Yerine göre günlerce yemek yememiş, oruçlu olarak, aç olarak dolaşmış bir insan olarak görüyoruz...
Yerine göre hanımlarından ayrılmış, bir odada aylarca inzivâ hayatı yaşamış insan olarak görüyoruz...
Yerine göre küçük çocukların bile gönlünü alan, son derece tatlı bir insan olarak görüyoruz... Mahalledeki bir küçük çocuğun yanına yanaşıp, "Ne oldu kuşçağızın?" diye, onun hatırını soran bir kimse olarak görüyoruz...
Yerine göre, "Bizi de kucağına al!.. Bizi de omuzuna bindir!" diye söyleyen çocuklar için yanındaki sahabeye, "Git evden bir şeyler getir de, şunlardan kendimizi kurtaralım!" diyen; ordan gelen birkaç meyvayı çocuklara verip, "Kardeşim Yusuf, küçük bir meblağ ile ucuz bir fiata satılmıştı. Biz de çocuklardan kendimizi birkaç meyva ile kurtardık." diyebilen insan olarak görüyoruz.
Ama Dicle'nin kenarında bir kurt bir kuzuyu parçalasa, bizim yüreğimiz sızlıyor. O kuzuyu koruyamamanın ızdırabını duyuyoruz içimizde...
Allah-u Teâlâ Hazretleri Kur'an-ı Keriminde:
(Ve eiddû lehüm mesteta'tüm min kuvveh.) buyurduğu için; İslâm'ın karşısına dikilen, Allah'ın rızasının aksine hareket eden, mazlum insanları, müstad'af insanları zulme maruz tutan kimselere karşı da elden geldiğince mukabil kuvvet hazırlamak tavsiyesi karşısında kendimizi sorumlu hissediyoruz.
Onun için, İslâm geldikten sonra müslümanlar ilmin her çeşidine sarılmışlar ve kısa birkaç asır içinde, ilim tarihinin en büyük gelişmesini ortaya koymuşlardır. İlmin her dalında en büyük ilerlemeyi yapmışlardır. Avrupalılardan çok önce hakikatleri bulmuşlardır.
Avrupalılardan çok önce optikte ilerlemişlerdir. Avrupalılardan çok çok önce, asırlarca önce yerin arzını tûlünü, meridyenini paralelini doğru ölçmüşlerdir. Sinüsü, kosinüsü ölçmüşlerdir, nisbetleri beyan etmişlerdir. Logaritmayı ortaya koymuşlardır. Kimyada Avrupalıların bilmediği maddeleri tarif etmişlerdir.
Kan dolaşımını keşfetmişlerdir. İnsanın tedavisinde en güzel usülleri koymuşlardır. Operasyonlar, cerrâhî ameliyeler yapmışlardır. Aşı uygulamışlardır. Çiçek hastalığından Avrupa devletleri kırılırken, bir şehre çiçek salgını geldiği zaman şehrin yarısını, üçte birini alıp götürürken; bizim ülkelerimizde köşe başlarındaki nur yüzlü, başörtülü, çevreli, çemberli hacı teyzelerimiz, ninelerimiz çiçek aşısı yaparak, bu hastalıktan halkımızı kurtarmıştır.
Temizliği ile tanınmıştır, dürüstlüğüyle tanınmıştır ve öyle bir ümmet meydana gelmiştir ki, gemileri karadan yürütmüştür. Düşmanına karşı engel tanımamıştır. Başka insanların hayallerinin erişemediği teknolojik seviyeye iktidarlarıyla ulaşmışlardır.
Biz onların ahfâdı olarak duygulanıyoruz. Onların ahfâdı olmağa lâyık olmağa çalışıyoruz. Şahsen ben Japonya'dan, Almanya'dan fevkalâde utanıyorum ki; Japonya, Amerika'nın mutlak istilâsına, tam bir mağlûbiyetle teslim olmuş iken; Almanya, müttefik kuvvetlerin parça parça edip, muhtelif yerlerde kışlalar kurduğu, hakim olduğu bir devlet durumunda iken; onlar çeşitli badirelerden sıyrılmışlar, kurtulmuşlardır da, bugünkü süper devletlerin arasında Japonya meselâ, Amerika'yı dahi sarsan, titreten bir güç haline gelmiştir. Almanya, batının ve Avrupa devletleri içindeki hasedcilerinin ve rakiplerinin dahi tedbir almak ihtiyacını duyduğu, bir muazzam gelişme göstermiştir.
(Menistevâ yevmâhü fehüve mağbûnün.) "İki günü müsâvi olan bile ziyandadır. İkinci günü, sonraki günü birinciden mutlaka daha ileri olması gerekir." diye kural koymuş olan dinimizin mensupları olarak ben utanıyorum. Avrupa'dan geri kaldığımız için utanıyorum. Almanya'dan Japonya'dan sonra belimizi doğrultacak bir durumda olduğumuz için utanıyorum. Amerika'nın dünyada tek süper devlet sayıldığı ifade edilirken utanıyorum, Devlet-i Aliyye-i Osmâniye'yi düşünerek...
Onun için, teknik sahalar bize, Allah'ın kullarına hizmetin en güzel vesileleri olarak görünüyor. Teknolojiyi seviyoruz. Allah'a hizmet etmenin, Allah'ın dinine hizmet etmenin, Allah'ın kullarını rahat ettirmenin, Allah'ın kullarından hayır dua almanın vesilesi olarak gördüğümüz için teknolojiyi seviyoruz.
Onun için, kardeşlerimizi teknolojiye sevkediyoruz. İmam-hatipten mezun, imam veya hatip olmayı gönlüne yerleştirmiş kardeşlerimize teknoloji yolunu gösteriyoruz. Teknik üniversitenin yolunu gösteriyoruz.
Bizim --rahmetullahi aleyh-- Abdül'aziz Hocamız, bu bizim irfanımızın bir gereği olduğundan, 1940'lı yıllarda, o zaman genç birer Teknik Üniversite talebesi olan pek çok müridini, Teknik Üniversi'tede hoca olarak kalmaya teşvik etmiştir.
Ben o zaman biliyordum ki, Teknik Ünuversite'de asistan olması bir mühendisin, dışardakinden üçte bir nisbetinde daha az maaş alması demekti. Mahrumiyet demekti, yokluk demekti, fedâkârlık demekti. Ama, Abdül'aziz Hocamız onlara Teknik Üniversite'de asistan kalmayı emretmiştir. Çünkü, İslâm feragat dinidir, fedâkârlık dinidir. Çünkü mürşid-i kâmiller, gerçek faidenin nerede olduğunu çok iyi görürler.
O işaret üzerine, Teknik Üniversite'den pek çok dindar profesör kardeşimiz yetişmiştir. Muhtelif yerlerde hizmet görmüşlerdir, emekli olmuşlardır. O neslin arkasından yeni nesiller gelmiştir. Siz, o nesillerin arkasındaki nesillersiniz.
Mehmed Zâhid Kotku Hocamız, --cennetmekân, rahmetullahi aleyh-- benim de bir genç öğrenci olarak katıldığım toplantılarda, Balkanlar'ın en büyük motor fabrikası olan Gümüş Motor'u kurmayı emretmiştir, kurma çalışmalarını başlatmıştır. Bu motor fabrikası kurulmuştur, halen de Pancar Motor diye Türkiye'ye fayda sağlamaktadır.
Biz kurucularına fayda sağlamıyor!.. Çünkü elimizden, haince dolaplarla, düzenbazlıklarla alınmıştır. Kurucularına menfaat sağlamıyor. Çünkü, kurucuları, o zamanki nominal sermayeleri kadar sermayeler görülecek şekilde gadre uğratılmışlardır.
Ama biz iftihar ediyoruz. Pancar Motor'u gördükçe, Mehmed Zâhid Kotku Hocamız'ı hatırlıyoruz. Bahçelerde "Pata... Pata... Pata..." sular çekildikçe, otomatik sulama sistemleri tarlayı yemyeşil yapmış görünce, o neşe içinde ilâhî bir haz duyuyoruz.
Bizim büyük hukuk abidemiz olan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye'de, ahkâm arasında buyurulur ki: "Bir işten maksad ne ise, hüküm ona göredir." Bir işi yapan insanın, o işi yapmaktaki gayesi, amacı, maksadı ne ise, ona göre sevap kazanabilir; veya sevaplı gibi görünen bir ibadeti kötü maksatla yapıyorsa, günaha da dalabilir. Namazı riya için kılıyorsa, başkasını aldatmak için kılıyorsa, günaha girer. Ama, uykuyu "Rasûlüllah'ın sünnetidir." diye uyuyorsa, sevap kazanır. Sütü, "Rasûlüllah Efendimiz sütü içerdi, fıtratı tercih etmişti." diye içerse, sevap kazanır.
Onun için, ibadetin çeşidinin bize göre nihayeti yoktur. Teknolojiye hizmet de ibadettir; niyeti hâlis olursa, kalbi temiz olursa... Teknik sahada çalışan elemanımız, kardeşimiz samîmî, halis, muhlis, dindar olursa...
Herhangi bir işi Allah rızası için yapmak, onu ibadet haline getirir. Onun için biz, teknolojiyi, teknik eğitimi, teknik sahadaki çalışmaları da tıpkı ilâhiyat sahasındaki çalışmalar gibi, hukuk sahasındaki çalışmalar gibi, planlama sahasındaki çalışmalar gibi önemli görüyoruz. Halkımıza hizmette, devletimize milletimize güç gelsin diye, alnımız açık olsun diye, dinimiz yücelsin diye, kâfirlerin karşısında kuvvetli olalım diye, İslâm'ın bayrağı burçtan aşağı inmesin diye yaptığımız her çalışma gibi, teknik çalışmanın da temelini iman üzerine, bu aşk ve şevk üzerine kurmuşuz.
Bu sahada sizlerden olağanüstü, fevkalâde başarılar bekliyoruz. Taklidden tahkika ermenizi bu sahada da istiyoruz. Bu sahada da, kendi adınıza icatlar ortaya koymanızı diliyoruz. Kendi marka otomobilimizi, kendi marka uçağımızı, kendi marka cihazlarımızı yapmanızı bekliyoruz.
Oymapınar Barajı'nı gezdirdikleri zaman, bizi bir dağın içine birkaç km. soktular bir tünelden... Dağın içinde ayrı bir alem oymuşlar. Sekiz katlı baraj alet edevatının olduğu mıntıkaya girdik. Dışardan bomba atılsa, tesir etmez içeriye... Dağın tamamen içinde, dışardan görülmeyen muhteşem bir manzara ile karşılaştık. Dağın içinde, yer altında bir teknolojik dev ile karşılaştık. Sekiz katlı cihazlar... Barajdan gelen sular onları döndürüyor, elektrik üretiyor... vs.
Tabii, işin maddî cesâmeti karşısında ben duygulandım. Yanımda o tesisin genel müdürü vardı. Dedim ki:
"--Ne olurdu biz de böyle şeyleri yapacak bir teknik seviyeye gelebilseydik!.. Ne muhteşem, ne muazzam, ne kadar büyük bir tesis!.." Makinalar güldür güldür çalışıyor. Oradan borular geliyor, buradan teller gidiyor. Bir şeyler dönüyor... filân. Dışardan çok büyük bir hayranlıkla ben bu sözleri söyleyince;
"--Hocam, biz bunu yapabiliriz!" dedi. "Ve hattâ yapılması için, bu Oymapınar Barajı'nın inşaası esnasında üsttekilere teklif ettik. 'Biz bunu yaparız. Dışarıya para vermenize lüzum yoktur. Bize fırsat verin, yapalım!' dedik de, bizim sözümüze itibar etmediler dedi.
Geçen gün, Tuzla tersanelerinin birisinde çalışan gemi mühendisi bir kardeşimizle görüştüm. Ona dedim ki, "Bir arkadaş beni motoryatına çağırdı, gezdirdi. Muazzam, muhteşem bir gemi, çok güzel bir motoryat... Pırıl pırıl, tertemiz... Her şeyi çok güzel, tariflere sığmayacak gibi güzel... Ben sordum. Tamamen Tuzla'da yapılmış olduğunu söylediler." Bunu naklettim o gemi mühendisi kardeşimize...
"--Hocam!" dedi. "Acizâne biz de, bir yatın yapılmasını üzerimize almıştık; İtalya'da birincilik aldık o yatla..." dedi.
Muhterem kardeşlerim!.. Allah'ın lütfuna dayanan insanların başaramayacağı iş yoktur, Allah'ın yardımıyla, Allah'ın izniyle...
Onun için, sizlerden kat'iyyen bugünkü durumu baz almamanızı, esas almamanızı rica ediyorum. "Dünyada en yüksek neresi varsa, en yüksek seviyeyi kim tutturmuşsa, baz olarak, temel olarak onu alın! Onun üstüne basarak daha yükseklere çıkın!" diye temenni ediyorum.
Himmetiniz yüce olsun, gayretiniz çok olsun, aşkınız şevkiniz ziyade olsun... Allah-u Teâlâ Hazretleri muîniniz olsun...
Allah-u Teâlâ Hazretleri, Ümmet-i Muhammed'e sizin hizmetlerinizle yüz güldürücü sonuçlara ulaşmayı nasib eylesin...
Hepinize sevgilerimi, hürmetlerimi arz ederim!..
Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..
5 Temmuz 1994 - Kızılcahamam
Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
GÜÇ KUVVET ALLAH'TANDIR!
--Güreşçilerle Sohbet--
Bismillâhir rahmânir rahîm.
Elhamdü lillâhi rabbil alemîn... Vessalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve alihî ve sahbihî ecmaîn... Ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmid dîn...
Değerli kardeşlerim! Aynı otelde bulunmaktan ve tanışmaktan mutluluk duyuyorum. Hoca olmak sıfatıyla mesleğimiz biraz da dua olduğundan, üstün başarılara ermenizi, üstün başarı kazanmanızı Cenâb-ı Hak'tan dilerim.
Allah-u Teâlâ Hazretleri'nden bizi ve tarihimizi, kültürümüzü en güzel tarzda temsil etmenizi; şehidlerin kanları üzerine aksetmiş olan hilâli ve yıldızı sembolize eden bayrağımızı şampiyonluk direklerine çektirmenizi niyaz ederim. Allah-u Teâlâ Hazretleri, sizleri üstün başarılara erdirsin... Hayatınız boyunca şampiyonluklardan şampiyonluklara koşturtsun...
Kim Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne dayanırsa, en güçlü insan odur. Kim Allah-u Teâlâ Hazretleri'nden, onun kulluğundan uzaklaşırsa; Allah-u Teâlâ Hazretleri onu en hor, en zelil duruma düşürür.
Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki:
(El mü'minül kaviyyü hayrün ve ehabbün ilallahi minel mü'minüd daifi ve fî küllin hayr.) "Kuvvetli müslüman zayıf müslümandan hem daha hayırlıdır, hem Allah'a daha sevgilidir. Bütün müslümanlar hayırlıdır ama; lâlettain fertten devlet başkanına kadar, müslümansa, imanlıysa, takvâlıysa hepsi hayırlıdır ama, kuvvetli müslüman zayıf müslümandan daha hayırlıdır." Çünkü, hakkın kuvvetle desteklenmesi lâzım!.. Kuvvetsiz olan hak, kuvvetli olan batılın karşısında ezilirse, --çünkü batılın işi ezmektir, haksızlık yapmaktır-- çok yazık olur. Böyle bir duruma fırsat vermemek lâzım!..
Onun için, her bakımdan kuvvetli olmamız aynı zamanda dinimizin gereğidir. Pazumuzun kuvveti dahil, adalemizin kuvveti dahil... İmanımızın kuvveti tabii başta... Mâlî gücümüz ve akla hayale gelen gelmeyen her sahadaki kuvvetlilik... Teknolojik güçlülük ve kuvvetlilik de buna dahil...
Teknolojik yönden çok kuvvetli olsak, düşmanlarımız bizim karşımızda bu kadar efelik taslayamazlardı. Canlarına okurduk. Zâten, korkularından hiç sesleri çıkmazdı. Güçsüzlüğün çok zararları oluyor. O bakımdan, her yönden güçlü olmamız gerekiyor.
Sıhhatli olmamız gerekiyor. İslâm'a göre, vücut bizim kendi malımız değildir. Vücut Allah'ın bize emânetidir. Biz bu emâneti kullanıyoruz hayat boyunca, ondan sonra bırakacağız. Emânet... Bu emâneti hıyânet etmeden, iyi kullanmakla vazifeli kılmış Allah... Bu emânete bir zarar verdiğimiz zaman, biz sorumlu tutuluyoruz.
--Zarar nasıl verebilir insan kendisine?..
--Kötü alışkanlıklarla zarar verebilir. Hani, içki, kumar, afyon, eroin vs. gibi... Bunlar insanın sinirlerini tahrib edip mahveden şeyler, zararlı şeyler, aklını gideren şeyler...
İslâm'ın beş koruma görevi vardır. Bütün fıkıh kitaplarında, İslâm'ın ana felsefesini anlatan bölümlerinde yazılıdır. Vücudu korumak, İslâm'ın bir görevidir. Ahkâmını ona göre koymuştur. Vücudun korunmasını sağlamaya yöneliktir.
Aklı korumayı esas almıştır. Onun için aklı giderici, izâle edici her şeyi yasaklamıştır İslâm...
Nesli korumayı esas almıştır. Malı bile korumayı esas almıştır. Tabii, itikadı korumayı esas almıştır; en başta ihtimam edilmesi gereken odur.
Binâen aleyh, vücutlarımız bizim bir emânetimiz olduğundan, bizim bu vücutları iyi kullanmamız gerekiyor. Kadın erkek, büyük küçük, sporcu olan veya olmayan herkesin bunu iyi kullanması gerekiyor ama; sporcu kardeşlerimizin ana mesleği vücudu iyi korumaktır, kollamaktır... Gözü gibi bakmaktır, canı gibi bakmaktır tenine...
O bakımdan siz hür değilsiniz, bir bakıma bağımlısınız. Bir bakıma hürriyetleri tahdit edilmiş kimselersiniz. "Bu vücudu en sağlıklı, en sağlıklı, en kuvvetli bir şekilde ne yaparım da eğitebilirim ve geliştirebilirim?" diye düşünmek ve çalışmak mesleğiniz olmuştur. İşiniz budur. İnşallah bunu çok güzel yaparsınız.
Siz sadece sizin kendiniz için değilsiniz, aynı zamanda bizi temsil ediyorsunuz. Avrupalıların kültürü içine yerleşmiş, "Türk gibi kuvvetli!" sözü vardır. Şimdi, "Peh be, kuvvetli dedikleri Türk bunlar mı?" derlerse ayıp olur, mahcub oluruz mağlûb olursak...
Rahmetli Yaşar Doğu'yu seviyorduk. Güreşe çıkmadan önce namaz kılarmış. Namazında niyazında, mütedeyyin birisi diye gönlümüzün tahtında yeri vardır. Allah razı olsun... Hepiniz inşallah onun kazandığı şampiyonluklar gibi şampiyonluklar kazanırsınız.
Güç kuvvet Allah'tandır. Biz bunu dinimizde:
(Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm.) cümlesiyle biliyoruz. Bu cümle bizim koyduğumuz bir cümle değil; Allah'ın bize öğrettiği bir cümle... (Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh) "Güç kuvvet Allah'tandır, Allah'tadır, Allah'ladır." Allah'la olmayınca, güç kuvvet yoktur. Allah'a dayanmayınca güç kuvvet yoktur. Allah vermeyince güç kuvvet yoktur.
Ben sabahları annemin babamın elini öperdim, öyle giderdim okula... Adetimiz böyleydi. Sabahleyin annemizin, babamızın elini öperdik okula öyle giderdik. Çok rast giderdi işimiz... Talebelik hali, derse çalışamadığımız zaman olurdu. Bildiğimiz yerlerden çıkardı. Yâni, koca kitaptan bir konuyu biliyorsak, o konu çıkardı. Neden?.. Annenin babanın duasını almak önemli de ondan... Mâneviyat önemli de ondan... Çok net olarak görürdük yâni...
Bizim tahsilimizde tabii güreşe filân çıkmadık ama, sizin tahsiliniz de güreş... Sizin de imtihanınız müsabakalar olmuş oluyor. O bakımdan eğer bir insanın aklı varsa, gücün kuvvetin sahibi olan Allah'la dost olmağa bakar, Allah'ın dostu olmağa bakar. Allah'ın dostu olunca da bir insan, kimse onun sırtını yere getiremez. Allah dostunu kimse yenemez.
Peygamber Efendimiz zamanında meşhur bir güreşçi varmış. Önüne geleni deviriyormuş, yere seriyormuş, sırtını yapıştırıyormuş. Peygamber Efendimiz'le bir güreş tutmuşlar; Efendimiz yenmiş. Olmadı, bir kaza oldu, şöyle oldu, böyle oldu... "Yenilen pehlivan güreşe doymaz!" derler. Bir daha; yine yenmiş... Bir daha; yine yenmiş.
Aklı almıyor pehlivanın... Efendimiz'in beden yapısı ortada... Normal bir insan gibi dış görünüşü itibariyle... Ötekisi de meşhur bir güreşçi, kimse bileğini bükemiyor, böyle bir insan ama; ona rağmen kaç sefer güreşmişlerse, Peygamber Efendimiz yenmiş. Neden?.. Peygamber Efendimiz Allah'ın rasûlüllahı, habîbullahı, mustafâsı, müctebâsı olduğu için, olağanüstü bir durumdan dolayı böyle olmuş.
Peygamber Efendimiz'e vahiy gelmiş. Dizi yanındaki insanın dizine temas ediyormuş. Kalabalıktan diz çökerek oturdukları bir yerde vahiy gelmiş. Diyor ki o şahıs: "Dizim nerdeyse parça parça olacaktı ağırlıktan..." Birden muazzam bir ağırlık çökmüş. Peygamber Efendimiz'in üzerine vahiy gelmesinden dolayı kendisi değen dizinin parçalanacağını hissediyor. Böyle ilâhi tarafı çoktur.
Avustralya'da Arif Efendi diye birisiyle tanıştım Sidney'de... Kendisi anlattı: Akrabasından birisinin memlekette geniş arazileri varmış. Doğudan göçmen gelen bazı vatandaşlar, o arazileri kıyıdan köşeden istilâ etmeğe, ev yapmağa filân başlamışlar. Zorbalıkla, baskıyla filân... Eski seneler, belki kırk yıl önce... Bu da gitmiş demiş ki:
"--Amca, biz senin Allah'ın sevgili kulu olduğunu biliyoruz. Kerametlerini de söylüyorlar, görüyoruz zaman zaman... Şunlara bir şey yap da bu haksızlıkları yapamasınlar, perişan olsunlar, mahvolsunlar!"
"--Bak evlâdım! Bizim Allah tarafından verilmiş bir gücümüz vardı ama, Allah'ın verdiği bu gücü dünya metâı için, böyle bir menfaat uğruna kullanmak bize yakışmaz!" demiş.
Yâni var ama, kullanmıyor. Var ama, kullanmamış.
Cezayirli Hasan Paşa diye bir gemicimiz var, Barboros'un yetiştirmelerinden... Allah kendisine rahmet eylesin... Barboros tabii denizlerin aslanı... Bu Hasan reise bir ara görev verilmiş. "Sen de al bir kaç gemiyi, şöyle dolaş Akdeniz'de!" demişler. O zaman Akdeniz'in doğusu, Kıbrıs, adalar, Girit vs. hepsi bizim... Osmanlının... Bunların dolaştığı yerler İtalya'nın batısı, Sicilya'nın batısı... Oralarda kimseyi gezdirmiyorlar, oralarda devriye geziyorlar. Bu taraflar, Mora yarımadası, Girit, Rodos, Kıbrıs vs. her taraf Osmanlıların...
Altı yedi gemi yola çıkmışlar. Nerelere gittilerse, hiç kimse yok... Müstahkem kalelerin olduğu limanlara saklanmış düşman gemileri... Hiç kimse Osmanlı'nın karşısına çıkamıyor. Oralarda gezemiyor doğru düzgün... Nihayet bir adaya gelmişler. Adanın limanında mola vermişler, demir atmışlar, geceyi geçirmişler.
Sabah olmadan demir alıp açık denize çıkmak lâzımmış; denizcilik töresi böyleymiş, usül böyleymiş. Hasan Reis de ilk defa bunlara reislik, komutanlık yapıyor. --Amirallik veya filo komutanlığı yapıyor diyelim.-- Çıkmıyor, gemiler duruyor... Ortalık aydınlandığı zaman bunların burda demirlediğini görürler, limanın ağzını kapatırlar... Kıstırmış olarak topa tutarlar, batırırlar... filân. Böyle tehlike varmış.
Demişler ki, öteki gemilerin reisleri: "Bu Hasan Reis tecrübesiz! Gidelim, ona bu töreyi anlatalım!.." Kayıklara binmişler, işaretleşmişler. Hasan Reis'in kalyonuna gitmişler. Hasan Reis sabah namazı için seccâdesini yaymış, elinde tesbih, tesbih çekiyor kaptan köşkünde... Selâm vermişler. --Hürmet var, Osmanlı terbiyesi var, âdâbı var...-- "Efendim!" demişler, "Mâlûm-u âlîniz denizcilik töresinde daha gün ışımadan, ortalık aydınlanmadan, gece molası verilen yerden çıkılır. Biraz geç kalıyoruz diye, efendim bir emriniz var mı diye geldik." diye kıyıdan köşeden, şöyle âdâbına uygun olarak meseleyi hatırlatmaya çalışmışlar.
Hasan Reis demiş ki: "Biliyorum evlâtlarım! Doğru, haklısınız, böyledir amma; biraz sonra birkaç düşman gemisi gelecek, onun için çıkmıyorum." demiş. Hepsi birbirlerine bakmışlar, "Peki efendim, emredersiniz!" demişler, ayrılmışlar. "Allah Allah!.. Hem denizciliğe uygun olmayan bir tavırda, hem de bize keramet şimdi taslıyor. Gemi gelecekmiş de, ve sâireymiş de..." diye düşünmüşler. Çünkü, oldukları yerden dışarısını görmeleri mümkün değil... Limandalar, deniz görünmüyor. Ama bu, "Düşman gemileri gelecek, biraz daha bekleyin, o zaman çıkacağız!.. Gemilerinizin hepsini de hazırlayın!" diyor. Zaman veriyor bunlara... "Allah Allah!.. Acâib bir şey..." demişler.
Gitmişler. Hakîkaten biraz sonra, "Haydi çıkın!" diye bir işaret vermiş. Bütün gemiler adanın körfezinden, limanından dışarı çıkıverince bir de bakmışlar ki, söylendiği gibi bilmem kaç tane düşman gemisi karşıdan geliyor. Tabii, düşman gemileri de hiç tahmin etmiyorlar. Boş zannettikleri bir bölgede giderken, karşılarına birden böyle taşın arkasından çıkar gibi, şu kadar Osmanlı gemisi çıkıverince, hemen beyaz bayrakları çekmişler, teslim olmuşlar. Savaşacak durumları da yok... Çünkü, onlara göre uygun pozisyonda Osmanlı gemileri... Onları esir almışlar, gitmişler.
Bunu ÇBarboros Hayrettin Paşa'nın HatıralarıÈ diye bir kitapta okudum ben... Demek ki, tarihî bir olay... Boşuna yazmamıştır diye düşünüyorum.
Şu sonucu çıkartıyorum ki: Osmanlıların, ecdadımızın, dedelerimizin başarılarının temeli, mâneviyat... Allah yardım ediyor. Başarısızlıklarının temeli de, İslâm'dan uzaklaşmak... Allah yardımını kesmiş.
Allah yardım etti mi:
(Kem min fietin kalîletin galebet fieten kesîreten biiznillâh.) "Nice küçük küçük askerî birlikler vardır; Allah'ın izniyle koca birlikleri mağlûb eder." diye bildiriyor ayet-i kerîme... Allah yardım etti mi, küçük birlik koca birlikleri perişan eder. Allah yardım etmediği zaman, koca birlikler küçük birliklerin karşısında perişan olur.
Misâli var mı tarihte?.. Çok amma, bizim için önemli misallerden bir tanesi, Sâsâni İmparatorluğu'nun Kadisiye meydanındaki ordusudur. Sasanî İmparatorluğu'nun askeri o kadar çok ki, üstelik o zamanın tankları sayılabilecek filleri de var... Fillerin cesâmetinden Arap atları korkuyor. O böyle "Uuuuu..." yapıp da hortumunu kaldırdığı zaman, Arap atları ürküyorlar. Yanaşamıyorlar yanına... Kocaman hayvanlar... Lap lap yürüdükleri zaman, panik halinde olduğu zaman önünde de durulmazmış; ezer geçermiş.
O kadar emin ki Sâsânî imparatoru... "Bu çapulcu adamları yenerim!.. Kaç bin kişi bunlar, benim kocaman ordum var!" diye düşünüyor. Hattâ çağırmış, İslâm ordusunun başındaki Saad bin Ebî Vakkas RA'ı, "Gelin görün ordumu!" diye... Gezdirmiş; kocaman birlikler, muazzam askerler, saf saf dizilmişler.
"--Gördün mü?.. Sen herhalde bizim ordumuzun gücünü kuvvetini, kudretini bilmediğin için böyle bize sataşmağa gelmişsin buraya; meydan okumağa kalkıyorsun?.." demiş. "Yiyecek içecek verelim isterseniz, aç kaldığınız için bize saldırıyorsanız?.." demiş.
"--Senin kuvvetin bizim için mühim değildir. Bizim sizden istediğimiz: Ateşe tapmayı bırakmanız, İslâm'a gelmeniz; "Lâ ilâhe illallah" demeniz, Allah'a kulluğa gelmenizdir. Bunu yapmazsanız sizinle çarpışacağız. O azimle geldik." demişler.
Küçük İslâm ordusu, üç gün onlarla çarpışmış. Onlar sanıyorlar ki, "Üç dakika içinde Araplar perişan olur, kaçar." Onlar eski Araplar değil ki, onlar müslümanlar... Eskiden tanıdıkları Araplar değil; bunlar müslüman olmuş, başlarında Peygamber Efendimiz'in cennetle müjdelediği komutanlar olan mübârek insanlar... Onlar bilmiyorlar. Kaçacaklar sanıyorlar üç dakikada... Üç gün direnince afallamışlar: "Yahu bu kadar muazzam bir ordunun karşısında, bu kadar küçük bir birlik üç gün kıpırdamıyor... Demirden leblebi gibi ezilmiyor..." diye şaşırmışlar.