Korkaklık bunun için, en büyük ayıp... Onun için, Cenâb-ı Peygamber, "Allah'a sığınırım bu korkaklıktan!" diyor. "Canım ben kadınım, nasıl giderim?.." E işte kadınların hilkaten bir korkaklıkları vardır. Yalnız kaldılar mıydı, duramazlar evde... Karanlık olursa, korkar. "Sokağa git!" desen, "Yalnız gidemem." der. Hilkaten bir sürü korkaklıklar vardır üzerlerinde... Fakat, bunu takviye ederekten kuvvetlendirmeye çalışmak, korkak olmamağa alışmak lâzım!..
2. (vel buhl) İkincisi bahillik... Geçenki derste ne dedi: "Cenâb-ı Peygamber yarına erzak bırakmazdı." Meselâ, gazalardan olsun, hediyelerden olsun, bir çok şeyler gelir; onu yarına bırakmazdı. "Yarının da rabbi var... Yarın da vereceğini verecektir." der, o gün eline geçen paraları dağıtırdı.
Buhl, dağıtmayıp saklamak... Bunun bahsinde diyor ki, "Herkes bir maaş alıyor ya bugün işçi-mişçi; kazandığı paranın yediği kadarını yer, artanını dağıtacak!.." diyor. Bugün çok para veriyorlar, hesapsız para veriyorlar. bu kadar para çok... Ama, bizim gözlerimiz yine doymuyor. Daha arttırın diye istiyoruz.
Halbuki işte, Kanûnî'nin şeyhülislâmı Zenbilli Ali Efendi... Tabii, ona da veriyorlar bir para... Meselâ, farzedelim ki beşyüz lira vermişler. Dörtyüz lirasını yemiş, yüz lira artmış. Götürürmüş, "Alın bu yüz lira, arttı oğlum!.. Ben yiyeceğim kadar yedim, işte bu da arttı. Fazla bu... Bu, devletin milletin malıdır; devlete millete iadesi lâzım!" dermiş. Bul bakalım şimdi böyle bir adamı!.. Devletin kasasını verseler, hazinesini verseler, doyacak gözümüz yok! Allah muhafaza...
Onun için bahillikten de Allah'a sığınırlardı.
3. (ve sûil umr) Allah muhafaza etsin, bazı ömürler vardır ki, felâketle geçer... Sıkıntılar içerisinde geçer, meşakkatler içerisinde geçer... Bunaltılar içerisinde geçer. Böyle bir sû-i ömürden de Cenâb-ı Hakk'a sığınırlarmış.
Yâ Rabbi, sana ibâdet taat edecek, senin rızıklarını yiyip kanaat edecek, afiyetlerle ömürler ihsan buyur!..
4. (ve fitnetis sadr) Nedir o?.. Hased... Durmaz içerde... Vay ona verdin de, bana vermedin!.. Kin, hased, hırs insanı rahat bırakmaz, mütemâdiyen rahatsız eder. Bunlar da, doğuştan itibaren insanda bir yaradılış gibidir. Bunları ıslah etmesi lâzım insanların...
Her mahlûkun bir tıyneti var... Aslan, vurdu mu parçalar. İnsan da parçalar ama, insanın islâh olma kabiliyeti var... O kötü huyunu bırakabilir. Eğer o kötü huy bırakılmasa, ahlâkların tasfiyesine lüzum kalmaz. Kitaplara da lüzum kalmaz, hocalara da lüzum kalmaz. Herkes yaradıldığı gibi yaşamağa bakar.
Halbuki, o ahlâkların tasfiyesi imkânı olduğu için, kitaplar okuyacaksın, kendini ona göre hazırlayacaksın, şu olacak, bu olacak... Kötüyü bırakıp, iyiyi almakla mükellefiz. Nasıl ki, her şeyde iyiyi arıyoruz, kendimize de iyiyi aramak vazifemiz. Kötülükleri atıp, iyilikleri alabilmemiz için, her gün kendimiz hesaba çekmek lâzım!..
Her akşam yatmadan evvel, "Ben bugün neler yaptım yâhu?.. Şu hatam var, bu hatam var, şu kusurum var... Aman yâ Rabbi, bana kuvvet kudret ver de, bir daha yapmayayım bunları..." der, ona karşı tevbe ve istiğfar eder, Cenâb-ı Hakk'a yalvarır... Bir daha yapmamağa çalışır. Onun yerine, onun iyisi neyse, onu yapmağa çalışır. Derken, bakarsın bir gün en iyi bir adam olmuş olur.
5. (ve azâbil kabr) Bir de Cenâb-ı Peygamber, kabir azabından Cenâb-ı Hakk'a sığınırlarmış.
Kabir deyip geçme aziz kardeş ha!.. Biz cenâzeleri götürüp de koyup dönüyoruz. Ama, ordaki halden kimsenin haberii yoktur. Ordaki halleri bize bildiren, ancak Cenâb-ı Peygamber'dir. Eğer peygambere imanın varsa, o azaba inanmak şart... Onun için çeşitli dualarla Cenâb-ı Peygamber, bu kabir azabından Allah'a sığınmışlar.
Ama şimdi dinsizler, "İşte biz tecrübe ettik. Ölünün üstüne mısır püskülü koyduk, şunu koyduk, bunu koyduk... Hiç kıpırdamamış bile..." E sen oraya yat da, ondan sonra bana söyle!..
Gece sen, rüyanda ödün kopuyor, kan ter içinde uyanıyorsun. Ben de senin yanında yatıyorum. Sen kalktın bana dedin ki, "Yâhu, şöyle oldu, böyle oldu... Şöyle korktum, böyle korktum..." "Hadi hadi, sus! Hiç bir şey olduğu yok... Sen şaşırmışsın!.." filân derim...
Sen de görünce, o zaman sen de söylersin. Azâb-ı kabir haktır kardeşlerim!..
Onun için, Cenâb-ı Peygamber'in bir duası var... Bu dua Pakistan müslümanlarının vacib mesâbesinde tutaraktan namazda okudukları bir duadır. Biz nasıl "Rabbenâ âtinâ"yı okuyoruz. Onlar da bu duayı okurlarmış. Ki, birisinin evlâdı namaz kılmış. "Oğlum, bu duayı okudun mu?.." diye sormuş. "Okumadım baba!.." deyince, "Yeniden kıl namazı!.." demiş. Dua şu:
(Allahümme innî eûzü bike min azâbi cehennem, ve min azâbil kabr, ve min fitnetil mahyâ vel memât, ve min şerri fitnetil mesîhid deccâl.)
Cehennem var bir kere... Cennet var, cehennem var... Niçin?.. Allah'ı dinlemeyenlerin, Peygamber'i dinlemeyenlerin terbiye yeri orası... Onun azabından sana sığınırım.
(ve min azâbil kabr) Kabir azâbından da sana sığınırım yâ Rabbi!.. Hem cehennem azâbından, hem de o kabirdeki azabdan sana sığınırım.
"Yâhu hoca efendi be, ölülere biz baktık da, iğne filân dürtüyorduk... Doktor da dürtüyordu, bakalım canı var mı diye... Haberi bile yok adamın... Artık bunun ruhu çekilmiş. Bundan ne olur?.." Ben şimdi orasını bilmem kardeşim, oraya gidince anlaşılacak ne olacağı!..
Yalnız, Peygamberimiz ne diyor?.. (Allahümme innî eûzü bike min azâbi cehennem, ve min azâbil kabr) diyor. "Sana sığınırım bunlardan." diyor.
Sa'd denilen, ashâb-ı Kirâm'dan bir kimse vardı. Kabir onu öyle sıkmakla sıkmış ki... Canım hep bunlar mânevî haller... Bunları anlamak da zor, anlatmak da zor... diyeceksin ki sen, "Kabir mezarlık... Mezarın bu duvarları nasıl kavuşur da insanı sıkar?.." Ben sana şu kadar diyeyim ki, bazan dünya bile insanı sıkıyor. Koskoca dünya adama dar geliyor da, adam bu dünyanın içerisinde bunalıyor. "Yâhu, koca dünya, niye bunalıyor?.." Aaah, sor ona bakalım!..
Onun için, bunlardan Allah'a sığınıyoruz.
(ve min fitnetil mahyâ vel memât) Dünya ve ahiretin fitnelerinden de sana sığınırım. (ve min şerri fitnetil mesîhid deccâl.) Bir de Mesîhid Deccâl var, onun şerrinden de sana sığınırım.
Ebû Dâvud, Neseî, İbn-i Mâce --Kütûb-ü Sitte'dendir bu üçü de-- bunları rivâyet ediyorlar Hazret-i Ömer RA'den...
Demek ki Cenâb-ı Peygamber, şu beş şeyden Cenâb-ı Hakk'a sığınıyorlar: Birincisi, korkaklık... İkincisi, sıkılık... Üçüncüsü, sû-i ömr... Dördüncüsü hased, kin, kibir gibi iç rahatsızlıkları... Beşincisi de, azâb-ı kabr...
551/2 (Kâne yeteavvezü minel cân ve aynül insân) Cân, cin, tâife-i cin... Cinnîlerin şerrinden de Cenâb-ı Peygamber, Allah'a sığınırlardı.
Yine insan der ki, "Kimdir bu cinnî yâ?.." Ben bilmem orasını... İnanmıyor. Mikroba da inanmazsın ama, felâketli bir hastalık tuttuğu vakitte, "Falan mikroplara yakalanmışsınız." dedikleri vakitte, "Yok, böyle bir şey olmaz!" diyebilir misin?..
Cenâb-ı Hakk'ın çok çeşitli mahlûkları var... Bu da bize görünmeyen bir mahlûku Cenâb-ı Hakk'ın... Bizden evvel yeryüzünde yaşayan mahlûklar idi bunlar... İnsanlar geldikten sonra, Cenâb-ı Hakk bunları uzaklara attı. Hâlî yerlerde... Fakat orda her zaman için mevcud...
(ve aynül insân) Aynı zamanda insan gözü dokunmaktan da Allah'a sığınırdı.
Şimdi ona da itiraz eden olur mu bilmem!.. Göz değmesi, hepimizin gördüğü bir şeydir. Bazı adamların gözlerinde Cenâb-ı Hak, acı bir şey yaratmıştır. Baktığı vakitte adamı mezara, deveyi kazana kormuş. An'ane sûretiyle duyageldiğimiz şeylerdir bunlar... Adam tarlayı sürerken, öküzleri yıkılıp kalıyor. Deveci giderken, devesi yıkılıp kalıyor. İnsan, devrilip kalıyor. Niçin?.. O gözdeki acı, zehir, ok...
Bazı yılanlar varmış. Ağaca sarılır, ordan geçen hayvanları teshir için gözünü dikti miydi, hayvan kımıldayamaz oluyormuş. Ve onu istediği gibi yakalayıp, yutuyormuş.
Bu tesir hayvanda olduğu gibi insanda da olduğundan, Cenâb-ı Peygamber, bu insanın gözünün değmesinden de Allah'a sığınmış. Bizim de sığınmamız lâzım...
(hattâ nezeletil muavvizetân) "Kul eûzü birabbil felak"la, "Kul eûzü birabbin nâs" sûreleri nâzil oluncaya kadar Cenab-ı Hakk'a sığınırlarmış. (felemmâ nezelet, ehaze bihimâ ve tereke mâ sivâhümâ.) Bu sûreler nâzil olduktan sonra, sığınırım şeyini kaldırdılar, "Kul eûzü"leri okudular.
Tirmizî, Neseî, İbn-i Mâce, Ziyâ el-Makdîsî'nin Hazret-i Enes'ten ve Ebû Said'den rivâyeti...
551/3 (Kâne yeteavvezü min mevtil füc'eti) Cenâb-ı Peygamber, ansızın ölümden de Cenab-ı Hakk'a sığınırdı. Halbuki İbrâhim Aleyhisselâm da, ahirete ansızın göçenlerdendir. Ama Cenâb-ı Peygamber, "Yâ Rabbi, beni ansızın alma! Yatayım..." Hiç olmazsa vasiyetini yaparsın, diyeceğin varsa dersin... Hem kendin temizlenirsin, tevbe ve istiğfar ederekten, "Artık yolculuk var!" diyerekten...
Bu bize... Tabii Peygamber'in buna ihtiyacı yok... Fakat bize tâlim için ki, "Siz de böyle, ansızın ölümden sığının Allah'a..." demek istiyor. Bir de Allah esirgesin, meselâ otomobil kazaları oluyor, ansızın insan gidiyor... Tren kazaları oluyor, uçak kazaları oluyor... Artık insanın korkusundan, bir şey diyecek hali de kalmıyor.
Onun için, Cenâb-ı Peygamber on gün yatmışlar. On gün yattıktan sonra, ahirete göçleri vâkî olmuş. Allah şefaatlerine nâil etsin cümlemizi...
(ve kâne yu'cibuhû en yemrida kable en yemût.) Ölmeden evvel biraz hasta olmayı isterlermiş ki, o işte bizim için tevbe etmemize, vasiyet etmemize imkân olur.
551/4 (Kân, yetefe'elü velâ yetetayyer, ve kâne yuhibbül ismel hasen.) Cenâb-ı Peygamber, tefe'ül buyururlarmış. Fâl-i hayr dedikleri, iyiye yorma... Bir adam geliyor, ismi Cemîl... Kafasında, bugün işlerin iyi olacağına yoruyorlar. Hasan... Güzel olacak diye bundan iyiye yoruyor.
Yoksa, "Kuş uçtu, kervan geçti, tavşan geçti..." diye uğursuzluk şeklinde değil...
551/5 (Kân, yetemesselü bişşi'ru ve ye'tîke bil ahbâr, men lem tezevvid.)
551/6 (Kâne yetemesselü bihâzel beyt, kefâ bil islâm, veş şeybi lilmer'i nâhiyen.) Şiirleri aynen şâirin söylediği gibi söylemezlerdi. Şâir kafiyesine uygun bir şekilde şiirini söyler. Ama Cenâb-ı Peygamber, onun sözünü tebdil eder, şiirin altını üstüne getirir, öyle söylerdi. İşte burda da şairin söylediği söz, (kefâ bil islâm, veş şeybi lilmer'i nâhiyen) Bunu (kefeş şeybü vel islâmü nâhiyen) şekline çevirerek söylerlermiş. "İhtiyarlık ve İslâmlık, insanı bütün fenâlıklardan men eder." Müslüman mısın?.. Günahtır diye korkacaksın, haramdır diye korkacaksın. Müslümanlık seni nehyediyor ondan...
İhtiyarlık... Yâhu artık ayağın çukura düştü. Bu yaş sekseni buldu, doksanı buldu. Hâlâ, ne kahvehaneden çıkar, ne iskambilin tavlanın başından ayrılır, ne bir şey yapar... Ne kadar acâib şeydir yâni bunlar...
Allah-u Teâlâ Hazretleri bize bir ömür vermiştir. Onun verdiği ömre pahâ biçmenin imkânı yok... Kimse biçemez. Bir saniyesine bile... Bir saniyelik ömre pahâ biçilemeyince, biz bunu böyle günlerce kahvehânelerde mahvedişimizin cezâsını acaba nasıl öderiz?..
Cenâb-ı Peygamber, boş söz söylemeğe razı olmuyor, fazla söze razı olmuyor. "Birden fazla konuşma!" diyor. "Konuşacağın yeri düşün, ona göre konuş!" diyor.
Biz bütün gün ömürlerimizi kahvehanelerde, gazinolarda, şurda burda... Para kazanmağa da lüzum yok... Ekseriyetle de şimdi, tekaüdlere bol para veriyorlar; yeter o... Nerede geçecek ömür?.. Bunlar günah şeyler...
Biz bugün memlekette çok muhtaç bir durumdayız. Çok çalışmak mecburiyetindeyiz. Affedersiniz, bir kere Almanya'ya götürdüler de orda gördük. Arabamız bizi götürecek yeri bilememiş. Arabanın içerisinde konusuyor herif... Dedim ki, "Yâhu bu adam deli mi oldu acaba, konuşuyor kendi kendine?.." dedim. "Yok!" dedi. "Bu adam bilemedi oteli, trafikten oteli soruyor." dedi. Dedim, "Canım, şurda bakkala sorsa..." "Olmaz!" dedi. "Bakkala sorulmaz burda... Herkes kendi işiyle meşgul..." Sokakta kimse yok zaten, herkes kendi işinde... Bizim böyle kahvehânelerde oturmamız câiz olur mu?..
Akif Rahmetullahi Aleyh'in Safahat'ında, bu kâfirlerin memleketlerindeki hayatla, bizim memleketlerimizdeki hayatı bir tasviri var... Biz kahvehanelerden çıkmazken, --köylerimizde de öyle, şehirlerimizde de öyle-- Avrupalı nasıl çalıştı?.. Bak bugün tepemizde duruyorlar. Biz tayyareyi yapamayız, tankı beceremeyiz... Topu; onunla da uğraşmaya halimiz yok... "Satın alırız!.. Ne olacak işte, paraları verir alırız." Olur mu hiç öyle şey?.. Allah kusurlarımızı affetsin...
Onun için, cübün (korkaklık) ve buhul (eli sıkılık) denilen şeylerin de bunlarda büyük hissesi var.
551/7 (Kâne yetenevveru fî külli şehrin ve yükallimü ezâfirehû fî külli hamsete aşere yevmen.) Ayda bir kere umûmî temizleme yaparmış. Koltuk altları, edep yerlerindeki tüylerin giderilmesini ayda bir kere; 15 günde bir kere de tırnaklarını kesmek, adet-i Peygamberî imiş.
Bunu, bizim de adet edinerekten yapmamız lâzım.
551/8 (Kâne yetevaddau inde külli salâtin) Buhârî, Ahmed ibn-i Hanbel, Hâkim, Ebû Dâvud, Neseî, İbn-i Mâce, Tirmizî Hazret-i Enes'ten...
Cenâb-ı Peygamber, her beş vakitte abdest alırlardı. Bazan cevâzını göstermek için, bir abdestle birkaç vakit namaz kılmışlar. Olur. Fakat, her vakitte abdesti tazelemek efdal... Çünkü Efendimiz her namaz için tazeliyormuş.
551/9 (Kân, yetevaddau mimmâ messetin nâr.) Evvelce, et gibi şeyleri yedikten sonra, pişmiş şeyler yedikten sonra abdest tazelerlerdi. Fakat, sonra bu nesholundu. Bunun üzerine, pişmiş şeylerden sonra abdest tazelemeyi terkettiler.
551/10 (Kâne yetevaddau sümme yükabbilü ve yüsallî velâ yetevadda')
Cenâb-ı Peygamber'in her halini taklid etmeğe, bize müsaade yoktur haa!.. Ona diyorlar ki, hasâis-i Peygamberî... Rasûlüllah Efendimiz'in yaptığı şeyler kendisine mahsus... Meselâ yatar uyurdu da, uykusunda gözleri kapalı ama, gönlü uyumuş değil idi. Abdesti bozulmazdı yâni...
Şimdi burda diyor ki, "Cenâb-ı Peygamber abdest alır, abdest aldıktan sonra beşeriyet iktizâsı hanımlarını öperlerdi. Öptükten sonra da, yeniden abdest almadan namaz kılarlardı. Yâni, öpmekle abdesti bozulmuyor. Fakat o hasâis-i Peygamberiyedendir. Biz yapsak, abdestimiz bozulur. Çünkü, kendimize hakim değiliz.
......................
IX. DERS
22 Haziran 1975
İskenderpaşa Camii
Râmûzül Ehâdîs Dersi
Sayfa: 557/1 - 558/5
Euzübillâhi mineş şeytanir racîm.
Bismillâhir rahmanir rahîm...
Elhamdü lillâhi rabbil alemîn...Vel âkıbetü lil müttakîn...Ves salâtü, ves selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihi ve sahbihi ecmaîn...
İ'lemû eyyühel ihvân... Enne efdalel kitabi kitâbullah, ve enne efdalel hedyi hedyü muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem... Ve şerrel umûri muhdesâtüha... Ve külle muhdesin bid'ah. Ve külle bid'atin dalâleh... Ve külle dalâletin fin nâr... Ve bissenedil muttasili ilen nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme ennehû kaal:
557/1 (Kân, yesûmü âşûrâ ve ye'müru bih.)
Hayat-ı Peygamberîdir okuduklarımız... Hayat-ı Peygamberî SAS, tasavvufun köküdür. Tasavvufun kökü, Rasûlüllah SAS'in hayatıdır. Tarikatın münkirleri, --Allah hepimizin hakkında hayırlar nasib etsin-- âkıbetleri çok acıdır. Çünkü tarîkat, Rasûlüllah'ın hâline uymaktır. Tasavvuf zâten laf değil, hal ilmidir. Kal ilmi değil, hal ilmidir. Hal, Rasûlüllah SAS'in halidir. Gaye, Rasûlüllah SAS'in haline kendimizi uydurabilmektir. İşte ne zamandan beri okuyoruz; namazı, orucu, zekâtı, haccı...vs. Bütün hallerine insan kendini uydurabildi miydi, en bahtiyar insan odur.
Cenâb-ı Peygamber SAS, aşûre günü --muharremin 10. günü-- oruç tutardı. Onunla bizi de emrediyor, "Siz de tutun!" diyerekten... O gün (yevmün şerîfün) bir güzel gündür ki, Allah-u Teâlâ Musâ AS'ı Firavun'un şerrinden kurtardı. Firavunun helâk olduğu, Musâ As'ın da kurtulduğu bir gündür o... Nuh AS'ın gemisinde yüzenlerin kurtulduğu gündür. O gün, Yusuf AS'ın sicinden, hapisten kurtulduğu gündür.
O gün bütün mahlûkat oruç tutarmış. Ondan dolayı Cenâb-ı Peygamber de tutmuş. Bize de emretmişler ki, "Siz de tutun!" diyerekten. Fakat, muharremin yalnız 10. günü değil 9. günü de ilâve etmek, yahut 10. ile 11. günü beraber tutmayı efdal bulmuşlar.
557/2 (Kâne SAS, yesûmül isneyn vel hamîs.) Rasûlüllah SAS Hazretleri, her perşembe ve her pazartesi oruç tutarlardı. Binâen aleyh, dervişlik taslayan, dervişliği de bırak müslümanlık taslayan insanların hepsinin de kendisini Peygamber'e uydurması, benzetmesi için, perşembeyi, pazartesiyi gözlemesi lâzım. Hasta olmadıkça, bir mâzereti olmadıkça, her pazartesi ve her perşembeyi tutarlarmış.
557/3 (Kâne yesûmü min ğurrati külle şehrin selâsete eyyâm) Her ayda bazan ilk üçünü, bazan son üçünü, bazan 13, 14, 15'ini tutmak sûretiyle her ay üç gün oruç tutarmış. (ve kalle mâ kâne yeftıru yevmel cumuah.) Nadiren de, cuma günleri iftar ederlermiş.
557/4 (Kâne yesûmü tis'al zilhicce) Hac ayı var ya, hac ayının öndeki dokuz gününü de oruç tutarlarmış. Dokuzuncu gün oruç tutmak mekruh hacılara... Onuncu gün kurban bayramı, kurban kesinceye kadar oruçlu olur, kurbanını kestikten sonra iftar eder.
Binâen aleyh, bize de lâyık olan odur. "Ama işimiz var..." İş, ihtiyaç kadardır. İhtiyaçtan fazla olan işler, insanda yorgunluğa sebep olur, fazla para kazanmağa sevkeder. Onlar dünya muhabbetinden nâşidir, dünya sevmekten ibarettir. Karnını doyurup, Allah'a ibadet edecek kadar bir kuvvet elde edebildin mi; çoluk çocuğun nafakasını temin edebildin mi, kâfî gelir o!.. Ondan sonra, ibâdet ü tâate kendisini vermesi lâzım gelir insanın...
(Kâne yesûmü tis'al zilhicce, ve yevmel âşûrâ) Zilhiccenin dokuz gününü tutuyor. Arkasından aşûre gününü tutuyor. (ve selâsete eyyâmü min külli şehrin) Her aydan da üç gün tutuyor. Yaz ve kış her aydan üç gün oruç tutuyor. (evvelül isneyn mineş şehr) Ayın ilk pazartesisini tutuyor. (vel hamîs vel isneyn minel cumuatil uhrâ) Ertesi haftanın da perşembesiyle pazartesisini tutup üçe tamamlıyor. Bir haftada bir kısmını, bir haftada da diğer kısmını tutuyor.
557/5 (Kâne yesûmü mineş şehr, essebte vel ehade vel isneyn) Bir ay cumartesi, pazar ve pazartesiyi tutuyor. (ve minel âhir, selâsâ', vel erbaa vel hamîs.) Öteki ayda salı, çarşamba ve perşembeyi tutuyor. Ve bu sûretle haftanın her gününde oruç tutmuş oluyor.
Bugün belki bu kitab biter ama, bugün bitmesin diyerekten arada biraz başka ders işleyelim de, bunu gelecek derste bitirelim inşaallah...
İmâm-ı Gazâlî Hazretleri'nin "Eyyühel Veled" diye ma'ruf, çocuğuna hediye ettiği bir kitabı var. O kitabında bazı bu derse ait fadâilden bahsetmiş. Onlardan da birazcık okuyayım ki vakit geçsin:
"İnsan için lâzım olan şey, mütâbaât-ı Rasûlüllah SAS'dir. Yâni, Rasûlüllah SAS'e uymaktır. Onun yaptığı gibi yapmak, yattığı gibi yatmak, yediği gibi yemek, gezdiği gibi gezmek, giydiği gibi giymektir."
SAS, peygamber... Nefsinden emin, Allah-u Teâlâ'nın himayesinde ve hıfzında... Ma'sûm... İstese de yapamaz, Peygamber SAS... Çünkü, Cenâb-ı Hak onu himâyesine almıştır, hıfzına almıştır, emniyetine almıştır; onu kendi başına bırakmaz, istese de yaptırttırmaz. İstemez ya, farz-ı muhal... O ma'sûm... Ma'sûm olduğu halde bakın nasıl riyâzet yapıyor!.. Her gün oruç tutuyor demek ki...
Bu orucun ne faydası var?.. Faydası şu ki, az yemek insanı en yüksek makama ulaştırır. Çok yemekle insanın vücudu şişer, kuvveti artar; âlâ-i ılliyyîn denilen ruhâniyet makamlarına yükselemez. Az yemeklik insanı böyle makam-ı âlâ-i ılliyyîne ulaştırır ki, o da oruçla olur.
Çok yemek de insanı esfel-i sâfilîne, hayvanlar derekesine düşürür. Müslümanlar yakın zamana kadar bir öğünle, bazen de iki öyünle iktifâ ederlerken, bugün üçe çıkarmışlardır. Sabah, öğle, akşam... Bu ne için?.. Beslenme kaidelerine muvafık olacakmış... Bu da Avrupa'dan bize geçmiş. Halbuki eski müslüman bir sabah yedimiydi, bir de akşam yermiş.
Zünnûn-ı Mısrî diyerekten bir evliyâullah var, o diyor ki:
"Hikmet denilen bir nîmet, bir devlet, bir nûr var ya; o, dolgun midelerde bulunmaz!" diyor. Ne kadar okursan oku, ne kadar büyük bilirsen bil; fakat, o hikmet nîmeti dolgun midelere inmez, durmaz orda...
Musannif İmâm-ı Gazâlî Hazretleri'nin "Minhâcül Âbidîn" isminde bir kitabı daha var; o kitabında demiş ki:
"Ben Lübnan dağında bir çok ricâlullah, ehlullah ile karşılaştım. Bana dediler ki, sen ehl-i dünyaya döndüğün vakitte onlara söyle ki, dört şeye çok dikkat etsinler:
1. Kim ki yemeği çok yer, yemeğe çok yakın; o, ibadetin lezzetini bulamaz. Geceleri uyumasa da, gündüzleri akşama kadar ibadet de etse, ibadetin lezzetini bulamaz; çünkü tok... Tokun, açın halinden haberi olmaz derler. Büyüklerin nasihatı bu, benim değil...
2. Her kim ki çok uyuyor; o da ömrünün bereketini bulamaz. Uyku ile geçer vakti...
3. Çok konuşmaya alışmış bir kimse, dünyadan İslâm dini ile çıkamaz. Allah muhafaza etsin... Çok konuşacağına, dilini Allah'ı zikirle meşgul et!.. Tesbih ile meşgul et, tefekkür ile meşgul et kendini..."
Şimdi bakın, yaz mevsimi... Bütün zenginler sefâ peşinde... Neden?.. Tokluktan. Tokluğu ne ile geçirecek?.. Sefâ ile geçirecek. Bu zarar yeter insana...
Sehl denilen bir zat var, evliyâullahtan... O diyor ki:
"Bütün hayırlar dört şeyin içerisindedir; ki, evliyâ dedikleri zatlar onlardan olur. Bunlardan birisi açlıktır. Açlık bizim sermayemizdir. Çünkü âlâ-i ılliyyîne ancak açlıkla çıkılır, toklukla çıkılmaz."
Âlâ-i ılliyyîne çıkmak, ibadetin lezzetini bulmak ve sair kemâlât ancak açlık ve sabırla olur. Ama bu açlık, çok aç olup da vücudu düşürecek, kuvvetten alacak kadar değil... Vasat, orta bir açlık... Çünkü vücut senin bineğindir. Ona lâzım olan kuvveti vermezsen, seni taşımaz. Meselâ, arabanın benzinini koymazsan, o seni taşımadığı gibi; vücutta da kuvvet hasıl olmadıkça, ibadet tâat edemezsin. Kendini riyâzete verir, oruca verir vücûdunu düşürür de namaz kılamayacak hale gelirsen, olmaz.
Halbuki, namaz oruçtan efdal!.. İki rekat namaz, bir oruca bedeldir. Oruçta akşama kadar aç kalırsın... İki rekat namaz iki dakîkada kılınır; o ondan efdal olur.
"Çok konuşanlar dünyadan İslâm dini ile çıkamaz." dedi ya, buna karşılık bazı büyükler demişler ki:
"Dilini tut! Çünkü belâlar sözlere bağlıdır. Söze göre belâlar başa gelir."
Abdullah ibn-i Mübârek denilen bir evliyâ var; meşâyihten ve hadis alimidir. O da diyor ki:
"Dilini tut! İnsanın ölümüne, katline sebep olan en süratli şey dilidir.
Lisân, gönlün de delilidir. Gönlünde ne varsa, dilinden o çıkar. Kapta ne varsa, akıttığınız vakitte o akar. Bal varsa, bal akar; sirke varsa, sirke akar. Kalbinizde Allah rızası dolu, Allah ile meşgulse; lisandan Allah'a müteallik nasihatlar çıkar. Fakat, dünya ile doluysa, boş laflar çıkar.
Dilin senin aslanındır. O orda kenarda bağlı duruyor. Bıraktın mıydı, evvelâ seni yer o... Aslan ne yapar?.. Parçalar."
Mâlik ibn-i Dinar denilen büyük zat var; diyor ki:
"Kalbinde kasâvet var, sıkıntı var, darlık var... Bedeninde bir ağırlık, yorgunluk, iştahsızlık var; bir gençlik gücü yok... Rızkında da bir darlık var; çalışıyorsun ama ekmek parasını zor topluyorsun, kazanamıyorsun... İyi bil ki sen hoşa gitmeyen sözler konuşmuşsun, boş laflar konuşmuşsun; bütün bunlar ondan dolayıdır."
Sen şimdi dersin ki, "Hoca Efendi! Ne kadar budala insanlar var ki, çeneleri boş laf konuşur, rızıkları da pek boldur..." Vardır öyle insanlar... Sen onları hesaba katma! Sen bu büyüğün dediğine bak!.. Sende bir kasvet-i kalb varsa, rızkında bir derlığın varsa, vücûdunda bir ağırlığın varsa; bil ki, konuşmalarındaki hatalarından dolayıdır. Boş laflarla ömrünü geçirmişsin, vaktini geçirmişsin...
Demişler ki: "Sadakanın en efdali..." İşte çok para veriyorsun, beşyüz lira, bin lira, ellibin lira, yüzbin lira... Hayır!.. "Dilini tutabiliyormusun; en efdal sadaka o!.."
"Kim dilini tutarsa, Allah da onun ayıplarını örter." Şimdi öyle bir derde düştük ki, dili tutmak nerde; ne kadar yalan var, ne kadar iftira var, birbirimizin aleyhinde yağmur gibi yağdırıyoruz. Nerde düşüneceksin artık, bu kemâlât-ı insaniyyeyi sen?.. İnsanlığın kemâlâtı, parayı toplamak ve mevkilerin sahibi olmak... Onun için, nasıl konuşuyorsa konuşuyor adam... Aleyhte maleyhte...
Halbuki ne kadar kötü!.. İnsan konuşurken dirhemle konuşacak... Kimseyi incitmeyecek, kimseyi darıltmayacak... Kimsenin aleyhinde konuşmayacak... Kimsenin hatasını ortaya koymayacak. İnsanların hatasını ortaya koyanların hatalarını da Allah yüzlerine çarpacak... Binâen aleyh, bunlar çok dikkat isteyen şeylerdir.