geçilecek yer mi, geçilmeyecek yer mi, mühim değil... İnsanın kıymeti önemli oluyor.
İşte muhterem kardeşlerim, bizim zihin yapımız bu... Tabii, bu zihin yapısından bizim kaymamamız lâzım! Dünyalık gönlümüze girmemeli ama, elimizden de çıkmamalı!.. Yâni, elinde para olmalı insanın ki, Allah yoluna sarfedebilsin... Elinde imkân olmalı ki, düşmana karşı kullanılabilsin.
Falanca yerde harb oluyor... Osmanlı her sene harbetmiş Avrupalılarla... Her harbin bir faturası var, bedeli var... Şu kadar altın lira gitmiş, bu kadar altın lira gitmiş. Her sene bu harb olunca, bütçede harb masrafı diye bir büyük yekün tutmuş.
Bizde de bugün, millî savunma bütçesinin genel bütçede büyük bir yeri olduğunu biliyoruz. Onun da kalkınmada menfî tesiri olduğunu biliyoruz. Çünkü biz askeri asker olarak tutuyoruz. Yâni yiyici, üretici değil tüketici bir zümre oluyor. Büyük masraf...
Japonya, Amerika'nın istilasında olduğu için ordu teşkil edemiyor. "Oh, canıma minnet!" diyor. "Tamam! Sen bana orduyu teşkil ettirmiyor musun; çok teşekkür ederim." diyor. O da var gücüyle ekonomiye sarılmış, harıl harıl çalışıyor, para biriktiriyor. Biriktirdiği para ile gidiyor, Amerika'daki şirketlerin hisse senetlerini alıyor. Piyasada, borsada satılıyor ya... Alıyor onları... Şirketlerin çoğunun sahibi Japonlar... Hisse senetleri yüzüyor çünkü, böyle ordan oraya, elden ele gidiyor. Asıl sahipleri Japonlar... Amerikan şirketleri para kazanıyorsa, Japon'un cebine gidiyor. Amerika'dan intikam alıyor Japonya...
Onun için birisi bir kitap yazmış; Amerika'da gözüme ilişti, okudum. Diyor ki: "Japonlar bizden intikam alıyor. Bizi içten yıkacaklar. Mahvolduk, istilâ halindeyiz, istilâya uğramış durumdayız. Japonların istilâsı altındayız." Doğru... Mukayeseler vermiş: Amerika'nın en büyük şirketleri, Japonya'nın en büyük şirketleri... Sermayeleri mukayese ediyorsun, Japonya bitirmiş Amerika'nın işini...
"Sen misin bana ordu kurdurtmayan?.. Tamam kurdurtma, enayiliğine doyma!" Ondan sonra bütün gücüyle ekonomiye sarılmış. Hammaddesi yok, ülkesi dar, toprakları kısıtlı, nüfusu çok... Ama bütün bu menfi şartları düşünerek, bu engelleri aşarak bir ekonomi meydana getiriyor. Muazzam bir üretim ve bu üretimin müthiş bir pazarlaması ile, dünyanın her yerine hakim...
Almanya'ya, İngiltere'ye bağırta bağırta televizyon satıyor, araba satıyor. Niye?.. Ucuz veriyor. Onların direnç noktalarının altına iniyor. Direnemeyeceleri noktaya getiriyor işi... Harıl harıl arabasını satıyor, televizyonunu satıyor, elektronik cihazını satıyor... Adamlar ne yapacağını şaşırıyorlar. Çünkü, batılılar Japonlar kadar hırslı değil... Çünkü, ehl-i dünya... Çünkü, sarhoş... Çünkü, keyfine düşkün... Japon öyle değil... Japon mesâi saatiyle yetinmiyor.
Amerika'nın meşhur iş merkezi Manhatten'da, saat altıda Amerikan firmalarının hepsinin elektrikleri sönüyor. Bakıyorsunuz, tamam, firmalar tatil oldu. Japon firmaları ilâve olarak dört saat daha çalışıyorlar. Onların ışıkları saat ona kadar yanık duruyor. neden?.. "Ancak fazla çalışmayla bunları yenebiliriz." diye biliyor Japonlar... Fazla çalışması lâzım, üretim yapması lâzım! Daha fazla mesâi sarfetmesi lâzım!.. Mesâinin verimli olması lâzım!..
Bir otomobil fabrikasında tezgâhlar mahdut, tezgâhlara yüklenilen yapılacak işler çok... Binâen aleyh, tezgâhtaki kalıp çıkacak, başka bir kalıp gelecek, tezgâh o kalıbı çalışacak... O kalıp çıkacak, başka bir kalıp takılacak, tezgâh onu çalışacak... Tezgâhlar sınırlı; işler böyle tezgâhlara kalıp değiştirerek yaptırılacak. Bir kalıbın değiştirilmesi --ben burdaki arkadaşlara da sordum-- ayarı zordur, sekiz saat filân sürer dediler. Başka ülkelerde de böyleymiş. Bir makinadan kalıbı çıkartacaksınız, yeni bir kalıbı takacaksınız, ayarlayacaksınız. Eğri olmasın, yamuk olmasın, kaymış olmasın, bilmem ne... Ondan sonra onu çalıştıracaksınız ve seri üretim olacak.
Bu kalıbın değişmesi sekiz saat... Bir başka devlet bunu altı saate indirmiş, iki saat tasarruf sağlamış. Japonlardan birisi oturmuş, --şeytan-- düşünmüş taşınmış, uğraşmış didinmiş; nasıl yaptıysa, nasıl bir sistem geliştirdiyse... Problem çünkü bu... Sekiz saatte kalıbın değişmesi demek, tezgâhın sekiz saat çalışmaması demek... Bu iş kaybı.. Yâni cihazın kullanılamaması durumu... Bunun için düşünmüş bunun üzerine... Bu bir problem...
Dün ben ergonomiyi dinlerken Sacid (Adalı) Bey'den, hep onu düşündüm. Yâni, "Ergonomiyi nasıl tarif edersin?" deseler bana, ben o anladığımla derim ki: "İş hayatında karşılaşılan problemleri üzerinde kafa çalıştırıp çözme sanatı, çözme mesleği..." İşin aslı o...
Şimdi bir problem karşına geliyor, sekiz saatte bir kalıp değişiyor. Bu fazla... Sekiz saat işçiler yatıyor, tezgâh yatıyor. Büyük bir kayıp... Bunların hepsine para veriyor insan... Parasını kendisi verdiği zaman yüreğine oturur. Cebimizden beş kuruş düşse üzülürüz. Cüzdanımızı çaldırsak, mahvoluruz. Ama, başkasının parası olunca insan aldırmıyor da, kendi işi olunca üzülüyor.
Üzerinde düşünmüş. Sekiz saati nasıl azaltabilirim, altı saatten nasıl aşağı indiririm derken, muazzam bir şey bulmuş: Sekiz dakikada kalıp değiştiriyormuş. Kalıbı ordan alıyor, burdan söküyor, trak takıyor, bitiyor iş... Ne kadar önemli...
Eskiden dolma tüfekler vardı. Dolma tüfeğin içine ağzından barut tıkılırdı. Tüfek dik tutulurdu, harbi ile içine barut, ondan sonra paçavra, ondan sonra bilmem ne doldurulurdu. Dolma tüfek... Kadınların patlıcan doldurması, kabak dolması doldurduğu gibi, tüfeğin içine malzeme doldurulurdu. Ondan sonra da bir tane atardı. "Bir atımlık barutu var." diyoruz ya, öyleydi eskiden...
Sonradan bunu düşünmüşler, fişekleri hazırlayalım demişler. Bu bir gelişme, ama çok yıllar önce olan bir gelişme...
"--Bu dolmayla olmaz; doldurma işini önceden yapalım! Dolmalar yanımızda olsun, koyalım, patlatalım!" demişler. Bu da bir sistem...
"--E, nasıl koyacağız bunu?.."
"--Tüfeğin burasını kırarız, böyle koyarız, kapatırız, tetiği çekeriz."
"--Ah ne kadar kolay! Ağzından doldurmaktan çok daha büyük bir kolaylık var burda!.. Tamam, fişek burda duruyor. Çıkartıyorsun. Tüfeği kırıyorsun, sokuyorsun; atıyor."
Sonra çifteyi bulmuşlar. "Niye bir tane olsun? Herkesin tüfeği bir tane iken, ben iki namlulu tüfek yaparım. Düşman gelirken "Pat!" diye bir tane patlattıktan sonra, "Pat!" diye bir daha patlatırım!" diye düşünmüşler. Bu da bir gelişme, bu da güzel...
"İşte onun şu mahzuru var, süperpozeyi yapalım!" demişler vs. Şimdi 6-7 tane alıyor. Şarjörlüsü var, 30 tane - 40 tane alıyor. Tıkır tıkır...
Bunların hepsi bir problemi düşünmek ve o problemi aşmak için bir takım şeyler yapmak ve geliştirmektir. Sekiz dakikaya indirmiş bir kalıbın değiştirilmesini... Nasıl yapıyorsa, fişek takar gibi... Kalıbın ağırlığı vardır. Ordan çıkartacak, öbür kalıbı getirecek, onu takacak... Bir kalıp değiştirme sekiz dakikada... Japonlar bunun için ileri gidiyor.
Ben de çok kızıyorum. En çok kızdığım milletlerden birisi sevimli Japonlar... Hem sevimli, hem de çok kızıyorum. Neden?.. Geçen seneler hacca gönderilen hacıların bir istatistiği elime geçmişti. Amerika'dan şu kadar, Brezilya'dan bu kadar, Türkiye'den şu kadar, Nijerya'dan bu kadar, İran'dan bu kadar... Büyük büyük rakamlar... Tabii gayrimüslim ülkelerinden gelen müslüman sayısı az... En az hacı gönderenlerden birisi hâin Japonlar... Neden?.. Müslüman yok içlerinde... Ordan belki hacca gelmek de zor ama, paraları var, gelirler. Her yeri geziyorlar. Müslüman az... Yâni, direniyor İslâm'a... Hınzır gibi direniyor.
--Peki, dirensin mel'un! Ahirette cayır cayır yanar.
Hayır!.. Hem İslâm'a direniyor, hem de bütün mallarını getirip Suud'da, Türkiye'de, orda burda satıyor. Öyle şey mi olur? Hem benim has halis inancımın gerçekliğini kabul etmeyecek; putperestliğine, güneşe tapmağa devam edecek, Allah'ın sevmediği batıl yolda devam edecek; hem de gelecek bana malını satacak!..
"--Zırnık almam!" desek, "Almıyorum senin bir şeyini!.. Defol nerde satarsan sat!.. Almıyorum! Ne kumaşını alıyorum, ne elbiseni alıyorum, ne aletini alıyorum!" desek, dize gelir belki...
Ben işte onun için, arkadaşlarımıza yazıyorum dergilerde: Bu düşmanlarla savaşmanın yolları sadece tüfeği alıp, o tarafa mermi sallamak değil... Savaşmanın başka yolları var... Anarşist bile, "Türkiye'yi çökertmek için ekonomiyi çökertmek lâzım!" diye talimat almış, "O konuda çalışıyoruz biz..." diyor.
Karşı tarafı dize getirmenin yollarından birisi nedir?..
"--Arkadaş ben senin eşyanı, imalatını, malını kullanmıyorum!"
"--Neden?"
"--Müslüman değilsin de ondan... Git, gözüme görünme!"
Ne olur?.. Koca İslâm Alemi Japonların, veya Almanların, veya Amerikalıların, veya Fransızların; kim İslâm'a karşı çıkıyorsa, kim İslâm'a kötülük yapıyorsa, cezâ olarak onun malını almasak ne olur?.. Öteki malı alırız. Dünyada rekabet var... İnsan aç kalmaz, açık kalmaz. Hattâ kendin yaparsın, daha da iyi olur.
Kötü komşu insanı ev sahibi yaparmış; ona kızdığı için uğraşır, didinir ev sahibi olurmuş. Bu kötü düşmanların da bizi sanayi sahibi yapması lâzım!.. "Almayacağım ondan, kendim yapacağım!" dememiz lâzım!.. Bunun böyle denmesini devletin başındaki insanların yapması lâzım!.. Demek ki, yöneten insanların iyi insanlar olması lâzım!.. Bu işleri yapabileceğimize inanan, şuurlu insanlar olması lâzım!.. Milletine acıyan insanlar olması lâzım!.. İsrafı önlemeye çalışan insanlar olması lâzım!..
Ne olacak yâni, ben Mercedes kullanmam, basit yerli bir araba kullanırım. Ne kadar hoşuma gidiyor: Bizim ürettiğimiz Pancar motorunu takıyorlar dört tane tekerin üstüne... Pancar motorunu bir üretiyoruz, Gümüş Motor üretiyor. Benim babamın da yirmibin lira sermayesi var... Ama o yirmibin lira, o yılların yirmibin lirası... Neyse, biz kurduk, başkaları kaymaklarını yiyor. Sebep olanlardan Allah hesabını sorsun...
Pancar motoru, benim Türkiye'deki yerli imal ettiğim motor... Pancar motorunu alıyor, benim Edremit'teki, falanca kasabadaki zeki, akıllı ustam... Dört tane teker uyduruyor ona... Bir şanzıman uyduruyor. Pancar motoru "Pata pata... Pata pata..." çalışırken, oluyor bir traktör gibi bir şey... Vitesli, direksiyonlu... Yanımızdan geçiyor bakıyorum, "Pata pata... Pata pata..." Nedir bu, traktör mü, Massey Ferguson mu?.. Değil... Pancar motordan, dört tekerli yürüyen motor... Tarlasına gidiyor. Arkasına yük koyuyor. Tarlasında kuyuya bağlıyor, "Pata pata... Pata pata..." su çekiyor. Her işe yarıyor. Bu bir buluş...
Ben bizim fabrikatör arkadaşlardan birisine dedim ki: "Gelin, şunu yaygınlaştıralım!" Bak bizim ustamız bulmuş bunu... Her işe yarıyor. Köylünün hem atı, hem devesi, hem arabası, hem kuyudan su çekicisi... Her şeyi...
Demek ki, böyle bir şuura sahib olursak yapabiliriz. Her şeyi yerli... Biraz onu kullanırız, ondan sonra onu geliştiririz. Çünkü bakın, ergonomi var... İşi geliştirme, modeli geliştirme, araştırma - geliştirme bölümleri var fabrikaların... Projeyi ortaya koyarız, çözümünün çarelerini ararız ve buluruz.
Bu ergonomi denen ilim nerden çıktı, işletme ilimleri nerden çıktı?.. Ben şimdi konuyu unuttum, İslanda'nın falanca şehrine bir profesör arkadaş davet edilmişti, gitti. Bir konferans varmış. "Neydi konferansın konusu?.." dedim. Keşke yazsaydım da hatırımda kalsaydı. İşletmede bilmem ne meselesinin, falanca problemin çözülmesi... Biz ne o problemi biliyoruz, ne işletme ilmini biliyoruz.
Fiilen bilmediğimiz görülüyor yâni... Burda Kızılcahamam maden suyu tesislerinin başındaki adam, 137 milyon maaş alıyormuş ayda... Şimdi herhalde engellemişler. Peh be, ben profesörüm, bu kadar hizmetim var, onda biri maaş alıyorum onun... Şimdi profesörler ne kadar alıyor?..
"--Onda biri kadar..." (dediler.)
Kızılcahamam işletmesinin yıllık kârı ne kadarmış?.. Seksen küsür milyon... Suistîmal var, besbelli işte, gün gibi aşikâr...
Sözün çirkinliğine bakın: "Devletin malı deniz, yemeyen domuz!" Yiyen domuz değil de, yemeyen domuz diyorlar. Yememek sanki aptallıkmış gibi söylüyorlar. Bu zihniyetteki insanların gitmesi lâzım, memleketini seven insanların gelmesi lâzım!.. Her işin başına namuslu, iş bilen, dürüst insanların gelmesi lâzım ve her şeyi kendimizin yapması lâzım!..
Ben onun için teklif ediyorum kardeşlerimize, diyorum ki: "Muhtaç olmadıkça, mecbur kalmadıkça başkasının malını kullanmayın!.. Arayın, tarayın, sorun; yüzde yüz yerli, müslüman bir kardeşin imalâtı olan bir şeyi kullanmağa gayret edin!.."
Bizim şimdi dekan olan bir kardeşimiz vardı. Talebe iken bir enstitüde akşamları biz çalışıyorduk. O asistandı. Doçenti geldi, saati sordu. O şöyle baktı baktı, ona yirmibeş var dedi meselâ... Arkadaş asistan, koluna bir saat almamış. Hocamız da demiş ki, "Bu saatin bu kadar modellerine itibar etmeyin!" Çünkü, istismar ediliyor. O model çıktı, bu model çıktı. Şu kadarcık şeye o kadar para veriyorsun; Japonya'ya, falanca yere gidiyor.
Oraya bir ayna koymuş. Üçgen, küçük, hiç kimse bilmez. O aynadan arkasındaki duvar saatine bakıyor, arkadaki saatten zamanı öğreniyor. Mühim olan zamanı öğrenmek, ne olacak yâni?.. İnsan bunu alışkanlık olarak da bilebilir. Neden?.. Bir inat var işin içinde... "Ben başkasının saatini kullanmayacağım!.. Kendi saatimiz yapılırsa kullanırım... Kendi otomuz olursa kullanırım..." diye bir inada sahip olsak, biraz bu işi kıssak, herhalde büyük faydası olacak. O zaman, israf engellenmiş olacak, üretim teşvik edilmiş olacak, araştırma ve geliştirme canlanacak.
Sacid (Adalı) Bey burda dün dört defa, beş defa söyledi: Bir şeyi bizim kendimizin icad etmesi... İyi güzel, bir şeyi biz kendimiz icad edelim ama, kendimiz icad etmek için bunun şartlarının olması lâzım!.. Onu gerektiren şartların, onu meydana çıkartan şartların olması lâzım! O olmadığı zaman tabii, kimse uğraşmaz.
Onun için, "Marifet iltifata tabidir." demişler. Marifet varsa, bir bilgi varsa, o bilgi sahibi bir itibar görüyorsa, o gelişir. Eğer hat sanatına sizin itibarınız varsa, "Benim misafir odamda güzel bir levha olsun, iyi bir hattatın kaliteli bir eseri olsun!" diyorsanız, o zaman hat sanatı gelişir. "Bu levhanın etrafı ebrûlu olsun!" derseniz, ebrû sanatı gelişir. "Tezhibli, minyatürlü olsun!" derseniz, "Kenarı süslü olsun!" derseniz, tezhib sanatı, süsleme sanatı gelişir. Yâni sen neye rağbet edersen, iltifat edersen, o gelişecek; neye rağbet etmezsen, o sönecek.
Muazzez Abacı, şarkı söylemek için Nazilli'ye gitmiş. Salon yetmemiş Nazilli'de... Sinema salonları herhalde bin kişilik filân... Problemi çözmek için ne yapmışlar?.. Nazilli stadyumunu tutmuşlar. Nazilli stadyumu da tıklım tıklım dolmuş. Biletler yetmemiş, yok satmışlar gelene... Ondan sonra Muazzez Abacı çıkmış oraya, üç tane - beş tane şarkı söylemiş. Tepeden tırnağa da elbisesine beşyüzbinlikler, ikiyüzellibinlikler, paralar iliştirilmiş. Bizim Anadolu sarhoşunun adetidir ya, böyle gelen köçeğe, çengiye para takarlar. O kadar ki, tepeden tırnağa her tarafı paradan görünmez hale gelmiş.
Bu nedir?.. Bir rağbettir. Halk neye rağbet ediyor?.. Şarkıya rağbet ediyor, eğlenceye rağbet ediyor, içkiye rağbet ediyor. O zaman tamam, içki gelişir. O zaman, Türkiye'de içki fabrikaları çoğalır. Tekel kâr eder. Bir şişesine şu kadar para...
Bakın gezin şuraları... İyi ki bizi salı, çarşamba, perşembe günü burda oturtmuşlar; güzel... Hadi bakalım yiğit isen, gel de cumartesi - pazar burda dur!.. Yüreğin varsa, göreyim seni cumartesi - pazara burda dur!.. Duramazsın. Niye?.. Dayanamazsın. Ya kavga edeceksin. Rakı kokusundan, içki kokusundan duramazsın burada... Nerede güzel bir yer varsa, millet orada kafa çekmeyi zevk sanıyor, sefâ sanıyor.
Rağbet ona olduğu için, o gelişir. Türkiye'de bira fabrikaları, tekel fabrikaları, votka fabrikaları, rakı fabrikaları bacaları yükselir o zaman... Rağbet müstehcen konulara ise, o zaman müstehcen mecmuaların tirajları artar; dinî, ilmî, meslekî mecmuaların tirajları düşer.
Şimdi ben sordum, "Bizim teknik eğitim dergisinin tirajı nasıl, yükseldi mi?" filân diye... Teknik eğitim bu... Herkesin kendi mesleğiyle ilgili dergiyi takip etmesi lâzım!.. O takip edilmediği zaman tabii, meslekî gelişmelerden de haberdar olunmuyor. Ama, dergiyi çıkartanların da en son buluşları araştırıp, ortaya koyması gerekiyor.
Sâcid (Adalı) Bey'in güzel bir sözü vardı dün; hoşuma gitti yazdım: "Eserine uzun ömür dileyenler, ona büyük emek vermek zorundadırlar." diyor. Yâni, Sen ortaya koyduğun eserin beğenilmesini istiyorsan, emek sarfedeceksin!.. Dergin satılsın istiyorsan, dergine emek sarfedeceksin; uğraşacaksın, didineceksin, güzel malzeme bulacaksın. Adam bir dergiyi eline alacak, diyecek ki, "Yâhu bu hazine imiş. Neler bulmuşlar bak sen, ben bunlardan haberdar değildim. Aman, şu dergiden bana her ay gönder!" diyecek. Her şey böyle...
Eserine uzun ömür dileyenler, ona büyük emek vermek zorundadır. Biz bu tarzda çalışacağız. Mesleğimizde bu aşk ile çalışacağız.
Evet ben de Sâcid (Adalı) Bey gibi düşünüyorum, hepinizin mûcid, icatçı olmasını istiyorum. Yâni meslekteki bir problemi, ortada beliren bir müşkülü tesbit edeceksiniz; o müşkülü çözmek için araştıracaksınız, bir eser koyacaksınız ortaya...
Bizim küçük biraderimiz makina yüksek mühendisi... Hoşuma gidiyor, şimdi ÇCoşan VinçleriÈ diye, elle komutalı vinç imal ediyor. Güzel bir buluş... Bilmem hangi gazetenin yukarısındaki döner reklâmı kimseye yaptırmamışlar; gitmişler, onu bulmuşlar. Güzel... İnsan mesleğinde tek olmalı, yegâne olmalı... Bir tane olmalı, eşsiz olmalı...
Tabii, esas itibariyle ben hoca olduğum için, dinî konulardan bahsetmem lâzım!.. Ama, her mesleğin de biraz dinî yönü vardır. Her mesleğin bir dünyevî cephesi, vechesi vardır; bir de mânevî yönü ve temeli vardır. Bizde bu mânevî temel ihmal edildiği için, bizim kalkınmamızda aksama var... Bizim sanayileşmemizde aksama var...
O mânevî yön, Japon'da var... Japonlar'ın hepsi mâneviyat eğitimi geçiriyorlarmış. Hattâ bankacıları bile --tabii onlarda fâiz haram diye bir inanç yok-- haftada bir toplayıp, Japon milliyetçiliği üzerine onlara kurslar filân veriyorlarmış. Adam, sahip olduğu bir müesseseyi biraz geliştiremediği zaman, intihar ediyor. "Ben bu işi başaramadım, milletime karşı vazifemi yapamadım." diye düşünüyor. Bu nedir?.. Onun mâneviyatıdır. Onu başarıya iten faktördür.
Bizim, başarıya doğru bizi götürecek çok daha büyük faktörlerimiz var... Biz bir şeyi güzel yaptığımız zaman, Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin rahmetine mazhar olacağız. Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki: "Yaptığı bir şeyi güzel yapan, mükemmel yapan kimseye Allah rahmetini ihsan eder." diyor.
Onun için, yaptığımız bir şeyi mükemmel yapmağa gayret edeceğiz. Bu bizim mânevî temelimizdir. Sizin mesleğinizde de, "Şu memleketin müslümanını, kâfire muhtaç olmaktan kurtaracağım!" diye bir mânevî temel olması lâzım!.. "Ben yaptığım şeyi Japon'dan, o güneşe tapan putperestten daha ileri yapacağım!" diye, bir rekabet duygusu olması lâzım!.. "Beni belâlardan belâlara sürüklemiş olan Almanya, kendisini derledi, toparladı, belini doğrulttu, parçalanmasını bütünledi, yapıştırdı, Doğu Almanya'yı kazandı da, ben niye kendi eski diyarlarımı kazanmayayım?" diye bir kıskançlık içinde olmamız lâzım, rekabet içinde olmamız lâzım!..
Bize bir hudut çizilmiş, ordan ötesini yabancı gözüyle görüyoruz; öyle saçma şey mi olur?.. "Karadeniz benim kendi iç denizimdi, Marmara gibi... Her tarafı benim topraklarımla çevriliydi. Niye şimdi öyle olmasın?.. Niye Balkanlar'daki topraklar, Fatih Sultan Mehmed Han'ın fethettiği Mora, Bulgaristan, Tuna vilâyeti tekrar benim olmasın?.. Niye onun için çalışmayayım?.. Niye Kafkasya benim olmasın?..
Suriye'yi ben bıraktım da Arab'a mı kaldı?.. Hayır, Ermeni aldı; Suriye Ermeninin... Irak işte görüyorsunuz oyuncak, onun bunun elinde... Ben Suudî Arabistan'ı, Medine-i Münevvere'yi terkettim de Arab'a mı kaldı?.. Hayır! Aramko'ya kaldı; Amerikan şirketleri sömürüyor. Binânaleyh, benim öyle bir azm ü gayretim olması lâzım ve hafızam olması lâzım!.. Eskinin hesabını dâimâ içimde sormalıyım ve mes'ullerinin yakasına yapışmalıyım ve zararı telâfî etmeliyim!" diye bir mânevî temelimiz olması gerekiyor.
Sizden de beklediğimiz mesleğinizde bu çeşit başarılar.... Ama hepimizin müşterek bir mesleği var... Burda bir şey gördüm, onu okuyacağım sevdiğim için:
(El'ibâdetü hırfetün) "İbadet bir meslektir, bir sanattır." diyor. Herkesin bir sanatı var... Kimisi terzi, kimisi tornacı, tesviyeci... Somuncu... İbâdet, hepimizin müşterek mesleğidir. Hepimiz kuluz, abdiz, ibadet hepimizin mesleğidir. Allah'a karşı bu mesleği güzel ifâ edip, mesleğin erbabı olmamız gerekiyor.
(ve hânetühel halveh) "Bunun dükkânı, tenha yerdir." Yâni, ibadetin dükkânı halvettir, tenhâ yerdir. Halvet, insanların olmadığı hâli, boş yer demektir. Tenhâ yerde ibadet eder insan... Özel ibadetin makbulü, kimsenin olmadığı bir yerde yapılmasıdır.
(ve re'sü mâlühâ ettakvâ) "Sermâyesi takvâdır." Çünkü her dükkâna bir sermâye lâzım! Bu ibâdet dükkânına da sermâye, takvâdır.
(ve ribhuhâ elcenneh.) Tabii, bu sermâye ile bu dükkân çalışacak, bir kâr olacak diye bekleniyor. "Bunun kârı da cennettir."
Ben fakülteden emekli olduktan sonra, bizim ilâhiyat fakültesi mezunları Gölbaşı Sinemasını tutmuşlar, orda bir gece tertip ettiler. Tatlı, güzel bir gece oldu. Ben de yeni bir emekli profesör olarak çağrılmıştım, gittim. Mikrofonu bana verdiler. En ön sırada üç-dört partinin mensubu kimseler, misafirler vardı. Çeşitli mesleklerden insanlar vardı. Dedim ki:
"Ben meseleyi şöyle görüyorum. Şimdi bu ilâhiyatlılar gecesi... Çeşitli mesleklerden insanlar gelmiş. Niye sadece ilâhiyatlılar gelmemiş de, doktor gelmiş, avukat gelmiş, mühendis gelmiş?.. Çünkü, ilâhiyat hepimizin aslî mesleğidir. Müslümanız çünkü, mü'miniz, asıl vazifemiz Allah'ın rızasını kazanmak... Allah'ın emrini tutmak, Allah'ın emrince yaşamak...
Onun için hepimizin asıl mesleği ilâhiyatçı... Ama, şu mühendis ilâhiyatçı, şu doktor ilâhiyatçı, bu esnaf ilâhiyatçı, bu tüccar ilâhiyatçı... Ama hepimiz esas mesleği itibariyle ilâhiyatçıyız." dedim.
Şimdi hepimizin teknik eğitimle ilgili olmayabilir hayat faaliyeti... Başka mesleklerde olabiliriz. Ama hepimizin müşterek, bunun üstünde, genel bir mesleğimiz var: İbâdet... Allah'a güzel ibadet etmek mesleğimiz var...
Bu ibâdet bir sanattır. Kabul ediyorum, bu sözü çok hoş görüyorum. Çİbadet Etmek SanatıÈ diye bir kitap yazılsa, yeridir. Çünkü ibadetin güzel yapılması, âdetâ bir sanatkârın sanatında başarı kazanması gibi bir şeydir. İncelikleri vardır.
Şiiri herkes yazamaz. Musiki aletini herkes kullanamaz. Güzel yazıyı, hatt-ı haseni herkes yazamaz. Sanat bu... Herkes marangozluk yapamaz, bir ağaç işçiliğini mükemmel bir tarzda ortaya koyamaz.
Sanattır, estetik tarafı vardır, incelikleri vardır. Bunu öğrenmeliyiz hepimiz.
(ve hânetühel halveh) "Bu ibadetin dükkânı tenhalıktır, tenha yerdir." Burda İslâm'ın güzelliğini görüyoruz. İslâm'da ibadet Allah rızası için yapıldığı için, riyâya düşmemek, ibadeti yaparken gösterişe kaçmamak, çok mühim bir inceliktir.
Onun için ibadet eden kimse, eğer umumî ibadet değilse, bunu saklı yapmağa çalışmalı... Tesbihini saklı çekmeli, sadakasını saklı vermeli... Nafile namazını saklı kılmalı... Hayr u hasenatını kimseye söylemeden yapmalı, belli etmemeli, Allah bilsin diye düşünmeli...
Ama, bazı ibadetler vardır, topluca yapılması emredilmiş; tamam, onlar da toplu yapılmalı... Cuma namazı gibi, cemaatle namaz gibi şeyler de toplu yapılmalı... Çünkü Allah, onun öyle yapılmasında başka hikmetler olduğundan, onu öyle emretmiş oluyor.