548/11 (Kâne ye'tî duafâel müslimîn, ve yezûrühüm) Müslümanların zaiflerini gider ziyaret ederlermiş. Zenginleri değil, müslümanların zaiflerini "Nasılsın evlâdım?" diye ziyaret ediyor. (ve yeşhedü cenâizehüm) Onların cenâzelerinde de bulunuyor.
Bazan fakirlerin cenâzelerine ben rastlamışımdır ki, dört tane hamal bulmuşlardır da öyle götürmüşlerdir. Kimse gitmez onun cenâzesine, fakirdir diyerekten... Adam mecbur olur, hamal tutar, kaldırır cenâzesini... Şimdi bereket, belediyeler kaldırıyor da, ortada kalmıyor.
Bugünkü dersimizde:
549/9 (Kân, ye'muru bilbâte ve yenhâ anit tebetüli nehyen şedîdâ.) Cenâb-ı Peygamber, herkese evlenmekle emrediyor. "Evleniniz, bekâr kalmayınız!" buyuruyorlar ve bekârlıktan (nehyen şedîden) şiddetle nehyediyorlar.
Doluya koysan almaz, boşa koysan dolmaz. Rezzâk Allahtır. Evlenince çocukların rızkını verecek odur. Evin yoksa, evin masraflarını verecek olan odur. Aç kalmazsın!..
Evlenmekte fayda vardır, zarar yoktur. Bekârlıkta zarar vardır, fayda yoktur. Sene bekâr kalmakla ne fayda göreceksin?.. İşte beslemekten korkacaksın. Halbuki bekârken kendin de aç kalacaksın. Evlenince, o gelecek kadının ve çocuklarının rızkı da, senin eline geçecek...
Bekârlık kısmında bir şey daha var... Cenâb-ı Hak bize --erkek kısmına da, kadın kısmına da-- bir kuvve-i şeheviyye vermiştir. Çocuk daha doğarken, anasından meme ister. O, Allah'ın verdiği şehvetledir. O şehveti vermeseydi, o çocuk o memeyi arayıp bulamazdı. Fakat o şehvet dolayısıyla, daha gelir gelmez, memeyi almak için bar bar bağırır, bir şeyler yapar; karnını doyurmanın yollarına bakar.
Bu şehveti nasıl gidereceksin?.. Söküp atamazsın. Hayvanlar gibi kendimizi buramayız; insanız. Bekâr olduktan sonra, bunun günahından kurtulmanın çaresi yoktur. Onun için demişler ki, "Bekâr olan ne kadar sofu olsa, ne kadar derviş olsa, ne kadar bilmem ne olursa olsun; yine o, şerlidir şerli!..
Allah-u Teâlâ'nın verdiği kudreti, yerinde kullanmak lâzım. Meselâ, tohum var elinizde... Ekeceksiniz, ekmiyorsunuz. Sen de aç kalıyorsun, başkalarının da aç kalmasına sebep oluyorsun. Çünkü, o tohumdan mahsûl olacak... Bir on verecek Allah; yahut yirmi verecek... Bir çok insanlar da istifade edecek... E, sen neslin tohumunu saklıyorsun!.. Elindeki tohumu tarlaya ekmeyip de bırakan adam, saklayan adam nasıl mes'ulse; o da ondan daha fazla mes'uldür.
Onun için Allah-u Teâlâ'ya güvenmeli... Allah-u Teâlâ rezzaktır. Hepsini de yapar, neticesini de iyi eder.
549/10 (Kâne ye'müru nisâihî, izâ erâdet ihdâhünne en tenâm, en tahmede selâsen ve selâsîn, ve tüsebbiha selâsen ve selâsîn, ve tükebbire selâsen ve selâsîn.) Şimdi hanımlarımıza diyor ki, --tabii bize de-- "Yatağa yattığınız vakitte..." Hiç olmazsa en kısa olarak...
Bakın, o kendisi Sûre-i Fecr'i okudu, Sûre-i Benî İsrâil'i okudu, Sûre-i Zümer'i okudu, Tebâreke'yi okudu. Bir rivâyette "İzâ vakaatül vâkıa" da var... Onu başka yerde söyledi ama, burda söylemedi. Bu sûreleri okur, bir çok da namazlar kılardı. Tabi herkes bunu yapamaz. Yapamayınca, kolay tarafını nasıl gösteriyor:
(izâ erâdet ihdâhünne en tenâm) "Uyumak murad ettiğiniz vakitte, --bâhusus hanımlar için; ki, onların cahilleri daha çoktur-- (en tahmede selâsen ve selâsîn, ve tüsebbiha selâsen ve selâsîn, ve tükebbire selâsen ve selâsîn) 33 defa 'elhamdü lillah', 33 defa 'sübhânallah', 33 defa da 'allahu ekber' deyiniz."
Emr-i Rasûlüllah... Zor bir şey değil... Nasıl olsa namazların ardından yapıyoruz. Yatarken de böyle yaptık mıydı, Efendimizin yoluna nâil olmuş oluruz.
Sonra hediye ile emrediyor:
549/11 (Kâne ye'müru bil hediyye, sıleten beynen nâs.) Birbirlerine dâimâ hediyeler vermek sûretiyle, aradaki mesâfeyi azaltmak; tanışıklığı, bilişikliği, sevişmeyi artırmak lâzım... Bu da ancak hediyelerle olur. "Hediye verin ki, o hediyeler birbirinizle sevişmenize vesîle olur." diye de buyrulmuş.
İnsan yaradılırken cibiliyeti öyle yaradılmış ki, kendisine ihsan edenleri sever; kendisine fenâlık edenleri de sevmez. Binâen aleyh, birbirimizi birbirimize sevdirmek için, hediyelerle ikramlarda bulunmamız lâzım!.. Ne güzel şeyler...
549/12 (Kâne ye'müru bil atâfeti fî salâtil küsûf) Bazan ay tutulur, bazan güneş tutulur. Burda gün tutuluşundan bahsediliyor. SAS Efendimiz namaza dururlarmış.
Eskiden cahiliyet devrinde, güneş tutulmalarında pat pat silâhlar atarlarmış. Ne o?.. Kurtaracak... Halbuki kudret-i ilâhiyyenin bir tecellisi o... Araya bir mânî giriyor, güneşin ziyasını bize vermiyor. Ya o mânî çekilmese ordan, dursa; biz kalırız ışıksız... O zaman memleket haraba gider. Mahsûlât olmaz, hayat olmaz, hiç bir şey olmaz.
Onun için, "Aman yâ Rabbi, kusurlarımı affet!.." diyerekten namaza durup dualar ediyoruz. "Yâ Rabbi, bunu bu felâketten bir an evvel kurtar; biz de rahata kavuşalım!" diyoruz. Bu arada diyor ki: "Sadaka veriniz, kölelerinizi azad ediniz!"
O zaman köle kullanıyor herkes... Köle, insanların mahkûm bir tabakası, esir bir tabaka... Onlar elden ele satılıyor. İnsandır ama, satışa arz olunuyor. Herkes istediği bir fiatla alıp, evine götürüyor. O, onun temelli hizmetkârı oluyor. Parasız hizmetkârı... Bir boğaz tokluğuna, hizmet eder sana...
Binâen aleyh, "Bunları azad ediniz, salıveriniz!" diyor. Ki, bu sadakalarda büyük fevâid vardır. Onun için orda sadaka ile, azadlık ile emrediyor. En büyük sadaka, köle azad etmektir.
Onun için, meselâ oruç tuttuğumuz vakitte orucumuz bozarsak, 61 gün oruç var. O 61 gün orucun evveli, bir köleyi azad etmektir. O köleyi azad edecek kudretin yoksa, ondan sonra 61 gün oruç tutacaksın!.. Köle azad edecek bir paran, bir kudretin varsa; alacaksın köleyi, azad edeceksin. "Ben seni artık hürriyetine kavuşturdum. Haydi kendi karnını kendin doyur, nasıl yaşarsan yaşa!.." diye salıvereceksin.
İnsanları hürriyetine kavuşturmak, kölelikten kurtarmak için bahane... Bu güneş tutulmasında da böyle bahanelerle, "Kölelerinizi azad ediniz!" tavsiyesinde bulunuyor. Sadakaların en büyüğü...
Şimdi tabii, bu da kalmadı. Bu da o zamana ait... O zaman, herkesin malını elinden almak kolay bir şey değil... O adam beşbin lira, onbin lira bir para vermiş almış; "Sen bunu azad et!" deyivermek kolay olmaz. Binâen aleyh sebeplerle, "Onları azad ediniz!" diyerekten teşvik etmişler. Bugün elhamdü lillah, insanlarda umûmiyetle bu şey kalmamıştır; belki bazı yerlerde varsa da...
549/14 (Kân, ye'müru bi ihrâciz zekâh, kablel guduvvi lissalâti yevmel fıtr.) Bayram namazına gitmeden evvel sadaka-i fıtırlarınızı verin!.. Bayramdan evvel verirseniz, sadaka-i fıtır dediğimiz bu borcu ödemiş olursunuz; vâcibdir. Eğer bayram namazından sonraya kalırsa, sadakalardan bir sadakadır. O ecri gitti...
549/15 (Kâne ye'müru benâtihî, ve nisâihî en yahrücne fil ıydeyn.) İki bayramımız var: Birisi kurban bayramı, birisi ramazan bayramı... Bu iki bayramda da Rasûlüllah SAS, çocuklarını, --kız evlâtlarını daha doğrusu-- onun arkasından hanımlarını da, "Haydi bakalım, siz de bayram namazına!" derlermiş. Bugün bu kalmadı. Var mı bayram namazına giden hanımlarımızdan hiç kimse?.. Onun için, mümkün olursa, çocuklarla beraber hanımları da götürmek lâzım bayram namazına... Bu da Peygamber Efendimiz'in sünnetidir.
Şimdi meselâ, bizim bu camide olmaz ama, Fatih gibi, Süleymaniye gibi, Sultan Ahmed gibi büyük camilerde, geri taraflarda bir yer ayrılır. Oraya da hanımlar, pekâlâ namaza durabilirler. Hele yaz günlerinde, yağmurlu olmayan zamanlarda pekâlâ olabilir.
549/16 (Kân, ye'müru bi tağyiriş şeari muhâlifeten lil eâcim.) Bakınız, dikkat ediniz, --Arab'ın gayri acemdir ya, İslâm da onların içinde olunca-- İslâm'ın gayri olan kavme acem diyorlar. Her kavmin bir adeti var; onların adetlerine ve an'anelerine uymayınız!.. Onların adetlerine muhalif olaraktan, onlar sakallarını ağardığı vakitte boyamıyorlar; siz boyayınız!.. Ama, siyahla değil... Eâcim olan hristiyanlara muhalefet etmek üzere...
Bahusus askerlik devirlerinde, şimdiki gibi 25 yaş, 30 yaş değildi askerlik, gücü yeten gidiyordu. Benim gibi meselâ, yaşlı bir adam da beyaz sakalla harbe gidince, "Yaşlı adam, ne olacak?" derler. Karşıdaki gâvur görecek. Çünkü, karşı karşıya döğüşülüyordu o zaman... Şimdiki gibi siperlerin içerisinde değildi. Herkes birbirini görüyordu. Görünce, "Bu ihtiyardan ne olacak? Ben buna bir yumruk vursam, deviririm!" der. Ama bu sakalı boyarsan, o zaman "Bu adam genç adamdır." der, ürker.
Onun için harblerde bâhusus siyaha boyamağa izin var da, başka zamanda değil... Başka zamanda, kendisinin ihtiyarlığını göstermemek için, gençmiş gibi göstermek için boyamak câiz değildir.
549/17 (Kân, ye'müru bidefni seb'ati eşyâ') Yedi şeyin gömülmesiyle emretmiştir:
1. Birisi, (eşşa'r) saç... Berberlere gideriz tıraş oluruz da, hiç tıraşını alıp da gömenimiz var mı?.. Yok... Bakın, bu adeti yapmıyoruz işte... Çünkü, saç da bizden ayrılma, cesedimizden ayrılma bir parçadır. Elimiz ayrılsa, kolumuz ayrılsa kıymeti ne ise, saçımızın da kıymeti odur. Ama ona hiç kıymet vermeyiz. Saçlar, berberin dükkânında ayaklar altında çiğnenir. Sonra çöplüğe atılır, nereye giderse gider. Halbuki, o saçların da alınıp gömülmesi lâzım...
2. (vez zufr) Tırnakların da gömülmesi lâzım; bunu da yapamıyoruz.
3. (ved dem) Gerek kan aldırmak sûretiyle olsun, gerekse başka sûretle olsun kan akıyorsa vücuddan; o kanı da alıp, yine toprağın içine gömmek lâzım!.. Ki, vücûdun parçalarıdır, zerreleridir.
4. (vel haydah) Kadınların hayız şeyleri...
5. (ves sîn) Dişler... Çekilmiş, çıkmış, kopmuş... Neyse, onlar da gömülecek!..
6-7. (vel alakah, vel meşîmeh) Gerek pıhtılaşmış kan, gerekse lohusaların çocuk doğurdukları vakitte atılan zarlar, parçalar... Ki onlara duvak diyorlar, yahut perde diyorlar. Onların da gömülmesi lâzım!.. Bunu yapıyorlar zannedersem...
549/18 (Kân, ye'müru men esleme en yahtetine ve in kâne ibni semânîne seneh.)
Tabii müslüman oluyor herkes... Şimdiki gibi hazır bulunmuş bir müslümanlık değil... Peyderpey, "Ben de müslüman olacağım!" diye geliyorlar. Eğer o müslüman olan, seksen yaşına gelmiş bir ihtiyar bile olsa, sünnet olmakla emrediyorlardı.
Seksen yaşına girmiş yaşlı bir adam, bundan sonra sünneti ne yapacak?.. Ama, ona da emrediyorlar.
Sünnet, mutlaka yapılması lâzım olan İslâmî an'anelerdendir ve İbrâhim Aleyhisselâm'dan kalma bir sünnettir. İbrâhim Aleyhisselâm, kendisi de seksen yaşında olduğu halde, kendi kendini sünnet etmiştir.
550/2 (Kân, yebdeü bişşerâb izâ kâne sâimen) Efendimizin oruç bozma şekilleri muhtelif... Bazan yaş hurma ile, bazan kuru hurma ile; bazan da içilecek su gibi şeylerden birisi ile, yahut süt gibi şeylerle oruçlarını iftar ederlerdi. (izâ kâne sâimen) Oruçlu oldukları vakitte...
(ve kâne lâ yeubbü yeşrebü merreteyn ev selâsen.) Fakat içerken böyle lık lık içivermezler; ya iki veyahut üç defada yutmak sûretiyle içerlermiş. Bizim de böyle yapmamız lâzım!..
550/3 (Kân yebdeü izâ eftara bittemr.) Bak orda su ile dedi, burda da diyor ki: "Temr ile iftar ederlerdi." Temr, kuru hurma... Mevsimi olunca yaş hurma ile, mevsimi olmazsa kuru hurma ile iftar ederlermiş. Bazan üç, bazan beş, bazan da yedi hurma kadar yedikleri olurmuş.
550/4 (Kân, yebdû ilet tilâ'.)
Allah'a çok şükür, memleketimiz sulu memleket... Fakat bakın orda, Rasûlüllah SAS... (Kân, yahrucü ilel bâdiye ve eclemü mecrel mâis.) Yağmur yağınca seller oluyor, sular göllerde toplanıyor. Oralara giderler, o yağmur sularından istifade etmek için soyunurlar, --peştemal bellerinde olduğu halde-- suya girerlermiş. Bazan da yağmurun altında dururlarmış; vücutları o rahmetten istifade etsin diye...
Bizim nîmetlerimiz elhamdü lillâh, çok bol... Orda su yok tabii... Su olmayınca, yağmuru böyle hasretle bekliyorlar; "Bir yağmur yağsa da ıslansak, vücutlarımız serinlese, ortalık serinlese." diyerekten...
550/5 (Kân yeb'asü ilel metâhiri feyü'tâ bilmâ' feyeşrabehû yercû berekete eydil müslimîn.) Tabii, su bizim çeşmelerden akıyor elhamdü lillâh... Fakat orda nerelerdeyse su yerleri, Rasûl-i Ekrem SAS oralara adamlar gönderiyor. İçecek su getiriyorlar ordan... Testilerle, ibriklerle, neyle getiriyorlarsa... Ki, ordan herkes alıyor. Herkesin aldığı yer olduğu için tabii, elleri değiyor herkesin... Hacca giderken de görmüşsünüzdür. O elleri girdiği için, (yercû berekete eydil müslimîn) o müslümanların ellerindeki bereketten istifade ederim diyerekten, "Hadi git oğlum, bana filân yerden su getir!" diyor.
Çünkü, müslümanların elleri dâimâ temizdir. Beş vakit yıkıyor güzelce... Yıkadığı için, elinde bir şey yok...
O zaman banyolarda şimdiki gibi --Ne diyorlar ona?-- duş tertibatı da yok... Tas da yok... Çanak da yok bazan... Meselâ bir bakırın içine su doldurdunuz; yıkanacaksınız veya abdest alacaksınız. Nasıl alacaksınız suyu?.. Elinizi yıkar ve elinizi batırır, ordan alır, dökünürsünüz. O zaman da, avuçlarını tas yerine kullanarak idâre-i maslahat ediyorlarmış.
Ama şimdi, elhamdü lillâh Cenâb-ı Hak bize her şeyi bol bol ihsân etti de, bu nîmetlerin kadrini bilmiyoruz.
550/6 (Kân, yebîtül leyâliyel mütetâbiati tâviyen ve ehlihû lâ yecidûne aşâen ve kâne ekseru hubzuhüm hubzeş şaîr.)
Ahmed ibn-i Hanbel, Tirmizî, İbn-i Mâce Hazretleri İbn-i Abbâs'tan rivâyet ediyorlar.
Rasûl-i Ekrem SAS, birbirini kovalayan 1, 2, 3, 5 gün karınları aç kalırdı. (ve ehlihû lâ yecidûne aşâen) Evdeki hanımlarının akşam yemekleri de olmazdı. (ve kâne ekseru hubzuhüm hubzeş şaîr) En çok yedikleri şey, arpa ekmeği idi.
Biz bugün buğdayı da beğenmiyoruz da, elenmiş, en ince, en has diyerekten hasını arıyoruz. Hattâ, "Bu iyi değil!" demek de günâhtır haa!.. Yiyecek bir şey alacağız meselâ, beğenmiyoruz. Beğenmediğimiz vakitte, "Bu iyi değil yâhu!" demek, câiz değil... "Bundan daha başkası varsa, onu verir misiniz?" demek lâzım.
Bazı ekmekler şimdi hamurumsu oluyor, yahut altı şöyle oluyor...vs. Bunu beğenmiyorlar ve iade ederken bazı acı sözler de duyuyor insan... Bunlar doğru değil... "Daha iyisini, daha güzelini vermez misin?" diyerekten iade etmek lâzım.
Allah Allaaah... Bunları şey yapmak lâzım! Biz bir günlük açlığa dayanamıyoruz. Var mı şimdi bu günlerde oruç tutanımız?.. Azıcık günler uzadı diyerekten, oruç tutamıyoruz. Halbuki Rasûl-i Ekrem bir gün aç, ertesi gün daha, bir gün daha... Yok nafaka... Niyet ediveriyorlar.
Halbuki burda oruçtan da bahsetmiyor. Yâni, hâliyül batn, karınları boş... İster oruçlu, ister oruçsuz... Yiyecek şey bulunmuyor ve o sebepten de bu gece yatıyor, "Allah kerimdir!" diyor. İkinci gece yatıyor, "Allah kerimdir!" diyor. Ama halini kimseye söylemiyor!.. "Ben akşam aç kaldım yâhu! Yok mu birinizin evinde ekmeğiniz, yemeğiniz?.." Biz hepimiz yaparız. Meselâ, akşam ekmek kalmadı. "Komşu! Biraz bize ekmek verir misin?.. Bizim ekmeğimiz kalmamış." filân deriz. O, hiç haber vermiyor kimseye... Sabrediyor.
Onun için, insanda çeşitli haller olur; hastalık, maraz, dert, musîbet, belâ çeşit çeşit... Bunların hepsine sabretmekle mükellefiz. Bunu dert yanmak için, "Yâhu şöyle oluyor, böyle oluyor, şu rahatsızlığım var, bu rahatsızlığım var..." diye şikâyet, derdin artmasına sebep olur.
(İnnemâ yüveffes sâbirîne ecrahüm biğayri hisâb.) (Ez-Zümer: 10) Sabredenlere hesapsız ecir var. Şikâyet etmek sûretiyle, bu ecri kesiyor bir kere... Şikâyet, ecrin gitmesine sebep oluyor, ecirden mahrum kalıyoruz. Zarar olarak yeter bu...
Cenâb-ı Peygamber böyle bir gün, iki gün, üç gün aç kalsın... Aile efradı da... (ve ehlihû lâ yecidûne aşâen) Onlar da Rasûlüllah gibi yatıveriyorlar demek ki...
550/7 (Kân, yebîun nahle benin nadîr ve yahbisü liehlihî kute senetihim.) Benî Nadir, Musa Aleyhisselâm'ın kardeşi Harun Aleyhisselâm'ın bulunduğu bir kabile... Uhud muharebesinden sonra sürgün edildi.
(Benî Nadir hurmaların satar; fakat aile fertleri için bir senelik hurma alıkorlardı.)
...................
550/10 (Kâne yetebevveü libevlihî kemâ yetebevveü limenzilihî.) (Def'-i hâcet yeri için dikkat ettikleri gibi, idrar edeceği yere de dikkat ederlerdi.) İdrar sıçramasından korunmak için, idrar edeceği yerin yumuşak bir yer olmasını ister, aynı zamanda çömelerekten idrarlarınıı yaparlardı.
Ayakta olursa, yine sıçrantı yapar. Bugün prostat hastalığı diyorlar ya, bunun ekserisinin ayakta işemekten ileri geldiğini söylerler. Oturup da işenirse, bu hastalık daha az oluyormuş.
Bizim de idrar yaptığımız vakitte buna dikkat etmemiz lâzım!.. Her ne kadar evlerimizde tuvaletlerimiz varsa da, oturarak yapmak daha âlâ...
550/11 (Kân, yetaharrâ sıyâmel isneyn vel hamîs.) SAS, pazartesiyi ve perşembeyi beklerler, gözlerlerdi. "Pazartesi perşembe gelsin de, oruç tutayım!" diyerekten.
Hattâ geçen ki derste geçmişti, Cenâb-ı Peygamber SAS, ne seferde ne hazarda ayın 13. 14. 15. eyyâm-ı bıyd denilen günlerinde orucu bırakmamışlar. Halbuki seferde oruç şart değildir. Ramazan da olsa, seferde orucun bozulmasına müsaade var... Nafile olduğu halde bile, bu sefer hallerinde de hiç bırakmamışlar.
Orucun çok faydası var... Açlık, hiç bir zaman insanları yıpratmaz. Ama, ifrat derecesinde fazla açlık değil... Haftada bir gün, ayda üç gün oruç tutacaksın da ne zararı olacak?.. Ayda üç gün oruç insana fayda ediyor. Onu bilmek; o tıbbın dersi...
Fakat, Rasûlüllah Efendimiz SAS, onu tatbik ettiğinden dolayı, onun sünnetine uymak gayesiyle tutacaksın. Yoksa, sıhhatimiz yerine gelsin diye tutarsak; o, perhize benzer, faydası yok onun... Ama, "Peygamber tutmuş, ben de onun için tutuyorum, sünnettir." diyerek tutarsak, o zaman sevap olur bize...
550/12 (Kân, yetehattemü fî yemînihî.) Cenâb-ı Peygamber SAS, ekseriyetle yüzüklerini sağ ellerine takarlarmış.
Ahmed ibn-i Hanbel, Tirmizî İbn-i Ömer'den; Müslim, Neseî Hazret-i Enes'ten; Ahmed ibn-i Hanbel, Tirmizî, İbn-i Mâce Abdullah ibn-i Ca'fer'den rivâyet etmişler. Müteaddid rivâyetler var; bu rivâyette sağ elinde...
550/13 (Kân, yetehattemü fî yesârihî.) Bazan da sol ellerine takarlarmış. Muhakkak değil... Bazan sağda, bazan solda...
550/14 (Kân, yetehattemü fî yemînihî sümme havvelehû fî yesârihî.) Bu üçüncü rivâyette, evvelâ sağ eline takarlardı. Sonra ordan çıkarır sol eline takarlardı. Cevâzını göstermek için... Yâni, bu da câiz, o da câiz...
550/15 (Kân, yetehattemü bilfıddah.) Yüzükleri de gümüşten idi. Altından yüzüğe müsaade etmediler. Altından yüzüğü bir adam kullanıyordu. Onun parmağından aldılar ve attılar. Sonra Ashâb-ı Kirâm, dediler ki o adama: "Alsana yüzüğünü!.." "Peygamber'in attığı yüzüğü ben almam!" dedi. Ve parmaklarına takmadılar, fukaraya verdiler.
Son zamanlarda bazı kimseler, --ulemâlar diyelim-- nişan yüzüklerinin altından olmasına cevaz vermişler ise de, makbul değildir. Çünkü, hiç bir fetvâ insanı kurtarmaz. "Fetvâ verdiler efendim!.." Neyine lâzım, olmaz öyle şey... Peygamber'in yoluna bak!.. Fetvâlar insanları kurtarmaz.
550/16 (Kâne yetehallefü filmesîr feyüzcid daîf ve yürdefü ve yed'û lehüm.) Yolda giderlerken --gerek askerî bir yere giderken, gerek ziyâretler için, gerek hacca gitmek için, ne için çıkıp gidiyorlarsa-- kendileri dâimâ geriye kalırlar, öne geçmezlerdi. Ve zuafâyı toplarlar, bazı yürüyemeyecekler olur, ayaklarından rahatsız olanlar olur; onları toplarlardı. Bazılarını kendi develerinin arkasına, yahut arkadaşlarının devesine bindirerekten, onları da ileriye doğru, kafileye doğru yetiştirirlerdi. (ve yed'û lehüm.) Onlara dua buyururlardı: "Yâ Rab bunlara kuvvet ver, afiyet ver..." gibi, nasılsa artık...
550/17 (Kâne yeteavvezü min cehdil belâ') Belâlar çeşitli... Allah muhafaza etsin... Onun için bak, Cenâb-ı Peygamber de Allah'a sığınıyor. Bizim de görünür görünmez kaza ve belâlardan, tâkat getirilmeyen şeylerden, "Yâ Rabbi onları bize verme! Biz âciziz, sonra onların altından kalkamayız." diye Allah-u Teâlâ'ya sığnmamız lâzım.
Cenâb-ı Peygamber de meşakkatli belâlardan, (ve derekeş şeka) şekavete erişen helâklerden, sebeplerden, (ve sûil kadâ) kötü kazalardan Allah'a sığınırdı.
Allah esirgeye... Geçen bir efendi geldi. Eskiden komşumuz idi, bakkal idi kendisi... Güzelyalı mı diyorlar, ordan bir ev aldı. Fakat, kızının evi ile kendi evinin arasında tren hattı var... Gidip gelirken, o tren hattından geçiyor. Kocaman adam, her yeri sağlam, şuuru yerinde; fakat, geçerken koca treni görmemiş... Ne diyelim, göz kapanmış, kulak tıkanmış...
(İzâ câel kadâ amiyel basar.) "Kaza gelirken, göz kapanır." Yollarda bu kadar kazalar oluyor. Bunların hepsi şuursuz değil ki!.. Fakat işte, neden oluyorsa oluyor.
Şimdi o adam, gözünün önündeki koca trenin ne gürültüsünü duymuş, ne sesini... Derken parçalanmış gitmiş, Allah esirgeye...
E bu şimdi, kötü kaza... Bunlarda ne yapmak lâzım?.. Dâimâ Allah'a sığınmak lâzım!..
Akşam bize misafirler gelmişti. İkisi de Mekke'de... Birisi Mısırlı, birisi de Mekkeli... Mısırlı hoca ki, akşam bize vaaz etti. O da Mekke'de, oranın mekteplerinde müderris... Şimdi bizim okuduğumuz dualar var ya, onları istemesinler mi!.. Baktılar, hoşlarına gitti. "Şundan bize de vermez misin?" dediler.
E canım, bize Allah-u Teâlâ lütfetmiş onları da, elhamdü lillâh, okumaktan ne kaçınacağız?.. Bunlar işte, Cenâb-ı Hakk'a çeşitli sığınma ve ilticâ yolları... Ki, bununla mükellefiz. Şimdi bir tane daha büyüğünü yapmağa çalışıyoruz inşaallah, Allah muvaffak ederse... Orda da Peygamber SAS'in 110 tane duasına rastgeldim. Efendimiz'in duaları yâni, bizim değil... Onun dualarını biz de tekrar edeceğiz. Onun sığındıklarından, biz de sığınacağız... Onun istediklerini biz de isteyeceğiz. Dua bundan ibaret... Allah affetsin de, bunları okumayı da cümlemize nasib etsin...
Binâen aleyh, bunları yeni yazı ile de yazmak mümkün ama, yeni yazı ile tam okumak mümkün olmuyor. Çünkü harflerimiz birbiriyle uygun değil... Arap harfleriyle, yeni yazının harfleri birbirini tutmaz. Meselâ "a" harfi var. "Ahmed" derken "elif"i karşılar ama, "aleyh" derken ayını tam karşılamaz. Onu hocadan ta'lim edeceksin de, "ayın"ı öğretecek sana... Ama yeni yazıda o "ayın"ı gösteremezsin. "Sad"ı yok, "dad"ı yok, şunu yok, bunu yok...
(ve şemâtetil a'dâ) Allah esirgesin... Belâ gelir, kaza gelir; "Oh ne güzel oldu! Gördün mü, işte belâsını buldu!.. " diye düşman sevinir. Cenâb-ı Peygamber ne güzel dua ediyor: "Düşmanın sevineceği felâketi verme yâ Rabbi!.."
Buhârî'nin, Müslim'in, neseî'nin Hazret-i Ebhu Hüreyre'den rivayeti...
551/1 (Kâne yeteavvezü min hamsin) Beş şeyden de Allah'a sığınırlardı.
Hadi bir salât ü selâm okuyalım:
"Allaaahümme salli alâââ seyyîdinaaa, muhammedinin nebiyyil ümmiyyi ve alâ... Aaaalihiii ve sahbihiii ve sellim." (3 defa)
İnşaallah, şefâat-i Rasûlüllah'a nailiyyetimize vesîle olur.
Beş şeyden Allah'a sığınırlardı.
1. Bu beş şeyden birincisi, (elcübün) korkaklıktan Allah'a sığınırlardı.
Şimdi aklıma geldi ki, yahudilerle yapılan bu harbde yahudi karıları tayyareleri gütmüşler, cephelerde bulunmuşlar... Şöyle fedâkârlıklar, böyle yararlılıklar yaptıklarını gazetelerde okuduk.
Bizim de eskiden Rasûlüllah zamanında, ilk muharebelerde hanımlar da muharebeye iştirak ederlerdi. Sonra, fıkıh kitaplarında da yazılıdır. Bir muharebe oldu. Devletin kuvveti var tabii... O kuvvet kâfî geliyorsa, bir şey yok... Gelsin kuvvetler, ordaki düşmanı koğsun. Fakat, kuvvet kâfî gelmedi de düşman ilerliyorsa, kadın erkek herkesin harbe koşması şarttır. O zaman karılık, erkeklik, çocukluk-mocukluk yok... Her eli silâh tutan, her iş yapabilecek olan düşmana karşı çıkmakla mükelleftir.