Hiç şüphesiz ki, rızık ve maişet darlığı, sefalet, gam, keder ve hüzün gibi her türlü musibet, bunları giderici olan, istiğfar ile bertaraf edilir.
Cenab-ı Peygamber (S.A.V.) Efendimiz
(Men lâzeme'l-istiğfâre caalallâhü lehû min külli hemmin ferecen ve min külli dıykın mahrecen ve razakahû min haysü lâyahtesib) buyurmuşlardır.
Manası: "İstiğfara devam edene Cenab-ı Hak, her kederden ferahlığa, her darlıkdan bolluğa kavuşturan çâreyi ihsan eder ve ummadığı bir taraftan onu rızıklandınr." demektir.
Bereketi ve rızkı çeken ve kolaylaştıran sebeblerden biri de, iffet ve namusunu muhafaza ve Sünnet-i Nebeviyyeyi ihyâ niyyetiyle evlenmektir. Nitekim mal ve güzellik amacıyla evlenenler ekseriyyâ bereketsizliğe düşerler.
Müslümanların çokluğunu göz önüne alan sevgili Peygamberimiz (S.A.S.) Efendimiz
(Men tezevvece İmreeten lem yürid bihâ illâ en yağuzza basarahû ve yühassıne fercehû ve yasıle rahımehû bârekallâhü lehû fîhâ ve bâreke lehâ fîhi) buyurmuşlardır.
Manası: "Gözünü yasaklara bakmakdan men ve fercini haramdan muhafaza ve akrabalarına yardım kasdıyla evlenene, Cenâb-ı Hak o kadını o erkeğe ve erkeği de o kadına mübarek kılsın" demektir. Cenâb-ı Paygamber (S.A.S.) Efendimizin dualarının kabulünde şüphe olmadığındandır ki, bu maksatlarla evlenen basiret ve imân sahiplerinin, evleneceği kadının sâdece ahlâk ve dindarlığını tahkıyk ile yetinerek, mal ve cemâlini bir tarafa bırakıp (tevekkeltü alâllah) diyerek, kendilerini dâmadlığa reva görmelidirler.
İnsanın rızık ve malı, Cenâb-ı Hak tarafından ihsan buyurulacağına göre, bu hususda zihin yormağa lüzum yoktur. Bilindiği gibi elde edilen her mal rızık olmaz. Belki de bazısı emânet veya başka birinin rızkıdır.
Aile ve ev bereketini muhafaza eden sebeblerden biri de, yemeğe başlamadan önce ve unuttuğu takdirde yemek arasında veya sonunda besmele çekmektir.
Hazret-i Huzeyfe (R.A.) dan mervidir. "Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimize bir yemekte beraber bulunduğumuz vakit, Efendimiz başlamadan önce hiç birimiz başlamazdık. Bir gün islâmî edeblerden bilgisi olmayan bir köylü, Efendimizin başlamasını beklemeden ve Besmele de çekmeden elini uzatınca, Efendimiz hemen elini tuttu. Başka bir çocuk da elini uzattı; onun da elini tuttu" ve buyurdu ki, "Besmele ile başlanmayan yemeğe şeytanın müdâhalesine mâni kalmayacağından, şeytan yemeğe elini uzatabilir. Yemeğimizden yiyebilmek için bu köylüyü ve bu çocuğu bilhassa getirdi. Ben de onun bu hilesine mâni olmak için ellerini tuttum. Nefsim kudret elinde olan Allah hakkı için, ben onların elini tuttuğum zaman şeytanın eli de beraberdi". Bu hadis-i şerifi, İmâm-ı Müslim ve Ebû Dâvûd rivayet ettiklerinden, sahîh hadiselerdendir. İmânı kuvvetli olan basiret sâhibleri bir çok tecrübelerine dayanarak aile ve hâne bereketlerini gözleriyle görmüş gibi itikad ederler.
Her şeyi madde ile ölçen bir takım bilgin taslağı veya filozof meşrebli kimselerin bu gibi şer'î esasları inkâr ve tahrif etmeğe yeltenmeleri mutlak cahilliklerinin neticesidir. Onlar ne derlerse desinler biz müslüman olarak, ma'neviyyât ve tabiat üstü alemin varlığına inandığımızdan bu hususda tereddüt etmeyiz.
Filozoflar tabiat üstü âlemi ba'zen kabul ba'zen de inkâr ederler ve kendilerini hayret ve tereddüdden kurtaramazlar. Kuvvetli îmân sahibi müslüman, Şerîat-i Muhammediyye'ye îmânı sayesinde bir dağ gibi sarsılmadan tereddüd ve hayrete düşmekten kendini kurtarır.
Yemeklerin bereketini artıran sebeblerden biri de, edeb ile büyüklerin yemeğe başlamasını bekleyerek sırayla ve kendi önünden yemekdir.
Alemin terbiyecisi olan Efendimiz Hazretleri: "Bereket taamın ortasına iner; önlerinizden yiyin, ortaya uzanmayın" emr-i şerifinde bulunmuşlardır.
Hâne bereketini artıran diğer bir sebeb de sirkedir. Âlemlerin sırlarına vâkıf olan Peygamber (S.A.S.) Efendimiz "Sirke ne güzel katıkdır. Ey Allahım, sirkeye bereket ihsan et. Sirke, benden evvel bütün büyük peygamberlerin kullandıktan bir katıkdır. Sirke bulunan evde fukaralık olmaz" buyurmuşlardır. Bu duanın sebebi de yetmiş Peygamber-i ZîŞân (A.S.)ın sirkeye bereket ile dua etmiş olmalarıdır.
Yemeğe bereket veren ma'nevî sebeblerden biri de, toplu halde yemek yemekdir. Bazı Eshâb-ı Kiram: "Yâ Rasûlallah, yemek yiyoruz. Lâkin doymuyoruz" diye hallerini arz ettiler. (S.A.S.) Efendimiz de: "Yemeklerinizi yerken toplu olarak mı yersiniz? Yoksa ayrı ayrı mı yersiniz?" diye sordular. Onlar da: "Ayrı ayrı yiyoruz" deyince: "Toplu halde yiyin ki yemeklerinize bereket gelsin" buyurdular.
Cömertliği ve bereketi öğretmek için diğer bir hadîs-i şerif de: "Bir kişinin yemeği iki kişiye, iki kişinin yemeği dört kişiye, dört kişinin yemeği de sekiz kişiye yeter", diye işaret buyurmuşlardır.
Haneye bereket veren sebeblerden biri de, kab, tabak ve tencereleri güzelce sıyırıp, yemeği israf etmemek ve tabaklarda artıkları bırakıp çöplerin içine atmamaktır. Efendimiz (S.A.S.): "Yemek bittikten sonra tabaklarınızı güzelce sıyırınız. Tâki hiç bir tane veya kırıntı kalmasın. Çünkü bereketin, yemeğin hangi kısmında olduğunu bilemezsiniz" irşadında bulunmuşlardır. Hatta o zamanın âdetlerine göre tamamen el parmaklarıyla yemeğe bulaşması zaruri olduğundan bereketin zayi olmaması için parmaklarınızı yalayın diye tavsiye buyurmuşlardır. Gerçi bugün artık yemekler, çatal kaşık gibi araçlarla yenmekte ise de sünnet-i seniyyeye uymak için elleriyle yiyenlerde bulunacağından bu peygamber emrini belirtmekte fayda gördük. Bugünün insanlarına belki bu parmak yalama işi pek hoş görünmezse de, hakikî müslümanın yemekden evvel ve yemekden sonra ellerini yıkaması bir Sünnet-i Seniyye olduğu unutulmamalıdır. Böyle olunca bu günün insanının en önce hatırına gelen sıhhî tehlike kendiliğinden ortadan kalkmış olur.
Yemeklerin israfı konusunda bugünün müslümanına düşen çok büyük vazifeler vardır. Başta ekmek israfı gelir. Sofraya konan ekmekler aile efradı tarafından küçük parçalara bölünerek yendiği için bir çok parçacıkların yenmeden kalması, bundan başka bayatlayan ekmeklerin, büyük parça halinde de olsa, yenmeyerek çöplere atılması, kalan yemeklerin de bayatladı diye çöplere dökülmesi, zamanımızda çok görülen hallerdendir.
Aile reisleri yani ana ve baba, sofrada ekmek kırıntısı artırıp bırakmanın, İslâmiyyetin reddettiği israf faslına girdiğini, bunu yapanların günah işlediklerini, bu ni'metleri bizlere bol bol veren, Allahü Teâlâya karşı nankörlük ettiklerini çocuklara güzel bir dille anlatıp öğretseler, ailenin ve evin bereketini te'min etmiş olurlardı. Ne yazık ki, bu hususda, hıristiyanların çocuklarına verdikleri terbiye, bizleri imrendirecek durumdadır.
Bir gün bir Alman’ın tabağındaki son pirinç danelerini de birer birer çatalla toplayıp yediğini görmüşdüm de kendimi tutamayıp sormuşdum. Bir kaç dane pirinçten ne olacak, onlar da tabakda kalıversin demişdim. Cevaben dedi ki: "Alman milleti seksen milyondur. Eğer her Alman, tabağında on pirinç danesi bıraksa, bir öğün yemekde 800 milyon pirinç danesi çöplere atılmış olur. Bu da demekdir ki, bir öğün yemekde 8000 ton pirinç çöplere atılır."
Vakı’â onların millî terbiyesi tamamen iktisadî temellere göre ayarlanmıştır. Fakat bizim ki ise, dînî ve aynı zamanda da iktisadîdir. Lâkin zamanımızda ne yazık ki bu terbiyeyi de diğer millî ve dînî ahlâk ve terbiyelerimiz gibi ihmal etmiş bulunuyoruz.
Yukarda söylenenlere uygun bir hadîs-i şerifinde, Efendimiz (S.A.S.): "Evinin hayır ve bereketini artırmak isteyen kimse yemekden evvel ve sonra ellerini güzelce yıkasın" buyurmuşlandır.
Hâne bereketini artıran sebeblerden biri de, misafiri çok sevmek ve yemek yidirmektir. En ince işlerin sırlarını bilen (S.A.S.) Efendimiz Hazretleri
(El-hayrü esre'u ile'l-Beyt'illlezî yü'kelü fîhi min'eş-şefrati ilâ senâm'il-ba'îri) buyurmuşlardır. Manası: "Hayır ve bereket, içinde yemek yenilen haneye, yüzülmekde olan devenin hörgücüne giren kasabın bıçağından daha çabuk girer" demekdir. Malûm olduğu veçhile devenin hörgücü tamamıyla yağ parçası olduğundan, bıçağın onu kesmesi diğer uzuvları kesmesine nisbetle çok daha kolay olacağından ona kıyâs edilmişdir.
Rızkı genişleten ma'nevî sebeblerden biri de, Cenâb-ı Hakka kalbini bağlayıp her işde ve her halde doğruluğu elden bırakmamakdır. Âlemin terbiyecisi olan Efendimiz (S.A.S.) bir hadîs-i kudsîde
(Yekûlü Rabbüküm y'ebne âdeme, teferreğ li-ibâdetî; emleü kalbeke ğınen ve emleü yedeyke rızkan y'ebne Âdeme lâ tebâad minnî emleü yedeyke şuğulen)
Manası: "Ey Âdem oğlu, ibâdetime vakit ayır ki kalbini zenginlik (kanaat)'le, ellerini rızıkla doldurayım." buyurmuşlardır.
Şeriat dilinde ibâdete vakit ayırmak sadece namaz, oruç ve Kur'an okumak demek değildir. Bunlarla beraber ticâret, sanat, zirâat velhasıl ailesinin maî'şetini te'min edecek bir işle uğraşmak da makbul bir ibâdettir. Yoksa yalnız namaz kılıp, Kur'an okumakla gününü geçirib boş vakitlerini de havâiyyat ve tenbellikle heba etmek müslümanlığın gaye ve esaslarına uymayan şeylerdir.
Allah (C.A.) indinde de, Resulü (S.A.S.) katında da, hattâ kullar arasında da, makbul olan budur. Meşru' ve helâlinden kazanılan ve ailesinin ihtiyaçlarını te'min için sarf edilen emekler de ibâdettir.
Allah’a iyi kul olabilmenin şartları arasında doğruluk (yalandan uzak olmak), iyi ahlâk (ahlâk-ı hamîde), iyi niyet (Hüsn-ü niyyet), çalışkanlık (tenbellik etmemek) de hep namaz, oruç, zekât, hac gibi farz ibâdetlerle yan yana gelmektedir.
Rızkı genişleten sebeblerden biri de, ihtiyaç ve zaruret hâlinde yalnız Cenâb-ı Hakka boyun büküb, ondan istemekdir. Kuldan istemek, Cenâb-ı Hakkı ihmal demekdir ki bu, kulun imânının za'îfliğine delâlet eder.
Peygamberimiz (S.A.S.) Efendimiz
(Men nezelet bihî fâkatün fe enzelehâ binnâsi lem tüsed-dü fâkatühû ve men nezelet bihî fâkatün fe enzelehâ billâhi fe yûşikullâhü lehû bi rızkın âcilin ev âcilin) buyurmuşlardır.
Manası: "Her kime fukaralık isabet eder de insanlardan yardım ister ve onlara boyun bükerse, fukaralığı zail olmaz. Ve her kime fukaralık gelir de Allâha (C.C.) yalvarır ve rahmetini umarak beklerse, Cenâb-ı Hak yakın zamanda veya hemen ona bir rızık ihsan eder," demekdir.
Diğer bir hadis-i şerifde:
(Men câ'a ev ihtâce fe ketemehü'n-nâse efdâ bihî ilallahi Teâlâ kâne hakkan alallâhi en yüfteha lehû kûte senetin min halâlin) buyurmuşlardır.
Manası: "Kim aç kalır veya muhtaç olur da insanlardan gizler, Cenâb-ı Hakka kalbini bağlayıb, yalnız ondan yardım beklerse, ona helalından bir senelik rızk ihsân etmek Cenâb-ı Hakka borç gibi olur," demekdir.
Rızkı kolaylaştıran sebeblerden biri de, Allâh-ü Teâlâ Hazretlerine mütevekkil olmakdır. Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz:
(Lev tevekkeltüm alâllâhi hakka't-tevekküli lerezekaküm kemâ yerzuku't-tayre, tağdû hımâsan ve terûhu şibâ'an) buyurmuşladır.
Manası: "Eğer siz, Cenâb-ı Hakka hakkıyla tevekkül etmiş olsanız, kuşları merzuk ettiği gibi sizi de merzuk ederdi. Kuşlar sabah aç giderler; akşam tok olarak dönerler" demekdir.
Bereketi olmayan mallardan biri de, cebir ve ikrah ile ve bilhassa yemin ettirerek ve sık boğaz ederek elde edilen mallardır. Süfliliği her şeyden ziyâde ayıb sayan yaratıkların en kamili (S.A.S.) Efendimiz
(Lâ tahlifû fi'l-Mes'eleti fe vallahi lâ yeselünî ahadün minküm şey'en fe tuhricü lehû mes'eletühû minnî şey'en ve ene lehû kârihün fe yübârekü lehû fimâ a'taytühû) buyurmuşladır.
Manası: "Bir şey istediğiniz vakit yemîn etmeyin; Allah hakkı için içinizden biriniz benden bir şey ister de yemîn sebebi ile onu koparırsa, vermiş olduğum şeyde ona bereket olmaz" demekdir. Fakat Cenâb-ı Hakkın şevkiyle, kendi kendine gelen helal malı reddetmek kötü belki de kibirden sayılır. Meğer ki almasında şer'î bir mâni' bulunsun.
Cenâb-ı Hakkın bu türlü gönderdiği malı mütevâzi'âne kabul etmeli ve bunu Hakdan bilerek gönderene de dua etmelidir. Bu mal bereketli oldukdan başka kabul edenin sevabı da gönderenin sevabından aşağı değildir.
Ahlâkların en güzeli ile ahlâklanmış Peygamberimiz (S.A.S.) Efendimiz
(inne hâze'l-mâle hâzıratün, hulvetün; fe men â'taynâhü şey'en bi tıybi nefsin minnâ ve husni ta'metin minhü min gayri şerehi nefsin bûrike lehû fîhi; ve men â'taynâhü minhü şey'en bi ğayri tıybi nefsin minnâ ve husni ta'metin minhü ve şerehi nefsin kâne ğayre mübârekin lehû fîhi) buyurmuşlardır.
Manası: "Bu dünyâ malları beşer tabiatı icâbı güzel ve tatlıdır. Her kim haris olmayarak edeb ve terbiye dâiresinde bizden ister de biz de gönül hoşluğuyla ona verirsek, aldığı şeyde ona bereket hasıl olur. Her kim harîs olarak edeb dışı bir şey ister de biz de gönüllü olmayarak ona istediğini verirsek o şeyde ona bereket olmaz" demekdir.
Diğer bir hadis-i şeriflerinde:
(Me-llezî yu'tâ bi siatin bi a'zame ecran min-ellezi yakbelü izâ kâne muhtâcen) buyurmuşlardır.
Manası: "Mal çokluğu sebebiyle, verenin sevabı, ihtiyaç yüzünden kabul edenin sevabından daha büyük değildir," demekdir.
Hâne ve aile bereketini artıran sebeblerden biri de, oruç tutmak istendiği zaman sahura kalkmakdır. Müslümanların bu cihetten kusurları, çokdur. Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz
(Es-sahûrü küllühû bereketün, fe lâ tede'ûhü ve lev en yetecerra'a ahadeküm cür'aten min mâin; feinnallâhe ve melâiketehû yusallûne âle'l-müsahhırîne) buyurmuşlardır.
Manası: "Sahur yemeğinin tamamı berekettir. Velev ki bir yudum su olsun için de sahuru terk etmeyin. Cenâb-ı Hak ve melekleri sahur yiyenlere salavât getirirler" demektedir.
Fakr ve ihtiyaç belasını gideren sebeblerden biri de, hac ve Umreyi beraberce yapmakdır. Efendimiz (S.A.S.)
(Tâbiû beyne'l-haccı ve'l-Umreti; fe innehümâ yenfiyâni'l-fakre ve'z-Zünûbe ke mâ yenfi'1-kîrü habese'l-hadîdi vez'zehebi ve'lfıddati ve leyse li'1-hacceti'l-mebrûreti sevabün ille'l-Cennetü) buyurmuşlardır.
Manası: "Haccı yaptığınız vakit Umreyi de dâima hacdan evvel veya sonra yapmağa çalışın. Körüklenen ateşin, demir, altın ve gümüşün pasını aldığı gibi, bir arada yapılan hac ve umre de, fakrı ve günahları giderir. Makbul bir haccın sevabı ancak Cennettir" demekdir. Bir hac mevsiminde sevdiğimiz bir kardeşle beraberdik; ibâdet aşkı ve hulûsu çok olan bu zât, durmadan umre tavafı ve sa'yi yapmakda idi. Bunları yaparken de eminim ki, fakirlikten kurtulub bir servete kavuşmak cihetini düşünmüyordu. Fakat memleketine döner dönmez hiç ummadığı bir yerden ve ehemmiyetsiz bir sebeble oldukça mühim sayılabilecek bir servete kavuşduğunu bizzat gördüm.
Şüphesiz ki her ibâdette ihlâs şart olduğundan, dünyâ malı kasdıyla işlenen ameller makbul olmadığı gibi, büyük bir ihtimalle te'siri de görülmez.
Bereketi artıran sebeblerden biri de, Bakare Sûresini çok okumakdır. Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz hazretleri
(Ikreû Sûrete'l-Bakareti; fe inne âhzehâ bereketün ve terkehâ hasretün ve la testetî'uhâ el-batâletü) buyurmuşlardır.
Manası: "Sûre-i Bakareyi okuyun. Onu okumak bereket, terki de pişmanlıktır.Onu okumaktan sizi alıkoyan tenbelliktir." demekdir.
Zarûret ve fakirlik belâsını gideren sebeblerden biri ve belki de en büyüğü
(Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh) zikr-i şerifine devam etmekdir. Maddî ve ma'nevî bilcümle musiybet ve zararlardan kurtulmak ve bütün istekleri elde etmeğe kuvvet kazanmak, ancak Allâhü Teâlâ Hazretlerinin yardımıyla olur, demektir. (S.A.S.) Efendimiz
(Eksirû min kavli lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhi;fe innehâ min Kenzi'l-Cenneti) buyurmuşlardır.
Manası: "(Lâ havle ve lâ kuvvete) kavl-i şerifini çok okuyun. Çünkü o Cennet hazinelerinden bir hazinedir" demekdir.
(Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi, ve lâ Mencee minallâhi illâ ileyhi)
Manası: "Güç ve kuvvet ancak Allah sayesindedir.Onun azabından kurtuluş yine O'na dönmekledir" demektir. İmam Makhûl: "Bu zikre devam edenden Cenâb-ı Hak yetmiş türlü mazarrat ve belâyı defeder. Bunların en ehveni fukaralıktır" buyurmuşlardır.
Diğer bir hadîs-i şerifde
(Men en'amallâhü aleyhi ni'meten fe erâde bekâehâ fe'l-yüksir min kavli lâ havle ve Lâ kuvvete illâ billahi) buyurmuşlardır.
Manası: "Cenâb-ı Hak bir kimseye ni'met ihsan eder de o kimse de ni'metin bekâsını dilerse, (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi) zikrine çokça devam etsin", demektir.
Diğer bir hadîs-i şerife
(Men kâle lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi miete merretin fî küllî yevmin lem yüsibhü fakrün ebeden) buyurmuşlardır.
Manası: "Her gün yüz kere (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi) zikr-i şerifini kim okursa bütün hayatında fukaralık yüzü görmez," demekdir.
Hâne ve âile bereketini artıran sebeblerden biri de, evine girip çıkarken ev halkına selâm vermekdir. Alemin terbiyecisi Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz, Hazret-i Enes (R.A.)'e hitaben
(Yâ büneyye! İzâ dahalte âlâ ehlike fe sellim, fetekûnü bereketen aleyke ve âlâ ehli beytike) buyurmuşlardır.
Manası: "Ey oğulcağızım, âilenin yanına vardığın vakit selâm ver ki, sana ve âilene bereket olsun," demekdir. Evden çıkarken de selâm vermek lâzımdır. Unutmamalıdır ki, Nâfile ve sünnet namazlarını evde kılıp da farzı câmi'de kılmak ve işrâk (kuşluk) namazına devam etmek, Kur'ân'ı çok okumak, rızkı genişleten ve bereketlendiren mühim sebeblerdendir.
Servet ve zenginliği kolaylaştıran ve celb eden evrâdı, fakirliği ve belâyı mucib olan sebebleri beyân eder.
Servet ve zenginliği kolaylaştıran en mühim sebeblerden biri, sabahın erken vaktında işe başlamakdır. Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz
(Allahümme bârik li ümmeti fi bükûrihâ) buyurmuşlardır.
Manası: "Ey benim Allahım, Ümmetimin sabahleyin işlerine bereket ihsan et," demekdir.
Efendimiz (S.A.S.) muharebeye asker göndereceklerinde sabahın erken saatlerinde gönderirlerdi. Bu Hadîs-i şerifi rivayet eden (Sahr ibn-i Vedâa) hazretleri ticâretle meşgul olduğundan, dâima ticâret mallarını sabahın erken saatlerinde sevk ederdiler. Kendisi Peygamber (S.A.S.) Efendimizin yukarıdaki duâları sayesinde büyük servet sahibi olmuş zâtlardandır.
Servet ve zenginliği celb eden sebeblerin en mühimlerinden biri de, sıla-i rahimdir. Ya'ni akrabâ ve dostlara mâlen, bedenen, kalben, huzurlarında ve gıyablarında, derece ve lüzumuna göre, her türlü iyiliği yapmağa çalışmakdır.
Sıla-i rahim dost ve akrabaları bizzat veya mektubla ziyâret ve hatırları almak manasına gelirse de, onların yardımlarına koşmak ve her vesiyle ile hediyeleşerek, gönüllerini kazanmak da, sıla-i rahmin manasında mündemicdir.
Sıla-i rahim en büyük farzlardan olub terk edenleri Cenâb-ı Hak Sûre-i Muhammed'de lanet etmişdir.
Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz Hazretleri, sıla-i rahimin ömür ve servetin artmasına sebeb olacağını şu hadîs-i şerifle beyan buyurmuşlardır.
(Men serrehû yümedde lehû fî umurihî ve yüzâde fı rızkıhî, fe'1-yeberre vâlideyhi ve'1-yasıl rahımehû).
Manası: "Her kim ömrünün uzun ve rızkının genişliğinden sevinç duyarsa, anasına ve babasına itaat ve akrabalarına iyilikde bulunsun," demekdir.
Diğer bir hadîs-i şerifde, "birbirleriyle hüsn-ü muaşeret de bulunan âileler, ihtiyaç belâsını görmezler," buyurulmuşdur. Ne yazık ki, bugünün müslümanlarını, en çok fakirliğe ve geçimsizliğe düşüren, bol kazançlardan mahrum eden şey, sıla-i rahmi ihmâl etmeleridir.
Bir çokları yakın akrabalarını zaruret içinde gördükleri halde, sefahate sarf ettikleri paraların onda birini bile onlara vermeğe kıyamazlar. Yakınlarına karşı olan bu âlâkasızlık ve duygusuzluk yüzünden, kendilerinin gerilemede ve akrabalarının da sefâlet içinde bulundukları ve bu sebeble milli iktisâdiyâtın çok zarar gördüğü inkâr edilemez bir hakikatdır.
Bu yüzden millî servet ve ticâretin büyük kısmı, gayrı müslimlerin ellerine geçmişdir. İstanbul'a hicret eden beyaz rusların sefaletini gören hristiyan dindaşları kârlarından bir kısmını onlara terk ederek müslümanlara sattıklarından daha ucuza bunlara mal vermek suretiyle yardımda bulundukları, çoklarımıza ma'lumdur.
Müslüman ahlâk ve adâtından olan bu hal, bu asırda gayr-i müslimlere intikal ederken, islâmın her bakımından mükemmel olan meziyyetlerini idrakden gâfil, kalın kafalı, inat câhiller bu geriliği İslâm Dinine yükleyip hâlen uğradıkları zilletin nereden geldiğini idrâkden âcizdirler.
Malı ve bereketini artıran sebeblerden biri de, sadakayı muhtaç olanlardan esirgememekdir. Nitekim muhtaç olmadığı halde dilenmenin fakirliği da'vet ettiği aşağıdaki hadîs-i şerifde pek açık görülmektedir.
Cenâb-ı Peygamber (S.A.S.) Efendimiz
(Mâ nakase mâlü abdin min sadakatin ve lâ zulime abdün mazlemeten sabere aleyhâ illâ zâdehul-lâhü ızzen ve la fete- ha abdün bâbe mes'eletin illâ fetehallâhü aleyhi bâbe fakrin) buyurmuşlardır.
Manası: "Hiç bir kulun malı, sadaka vermekden dolayı eksilmez. (Kuyunun suyu çekdikçe arttığı gibi, mal sadaka verdikçe artar.) Bir kul zulme ma'ruz kalır da sabr ederse, Cenâb-ı Hak bu sabırdan dolayı o kulun itibarını artırır. Bir kul da ihtiyacı olmadan dilenciliğe devam ederse, Cenâb-ı Hak ona fakirlik kapısını açar," demekdir.
Ticâret, sanâyi ve zirâatde, müslümanların ilerlemesine engel olan başlıca sebeblerden biri de, fukaranın hakkını saklamakla ellerindeki malın telef olmasına ve hiç değilse, bereketinin zâyi olmasına sebep olmalarıdır. Gayr-i müslimlerin terakki ettikleri gibi, biz de zekat vermeden terakki ederiz hülyası, cehil ahmaklıkdan ileri gelmekdedir. Çünki gayr-i müslimler zekât ile mükellef değildirler ki bu yüzden zarar görsünler. Zekât verenlerin bir çokları da nefislerinin arzusuna uyub, fukarânın hakkını unutarak, ellerinde kalmış satılmaz hâle gelmiş mallan zekât olarak verirler. Yine bir çokları da hakîki ihtiyaç sahiblerini bırakıb, dost ve sevdiklerine verirler. Bu suretle zekâtta dahî iltimas ederler. Bir kısmı da, zaruret içinde olan ve hâlini kimseye bildirmeyen, akrâbâ ve komşuları olduğu halde, onları görmeyib, kendisine zilletle el açan ve dilenciliği meslek edinen yüzsüzlere, müstahak zannıyla verirler.
Halbuki, Efendimiz (S.A.S.) Hazretleri "Bir iki lokma ile geri çevirdiğin kimse fukarâ değildir. Belki fukara o tanınmayan kimselerdir ki kimseye el uzatmaz ve halini insanların bilmemesinden dolayı da faydalanamazlar. İşte Cenâb-ı Hak bu türlü fukarayı arayıp bulmayı ve bunlara ihsan etmeyi emir buyuruyor.
Efendimiz (S.A.S.) de,
(Men eddâ zekâte mâlihi fekad zehebe şerruhû) buyurmuşlardır.
Manası: "Zekâtı verilen malın şerri gider." Ya'ni malın bereketini giderecek fena kısmı zail olur, demekdir.
Diğer bir hadîs-i şerifde
(Hassınû emvâleküm bi'z-zekâti) buyurdular.
Manası: "Zekâtını vermekle mallarınızı koruyunuz," demekdir.
Diğer bir hadîs-i şerifde
(Mâ hâlatat es-sadakatü evizzekâtü mâlen illâ efsedethü) buyurdular.
Manası: "Fukaranın hakkı olan sadaka veyâ zekât maldan ayrılmayıp da, malın içinde kalırsa, muhakkak o malı ifsad eder." Ya'ni helakine sebeb olur, demekdir.
(Mâ telife mâlün fi berrin ve lâ bahrin illâ bihabsiz- zekâti) hadîs-i şerifi de bunu isbat eder.
Manası: "Karada ve denizde mal, ancak zekâtı verilmediği için telef olur." demekdir. Bu hadîs-i şerife ayrıca şu mana da verilmiş ve bunu İmâm-ı Ahmed İbn-i Hanbel Hazretleri de kabul etmişdir. (Sadaka ve zekâtı, müstahak olmayan biri alır da malına katarsa, malını ifsad ve mahv eder) demekdir.
Gerek bu manâda ve gerek evvelki ma'nâda da olsa, ikisi de hakıykate mutabıkdır. Zekât ve sadaka Allahın emirlerine uygun olarak verilirse malı artırır. Ve sahibini sâadete kavuşdurur.
Peygamber (S.A.S.) Efendimiz, Eshâb-ı Kiramdan birine
(Enfık yünfıki'llâhü aleyke) buyurmuşlardır.
Manası: "Sen Allah rızası için âilene ve muhtaçlara ver ki, Allâhü Teâlâ da sana versin" demekdir. Bu emr-i peygamberîye uyan o zât-i şerif: "Bundan sonra bütün âilemin en zengini ben oldum" diye iddia ederdi.