• /
  • Kütüphane
  • /
  • Sosyal Çalışmalarda Organizasyon ve Başarı
  • /
  • 161 ilâ 180. sayfalar
141 ilâ 160. sayfalar

Bunun telâfi edilmesi, bulunduğunuz yerlerdeki vaiz, hoca, imam, müezzin, müftü kardeşlerimizle irtibat kurmaktır. Mümkünse onların tekkeye kazanılmasını sağlamaktır. Böylece bu genişlemenin nisbeti artacaktır. Büyümenin hızı artacaktır. Hizmet eden insanlar artacaktır. Hizmet verilen saha genişleyecektir. Bunu mutlaka sağlamak gerekiyor.

Dünyevî işler de yaptığımız için Sehâ, Vefâ, Dehâ, Ahsen vs. derken; müdürlük, memurluk, uzmanlık, teknisyenlik derken; tabii, işlerin icabı veyahut olağan iş yönetim hadiseleri şeklinde işine son verilenler oluyor. Olabilir, bunun önüne de geçilmez. Canlı bir toplumun bir işyeri, kadrosunda tenkısat yapabilir, yapmak zorunda kalabilir, değiştirmek ihtiyacı duyabilir, kan değiştirme mecburiyeti olabilir.

Burada şunu aşılayabilirsek kardeşlerimize: Gelen gidenden daha üstün mânâsına bir değişiklik değildir bu... Bir nöbet değişimidir. Yâni, birden üçe kadar filanca nöbeti tuttu, üçten beşe kadar falanca tutacak, beşten yediye kadar falanca nöbet tutacak... Böylece, herkes icabında dinlenecek mânâsına bir hava verilirse, meseleler bu tarzda ortaya konulursa, kırgınlıklar önlenebilir. Bütün bunlara rağmen, dünyevî ihtiyaçlarımız için mutlaka gayr-i memnunlar olabilir, darılmalar kırılmalar olabilir.

161

Hattâ tasavvufî konuda bile, geçtiğimiz, gezdiğimiz yerlerde bölünmeler ikilemeler, üçlemeler görüyoruz. Bakıyoruz ki, hatm-i hâcegânın başında falanca duayı okumaktan veya okumamaktan ihvân iki gruba ayrılmış. Onlar, baştaki duayı okuyanlar; bunlar, okumayanlar... Hatm-i hâcegândan sonra şöyle yapanlar, böyle yapmayanlar diye ihtilâf çıkmış, öyle gidiyor.

Bence bu çok komik bir şey... Ama, trajik bir komikliği var bunun, yâni acıklı bir komiklik bu... Acı acı insanı güldüren bir şey... Bunun incir çekirdeğini dolduran bir tarafı yok... İşin esası tamam olduktan sonra, böyle bu gibi detay üzerinde ihtilâf çıkarmak, akıl kârı değildir. Ya bunları çok cahil insanlar çıkartıyor, ya da art niyetli insanlar çıkartıyor. Uyanlar da, buna çanak tutanlar da vebal altında kalıyor.

Bu birlik ve beraberliği koruma hususunda herkesin fedâkâr olması gerekiyor. Yâni, işin düzelmesi için bir tarafa fedâkârlık düşer. İki taraf da hakkını sonuna kadar isterse; (Velâ testefti hakkake külleh) "Hakkını tamamen almağa kalkma!" O zaman alamazsın. Alamayınca da bir mücadele olur.

162

(Terkül husûmâti fil erzak) diye geçti dün akşam Tabakatüs Sufiyye dersinde... Yâni, "Dünyevi mes'elelerde çatışma ve çekişmeyi terk etmek." diye geçti. Fedâkârlık etmek gerekiyor, isar gerekiyor. "Tamam, ben olmayım, sen ol!.. Ben yemiyeyim, sen ye!.. Ben giyinmeyeyim, sen giyin!.. Ben öleyim, sen yaşa!.." gibi fedâkârlık... Buna isar, arkadaşını tercih diyoruz. Böyle olursa bunun ecri, sevabı büyüktür.

Peygamber Efendimiz SAS Hazretleri, bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:

"Haklı olduğu halde münakaşayı terkeden müslümana, cennetin avlusunda bir köşkü garanti ediyorum."

Haklı ama, münakaşa çıkmasın diye teklife geliyor. Münakaşa çıkmaması önemli, ihtilaf çıkmaması önemli... Yangının sönmesi önemli... "Peki..." diyor. "Sen haklısın, ben mes'ulüm, peki peki kardeşim!" diyor, susuyor. Ses çıkartmıyor. "Buna cennetin avlusunda bir köşkü garanti ederim." buyuruyor Peygamber SAS... Bu az bir mükâfat değildir. Güzel bir şeydir. Bizim gözümüzün önünde bulunması gerekiyor.

Bir topluğun içinde daima problemler olabilir. Biliyorsunuz ki, evde kardeşler arasında bile kavga oluyor. İki kardeş birbiriyle elbisenin, ayakkabının renginden, modelinden ağlama, zırlama durumuna düşebiliyor. Bunlar bildiğimiz şeyler... Binâen aleyh, tabiidir. İnsanlar toplu halde oldukları zaman böyle şeyler olabilir. Ama bu tabiiliği, dâvâmızın ilerlemesine engel bir büyük zelzele haline getirmemek lâzım!.. Bölünme ve çatlama haline getirmemek lâzım!..

163

Böyle bir şey yok ama, bahis konusu edildiği için ben bu konuya temas ettim. Bu gibi şeyler çok az veya hiç yok... Veya eskiden bizim bu parti ile ilgili meselelerdeki tutumumuzdan dolayı, partinin tutumundan dolayı bir şey olmuştur. Kimisi o tarafı tercih etmiştir, kimisi bu tarafı tercih etmiştir. Kendi içimizde sâfîleştik. Daha başka bir itilâf, büyük ölçüde olmuyor. Yüzde doksandokuz virgül üç, beş, yedi neyse iyidir durumumuz ama, ufak tefek şeyler duyuyoruz; falanca şehirde şöyle bir problem var, falanca şehirde şöyle bir problem var diye...

Bunları kendi içinde halledebilmelidir kardeşlerimiz... Çünkü, yarasını tamir edemeyen bir vücut da sıhhatli değildir. Vücudun bir yerinde bir yara açılmış tamir edemiyor... Şeker hastası galiba?.. Veya bir vitamin eksikliği var demektir. Yarasını tamir edemeyen bir toplum, sıhhatli bir toplum değildir. Yara olabilir. Yaralanır insan... İster istemez yaralanır. Kimse hastalanmak istemez, yaralanmak istemez ama; yarayı vücut böyle temizler, kabuk bağlatır, kabuğu atar. O kadar... Aynı şekilde o uzuv vazifeyi görmeğe devam eder.

164

Doktorlar insanı masaya yatırırlar, cart diye karnını keserler, barsaklarını masanın üstüne dökerler... Keserler, biçerler, dikerler... İnsan ondan sonra kalkar, yine yaşar. Yâni, vücut sıhhatli olduğu için bunların altından yine kalkar, insan bundan sonra senelerce yine yaşar. Halbuki, karnında iki karış boyunda ameliyat izi vardır. Kaç yerinde dikişi vardır. Ama insan yine yaşar. Çünkü, sıhhatli bünyeler yaralarını tedavi edebilirler.

Eğer yaralarımızı tedavi edemiyorsak, bizde bir sıhhatsizlik var demektir, bir hastalık var demektir. Adı şeker hastalığı gibi tatlı bile görünse, güzel olmayan bir rahatsızlık var demektir. Bu hususta da dikkatinizi çekerim.

İhtilâfta taraf olmamağa gayret edin!.. İhtilâf çıkarmamağa gayret edin!.. İhtilâfı kapatmağa çalışın!.. Çünkü, Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki:

"En faziletli faaliyet ıslah-ı zâtül beyn; yâni, ihtilâflı iki tarafı barıştırma faaliyetidir." Çünkü, ihtilâf helâk edicidir. Toplumun salâhını, felâhını kökünden kazıyıp, tahrib eden bir kötü durumdur.

165

Peygamber Efendimiz diyor ki:

"--Allah'tan korkun! Aralarınızdaki ihtilâfları düzeltmeye gayret gösterin!.. Bakın, Allah-u Teâlâ Hazretleri bile rûz-i mahşerde iki müslümanın arasını bulmak için neler yapıyor?" diyor bir hadis-i şerifte... O hadis-i şerifi teberrüken söyleyelim:

ÇMahşer günü bir kul Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin divanında diz çökmüş durumda ve başı yerde... Başını kaldıramıyor. Çok kritik bir durumda... Sevapları gitmiş, veballeri ile sevapları arasındaki fark azalmış ve çok az bir farkla belki cennete girecek. Fakat bir hasmı geliyor diyor ki:

"--Yâ Rabbi, bu kardeş dünyada iken bana şöyle bir zulm ve haksızlık yapmıştı; ben bundan hakkımı isterim!"

O hakkını isteyince, bu sefer negatife geçiyor kişi... Cehenneme gitmesi lâzım geliyor. Yâni, ötekisi hakkını aldığı zaman, cehenneme gidip cezası kadar yanması gerekiyor. Tam böyle bir kritik bir noktada iken, cennete kıl payı gidecek gibiyken cehennemlik olacağı anlaşılınca fevkalâde mahzun, boynunu büküyor.

Allah-u Teâlâ Hazretleri hak isteyen kula diyor ki:

166

"--Ey kulum başını kaldır!"

Kul başını kaldırdığı zaman karşısında cennetin mücevherlerle yapılmış köşklerini görüyor. Hayranlığından diyor ki:

"--Kimin yâ Rabbi, bu köşkler?.. Bunlar şehidlerin mi, peygamberlerin mi; kimlerin bu köşkler?"

Allah-u Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki:

"--Bedelini verenin... Kim bedelini verirse, parasını sayarsa bu köşkler onun..."

Diyor ki:

"--Yâ Rabbi, böyle bir muazzam, muhteşem, mücevherli bir cennet köşkünün bedelini kim verebilir?.. Kim bunun parasını ödeyebilir?"

"--Sen verebilirsin!" diyor Allah-u Teâlâ Hazretleri... "Bu köşkler, kendisine zulm etmiş olan bir kardeşini affedenlerindir. (Vel âfîne anin nâs) İnsanları affedenler içindir bu köşkler... Sen de bu kardeşini affedersen, bu köşk senin olabilir." diyor.

"--Affettim yâ Rabbi!" diyor.

O zaman affedince, kardeşi cehenneme sevkedilmek üzereyken durduruluyor. Bu da o köşkün sahibi olmanın mutluluğuyla cennete koşuyor. Koşarken Allah-u Teâlâ Hazretleri buyuruyor ki:

"--Ey kulum dur!.. Evet, cennete gidiyorsun ama, o da cennete gitme durumuna geldi, sen onu affettiğin için... Hakkını istemeyince, o da cennete girecek duruma geldi. Tut elinden de, cennete beraber girin!" buyuruyor.

167

Peygamber Efendimiz SAS buyuruyor ki:

"--Bakın ey müslümanlar, Allah'tan korkun!.. Araları ıslah edin!.. Ki, Allah bile iki müslüman kulunun arasını ıslah etmek için neler yapıyor, görün!" diyor.È

Ona köşk gösteriyor. Köşkün hatırına arkadaşını affettiriyor. İkisin birden cennete sokuyor. Hem de el ele tutuşarak... "Tut bakalım kardeşinin elini!.." deyip cennete öyle sokuyor.

Bu arayı ıslah etme, böyle mühim bir olaydır muhterem kardeşlerim!.. Bu önemli bir yer işgal etsin zihninizde... İhtilâf çıkarmayın!.. İhtilâfları halletmek hususunda gayretli olun, koşucu olun, düzeltici olun, araları birleştirici olun!..

Biliyorsunuz ki, bizim vakıflarımızdan Hakyol Vakfı'nın üç temel prensibinden birisi dostluktur. Yâni, dostluğu pekiştirmektir, düşmanlıkları izâle etmektir. Zulmedeni affetmektir.

Biz bize zulmedenleri affetmeseydik, bir çok kimse ile şu anda selâmlaşmamamız gerekirdi. Çünkü açıkça bize karşı haksızlık etmişlerdir, hakkımızı çiğnemişlerdir. Dine aykırı hareket etmişlerdir. Ama affetmek, önemli bir husus olmuş oluyor muhterem kardeşlerim!..

168

Bakın biz mü'minleriz, Allah'ın sevdiği kullarız ama, dünya üzerinde bizden çok daha üstün başarı sergileyen gayr-i müslim milletler var... Bu bana utanç veriyor, utanıyorum. Kıskanıyorum.

Bir Japonya'nın gelişmesini Mustafa Özel kardeşimiz anlattığı zaman hasedimden çatlayacak hale geldim. Japonya'nın o gelişmesi, o üretimi, o üretimdeki canlılığı... Üretimi geliştirmek için, güzelleştirmek için fikirlerin çalışması, buluşların yapılması... Çok önemli... Dörtbin tane buluş teklif ediyor fabrikanın yönetimine... Panasonic fabrikası mıydı neyse, elemanların her birisi işin gelişmesi için bir yeni teklifte bulunuyor ve bu dörtbin adedi buluyor.

"--Dört milyon!" (dediler.)

Dört milyon muydu?.. Evet, bin misli hata etmişiz, küçük bir hata değil... O daha muhteşem bir şey... Ben dörtbini bile büyük görüyorum. Biz de dört tane bile yeni teklif yapılmıyorsa, ayıptır, günahtır. Bizim kafamız mı eksik, gözümüz mü görmüyor?.. Biz buluş yapamaz mıyız?..

Ben oturduğum yerden edebiyat fakültesi mezunu, bir eften püften mesleğin sahibi insan olarak pencerelerin şekli, kapıların formu konusunda icatlar peşindeyim. Vaktim olsa, oturacağım cetvelle çizeceğim. Bence bu direklerin köşeleri böyle olmaz. Neden?.. Bir çocuk çarparsa buraya, kafası yarılır. Karpuz gibi ikiye ayrılır kafası... Nasıl olacak?.. Yuvarlak olacak, hafif yuvarlak olacak. Yâni, kafasını, Allah'ın verdiği aklı, muhakemeyi, tefekkürü geliştirmesi lâzım bir müslümanın...

169

(Lâ ibâdete kettefekkür.) "Düşünmek gibi kıymetli, sevaplı ibadet olmaz!" buyuruluyor. Düşünen insan olacağız, geliştiren insan olacağız. Problemleri çözen insan olacağız. Yenilikler ortaya koyan insan olacağız.

Ben kardeşlerime dedim ki, yeni silâh icad edin, onu imal edelim!.. Niye başkasını taklid ediyoruz. Otururuz, daha güzelini yaparız. Ama, daha güzelini yapmak için, mevcudu bilmek gerekir. İlmin ilk şartı budur. Yâni, mevcudu bileceksiniz, ondan sonra mevcudu aşacaksınız. Çünkü sizin aylarca, yıllarca uğraşacağınız şeyi, birisi uğraşmış ve çözmüş olabilir.

Onun için Amerika'nın, demirperde olduğu zaman, Rusya'daki buluşları iyi takib edememesinden, araştırma geliştirme masraflarının çok büyük kayıplar yaptığını yazıyordu bir kitap... Çünkü, aynı konuyu Ruslar da incelemiş ve çözmüş. Amerika ondan habersiz... O konunun çözümü için ne kadar masraf yapmış, sene harcamış...

Onun için teknolojik casusluk, teknolojik istihbarat, bilimsel istihbarat önemlidir. Yeni şeyler bulanlar bilgisini saklarlar. Karşı taraf da onu çalmak için allem eder, kallem eder, uğraşır, didinir, onu çalmağa çalışır. Neden?... Zahmetten kurtulmak için...

170

Bir Japon öğrencisi, Almanya'daki bir fotoğraf firmasının çeşitli bölümlerinde çalışıyor, çalışıyor, çalışıyor... Sonra işini bitirdiği zaman Japonya'ya dönüyor. Japonya'da o çalıştığı firmanın aynı inşa edilmiş; o fabrikanın başına geliyor. Çünkü, çalıştığı bölümlerin fotoğraflarını çekmiş, Japonya'ya aktarmış... O bölümler aynen inşa edilmiş Japonya'da... Japonya'ya geldiği zaman, hazır olarak hemen yüksek seviyeden fotoğrafçılık yapmağa başlıyor. Tabii, ondan sonra da geliştiriyor, yeni bir şeyler yapmağa çalışıyorlar.

Bir imalatçı, fabrikatör şahıstan dinlemiştim: "Bizim fabrikamızda bir problem vardı, imalâtı aksatıyordu. Onun çözümünü bilmiyordum. Almanya'da aynı cins imalât yapan bir fabrikaya gittim." diyor. "O benim problemli bölümüm orada gizli bölümmüş, oraya beni sokmadılar. Tam püf noktası olan nokta yasak kısım; oraya sokmadılar. Ama, ben ordaki kostrüksiyondan bir şeyin nasıl yapıldığını anladım. " diyor. "Biz başka türlü yapıyorduk, o böyle yapmış. Cihazların, depoların duruşundan, ham malzemenin gelişiyle çıkış yerindeki farkından anladım meseleyi, problemi çözdüm." diyor.

171

Araştırma ve geliştirmenizi teşvik için bu sözleri söylemiş oluyorum. Japonya'dan bizim aşağı kalmamamız lâzım!.. Aptal adamlar, güneşe tapıyorlar. Bâtıl bir inanç... Putperest bir kavim, müşrik bir kavim... Ama, hırsla çalışıyorlar. Allah da, sa'y kanunununa göre çalışmalarının sonucunu veriyor.

Batı Almanya'nın gelişmesi... Yahudiler kendilerine düşman... Yahudileri destekleyen Amerika, İngiltere, Fransa kendisine düşman... Avrupa devletlerinin çoğu eskiden beri onun hasmı... Bu kadar hasım karşısında vura kıra, Almanya bugün Doğu Almanya'yı kurtardığı gibi, Avrupa Topluluğu'nu da sürüklüyor. Düşmanlarının muhalefetlerine rağmen Amerika gibi, Rusya gibi, Çin gibi büyük bir devlet olma dinamizmini gösteriyor. O hızla çalışıyor.

Çok utanıyorum. Bizim Almanya'dan ve Japonya'dan geri kalmamızı fevkalâde utanç verici bir durum olarak görüyorum. Çünkü, biz de Osmanlı Devlet-i Aliyye'sinin evlâtlarıyız. Niye biz --Batı Almanya'nın şimdiki çalışması gibi-- Osmanlı Devlet-i Aliyye'sini yeniden kurtarma çalışmasına girişmemişiz. İşte ihtiyaç olduğu Makedonya'dan, Kosava'dan, Arnavutluk'tan, Bulgaristan'dan, Kafkasya'dan, Suriye'den, Irak'tan, Kuveyt'ten görülüyor.

172

Bizim şu ana kadar, devletin başında görev yapmış olan insanların hepsi, tarih karşısında suçludur. Çünkü 1923'ten 1994'e yetmiş yıl geçmiştir. Bu yetmiş yılın içinde şu Batı Almanya'nın gösterdiği bir basireti, bir vefayı göstermemişlerdir. Pattadak şimdi 1994 yılında Makedonya'ya karşı sorumluluğumuz olduğunu hissediyoruz, Kafkasya'ya karşı sorumluluğumuz olduğunu yeni hissediyoruz ve karınca kararınca ufak tefek çalışmalar yapıyoruz.

Yetmiş yılın yöneticilerinin hepsi mes'uldür. Hepsi Allah divanında bu konuda sorgu ve suale maruzdur ve cezaya müstehaktır. Çünkü, 1923'ten sonra, bu gibi meselelerle ilgilenmemiştir. Gözümüzün önünde Onikiada yendiğimiz Yunanlılara verilmiştir. Bulgaristan'la ilgilenilmemiştir. Yunanistan'a buğday yardımı yapılmıştır ve Batı Trakya desteklenmemiştir.

Kafkasya ihmal edilmiştir. Kafkasya'dan Türkiye'ye kaçanlar, geriye iade edilmiştir İnönü zamanında... Onlar bu tarafta yalvarmışlardır: "Bunlar o tarafa geçince bizi öldürecekler; siz öldürün!" demişlerdir. "Hayır!" demişler ve iade etmişlerdir. Köprünün öbür tarafına geçer geçmez, Rus askerleri hiç başka bir şey yapmadan orda, teslim edenlerin gözü önünde o mültecileri öldürmüşlerdir. Ne Nahcıvan hakkında bilgisi vardır yöneticilerin, ne Azerbaycan'ın yapısını bilirler, ne Kafkasya'yı bilirler.

173

İtiraf ediyorum ki ben de Kuzey Osetya, Güney Osetya, Çeçen-İnguş gibi bölgeleri, Kafkasya'daki önemini son olaylardan sonra tanıdım. Sancak, Kosova, makedonya gibi şeyleri son olaylarda öğrendim.

Bizim Japonya'dan, Almanya'dan ne eksikliğimiz vardı; vefasız bir millet miyiz biz?.. Duygusuz bir millet miyiz?.. Korkak bir millet miyiz?.. Aptal bir millet miyiz?.. Nedir bizim kusurumuz ki, bir Japonya gibi Amerika'nın karşısında --iki tane atom bombası Hiroşima ve Nagazaki'ye atıldıktan sonra-- mutlak bir teslim oluşla teslim olmuş bir Japonya'dan; ve Fransa, Rusya, Amerika, İngiltere tarafından toprakları işgal olmuş bir Batı Almanya'dan daha geri mi bir topluluktuk biz?.. Hangi şeyimiz eksikti ki, onlar aradan geçen zaman zarfında bu başarıyı sağladılar da biz sağlayamadık?..

Bizim Almanya'dan, Japonya'dan eksik tarafımız yoktur. Bizim rakibimiz Japonya'dır, Almanya'dır, Amerika'dır. Bizim onlarla yarışmamız lâzım, bizim onlarla güreşmemiz lâzım!.. Bizim onlarla olimpiyat yarışına girmemiz lâzım muhterem kardeşlerim!..

174

Onun için vazifemiz çok büyüktür. Biz dünya kupasında, birincilik için mücadele verme durumundayız. Sizler de bu mücadelenin elemanlarısınız bulunduğunuz beldelerde... Sıradan insanlar değilsiniz. Türkiye'ye ait insanlar değilsiniz, dünyadaki bütün müslümanların ümidisiniz, temennîsisiniz.

Biz işte birkaç gün sonra bir Afrika ülkesine gideceğiz. Bizim kardeşlerimiz bizden çok önce Makedonya'ya, Arnavutluğa gitmişler, gelmişler. Birkaç sene önce biz Orta Asya'ya gittik; Özbekistan'ı, Azerbaycan'ı gördük. Daha görmediğimiz pek çok yerler, bizden ileri gidip oraları gören pek çok arkadaşlar var...

Biz dünyadaki birincilik için çalışmaya başlamalıyız; onun startıdır bu toplantımız!.. Bu şuurla çalışın!..

Allah-u Teâlâ Hazretleri muvaffakıyet ihsân eylesin, birinci olmayı ihsân eylesin... Çünkü, İslâm birinci dindir. Çünkü, müslümanlar Allah'ın en sevgili kullarıdır. Çünkü, birincilik Allah'ın mü'min kullarına lâyıktır.

Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü...

3 Temmuz 1994 - İstanbul

175

Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN

TEKNOLOJİYİ SEVİYORUZ

Elhamdü lillâhi rabbil alemîn... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ves salâtü ves selâmü alâ seyyidinâ ve üsvetünel hasenetü muhammedenil mustafâ... Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmil cezâ...

Değerli misafirlerimiz! Allah hepinizden razı olsun... Toplantımıza şeref verdiğiniz için hepinize şükranlarımızı arz ederiz. Allah-u Teâlâ Hazretleri, dünyanın ve ahiretin her türlü hayırlarına cümlenizi nâil eylesin...

Elhamdü lillâh, Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin razı olduğu din üzerindeyiz. Bismillâhir rahmânir rahîm:

(İnned dîne indallahil islâm.) "Allah'ın indinde makbul olan din, sadece ve sadece İslâm'dır."

Bismillâhir rahmânir rahîm:

(Ve men yebtaği gayrel islâmi dînen felen yukbele minhü) "İslâmdan gayri bir din tutturmağa çalışan, bir başka yola gidenlerden, niyetleri ne olursa olsun, bu davranışları kabul edilmeyecektir." Çünkü, tutturdukları yolun doğru olması mümkün değildir. Çünkü, her şeyin doğrusunu Allah bilir. Doğruların mecmâı olan, her türlü doğruyu içinde taşıyan İslâm'dan sonra, başka yerde doğruyu aramak yanlıştır.

176

Seyyidil evvelîn vel ahirîn, geçmişlerin ve geleceklerin hepsinin efendisi olan; eşrefül verâ' ve ekremür rusül, insanların ve peygamberlerin en soylusu, en yücesi olan; seyyidül kâinât, kâinatın, dağların taşların, bildiğimiz bilmediğimiz varlıkların gönlünü bağladığı, habîbullah, alemlerin yaratıcısının en sevgili kulu Muhammed-i Mustafâ'sına ümmet olmaktan çok büyük şeref duyuyoruz. Allah-u Teâlâ Hazretleri bize, ona has ümmet olmayı, ümmetine en güzel tarzda hizmet etmeyi nasîb eylesin... Rızası yolundan bir göz yumup açıncaya kadar, bizi dışarıya ayak bastırmasın, başka yollara saptırmasın...

Bizim camiamız, --elhamdü lillâh-- takvâyı şiar edinmiş olan büyüklerimizin yolunun devamıdır, onların izidir. Çünkü:

(Feinne hayrez zâdit takvâ) Dünyaya bir yolcu olarak gelmiş olan insanın, ahiret seferinde yanında kendisine en büyük faydayı sağlayacak olan metaı, varlığı, mâmeleki, sahip olduğu en kıymetli sıfatı takvâdır.

Büyüklerimiz takvâ yolunu tercih etmişler. Her şeyin en halisini, en doğrusunu, en güzelini, dünyevî bakımdan aleyhlerine de olsa, hayatlarına mal olacak bile olsa, severek ihtiyar etmişler, gerektiği zaman da severek canlarını vermişler. Allah şefaatlerine nâil eylesin... O güzel yoldan bizleri ayırmasın...

177

Bizim İslâm dergisi, Kadın ve Aile dergisi, İlim ve Sanat dergisi, Panzehir dergisi, Teknik Eğitim dergisi, Gülçocuk dergisi çıkartma gayretlerimizde, yazdığımız yazılar bazı kimselere dokunduğu için, şöyle bir itiraz yönelttiler bize:

"--Siz mâdem ehl-i takvâsınız, ehl-i tasavvufsunuz, ehl-i tarikatsınız, ehl-i ahiretsiniz; sizin ekonomi ile, sizin politikayla, siyasetle, ticâretle, sosyal meselelerle ne ilişkiniz var? Ahiret yolunda yürüsenize!.. Dinî konuları yazın dergilerinizde, dinî konuları işleyin! Niye her konuya giriyorsunuz?.." demişlerdi.

Tabii onların bu itirazı, İslâm'ı tanımamalarından kaynaklanıyor. Çünkü İslâm, hayatın her meselesine dair sözü olan, tercihi olan, tavsiyesi olan, hükmü olan bir din... Hayatın içinde olup da, İslâm'ın dışında olan hiç bir mesele yoktur. Hayatın dışında bir İslâm diye, insanların kendi akıllarından uyudurdukları bir din anlayışı da İslâm'da yok!.. Hayatla kucaklaşmış, hayatı terk etmeyen, hayatı reddetmeyen, hayatî faaliyetleri ihmal etmeyen; toplumu, ferdi, aileyi ihmal etmeyen bir din İslâm... İslâm, insanların aradığı din... İslâm, insanların muhtaç olduğu din...

178

Onun için şimdiye kadar din kitaplarında mevcut olmayan yeni bir mesele ile karşılaşsak, onun hükmü yine İslâm'da aranacaktır. "Acaba Merih'e gittiğimiz zaman, namazı nasıl kılacağız?" diye soracağız ve cevabını bulacağız. Evet, Merih'le ilgili bir hüküm fıkıh kitaplarında şu anda olmayabilir ama, Merih'e de gittiğimiz zaman, o hükmü koymamız gerekecektir.

Bizim bu doğru din anlayışımız, hak ve hakîkat olan, gerçek ve faydalı, güzel olan din anlayışımız, biliyoruz ki bütün müslüman kardeşlerimizi, bütün müslüman grupları, hizmet gruplarını; çeşit çeşit yollardan, çeşit çeşit çeşniler ve renklerle Allah'ın dinine hizmet veren kardeşlerimizi her saha ile ilgilenmeye sevkediyor.

Peygamber SAS Efendimiz de örnek insan olarak, usve-i hasenemiz olarak, Allah'ın bize gönderdiği öğreticilerin en yücesi olarak, hayatın her meselesiyle ilgilenmiştir.

(Mâ lî ve liddünyâ?) "Benim dünya ile ne ilişkim var?" dediği halde ilgilenmiştir.

(İnnemâ ene kerâkibin festazalle tahte zılliş şecereh) "Bir ağacın altında dinlenen bir yolcu gibiyim, ahirete gidiyorum. Benim dünya ile ilişkim yok!" dediği halde ilgilenmiştir.

179

Onun için, biz Rasûlüllah'ın bendeleri ne dünyanın aşıkıyız, ne de dünyanın târikiyiz. Yâni, ne dünyaya gönül bağlıyoruz, ne de dünyayı terk etmişiz.

(Feinned dünyâ mezrâtün ilel âhireh) Çünkü, ahiretteki mertebemizi biz dünyada kazanacağız. Dünya bizim sermâyemizdir. Hayat-ı dünya, bizim ahiretteki mertebeleri kazanmamız için imtihandır.

O bakımdan, biz Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri'nin hayatına baktığımız zaman, onu yerine göre bir başkomutan, yerine göre bir devlet reisi, yerine göre bir belediye başkanı olarak görüyoruz... Yerine göre bir aile reisi, yerine göre şefkatli bir koca olarak görüyoruz... Yerine göre kızı geldiği zaman ayağa kalkan, onu alnından öpen bir baba olarak görüyoruz...

Yerine göre de, sabahlara kadar aşıkane ibadet edip ayakları şiştiği halde, "Niye Allah'ın en şükredici kulu olmayayım?" diye onu bile az gören;

(Sübhâneke mâabednâke hakka ibâdetike yâ ma'bûd!) "Sana hakkıyla ibadet edemedik yâ Rabbi!.." diye, itirafını öne koyan bir abid, bir zâhid olarak görüyoruz...

180
181 ilâ 200. sayfalar