Bu ibadetin re'sümâli, --re'sümâl, sermâye demek Arapçada-- sermâyesi takvâdır. Hepimizin takvâ ehli inhsan olmamız lâzım!.. takvâ nedir?.. Takvâ, Allah'ın rızasını kaybetmekten, azabına uğramaktan korkmak, sakınmaktır. İbadetin kabul olmayacak bir pozisyona düşmemesi için, titiz davranmaktır. Takvâ budur.
Takvâ esas itibariyle sakınmak demek ama, neden sakınmak?.. Allah'tan sakınmak... Çünkü, gazabı vardır, azabı vardır. Ya da insan, Allah seviyorken, sevgisini kaybedebilir, gözden düşebilir. Onun için, Allah'tan sakınması lâzım!..
Ateşten cehennemden sakınmak... Çünkü, günahkâr insanı Allah cehenneme atacak, yakacak diye Kur'an-ı Kerim bildiriyor.
Veyahut ibadet yapar yapar insan, hiç bir şey elde etmez. Diyor ki Peygamber Efendimiz: "Nice oruç tutan insan vardır ki, akşama aç ve susuz kalmıştır, başka bir kârı yoktur. Nice gece kalkıp namaz kılan insan vardır ki, uykusuz kalmıştır, başka bir faydası yoktur." Neden?.. İbadeti güzel yapamadı. İbadetin şartlarını temin edemedi, kollayamadı ve ibadeti güzel yapamadı.
İbadetin öyle titizce, düşünülerek, sakınılarak, kabul olunmasını sağlayacak şartlara riayet ederek, kollayarak yapılması lâzım!.. Bunu tavsiye ediyoruz,
Konuşmamızın sonunda meseleyi böyle teknik eğitimden, ilâhi bir platforma getiriyoruz. Hepimizin ibadeti bir ince sanat olarak düşünüp, öyle yapmaya çalışmamız gerekiyor. Tenhalarda Allah ile olan dostluğumuzu ilerletmemiz gerekiyor. Şahsen, ferden, yalnız Allah ile bir olmanın zevkini tatması gerekiyor insanın...
Hacıbayram Camii'ni hepiniz bilirsiniz. kapısı vardır bir kaç tane, arkadan, yandan... Girersiniz, tamam... İmamın mihrabı şurdadır... Cuma hutbesinin okunduğu minber şurdadır... Vaaz kürsüsü şurdadır, müezzin mahfili şurdadır... Üst katı vardır, balkonu vardır; perdelidir, kadınlar orda durur... filân.
Başka?.. O sizin namaz kıldığınız yerin bir de alt tarafı vardır. Onun bir gizli kapısı vardır, arka taraftan... Girdiğiniz zaman, küçük bir odacığa inersiniz, başınızı eğerek, merdivenden... Müezzin mahfilinin altıdır orası, aşağı taraf... Ordan bir kapı vardır. O kapıdan girerseniz, böyle yine eğilerek yürüyeceğiniz daracık bir yoldan, dehlizden, ışıksız, penceresiz bir yerden mihraba kadar, yukarıdaki adamların namaz kıldıkları yerin altından mihraba kadar yol vardır.
O yolun da sol tarafında kapılar vardır. Her kapıyı açarsanız, iki sandık sığacak kadar birer mekândır her kapının açıldığı yer... Ve duvarda halkalar vardır. Allah Allah! Bunlar nedir?.. Bunlar halvet odalarıdır. Ne demek yâni, halvet odası?.. Yalnızlık odası... Ne oluyor yâni?.. Hacıbayram-ı Velî, buraya dervişleri sokuyordu: Şu oda senin, şu oda senin... Hiç kimseyle görüşmek yok... O odada ibadet ediyordu. Allah'la başbaşa olmanın zevkini öğreniyordu. Zikretmenin, Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne hâlisâne, kimse görmeden ibadet etmenin zevkini yaşıyordu.
Kimse görmüyor. Yukarıda cemaat namaza gelir gider; öğle, ikindi, akşam, yatsı... Ama aşağıda bunlar kırk gün kalırlar. Kırk gün, erbaîndir. Arapça'da erbaîn, kırk demek... Çok da güzel bir havası var... Kapı yok, pencere yok... Oturuyorsunuz; nereden bir esinti gelir, nerden gider bilmem. Çok da güzel bir havalandırma yapılmış oraya... Kapı yok, pencere yok ama, çok da güzel hava alır orası...
Kırk gün orda ibadet eder. Kırk günde insanın vücudundaki pek çok şeyler değişiyor. Ondan sonra işte, nefsine hakim olan, Allah'a hâlisâne bağlı olan, âşık-ı sâdık bir insan çıkarmış.
Şu Yunus'un aşkına bakın!.. İlâhilerindeki mânâlara bakın:
Aşkın aldı benden beni,
Bana seni gerek seni!..
Ben ağlarım dünü günü,
Bana seni gerek seni!..
Ne varlığa övünürüm
Ne yokluğa yerinirim.
Aşkın ile avunurum,
Bana seni, gerek seni!..
Eğer beni yandıralar,
Külüm göğe savuralar,
Toprağım anda çağıra,
Bana seni gerek seni!..
Yâni adam aşık... Yansa, yakılsa, hiç bir şeyi gözü görmüyor. Varlıktan kibirlenmiyor, gururlanmıyor. Yokluktan perişan olmuyor, sarsılmıyor. Böyle bir insan ortaya çıkıyor. Yunus çıkıyor, Mevlânâ çıkıyor ortaya... Eşrefoğlu Rûmî çıkıyor.
Ey Allah'ım, beni senden ayırma!
Beni senin cemâlinden ayırma!
Balığın cânı su içre diridir.
İlâhî, balığı gölden ayırma!
"Balık suda yaşar. Çıkartırsa birisi balığı sudan; balık çırpınır, ölür. Ben de senin aşkının deryasında bir balık gibiyim. Beni bu sudan --yâni, o sevgiden-- ayırma yâ Rabbi!" diyor.
Böyle yaşamışlar, böyle çalışmışlar, böyle fedâkârlık yapmışlar, böyle hizmet etmişler. Mânevî kemâlat öyle kazanılıyor.
Onun için, bu ibadet denilen güzel sanatın dükkânı halvettir. Biraz halvette, tenhada kalmayı öğrenmeli insan... Onlar kırk gün kalmış da, siz hiç olmazsa günün bir saatinde Allah'la başbaşa kalmayı, elinize tesbih alıp Allah demeyi tatmalısınız, o zevke ermelisiniz.
Onu da tarif ettik geçen gün... İnşaallah tarifi aldığınıza göre, icraatı da yaparsınız. Allah o zevklere, o şevklere, o makamlara sizleri de erdirsin...
(ve re'sümâlühâ ettekvâ) Takvâ ile yaşayacaksınız. Her şeyin günah olmamasına, Allah'ın rızasına aykırı olmamasına dikkat ederek hayatınızı süreceksiniz.
(ve ribhuhâ elcenneh.) Bu ibadet sanatının da, o halvetlerde icra edilen mesleğin de kazancı cennettir. Mukabilinde insan cenneti elde edecek.
Allah-u Teâlâ Hazretleri hepinizden razı olsun... Hepinizi İslâm için çalışan, Ümmet-i Muhammed'e faideli olan insanlardan eylesin... Çünkü insanlara faydalı olmak, dinimizde çok sevap kazanma vesilesidir. İnsanlara fayda sağlamaktan daha güzel bir başka yol yoktur.
Onun için, başka insanlara faydalı olmak, onların gönlünü almak, onların duasını kazanmak, onlara bir şeyler kazandırmak, sevindirmek şiârınız olsun... Allah-u Teâlâ Hazretleri mesleklerinizde muvaffak eylesin... Üstün başarılı eylesin...
Herbirinizin bir konuda patent alıp, icad sahibi olmanızı diliyoruz. Hattâ şu elektriği bulan Edison için derler, yalnızca elektriği bulmamış adam... Sayısını bilemiyeceğim kadar icadı var... Muhtelif şeyleri icad etmiş, peşpeşe artık çorap söküğü gibi gitmiş. Demek ki, insan bir meslekte mesleğin inceliğini kavrarsa, onun ardından pek çok şeyler gelir.
Şu Edison'u da kıskanıyorum, biraz da kızıyorum. Çünkü, düşmanlar onu öne sürüyorlar: "Edison cennete girecek mi, girmeyecek mi?.." Girmeyecek, var mı bir diyeceğin?.. "Elektriği bulmuş..." Neyi bulursa bulsun, Allah'ı bulmuş mu?.. Allah'ı bulamadıysa giremez. Allah'ı bulan, Allah'ı bilen, Allah'a güzel kulluk eden cennete girer. Neyi bulursa bulsun...
Para için çalışmıştır. Maddiyat için çalışmışsa, gösteriş için yaptıysa sevap bile alamaz. Adamın huyunu bilmiyoruz, halini bilmiyoruz. Belki homoseksüeldi, belki hırsızdı, belki yüzsüzdü... Ne bilelim, imanı varsa girer; imanı yoksa, cehennemde cayır cayır yanacak işte...
Niye biz ondan aşağı kalalım?.. Elin gâvuru, gayrimüslimi, ateşperesti, güneşperesti, Almanı, Japonu, falancası, filâncası bir şeyler yapıyor da, biz niye yapamayalım?.. Mutlaka mesleğinizde hepinizden üstün başarılar diliyoruz, bekliyoruz. Mesleğinizin en ileri seviyeye varması için, ne gerekiyorsa onu yapmanızı da size tavsiye ediyoruz, sağlık veriyoruz.
Bana gelip soruyorlar:
"--Hocam ben falanca yeri bitirdim, ne yapayım?"
"--Mümkünse asistan ol!"
"--Neden?.."
"--Asistan olmak, ilim yoluna ayak basmak demektir. Onun arkasından doçentlik gelir, onun arkasından profesörlük gelir. Doçent ve profesör olan adam biraz şarkı - garbı öğrenmiş olur, seyahatler etmiş olur. Mesleğinde ötekilerden ileri olur. Aranan insan olur, istenen insan olur. Kendisine danışılan insan olur." Onun için hepinize böyle diyoruz.
"--Asistan olma imkânım yok!.."
"--Asistan olma imkânın yoksa, master yap!"
"--Masteri bitirdim hocam!.."
"--Masteri bitirdiysen, doktora yap!"
"--Doktorayı bitirdim hocam!.."
"--Doktorayı bitirdiysen, hariçten doçentlik yap! Mesleğinde bir ileriye git önce... Mesleğinde ilerle, bir Allah sevsin seni... Ama bunu Allah rızası için yapacaksan, Allah sevecek.
Kadınlar da öyle, herkes öyle... Herkesin aynı tarzda olması lâzım, yaptığı şeyi en güzel tarzda yapmaya çalışması gerekiyor.
Allah böylece rızasına erenlerden eylesin... Tabii hepimizin müşterek ve genel mesleğimiz olan kulluk meselesinde --burda formül olarak verdik elinize-- en güzel tarzda çalışmamız lâzım!..
Kulluk bir sanattır. Güzel ve ince bir akıl fikir ister. Tenhalarda Allah'a ibadet etmek lâzım!.. Dükkânı halvettir. Sermâyesi takvâdır. Kazancı, kârı da cennettir. Allah o güzel kâra, cennete erişmeyi, onu elde etmeyi cümlenize nasib eylesin... Hem de sevdiklerinizle beraber... Aile boyu diyoruz ya hani... Ailenizle, sevdiklerinizle, eşinizle, çoluk çocuğunuzla, anne babanızla beraber Allah-u Teâlâ Hazretleri cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin...
Çevrenizde cennete giremeyecek durumda yakınlarınız varsa, onları da kurtarmağa çalışın!..
Bizim Çankırı'lı bir hakim dostumuz vardı. Zalim ve inançsız bir yüksek hakim dostu varmış. Akrabası da, dayısı mı, neyin nesi bilmiyorum. Bir gün ona gitmiş. Çok hoşuma gidiyor, kendisi anlatmıştı. Sorumluluk duygusuna bakın, müslümanın!.. Bu derviş... Yozgatlı Ahmed Efendi'yi bağlı bir derviş... Çalışkan, zeki bir derviş; bana anlatan...
O dinsiz, imansız, zalim, ateist akrabasına gitmiş. Kapıyı çalmış;
"--Abi merhaba!"
"--Ooo, yeğenim, buyur, hoş geldin! Gel bakalım içeriye!.. Nerelerdesin, çoktandır görüşemedik. Bir ihtiyacın mı var, bir şey mi istiyorsun? Söyle bakalım!.."
Demiş ki:
"--Ağabey düşündüm... " --Çok hoşuma gidiyor, bunu düşünüp de bu aksiyonu yapması çok hoşuma gidiyor.-- "Ağabey düşündüm, yarın mahkeme-i kübrâda herkes hesaba çekilecek. Mü'minler, kâfirler hesap verecek. Amel defterleri açılacak. Dünyada yaptıkları yazılmış; onlar hesaba konulacak, terazide tartılacak. Ehli cennet, cennete gitmek üzere ayrılacak bir tarafa...
(Ferîkun fil cenneti ve ferîkun fis saîr.) Cehennemlikler de bir tarafa ayrılacak. Ehl-i cennet sıratı geçip, uçarak, koşarak cennete varacaklar. Ehl-i cehennem de, elleri ayakları bukağılı, zincirli; saçlarından ayaklarından sürüklenerek cehenneme atılacak.
Cehenneme atılmak iki kelime ama, müthiş bir şey!.. Cayır cayır ateşlerin içine atılacak insan... Yanacak cayır cayır ve ölmek yok, ölüp de kurtulmak yok!.. Cehennemin bir özelliği:
(Lâ yukda aleyhim feyemûtû ve lâ yuhaffefü anhüm min azâbihâ) Cehennemde ölmek yok, ki kurtulsunlar. Azaplarının da hafiflemesi yok; aynı şiddette devam edecek, aynı şekilde azap çekecekler. Ölmeyi temenni edecekler ama, ölmeyecekler.
(Küllemâ nadicet cülûdühüm beddelnâhüm cülûden gayrehâ liyezûkul azâb.) Derileri cayır cayır yanacak, kömür gibi olacak. Derileri yandıkça, Allah derilerini tekrar tazeleyecek; tekrar yanması ve azabı tekrar çekmeleri için... Cehennem böyle...
Şimdi mücrimler böyle sıralanıp, esirler gibi zincirlere bağlanmış olarak cehenneme sevkedilirken...
"Ağabey! Sen ateist olduğunu sohbetlerinde bize söylüyordun her zaman... Biliyoruz senin inançsız olduğunu, münkir olduğunu... Senin de böyle ellerin, kollarının bağlı olduğunu ve böyle cehenneme doğru zebâniler tarafından çekilerek, itilerek, kakılarak götürüldüğünü; götürülürken de şöyle bana doğru baktığını, 'Yeğenim, mâdem hal böyleymiş; niye dünyada iken bana bunu söylemedin?' der gibi olduğunu şöyle gözümü kapattığım zaman, düşündüm. Gözüme böyle bir hayal gibi geldi. Bunu söylemeye geldim.
Gel sen bu inkârı bırak! Gel bu imansızlıktan vaz geç!.. Ben sana anlatılması gereken ne varsa, anlatayım. İmana gel, kelime-i şehâdet getir. Bu İslâm hak yoldur, doğru yoldur. Etme eyleme ağabey, ahirette kendini yakma!..Senin oraya gitmene üzülürüm. Gel şu teklifimi kabul et!" demiş. Yâni, İslâm'ı teklif ediyor. Karşısındaki ateist, kâfir, müşrik, inançsız...
O akrabası yaşlı hakim duygulanmış. "Yeğenim doğru söylüyorsun. Doğru söylüyorsun ama, içim inanmıyor... Kalbim inanmıyor... İnanamıyorum... Aklım doğru söylediğini kabul ediyor, kalbim inanamıyor." demiş.
Muhterem kardeşlerim! İnanmak Allah'ın çok büyük nimetidir. Allah herkese nasib etmiyor. Aklen bir şeyi anlamak, yetmiyor. Yeter sanır insan... Sanır ki aklen doğruyu bulduğu zaman, tamam... Hayır...
Sarhoş da içkinin kötü olduğunu bilir, yine içer. Kumarbaz da kumarın yuvasını yıktığını, dükkânını mahvettiğini, sermayesini kediye yüklettirdiğini bilir, yine oynar. Günahı işleyen insanların çoğu, günahın günah olduğunu bildiği halde yapar, kapılır.
İman çok büyük nimettir; imanın kadrini kıymetini bilin!.. İman, insanın elinden edepsizliği yüzünden alınır; edebi yüzünden insan, en kötü durumdan kurtulur. Edebe riayet edin, edepsizlikten şiddetle kaçının!..
Allah-u Teâlâ Hazretleri sizi müeddeb kullarından eylesin... Evliya kullarından eylesin.... Sevdiklerinizle beraber cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin...
Gününüz hayırlı olsun, ömrünüz bereketli olsun... Allah işlerinize rast getirsin... Kesenize bereket versin... Hânenize saadet yağdırsın... Cennetiyle, cemâliyle cümlenizi müşerref kılsın...
Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü!..
7 Temmuz 1994 - Kızılcahamam
Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
İSTİKBAL MÜSLÜMANLARINDIR!
Soru:
Müslümanların günümüz Türkiye'sinde öncelikli meseleleri nelerdir? Çözüm önerileriniz neler olabilir?
Bir müslümana olarak, Türkiye'deki öncelikli meselelerin en başında, Türkiye'nin birliğini, beraberliğini ve bütünlüğünü görüyorum. Tabii, bu bir politik mesele... "Müslüman niye bunu önce düşünüyor?" diye bir soru hatıra gelebilir. İslâm hürriyetle beraber gidiyor; hürriyet olmadığı zaman İslâm da yaşanamıyor. Bunu Rusya'da, Balkanlar'da, Yunanistan'da ve en son Yugoslavya'da Sırpların davranışlarıyla gördük. Hürriyet olmadığı zaman İslâm'ı da yaşamak mümkün olmuyor.
O halde, hür olmamız lâzım!.. O halde ülkemizin bizim olması lâzım!.. Birlik ve bütünlüğün bozulmaması lâzım!.. Ayrılık ve gayrılık olmaması lâzım!.. Bunu en önemli mesele olarak görüyorum.
Binâen aleyh, Kürtçülük veya bölgecilik gibi şeyleri bir müslüman olarak ırkçılık doğru olmadığı için tasvib etmiyorum. Bunun karşısında her türlü çalışmanın yapılması gerektiğini, kardeşliğin isbat edilmesi ve tesis edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bunun ötesinde Türkiye'deki müslümanların arasındaki ihtilâfların, ayrılıkların giderilmesini, böylece müslümanların büyük bir kuvvet haline gelmesini temenni ediyorum. Bu da çok mühim bir mesele... Tek tek konuştuğunuz zaman, grupları incelediğiniz zaman, Türkiye'de beğeneceğiniz çok insanlar var... Çeşitli gruplar halinde bunlar... Çeşitli partilere dağılmış olabiliyorlar ve çeşitli kültürel gruplar teşkil ediyorlar; "Filânca vakfın, falanca kuruluşun mensupları... Filânca gazetenin temsil ettiği ekol... Filânca derginin mensupları... Filânca dernek..." gibi şeyler oluyor.
Şimdi memleketin en büyük meselesi bütünlüğü, istiklâli olduğu için, bütün müslümanların birleşmesi lâzım!.. Mukaddesatçı, milliyetçi, Allah'tan korkan, takvâ ehli ve iyi duygularla dolu olan insanların aralarındaki küçük rekabetleri, ihtilâfları bırakıp, bu büyük meselede işbirliğine geçmeleri lâzım, birleşmeleri lâzım!..
Bizim Hakyol Vakfı'mız vardır. Hocamız'ın emri ile 1980'de kuruldu. İlk startı Hocamız vermişti. Hattâ, vakıf senedini ben kendisine okumuştum; tasvib etmişti.Orada bizim üç amacımız vardı; eğitim, yardımlaşma, dostluk... Bir vakıf kuruyoruz camia olarak... "Türkiyede işte bir milyondan fazla taraftarı olan..." filân diye gazeteler yazıyor. Üç temel gayemiz var:
1. Eğitim: İnsanları eğitmek istiyoruz.
2. Yardımlaşma: İyi insanların birbirleriyle her yönden yardımlaşmasını istiyoruz.
3. Dostluk: İyi insanların birbirleriyle dostluklarının tesis edilmesini istiyoruz.
Bunun için vakıf senedinde detaylı maddeler var... Şunları yapacağız, bunları yapacağız diye ama, bu önemli... Yâni, müslümanların birliği önemli, müslümanların birbirini sevmesi önemli...
Müslümanların herbirinin hareketini bir kuvvet vektörü olarak kabul edersek, her kuvvet bir çizgiyle, okla gösteriliyor. Bu okun bir istikameti var... Bir koltuğa bir ip bağlayıp bir istikamete doğru çekerseniz; koltuk o istikamette, çektiğiniz kuvvet kadar çekiliyor. İstikameti olan bir kuvvete vektör diyoruz ya... Koltuğu bir insan çekebilir. Ama, çekilemeyecek kadar bir şeyse bu, çok büyük bir şeyse; bu büyük ağır eşyaya herkes ipi bağlayıp da, hepsi bir istikamete çekerse, bu büyük eşya yerinden oynar... Kaya yerinden oynar, o eşya hareket eder, istediğiniz yere gelir.
Denizde bir büyük kayık düşünün, motor düşünün... İpini bağlamışsınız. "Haydi gayret!" diyorsunuz, çekiyorsunuz. Herkes bir tarafa doğru çekerse, tamam... Demek ki, kuvvetlerin aynı istikamete döndürülmesi lâzım!..
Şimdi çalışan herbir grubu bir kuvvet olarak düşünürsek; ben bu tarafa çekerken, öteki arkadan diğer tarafa çekerse hareket olmaz. Bazan karıncaları görüyorsunuz, yerde bir buğday tanesi buluyorlar. Birisi bir tarafından tutmuş bu tarafa çekiyor, ötekisi de öbür tarafından tutmuş o tarafa çekiyor. Tane üç adım o tarafa gidiyor, üç adım bu tarafa geliyor. Böyle bir şey oluyor.
Onun için, şimdi bütün müslümanların birleşmesi lâzım!.. Neden?.. Çok vahim bir durumdayız. Memleketimizin istiklâli zedelenebilir. Zayıflarız, zayıflarız... Etrafımızda bir sürü hain düşman var... Zayıfladığmız zaman saldırıverirler, Bosna-Hersek'e döner Türkiye... Feleğimizi şaşırırız. "Kızılcahamam'ın hangi dağına saklanıp da, düşmanla nasıl mücadele edeceğiz?" durumuna düşeriz. Tepemizde uçaklar dolaşmağa başlar.
O halde felâket gelmeden, kötü bir durum olmadan --olmaz inşallah; Türkiye'ye herkesin kolay kolay da saldırabileceğini sanmıyorum ama, entrikalardan korkuyorum, tefrikalardan korkuyorum-- mutlaka birleşmeleri lâzım!.. Küçük ihtilâfları halletmeleri lâzım!..
Bir de müslümanların çok kültürlü olması lâzım!.. Milliyetçi, mukaddesatçı, memleketin sahibi ve memleketin iyiliğini isteyen insanların dıştaki ve içteki hareketlerin menşeini, sahiplerinin niyetlerini çok iyi bilmesi lâzım!.. Bunları bilirse, onlara karşı tedbir alması mümkün olur.
Ben caydırıcı bir tedbir olarak da, müslümanların --dergide de yazdım bunu; kimisi ters yorumlarla başka tarafa çekmeğe çalıştı-- milletçe ve devletçe silâh yönünden kuvvetli olmamız lâzım!.. Ne çeşit silâhla kuvvetli olacaksak, o silahların yapılması lâzım ki, düşman bize saldırmaya cesaret bulamasın!.. Kıbrıs'ta bir patırtı çıkarmaya kalkışmasın... Veyahut Doğu Anadolu'da bir şeyler yapamasın... Veyahut Kuzey Irak'ta herhangi bir şey yapamasın!..
Bizim profesörler öyle diyorlardı: "Para verin bize, biz atom bombasını yaparız! Zor bir şey değil, mâlî bir meseledir bu..." diyorlardı. Onun için diyorum ki, atom bombası bile yapmalıyız. Atom Ajansı'na üye bir devlet de Türkiye'nin olması lâzım!.. Atom bombası olan bir devlet haline gelmesi lâzım!.. Nükleer güce sahip bir devlet olmalıyız ki, kimse bize saldıramasın!..
Bu kolay değil... "Kuzey Kore'de nükleer güç var mı, yok mu?.. Kontrola açılsın! Bilmem ne?.." diye mücadele ediliyor. Zor..."Pakistan'da var mı, yok mu?.." diye Amerika sıkıştırıyor. Zor... Demek ki, olsa bile, dış güçler bunu kontrol altına almak veya söndürmek isteyebilirler.
Nükleer güç olmasa bile klasik silahların en güzelleriyle mücehhez olup, en iyi bir tarzda eğitilmemiz, birlik ve beraberlik içinde olmamız, düşmanın bize saldırma cesaretini kıracağı için, ona da gayret göstermemiz lâzım!..
Soru:
Türkiye'deki İslâmî gruplar arasında, tâlî meselelerin öne çıkmasından kaynaklananan bir dağınıklık olduğu gözleniyor. Sizce bunun köklü nedenleri var mı, yoksa yüzeyel nedenlerden mi kaynaklanıyor?
İslâm'ın emri birlik ve beraberliktir. İslâm açısından müslümanların ayrı olması, birbirine aykırı olması, muhalif olması, birbirini çelmelemesi, çengellemesi; ya da birisi bu tarafa çekerken, ötekinin öbür tarafa çekmesi doğru değildir. Binâen aleyh, İslâmî mesnedi yok işin...
Dinî bir grup şöyle diyebilir: "Ben dinî bakımdan haklı yoldayım; ötekisi dinî bakımdan yanlış yaptığı için ben böyleyim!.." Bu haklıdır, buna bir şey diyemeyiz. Çünkü, hakla beraber olmak emrolunmuştur; haklı olan taraf azınlıkta bile olsa... Peygamber Efendimiz diyor ki: "Hak neredeyse, onunla beraber olun!" Bin kişi haksız, bir kişi haklı... Siz de ortadasınız. Bir bin kişiye bakıyorsunuz, bir bir kişiye... Kimden taraftan olacaksınız?.. Bir kişiden taraf... Neden?.. Haklı olan o olduğu için...
Bu gibi durumlarda ben, Hazret-i İbrahim'i örnek veriyorum: Hazret-i İbrahim kendi sitesinde putlara tapmayan bir tek insan... Öbür taraf hepsi puta tapıyor. Hazret-i İbrahim onlara muhalefet ediyor, onların gittiği yoldan gitmiyor, ayrılık çıkarıyor... Şimdi Hazret-i İbrahim mi tefrikacı, diğer site mensupları mı tefrikacı?.. Bütün site mensupları tefrikacı, Hazret-i İbrâhim doğru yolda... Çünkü, hakla beraber olmak kuvvetlilik oluyor, doğru oluyor.
Bir grup eğer bid'at işliyorsa, haram işliyorsa; burdaki grup da sünnet yolunda yürüyor, helâl işler yapıyorsa; bu burda durabilir, onunla birleşmez. Çünkü, o zâten dinî çığırdan sapmış oluyor. Bu mâzurdur. Herkesin hakta toplanması lâzım!.. İlle bir yerde toplanması lâzım değil... "Toplanalım da nasıl olursa olsun!" diye bir şey yok; hak olan yerde toplanılması lâzım geliyor.
Soru:
Gruplar neden birleşemiyorlar?
Grupları incelediğimiz zaman, genellikleşer'î bakımdan, dinî bakımdan bir kusur bulamıyorsunuz; bu da iyi, bu da iyi, bu da iyi... Neden birleşmiyorlar?..
Bu, genel meselelerin ve tehlikelerin vehametini sezememekten kaynaklanıyor. O nedenle ben, "Bir müslümanın çok okuyan, içi ve dışı çok iyi bilen bir insan olması lâzım!" diyorum. Dış olayları bilemiyor, iç olayları bilemiyor. Gidiyor kendi varlığını, imkânlarını ve sayısal görünümünü yanlış yerde değerlendiriyor. Daha doğrusu kendisini başkalarının kullanmasına müsaade etmiş oluyor. Böyle bir şey olmaması lâzım!.. Bu nerden oluyor?.. Bu da sosyal meseleleri bilmemekten, cahillikten oluyor. Sosyal konulardaki sezgi eksikliğinden kaynaklanıyor.
Bunun dışında başka bir şık, İslâmî grupları grup olarak ille ayrı kalsınlar diye provake eden; yâni ortaya lider gibi bir şey atıp, "O grubu derleyip toparlayıp, sen bu tarafa çekeceksin!"; "Sen de bir başka grubu yakala, şu tarafa çek de şu müslümanlar birleşmesin!" diye müslümanları tefrikaya düşürmek için, dış güçler tarafından ortaya sürülen ve müslümanları ayrı ayrı taraflara çekip birlik ve beraberliğini sağlatmayan bir çalışma da var... Bu da çok net olarak görülebilen bir şey...
Soru:
Siyaset-İslâm ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir müslüman nasıl siyaset yapmalı?
İslâm siyaseti kabul ediyor. İslâm'ın vakıa olarak bulunmadığı hiç bir konu yok... Her konuda İslâm var, İslâm'ın emri var, tavsiyesi var, yönlendirmesi var... Siyaset sahasında da İslâm var... Müslümanların bu sahada da çalışması lâzım!.. "Ben müslümanım, ben böyle şeylerle ilgilenmem!" diyemez. Çünkü, Peygamber Efendimiz SAS Medine-i Münevvere'ye gitti, orada anayasa sayılabilecek metin hazırladı. Dış ülkelere elçiler gönderdi. Harpler, sulhler yaptı. Heyetler kabul etti. Çarşı pazarı kontrol etti. Belediye başkanlığı hizmeti gibi, devlet başkanlığı hizmeti gibi her türlü hizmeti yaptı Peygamber Efendimiz... Binâen aleyh, siyâsî çalışmalar yapılacak.
Siyasî çalışmalarda amaç, Allah'ın rızasını kazanmak olacak... Amaç, dine hizmet olacak... Amaç, milleti mutluluğa erdirecek şeyleri yapmak olacak, milletin hayrı olacak... Siyâsî sahada hizmet veren insanda İslâm'ın ahlâkı görülecek, İslâm'ın istediği vasıflar görülecek; takvâ görülecek, dürüstlük görülecek, adâlet görülecek, ehliyet görülecek... Yetenekli olacak, o konunun sahibi olacak, mütehassısı olacak, iyi bilecek... Zekâ olacak, fetânet olacak... Hizmeti öyle götürecek.