Fakat üç günde müslümanlar karşı orduyu da yenememişler. Çünkü, fillerin üstüne at sürdükleri zaman at gitmiyor, korkuyormuş. Onun da çaresini bulmuşlar; fillerin gözlerine nişan almışlar.
Sâsâni hükümdarı zaferden o kadar emin ki, Sâsânî İmparatorluğu'nun hazinesini, orduya moral vermek için savaş meydanına getirmiş; "Bakın, tüh; bunlardan korkulur mu?.. Ben hazinemi bile getiriyorum, o kadar eminim ki zaferden..." diye... Hanımlarını bile getirmiş... Ve Sâsânîlerin bir kutsal bayrakları varmış, o bayraklarını da getirmiş. Ama İslâm ordusu galip gelince, Hazret-i Ömer o bayrağı da kestirip kestirip askerlere hatıra ganimet olarak vermiş. O hazine de İslâm ordusunun ganimeti olmuş.
Zafer ve muvaffakıyet, galibiyet ve üstünlük Allah'la olanlardadır. Allah'a kul olanlardadır, Allah'ın desteklediğindedir.
Bu konuyu te'yid eden bir olay daha var: Peygamber Efendimiz Mekke'yi fethettikten sonra, müşrik kabileler toplanmışlar, büyük bir ordu teşkil etmişler, Mekke'ye yardım için geliyorlar. Onlarla da çarpışması gerekti. İslâm'a karşı olan bütün çöl kabileleri birleşmişler, ordu teşkil etmişler; İslâm ordusu da onlara doğru yöneliyor.
İslâm ordusundakiler demişler ki: "Oooohoooh... Biz bundan önceki savaşlarda, Bedir'de ve sâirede üç misli fazla düşmanı bile yendik. Başımızda Peygamber Efendimiz var... Sahabe-i Kirâm ordumuzun içinde... Mekke'yi de fethetmişiz. Bu karşımızdaki ordu nedir?.." filân diye zaferi kalabalıkta, sayısal üstünlükte sanmışlar. Şöyle vadiye bakmışlar, vadi İslâm askeri dolu... "Bugün bizi kim yenebilir? Bu kadar kalabalığız. Biz azken bile düşmanı yeniyorduk. Bu kalabalıkla bizi kim yenebilir?.. Bu kalabalıkla düşmanı yeneriz!" demişler. Bu ne demek?.. Kalabalık düşmanı yener sanıyorlar.
Fakat, Allah onları ötekilerin karşısında mağlûb duruma düşürmüş. Müşrikler bastırmışlar ve bu kalabalık perişan olmuş. Tam hezimete uğrayacakları sırada, dünya başlarına dar geldiği sırada, derslerini aldıktan sonra; kalabalığın fayda etmediğini, Allah'ın yardımı olmayınca bir şey olmadığını anladıktan sonra; tabii, Allah Peygamberimiz'i mahzun etmemiş. O dua etmiştir tabii... Sonunda galebe yine sağlanmış.
Yâni, burdan çok net olarak biliyoruz ki, ilâhî kanun olarak; kibir, gurur, zaferi ve galibiyeti başka şeylerde sanmak da iyi olmuyor. Allah'a dayanmak gerekiyor, Allah'tan yardım istemek gerekiyor.
Onun için ben sizlere abdestli olmanızı tavsiye ediyorum. Güreşe çıkmadan önce elli defa "Bismillâhir rahmânir rahîm" deyin!.. Kimsenin görmediği yerde, Allah rızası için iki rekât namaz kılın!.. Deyin ki: "Yâ Rabbi, biz burda İslâm'ı temsil ediyoruz, Türk milletini temsil ediyoruz. Bizi bu kâfirlerin karşısında mağlub duruma düşürürsen, sadece bize değil dinimize de söz gelecek. Bize yardım eyle..." diye Allah'a dua edin, Allah'a dayanın!..
Allah sırtınızı yere getirmesin...
Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..
6 Temmuz 1994 - Kızılcahamam
Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
AHLAK EĞİTİMİ
--Kızılcahamam TV 'nin Röportajı--
Soru:
Hocam, öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
1938 yılında Çanakkale'de doğdum. Ailemiz Çanakkale'ye Buhara'dan gelmiş. Annem ve babam birbiriyle akraba çocuklarıdır. Dolayısıyla kökenimiz Buhara olmuş oluyor. Buhara'dan kafile, Arap halayıklarla beraber gelmiş bizim o taraflara... Bizim ailemiz Peygamber SAS Hazretleri'nin soyundan imiş. Buhara'ya Hicaz'dan gitmişler demek ki... Oradan da Osmanlıların devleti esnasında Çanakkale'ye gelmişler. Böyle bir ailedeniz biz...
Ben üç yaşında iken babam Hafız Necati, bizi okutmayı çok istediği için, Çanakkale'den aldı, İstanbul'a getirdi ve ben bütün tahsilimi İstanbul'da yaptım. İlkokul, ortaokul, lise ve üniversite... Üniversite, İstanbul Edebiyat Fakültesi; benim mezun olduğum bölümü, Arap Dili ve Edebiyatı, İran Dili ve Edebiyatı bölümüdür. Tabii, İslâm Tarihi, Sanat Tarihi bölümlerini de bitirdim.
Sonra 1960 yılında bizim profesörümüz Ahmed Ateş Bey, beni ısrarla üniversitede kalmağa teşvik etti. "Yanımda benim kadrom yok ama, senin mutlaka üniversitede kalman lâzım!" dedi. Ben annemden, babamdan ve İstanbul'daki muhitimden kopmuş olarak gitmek istemiyordum ama, böylece Ankara İlâhiyat Fakültesi'ne imtihanla asistan olarak girdim. 27 yıl Ankara İlâhiyat Fakültesi'nde hocalık yaptım.
Benim kürsüm İlâhiyat Fakültesi'nin edebiyatla ilgili bölümüydü. Amacı, İlâhiyat Fakültesi'nde yetişecek olan din adamlarına, bizim Osmanlı hurufâtı ile yazılmış olan eserleri okuyup anlama ve Osmanlı Dinî Edebiyatını tanıma yeteneğini kazandırmaktı. Benim kürsüm, benim başkanlık ettiğim bölüm çeşitli isimler almıştır. En son isim, "Türk-İslâm Edebiyatı Bölümü" idi. Ben oradan doktoramı, doçentliğimi, profesörlüğümü aldım. 27 sene hizmetten sonra...
Bu arada tabii yan görevler oldu. Meselâ, Yükseliş Mühendislik Mimarlık Özel Yüksek okulunda derslerim vardı. Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi'nde derslerim oldu. Türk Dili ve Edebiyatı, hitâbet-kitâbet üzerine konuşmalarım oldu. Çeşitli çalışmalarım oldu.
1987 yılında biraz sıhhî sebeplerle, --bizim hanımın sıhhati Ankara'da pek iyi olmuyordu-- biraz da Hocamız Mehmed Zâhid Efendi (Kaddesallahu sirrahül aziz), bize bir tasavvufî görev emretmiş olduğu için, onu daha güzel yürütebilmek maksadıyla emekliye ayrıldım.
Fakültedeki pozisyonum çok iyiydi doğrusu... Birçok kürsü bana bağlanmıştı. Emrimde, elimin altında imkânlar vardı. İyi idi durumum... Fakültede talebeler ile diyaloğumuz çok tatlı idi. Talebeler bizim dersimizi ve kürsümüzü severlerdi, ilgilenirlerdi, ilgi duyarlardı. Daha güzel hizmet yapmak ve biraz da hür olmak için... Çünkü memurluk, bir bakıma bağımlılık demek oluyor ve insan memurluk yaptığı beldeden dışarıya çıkarken izin almak zorunda kalıyor. Böylece 1987 yılında, 27 yıllık üniversite hizmetinden sonra emekliye kendi isteğimle, daha yıllarca hizmet imkânım varken ayrılmış oldum.
Tabii dışardaki hizmetleri daha iyi yapmak düşüncesiyle bu emekliliğimi istedim. Ve gerçekten de öyle oldu, dışarda çok yoğun hizmetler meydana geldi.
Meselâ, Türkiye'nin en devamlı dergilerinden olan dergiler çıkarttık. Türkiye'de dergiler devam edemiyor; bir takım sosyal sebepler var, mâlî sebepler var... Bizim dergilerimiz 12 yılı geçti elhamdü lillâh, muntazaman çıkabiliyor. İslâm dergisi; gençlere ve İslâm'la ilgilenen herkese hitab eden bir dergi olarak, ilk önce o çıktı.
Ondan sonra, hanımların eğitimi çok önemli olduğu için, kadınların bilgi bakımından yetişmesi ve kültürel yönden beslenmeleri, zihinlerinin, kültürlerinin takviyesi çok önemli olduğundan Kadın ve Aile dergisini çıkarttık. O da on yıldan fazla zamandan beri hizmet veriyor. İstedik ki hanımlar çıkartsın, hanımların derdini hanımlar daha iyi anlar diye... Böylece bizim İlâhiyat Fakültesi'nden mezun veyahut başka mesleklerden hanımlara yazma ve hanımlar kısmını yetiştirme imkânları zuhur etmiş oldu.
Çeşitli vakıflarımız var, çeşitli derneklerimiz var... Türkiye'nin üzerinde yüzün üstünde böylece çeşitli odaklarda organize olmuş durumdayız.
Dergilerimiz dışında kitap yayınlarımız var... Eğitim faaliyetlerimiz var; kolejlerimizde eğitim veriyoruz. Ayrıca sağlık hizmetleri gören hastane ve kliniklerimiz var... Daha başka sosyal hizmetleri götürmek amacıyla kurmuş olduğumuz çeşitli şirketler var... Bu şirketlerin hepsi hizmet amaçlıdır. İnsanımıza, camiamıza çeşitli yönlerden hizmet etmeyi sağlamak istiyoruz.
Böylece şirketlerle, vakıflarla, derneklerle... Çevre ve kültür derneklerimiz enteresandır. Türkiye'de ilk defa, çevre bakanlığının kurulmasından önce çevre kültür derneklerimiz kurulmuştur. Biz çevremizi ve kültürümüzü istediğimiz şekilde düzenlemek istiyoruz; onun için, bu dernekleri kuruyoruz.
Kadın ve aile derneklerimiz vardır. Hanımların organize olması, sosyal hayata katılması, kültürel hayatta emeklerinin karşılığının görülmesi maksadıyla kurulmuştur. Bunlar çok güzel faaliyetler yapmışlardır. Kreşler açmışlardır, kermesler yapmışlardır. Hâlen en güzel faaliyetleri devam ettiriyorlar.
Ayrıca işte burada yazılarını gördüğünüz çeşitli meslek dallarında kardeşlerimizin dernekleri ve faaliyetleri var... Şu güzel mekânda da biz, şu anda eğitim amaçlı toplantı halindeyiz. Bu toplantıya hem erkekler katılıyor, hem hanımlar katılıyor, hem çocuklar istifade ediyor.
Biz eğitim amaçlı toplantılarımızda, dinlenmeyi ve eğitmeyi bir arada götürmek istiyoruz. Amacımız bu... Birçok böyle toplantılar yaptık. Bu toplantılarda hanım çamaşır yıkamaktan, bulaşık yıkamaktan, ev işleriyle meşgul olmaktan, çocukla uğraşmaktan kurtulsun, rahat etsin... Bey rahat etsin... Çocuklar da biraz temiz hava alsınlar, oynasınlar diye güzel yerleri seçiyoruz. Birkaç günlük bir tatil oluyor, bir taraftan da güzel bir eğitim oluyor.
Çalışmalarımıza zevkle, şevkle, severek devam ediyoruz. Allah hayırlı hizmetler nasîb etsin...
Soru:
Senelerdir temiz, inançlı nesiller yetiştirmek için üstün gayretleriniz var... Günümüzde yoğun olarak yolsuzlukların, skandalların yaşanması insan faktörünü ön plana çıkarıyor. Dürüst nesillerin yetişmesi için önerileriniz ve tavsiyeleriniz nelerdir?
Bu bizim çok üzerinde durduğumuz, doğrusu kendimizi şu ülkenin sahiplerinden birisi olarak hissettiğimiz için ve milletimizin mutluluğunu istediğimiz için, fevkalâde üzüldüğümüz bir konudur; yolsuzluklar, haksızlıklar, kötü yönetimler, rüşvetler, ve sâire... Bunların hepsinin ilacı, sorumluluk duygusuna sahip olmak, "Ahirette ben bu dünyada yaptıklarımın hesabını vereceğim!" diye inanmaktır; inançtır, İslâm'dır.
Rüşvetin karşısında en iyi çare, insanların müslüman olmasıdır. Haksızlığın karşısında en iyi tedbir, insanları müslüman yetiştirmektir, adaletli hareket etmelerini sağlamaktır. Polis olmasa, müfettiş olmasa bile, haksızlık yolsuzluk yapmayacak bir vicdan yapısına onları sahip kılmaktır.
Tabii, burda şöyle bir soru ortaya çıkıyor: Memleketimizin %99'u ismen müslümandır. Ahlâken İslâm'ı yaşayan insanların sayısı azalıyor. Çünkü dinî eğitim, büyük gayretle insana verilebilir. Büyük masraflar ister, büyük zahmetler ister ve küçük yaştan başlar... Aileden başlar; ilkokulda, orta okulda devam eder. Toplumun bu işi benimsemesi, bu tarzda yetiştirmeğe çalışması lâzım!..
Toplum insanı din dışına çekiyorsa, günah dediğimiz taraflara çekiyorsa; gazeteler, müstehcen yayınlar, sinemalar, dışardan getirilen filimler; çeşitli eğlence yerleri, barlar, pavyonlar, diskotekler ve sâire... Tabii, bunlar da insanı gayri ciddî, gayri ahlâkî işler yapmağa sevkediyor.
Bunların zehirlerinin panzehiri İslâm ama, bunun güzel öğretilmesi lâzım!.. Bunu öğretmek için, devlet desteği lâzım!.. Devlet desteği de okulda olur. Okulun dışında insanların, bunları benimseyecek bir takım yerlerde yetiştirilmeleri lâzım!.. Okullar insanlara bilgi verir. Tabii, öğretmen karakterliyse, kaliteliyse, bilgiyle beraber çocuğu eğitir aynı zamanda... Ahlâkıyla da meşgul olur; "Evlâdım, böyle yapma, şöyle yap!.. Şu ayıp oldu, şunu düzeltemelisin!" der. Ele aldığı çocuğu ahlâken de yetiştirebilir.
Ama bu istisnaî bir durumdur. Bazı öğretmenler dersi verir çıkar giderler. Talebe ile diyalogları bu tarzda değildir.
Eskiden nasıl oluyordu bu iş?.. Eskiden ahlâk eğitimi, tekke denilen tasavvuf müesseselerinde yapılıyordu. Ve bu herkese hitab ediyordu. Diyelim ki, okul çağındaki çocuklara ahlâk eğitimi verdiniz. Esnaf ne olacak, okumayan çocuk ne olacak, çırak ne olacak?.. Okula gelmeyen köylü ne olacak, kadınlar ne olacak?.. Bunların hepsi birer soru... Bunların cevaplandırılması lâzım!..
Eskiden bu işleri tasavvuf görüyordu. Kişilerin hepsini birden kucaklıyordu. Mesâi saatlerinin dışında yetiştiriyordu. Böylece Allah'a inanan, başka insanları seven, ahlâkî davranışları bilen ve ahlâkî davranmayı yapabilen, yapabilecek vicdan eğitimi görmüş insanlar meydana geliyordu. Şimdi bu olmayınca...
Öğretim var... Evet, bir Avrupalı hristiyanı alsanız, getirseniz, imam-hatip okuluna verseniz, o da o bilgileri öğrense; papaz gelse, "Şu müslümanların dinleri nasılmış?" diye imam-hatip okuluna girse, ilâhiyat fakültesine girse, öğrense bir şey olmaz. Yâni, İslâmî bilgileri bilen bir papaz olur nihayet... Yetmez!
İslâm'ı benimseyip, yapmak lâzım!.. Bunu da uygulamalı olarak insanlara göstermek lâzım!.. Bir de, tatlı bir muhitte bu işi yapmak lâzım!.. Severek, birbirini kollayarak, birbirine ikramda bulunarak; büyüklerin küçükleri şefkatle takib ettiği, küçüklerin büyüklere saygı duyduğu, güzel jestlerin yapıldığı bir yerde, yumuşak bir tarzda bu eğitimin olması lâzım!..
Onun için, bizim eski sosyal yapımız çok kuvvetli idi, insanımız çok iyi yetişiyordu. Yunus Emre'yi düşünün, Mevlânâ Hazretleri'ni düşünün!.. Bizim Osmanlı ecdadımızın, Anadolu'daki insanımızın hepsi --köylü olabilir, medreseye gitmemiş olabilir, ümmî dediğimiz tarzda olabilir ama-- tekkeye gitmiştir. Medreseye gitmemiştir ama, tekkeye gitmiştir. Daha doğrusu, tekke onun köyüne gelmiştir. Bir derviş gelmiştir, onlara orada Allah'ı sevmeyi, Allah'ın emrini tutmayı, Allah'ın yolunda yürümeyi sevdirmiştir.
Onun için, bizim bir köylümüz bazan, Avrupalının üniversiteden mezun bir insanından daha âriftir, daha olgundur, daha kibardır, daha tatlıdır; ümmî olduğu halde... Çünkü, böyle bir eğitim görmüştür.
Şimdi bu eğitim müesselerini kapattığımız zaman, --düşünelim, kendi çocuklarımız için düşünelim-- nerde görecek bu eğitimi?..
Çok enteresan bir misal söylemişti Rahmetli Ali Yâkub Hoca... Mısır'da kütüphane müdürü iken bir zât gelmiş, demiş ki:
"--Sizinle görüşmek istiyorum!"
"--Buyurun!"
"--Çocuklarıma Türkçe'yi öğretecek bir insan arıyordum; sizi tavsiye ettiler. Lütfedip bize gelir misiniz?"
"--Hay hay!" demiş.
Kahire'de, iyi giyimli bir beyefendi, bizim Ali Yâkub Hocamız Cennetmekân Rahmetli'den çocuklarına Türkçe'yi öğretmesini istiyor. "Gittim. Konakları gayet güzel bir konak... İçeri girdik; gayet güzel, tam Osmanlı usülü döşenmiş, dayanmış. Fakat hayretler içinde öğrendim, konağın sahibi Ermeniymiş."
Diyormuş ki Ala Yâkub Hoca'ya:
"--Hocam! Bu yeni nesillerde terbiye yok... Adâb yok, usül yok, erkân yok... Lütfen şunları şunları öğretin!"
Ermeni, çocuğunu Osmanlı terbiyesiyle yetiştirmeğe çalışıyor. Onun için o hocayı çağırmış.
Bu, çocuğun görgüsü dediğimiz, terbiyesi dediğimiz, bir insanın davranışı önemli bir olaydır. Gündüz Prof. Sâcid Bey bir misal verdi: Birisini elini yıkıyor. Yanında bir başka şahıs var, yaşlı... Bu elini yıkadığı sırada, şu taraftan kurulama kâğıdından bir tanesini almış, buna vermiş. Bu küçük bir jest gibi görünüyor ama, ötekisi eski Diyanet İşleri Başkanı... Yaşlı, sakallı bir insan... Bu da genç... Ona ordan bir kâğıt koparıyor, elini kurulasın diye veriyor. Bu jest onu mest etmiş, memnun etmiş. "Ben böyle bir güzel, kibar davranış başka bir yerde görmedim!" demiş. Yâni, yaşlı bir insan, genç bir kimseye ikramda bulunuyor.
Bu bir terbiyedir. Terbiye de eğitim ve öğretim kadar önemlidir. Bu müesseselerin çalışması lâzımdı ve çocuklarımızı nasıl terbiye edeceğimizi düşünmemiz lâzımdı. Bu terbiyeyi verecek ortamları onlara hazırlamamız gerekiyordu. Bunu yapmağa mecburuz, hâlen mecburuz. Bunu yapmadığımız takdirde, bilgili ama hoyrat, kaba saba, hattâ anarşist insanlar yetişmiş olabilir.
Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nden mezun insanların bir kısmının maceralarını biliyorsunuz geçtiğimiz yıllarda... Ne kadar anarşik olaylara katıldılar. Ve anarşistlerin çoğunu incelediğiniz zaman bakıyorsunuz yüksek tahsilli, Avrupa'da okumuşlar, bilgileri var... Bilgi yetmiyor. Bilginin yanında bir de mânevî temellere dayalı, Allah korkusuna dayalı eğitim, terbiye, görgü lâzım!..
Ahirette hesaba çekileceğini düşünen bir insan olması lâzım!.. "Polisi atlabilirim, hakimi kandırabilirim... Müfettişe yanlış bilgi verebilirim... Bütün delilleri yok edebilirim. Amma, Allah'a ne hesap vereceğim?" demesi lâzım!..
Bir misal de buna anlatayım: Hazret-İ Ömer Medine-i Münevvere'den Mekke-i Mükerreme'ye gidiyormuş; emîrül mü'minîn, devletin başkanı olduğu zaman... Yanında bir kişi var... Bir yerde gölgelenmek için ağacın altına oturmuşlar. Bakmışlar orda bir sürü var, başında da bir çoban... Çobanı çağırmışlar:
"--Gel bakalım! Şu kuzulardan bize bir tane kes, ver!" demişler.
Çoban demiş ki:
"--Ben kuzuların sahibi değilim! Çobanım sadece... Bunu almağa, satmağa selâhiyetim yok!.."
"--Yâhu, bize bir tanesini kes, biz sana parayı verelim!"
"--Efendime ne diyeceğim?.."
"--Kurt yedi dersin!"
"--Efendimi aldattım, ama Allah'a ne diyeceğim?.. Allah'ı aldatamam!" demiş.
Bu, imandan doğan bir sorumluluk duygusudur. Hiç kimse olmadığı bir yerde bile bir müslüman kusur işlemiyor. O halde İslâm'ı takdir etmesi lâzım herkesin... Polise ihtiyaç duymayan bir kişilikle karşı karşıyayız; ne kadar güzel... Kendi kendisinin kontrolörü, kendi kendisinin müfettişi, kendi kendisinin polisi, kendi kendisinin hakimi oluyor insan; imanı sayesinde... Bu çok önemli bir faktör... Bu Avrupa'da yok, Japonya'da yok... Rusya'da yok, Hindistan'da yok... Adam fırsatı buldu mu, her türlü haksızlığı yapıyor.
Ben Almanya'dan bir Wolks Wagen araba almıştım. Usûlüne uydurmuşlar; bana bir pistonu çalışmayan, hatalı bir Wolks Wagen sattılar. Söylemeden... Kusuru söylenmeden satılır mı?.. Sonradan hakkımı aramak istedim. Mevzuat bakımından ayarlamışlar; arayamadım.
Kanûnî mevzuatı uydurdukları zaman, her türlü haksızlığı yapabiliyorlar. Bu dürüstlük değildir, bu ahlâk değildir. Ahlâk, bizim ahlâkımızdır. Yâni, hiç kimse olmadığı zaman bile bir insan dürüst davranabiliyor mu?.. Davranabiliyor. İşte ahlâk budur. Bunun kaynağı nedir?.. Bu ahlâkın kaynağı imandır, dindir.
Bu din ve iman terbiyesi insana nerde veriliyor?.. Camide verilmiyor; vaizin konuşması kâfi gelmiyor, hutbe kâfi gelmiyor. İmam-hatip okulundaki bilgi kâfi gelmiyor. Ne lâzım?.. İnsanın gecesini gündüzünü kuşatan, kavrayan, samîmî bir muhit lâzım!..
Bugünkü insanlar kulüplere gidiyorlar. Şehir kulüpleri oluyor, çeşitli dernek toplantıları oluyor. Oralarda sosyal ihtiyaçlarını karşılamağa çalışıyorlar. Akşamları insan her akşam evinde dursa, sıkıntıdan patlıyor. Nereye gidecek?.. Eskiden tekkeye gidiyordu. Hem sohbet dinliyordu, hem demin bizim dışarda söylediğimiz gibi ilâhîlerle, zevkli ve tatlı bir hayat oluyordu. Birbirlerine ikramları oluyordu, muhabbetleri oluyordu, fedâkârlıkları oluyordu. Birbirini canından çok seven insanlar meydana geliyordu. O halde bu müesseseyi işletmek lâzım!.. Var, çalışmış, faydası görülmüş. Yine devam etsin!.. Zâten devam ediyor da, "Niye elinden tutulup yaygınlaştırılmıyor?" diye sorabiliriz.
Soru:
Günümüzde tasavvuf yeterince anlaşılamamaktadır. Sizce, günümüzde tasavvufu nasıl anlamak gerekir?
Tasavvuf günümüzde sevilen bir yol, ilgi duyulan bir yol; bu kesin... Herkes ilgi duyuyor. Tasavvufla ilgili bir kitap çok satış yapıyor. Tasavvufla ilgili bir toplantı çok kalabalıklar topluyor. Herkes ilgi duyuyor tasavvufa...
Ama, tasavvufun doğrusu var, eğrisi var... Neden?.. Çünkü, tarih boyunca, yüzyıllar boyunca gelen an'ane var... Bir de işin aslı var, özüne uygunluğu var... Şimdi eğer tasavvufu temsil eden insanlar bilgili olmazsa, an'aneye tabi olursa; her gelen bir milim kaydırsa çizgiyi, sonunda yüzyıllar sonra çizgi ters bir noktaya kadar dönmüş olabilir. O halde ne olacak?.. Tasavvufu uygulayan insan, aynı zamanda dinde bilgili insan olacak. Dinin ana kaynakları olan Kur'an-ı Kerim'i ve hadis-i şerifi en iyi bilen insan olacak ki, kendisinin kaymasını, sapmasını düzenleyebilsin.
Şimdi bizim büyük hocamız Gümüşhanevî Ahmed Ziyâüddin Efendi Hazretleri; Nakşî, Kadirî, Sühreverdî, Kübrevî, Çeştî tarikatini bünyesinde toplamış Halidiyye kolunun meşhur bir şahsiyeti... Batılıların ve Arapların yazdığı kaynak kitaplarda da ismi olan şahıs... Tekkeye ders kitabı olarak bir hadis kolleksiyonu hazırlamış; Râmûz el-Ehâdîs isimli, onu koymuş. Diyor ki: "Bu hadis kitabını okuyun!.. Bunu okuduğunuz, hazmettiğiniz zaman iyi bir müslüman olursunuz; bayağı da bir alim olursunuz."
Yâni, tasavvuf ama nereye dayalı?.. Hadis-i şerife dayalı... Nereye dayalı?.. Kur'an-ı Kerim'e dayalı... Böyle olunca tasavvuf, ana çizgide, cadde-i kübrâda yürümüş olur. Yanlış yollara, çıkmaz sokaklara sapmamış olur. Patikalara, çamurlu yerlere girmemiş olur. İlk safiyetini, ilk çıkış zamanındaki güzelliğini korumuş olur.
Her şahıs bilgisi olmadığı için, iyi yapıyorum diye bir şey eklediği zaman, din bozulur. Onun için bizim dinimizde esas olan, Sünnet-i Seniyye'ye uymaktır. Yâni, Peygamber Efendimiz'in yolunda yürümektir.
Sünnetin karşısında olan, yeni çıkan şeylere de bid'at derler. Bid'atler de yasaktır, haramdır, günahtır. Bid'ate sarılan insanın namazı kabul olmaz, orucu kabul olmaz, haccı, sadakası kabul olmaz diye hadis-i şerifler vardır. Bu tehditler bu ikazlar müslümanı ana çizgiden kaymamağa, sünnet-i seniyye yolunda yürümeğe sevketmiştir.
Onun için biz umumiyetle, Türkçe'de ne diyoruz?.. "Ehl-i sünnet vel cemaattenim!" Ana caddede yürüyorum, tefrikaya düşmüş bir grupta değilim ve sünnet-i seniyyeye sarılmışım. Bu doğrudur. Çünkü, Kur'an-ı Kerim ve Peygamber Efendimiz'in hadis-i şerifleri dinin iki önemli kaynağıdır. Buna sarıldığın zaman, tasavvuf güzel olur. Bu istikamette, bununla yürüdüğün zaman tasavvuf güzel olur. Bunun dışına çıktığın zaman, tasavvuf yolu kaymış olur. Yol, tasavvuftan kaymış olur. diyelim daha doğrusu... Yozlaşmış olur, yanlış olur. Ana çizgiye bağlı olma esasına riayet etmek lâzım!..
Kur'an-ı Kerim'e, hadis-i şerife, dinin kurallarına uygun olmak esasında yürümek lâzım!..
Soru:
Hemen hemen bütün dünya devletleri teröre karşı olduklarını açıklıyorlar. Ama birçok ülke düşmanı konumundaki ülkeyi terörle yıpratmağa çalışıyor. Sizce terör bir savaş yöntemi midir?
Hiç şüphe yok... Bugünkü teröristler, anarşistler mutlaka dış güçlerle bağlantılı... Ve işaret ettiğiniz şekilde onların desteğiyle durabiliyor. Yoksa, mümkün değil... Bu kadar böyle Türk ordusunun karşısında, milletin nefreti karşısında bu kadar ayakta durabilmesi mümkün olmazdı.
Gizli bir savaş yöntemidir. Buna gerilla savaşı, çete savaşı deniliyor. Bu bir savaştır. Tabii, bütün milletler terörü istemiyorlar ama, "Kendilerine karşı terör kullanılmasın!" diye istemiyorlar. Bir çok emperyalist ülke de mâsum ülkeleri terörle karıştırıp, maksadına ulaşmak istiyor.
Bizim Türkiye'miz üzerinde çok emelleri olan ülkeler var... Türkiye'mizi parçalamak isteyip, oralara sahip olmak isteyen insanlar çok... Zâten çok büyük bir imparatorluk iken, hiç de küçümsenmeyecek nisbetlerde çoğunluğa sahipken; meselâ Balkanlar'da zulme uğramıştır ecdâdımız... Bulgaristan'da ekseriyette iken, azınlığa düşürülmüştür. Yugoslavya'da yapılan bu katliamlar, Sırpların hücumları, insanlık dışı ve hiç bir şeye sığmayan tarzda yaptıkları şeyler; bir ırkı yok etme çalışması onların emelleridir.
Kafkaslar'da emelleri vardır. Rusya bir müstevli devlet olarak zâten Türk ellerine saldırmıştır. Kırım Türk'tür, Rusya saldırmıştır. Yukarıdaydı onların yerleri, oralara saldırmıştır. Kazan Türktür, müslümandır; Ruslar oraya saldırmıştır. Hazar'a inmiştir. Özbekistan'a vs. ye gelmişlerdir. Oraları kendi diyarları değildir. Başka halklar oturdukları halde, oraları işgal etmişlerdir.
Türkiye'nin hem kendisinin güzelliği ve imkânları var; hem de Ortadoğu petrollerinin önünde bir duvar olma durumu var... O bakımdan Türkiye'ye sahip olmak isteyen insanlar vardır. Doğuda bir Ermeni devleti kurulması hayali peşinde koşanlar vardır.
İsrail'in Fırat'a kadar, bizim Güneydoğu Anadolu'ya kadar emelleri vardır. Oraları almak istemektedir. GAP Bölgesi vs. yerler haritasına dahil edilmiştir.
Yunanistan batıyı, İstanbul'u almak istediğini bangır bangır söylemektedir. Batı Trakya'da ekseriyet Türklerde olduğu halde, Lozan'da nasılsa orayı koparmıştır. Oniki adada hakkı olmadığı halde, İtalyanlar'dan sonra oraları harpsiz darpsiz ve bize karşı mağlub olduğu halde elde etmiştir. Kötü emelli pek çok ülkeler vardır. Dikkat edilirse, gazete haberlerinde de görülüyor.
Anarşistler yurtdışına kaçtığı zaman ya Atina'da oluyor, oradan destekleniyor; ya bir terörist ülkenin topraklarında yuvalanıyor. Türkiye'ye karşı emeli olan bir ülkede yuvalanıyor. Bu da çok net olarak, terörün arkasında dış düşmanların olduğunu net olarak gösteriyor. Şek ve şüphe yoktur.
Geçen gün, Erzincan valisi muhterem Recep Yazıcıoğlu'nun bir yazısı vardı bir gazetede... Gece geç vakit onu zevkle, baştan sona okudum. Diyor ki: "Yakaladıklarımızın çoğu sünnetsiz!.." Sünnetsizlik neyi gösteriyor?.. Müslüman olmadığını gösteriyor. Çarpışan insanların da bir kısmı nüfus kâğıdında ismini değiştirmiş olabilir ama, köken olarak Ermeni kökenli oluyor.
Anadolu'muzun bazı yerlerinde biz müsamaha göstermişiz. Sırplar gibi katletmemişiz, yaşamasına fırsat vermişiz. Askere almamışız, esnaf olmuşlar, oturmuşlar. Erzincan'da var... Kayseri'de var... Ankara'nın Keçiören semtinde var böyle şeyler... Konya'nın bazı mahallerinde var... Her yerde bir gayrimüslim mahallesi olmuş, ses çıkartmamışız. Şimdi onların içinde, şu anda o oturdukları yerlere sahip olma hevesine düşmüş insanlar var...