Fatih gibi, Süleymaniye gibi büyük camilerde önünden geçmez, fakat biraz ileriden geçerse câiz olur. Ama bizim bu küçük camilerde, ileriden de geçsen olmaz. Çünkü, ufak yerdir. Mutlaka onun önünden geçilmemesi lâzım...
Onun için, namaz kılarken, cemaatin geçeceği yerde kılmamak lâzım. Cemaat geçecekse önünden, oraya durmamak lâzım. Meselâ kenarlardan cemaat geçmez. Cemaat ekseriyetle ortadan geçer. Binâen aleyh, ortalara durmak cemaatin geçmesine mânî olur.
(feizâ sallâ rakezehâ beyne yedeyh.) Namaz kılmak istedikleri vakitte, onu önüne dikerlerdi.
544/7 (Kâne lehû hımârun ismihû ufeyr.) İbn-i Mes'ud RA'ın rivâyeti... Cenâb-ı Peygamber'in bir merkebi varmış, ismi "ufeyr" imiş. Ama bunlar bir anda bulunan şeyler değil, on sene içinde bulunan şeyler... Bugün bu varmış, ertesi sene bu varmış... Geçen senelerden beri bulunan eşyaları...
544/8 (Kâne lehû hırfetün yeteneffesü bihî ba'del vudû'.) Bazan da, --kış havalarında meselâ-- abdest aldıktan sonra, kurulanmaları için bir peşkir gibi bir şey bulunurdu.
544/9 (Kâne lehû sükketün, yetetayyebü minhâ.) Koku kabı... Şimdi herkeste var. Kendilerinde bir koku kutusu bulunurmuş ki, ondan kokulanırlarmış.
544/10 (Kâne lehû seyfün muhallâ kaimetehû min fiddah ve na'lühû min fiddah) Bir kılıçları varmış. Tutacak yeri gümüşten, aşağısı uç yeri de yine gümüşten imiş. (ve kâne yüsemmâ zülfikâr) Adı da "Zülfikâr" imiş. Yukarıda geçen Zülfikâr böyle bir kılıçmış yâni...
(vekâne lehû kavsün) Ok atan bir yayları varmış, (yüsemmâ zessedâd) adı "Zessedâd" imiş. Eşyalarının hepsinin adı var.
(ve kâne lehû kinânetin tüsemmâ zelcem'.) Kinâne diye, atılan oklar var ya, o okların konduğu kap... Bizim askerler, nasıl kurşunları muhafaza ediyorsa, o zamanın okları da o torbanın içinde saklanırmış. Onun adı da "Zelcem'"imiş.
(ve kâne lehû dir'un müveşşehatün bihâsin tüsemmâ zâtül fudul) Bakır işlemeli bir zırh gömleği varmış. Onun adı da "Zâtül fudul" imiş.
(ve kâne lehû harbetün tüsemmen neb'â') Bir süngüleri varmış, onun adı "Neb'â'" imiş.
(ve kâne lehû meccinü yüsemmez zekan) Bir kalkanları varmış. Eski muharebelerde, karşı taraftan ok atılırken kendisine isâbet ettirmemek için kullanılıyordu. Onun adı "Zekan" imiş.
..............
(ve kâne lehû feresün edhemü) Bir de siyah atları varmış. (yüsemmes sekb) O siyah atın adı da "Sekb" imiş.
(ve kâne lehû serecün yüsemmer râc) Bir de eyerleri var. O eyerin adı da "Râc" imiş.
(ve kâne lehû buğletün şehbâ' tüsemmâ düldül) Beyazı siyahına galip bir katırı varmış. Onun adı da "Düldül" imiş.
(ve kâne lehû nâkatün) Bir devesi varmış. (tüsemmel kusvâ) Devenin adı da "Kusvâ" imiş.
(ve kâne lehû hımârun) Bir merkebi varmış, (tüsemmâ ya'fûr) adı "Ya'fûr" imiş. Birisine "Merkebi getir!" dese, hangisini getirecek?.. Ama Ya'fûr dedi mi, belli ki bu merkebi istiyor. Onun için hep hayvanlarının adları ayrı ayrı...
(ve kâne lehû bisâtun yüsemmel kezz) Bir de döşekleri varmış, adı "Kezz" imiş.
(ve kâne lehû anzetün tüsemmen nemer) Bir de ...... varmış, adı "Nemer" imiş.
(ve kâne lehû rikvetün) Rikvetün, ibrik... Abdest almak için kullandıkları kap... (tüsemmes sadr) O ibriklerinin adı da "Sadr" imiş.
(ve kâne lehû mir'âtün) Bir de aynaları varmış. (tüsemmel müdilleh) Onun adı da "Müdilleh" imiş.
(ve kâne lehû mikrâdun yüsemmel câmi') Bir de makasları vardı ki onun adı da "Câmi'" idi. Bunu yanlarından ayırmazlardı. Tarağı, makası, aynası, iğnesi dâimâ yanlarında gezerlerdi. Sünnettir. Herkesin de yolda iken böyle yanlarında taşıması lâzım bunları... Çünkü, üstü yırtılır, dikmek lâzım. Yolculukta iğneyi nerden bulacaksın, makası nerden bulacaksın?..
(ve kâne lehû kadîbun şûhaz, yüsemmel memşûk.) Gayet keskin bir de kılıncı varmış. Yukarıdaki kılınç Zülfikâr, ayrı... "Memşûk" adındaki bu kılınç çok kesiyor. Hendek Muharebesi'nde bir müşriğin elinden alınmış.
544/11 (Kâne lehû feresün yüsemmez zarb) Bir atının adı "Zarb" idi. (ve ahiru yükale lehül lizâz.) Birinin adı da "Lizâz" idi.
544/13 (Kâne lehû kadehun kavârîr yeşrabü fîh.) Bir de camdan bardakları varmış ki, o bardaktan su içerlermiş.
544/14 (Kâne lehû kadehun min aydân) Bir de aydân ağacından yapılmış kapları varmış. O da yataklarının altında dururmuş.
544/15 (Kâne lehû kus'atün yekulü lehül ğarrâu yahmilühâ erbaatü ricâl.) Kus'a, kazan gibi bir şey... Kazan gibi bir kapları varmış ki, adı "Ğarrâ'" imiş. Onu ancak dört kişi taşıyabilirmiş. Büyük bir şey demek ki...
544/16 (Kâne lehû mikhaletün) Mikhaleh, sürmedanlık... Bir de sürmedanlığı varmış, o da yanlarında bulunurmuş. (yektehilü minhâ külle leyletin selâseten fî hâzihî ve selâseten fî hâzihî.) Üç defa bu gözüne, üç defa da bu gözüne sürme çekerlermiş. Ki, gece gözlere sürülür yatılır; sabahleyin de yıkanır. O gözleri parlatır, muhafaza eder.
545/1 (Kâne lehû milhafetün masbûğatün bilversi vez za'ferân) Vers ve za'feranla boyanmış bir de çarşafları varmış. Ailelerine gittikçe, o çarşaf da beraber gidermiş. Hangi hanımının yanında kalacaksa, o hanımına o çarşaf gidince, o eve misafir olacağı anlaşılırmış.
545/2 (Kâne lehû müezzinân) İki tane müezzini varmış Rasûlüllah SAS'in... (bilâlün ve ümmü mektûmül a'mâ.) Birisi Bilâl, birisi de a'mâ olan Ümmü Mektûm Hazretleri'dir. Bir seferinde Medine'nin muhafızı olarak kalmıştı. Cenâb-ı Peygamber muharebeye gitti. Bunu kendi yerine vekil olaraktan, Medine'nin muhafızı olarak bıraktı. A'mâ olmakla beraber, bu işleri de görebiliyorlarmış.
Hazret-i Ümmü Mektûm geceleri erken kalkar, gece ezanlarını okurdu. Medine-i Münevvere'de iki ezan okunuyor. Birisi gece vakti, teheccüde kaldırıyor. Cemaati teheccüde kaldırmak için bir ezan okuyor. Bu sabah ezanı değil... O zaman oruç tutacak olan yer içer. Arkasından Bilâl RA okur. Bilâh RA'ın okuduğu sabah şafağı söktükten sonraki namaz vaktidir. Arkasından namaz kılınır.
Bununla beraber ayrı bir müezzinleri daha vardı. Onun adı da Âtike idi. Fakat bunların hepsi yirmiye bâliğ olur. Yirmi kadar müezzin ezan okumuşlar Rasûlüllah'ın zaman-ı saadetlerinde...
545/3 (Kâne lina'lihî kıbâlân.) (Pabucunun, parmakları sokabilmek için iki tasması vardı.)
Araplar'ın ayaklarına giydikleri, pabuç mu diyorlar?.. Şıpşıp diyorlar galiba... Onun üzerine, tek bir parmak girer oraya, öteki parmakları serbest olarak açıkta kalır. Öyle gezerler.
Hacca gidildiği vakitte oranın halkı bizim giydiğimiz tasmalı pabuçları beğenmezler. Bununla hacılık olmaz derler. Hacılıkta (ihramda iken) ayağın örtülmemesini tavsiye ediyorlar. Halbuki o tasma örtüyor. Onların giydiklerinde ise açık kalıyor.
545/4 (Kân, adhaken nâs ve atyabihim nefsen.) Hâne-i sâdetlerinde yalnız kaldıkları vakitte, en mütebessim ve en hoş halli bir zât-ı şerif imişler.
545/6 (Kâne mimmâ yekulül hâdim, eleke hâceh.) Hizmetkârlarına sorarlarmış: "Bir arzun var mı?.. Bir arzun varsa söyle!.." Tabii, şefkatlerinin iktizâsı...
545/7 (Kâne nâkatühû tüsemmel adbâ ve bağletühüş şehbâ ve hımâruhû ya'fûr, ve câriyetühû hadrah.) Kendisine hizmet eden bir tek câriye varmış. Onun adı da "Hadrah" imiş.
545/8 (Kâne visâdetühülletî yenâmü aleyhâ billeyl, min idemi hışvühâ lîf.) Allaaah!.. Başının altına koyduğu yastık, (min idemi) deriden ve içerisi lifle dolu... Diyeceksiniz, "Acabâ o zaman pamuk mu yoktu?.. Yün mü yoktu?.." Olanların elinde daha âlâları da var idi. Ama, Peygamber SAS onların hiç birisine tenezzül buyurmadılar.
Mâlûm ya, bir kere bostan dedikleri bahçeye gitmişler. Orda yatmışlar, biraz uzanmışlar hasır üzerine... Tabii, hasır iz yapmış mübârek bedenlerine... Hazret-i Ömer gelmiş. Rasûl-i Ekrem'in vücûdunda öyle izleri görünce üzülmüş. "Yâ Rasûlallah! Bu dünyanın zevk ü sefâsına kapılan --Acemistan'da olsun, başka yerlerde olsun-- hükümdarlar nasıl yaşıyorlar?.. Müsaade edin de size de rahat edici şeyler yapalım! Vucûd-u şerifleriniz böyle olmasın!.." gibilerden... Demiş: "Yâ Ömer! Onlara dünya, bize ahiret!.. Onlar dünyada yaşasınlar yaşadıkları kadar... Bize de ahireti vermiş Allah; ahirette yaşayalım!.."
Burası fânî... Kaç sene yaşıyoruz: elli, altmış... Senenin ne canı var?.. Bir kısmı çocuklukla gidiyor, bir kısmı da ihtiyarlıkla gidiyor. Bir şeye benzemez. Ama ahiret öyle ki, ebedî bir âlem...
545/9 (Kân, lâ ye'huzü bilkarf, velâ yakbelül kavle ehadin alâ ehad.) Söz getirenlerin sözünü kat'iyyen dinlemezlerdi. Birinin diğeri için söylediği sözlere de hiç dikkat verip kulak asmazlardı.
Biz bunlara nemmâm tâbir ediyoruz bugün... Bunlar ne yaptıklarını bilmezler. Ordan aldığı sözü, sana böyle dedi diyerekten götürür. İçine biraz da yalan katar, ilâve yapar. Siz de kızarsınız, kızarsınız; "Vay, demek ki bana böyle yapıyor... Ben ona şöyle iyilikler yaptıydım, böyle iyilikler yaptıydım... Bak şunun yaptığına!.." diyerekten, bu sefer siz de onun aleyhinde bir şeyler söylersiniz. Siz bir şeyler söyleyince, onu da götürür oraya yetiştirir. Biraz da ilâve yapar. İki taraf birbirine küs olur, dargın olur.
Bizim Eşref Bey hased hakkında bir kitap yazmış; ufacık ama, güzel... Hased hakkındaki şeyi canlandırırken, yanardağlara benzetmiş. Yanardağlar içerisinde yanar; dışında hiç bir şeysi yok, kimse anlamaz. Fakat günün birinde patlak verir, etrafını altüst eder. Bu hased tıpkı buna benzer. Sabr edersin, edersin... Derken sabr edemeyeceğin gün gelir, patlayıverirsin. Allah muhafaza etsin...
545/10 (Kân lâ yüezzenü lehû fil ıydeyn.) Bayaram namazlarında ezan okutmazdı, kamet de olmazdı. Bayram namazı ezan ve kamet istemez.
545/11 (Kân, lâ ye'külüs sevm, velel basal) Kendileri soğan sarımsak yemezlermiş. (velel kürâs) Pırasa da yemezlermiş. (min ecli ennel melâiketi te'tîh) Melekler geliyor. Onların ağızda bıraktığı kokulardan dolayı, meleklere eziyet olur diyerekten, soğanı, sarımsağı ve pırasayı yemezlermiş. (ve innehû yükellimü cibrîl.) Cebrâil Aleyhisselâm''la konuşacak, o ağzın kokusuyla o da rahatsız olur.
Hattâ biz bile bugün, sarımsak yiyen bir insan, soğan yiyen bir insan yanımıza isâbet ederse rahatsız oluyoruz. Ağzı kokuyor. Secde yerine bile o ağız kokusu te'sir ediyor da, ikinci bir adam oraya secde ettiği vakitte, onu rahatsız edebiliyor.
Onun için Cenâb-ı Peygamber, soğan ve sarımsak yiyenlerin camiye gelmemelerini tavsiye etmiş: "Mâdem ki, soğan sarımsak yediniz, gelmeyin camiye!.. Evinizde kılın namazınızı!.." Çok şâyân-ı dikkattir bu... Böyle birisi gelmiş de, Efendimiz SAS, "Tutun bunu, götürün Bakı'ye, mezarlık taraflarına!.. Durmazsın burda, bu pis kokusunu yaymasın! Kimseyi rahatsız etmesin, incitmesin!" diyerekten...
Bizim Bursa'mızda Tabakhâne denilen bir yer vardır. --Hemen herkesin memleketinde de var ya!-- Şehir içindeydi bu tabakhâne... O bizim yolumuzun üzerindeydi, onun arasından geçerdik. Yabancının biri, "Öff öff, ne fenâ kokuyor!" demiş. Öteki hergün gelip geçen, "Ne kokuyor?.." demiş. Hergün gelip geçtiği için, alışmış burnu onun o kokuya... Onu hissetmiyor. Nâdirattan bir misâfir gelirse, o kokuyu duyuyor.
Şimdi, soğan sarımsak gıdamız bizim, yiyoruz. Pişirerekten yiyoruz, bazan çiğ de yiyoruz. Sarımsağın çiğsini ilâç diyerekten de yediriyorlar. O zaman tabii sigara yok... Sigara bilinmiyordu o zaman... şimdi sigara denilen ot çıktı. Çıktı da, şimdi Cenâb-ı Peygamber olsaydı acabâ, sigaraya ne derdi ki?.. Ne derdi acaba?.. Bir tabak'ın kokusunu hergün geçen duymuyor, burnu alışıyor ona... Sigara içen de, sigaranın kokusuna alışmış, kokmaz ona... Fakat içmeyene çok fenâ kok
Halbuki, sigara da adamı sarhoş eder. Eğer üç-beş sigarayı iç, bak ondan sonra... Hele ramazanda, iftardan sonra aç karnına iç; bak nasıl adamı sarhoş ediyor. Gördüm gözümle de, içenlerden... Düştü bayıldı adam, kendine hakim olamadı. Alışmış, onu içiyordu. İftardan sonra bir-iki tane içince sarhoş olup gidiyordu.
Tabii, bir şeyin azı insanı sarhoş ederse, çoğu da haramdır. "Bana bir kadeh tesir etmiyor?.." Etmezse, varsın etmesin ama, damlası da haramdır. Onun için, Allah hepimizi affetsin...
Bugünün fenninde Amerika, ileri gitmiş bir millet... Çok incelemeler yapıyorlar. Geçen televizyonda, bir insan vücudunun nasıl hareket ettiğini göstermiş. O yediğimiz yağların, bilhassa yaşlılara yaramadığını isbat için, kamış almış eline gösteriyor. Kamışa o yağı koyuyor, sonra da üflüyor. İki tarafa da terazi koymuş; üfürülen yağla, çıkan yağın miktarını ölçüyor. Ne kadar yağın kamışın içinde kaldığını hesaplıyor. Bu senelerce böyle devam edince damarların nasıl tıkandığını ve ne gibi hastalıklar îras ettiğini açıkça gösteriyor.
Sigaranın da, bugünkü kanser denilen hastalığın başı olduğunu söylüyor. Ama bize kendisidir bu deseler de yine biz bu sigarayı bırakacak değiliz yâni... O kadar alışılmış, ibtilâ olmuş ki...
Şeytanın îcâdıdır bu bir kere... Bunu îcâd eden şeytandır. Sebebi: Arılardan bal alınıyor ya, bazan köylü duman yapıyor arının önünde... O durumdan arı müteessir oluyor, kaçıyor; o da balları güzelce alıyor. Şeytanın buna aklı ermiyormuş. Köylü dumanı yapınca, "Oh, kurtuldum. Şimdi buldum yolunu!.." demiş. Hemen gitmiş, bu tütünü ekmiş. Ona demiş bak ne güzel, ona demiş bak ne güzel...
O dumandan arının kaçtığı gibi, sigaranın dumanından da melek kaçar. Melek kaçınca --Allah muhafaza etsin--Êimanın muhafazası zorlaşıyor.
Bakın --gelecek ama, vakit olur mu bilmem-- "İçinde kelb olan eve, resim olan eve melek girmez!" diyor. Kelb, köpek... Neden?.. Çünkü, Cenâb-ı Peygamber SAS bir gün hâne-i saâdete geldiler. Melek geldi, aval aval duruyor. "Neden girmiyorsun?" dediler. "İçeride köpek var." dedi. Hazret-i Fâtıma RA, "Yâ Rasûlallah, niçin girmiyorsunuz?" diye sordu. "İçeriye köpek gelmiş, arayın!" dediler. Köpek karyolanın altına girmiş, yavrulamış orda... Kimse de görmemiş. Onu ordan çıkardılar. Ondan sonra girdi Rasûlüllah Efendimiz içeriye...
Bir de Hazret-i Aişe validemiz, Peygamberimiz dayansın diye bir yastık aldı. Yastıkta da... O zamanki kadınlar el işleri yaparlarmış. Çiçekler gibi bir de resim yapmış, --ustaca bir kadın demek ki-- Hazret-i Aişe'nin de hoşuna gitmiş. Almış, Rasûlüllah ona dayansın diyerekten. Rasûlüllah onu görmüş...
Bir de kapı var... Kapıda perde ki, eski evlerimizde hep bu perdeler vardı. Odalarımızda da vardı, sokak kapılarımızda da vardı. Kapı açıldığı vakitte içerisi görülüverir; soğuk içeriye gelmesin, sıcak dışarı kaçmasın diyerekten bu perdeler usül idi. Fakat şimdi onların hepsi tarihe karıştı gitti. Bu perdeyi alırken, bu da öyle işlemeli bir perde imiş. Rasûl-i Ekrem yine içeriye girmemiş. "Neden yâ Rasûlallah?.." "Resim var... Resmin olduğu yere melek girmiyor, meleğin girmediği yere ben de girmem!"
Şimdi evlerimizde resim, âdetâ mubah denilecek bir şekilde dopdolu... Sağına bakıyorsun, soluna bakıyorsun, önüne bakıyorsun, arkasına bakıyorsun...
Dün şey yazarken, halılar üzerinde bazı yapma resimler var halılarda... Geyikler var meselâ, duvara filân asıyorlar. E onun üzerinde namaz câiz değil... Üzerinde kılmak câiz olmadığı gibi, kıblenize konmuş bir geyikli süs halısı varsa, onun karşısında da namaz câiz değil...
Onlar öyle olduğu gibi evimizde, cebimizde, her tarafımızda bir sürü resimler... O ufak resimler zarar etmez. Bir resim ki, hayatı mümkün değildir; yarım bir resim... Bu yarım resim zarar etmez derler. Ki, bizim vesikalık fotoğraflarımızda olduğu gibi...
Bütün resim olursa, hayat onda mevcut olduğu için, onlar câiz değildir. Bir de ufak resimler vardır ki, meselâ Kâbe'den alınmış, bir sürü insan var, tavaf ediyorlar... Ama ufacık, tefecik... Ne olduğu belli değil... Onlar da zarar etmez derler.
Asıl zarar eden resim, gözüken ve belli olan resimlerdir. Onlar meleklerin gelmesine mânî oluyorlar.
Sigarayı içenin de o kokusundan dolayı melek kaçıyor, gelmiyor. Pis kokulara melekler gelmez.
Onun için, evlerde buhur yakarlar, güzel kokular yakarlar ki, meleklerin gelmesine vesîle olur. Meselâ mevlidlerde koku dökerler, meleklerin gelmesine vesîle olsun diyerekten...
545/12 (Kân, lâ ye'külül cerâd, velel külyeteyn, veled dab, min gayri yüharrimühâ.) Cerâd, çekirge... O çekirgenin büyükleri de oluyor, yenilebilen bir şey... Onu yemezlerdi.
Külyeteyn dedikleri böbrekler, sidik süzgeçleri... Onları da yemezlerdi. Haram da değildir. Haram demedikleri halde, kendileri yemezlermiş.
Bir de dab denilen bir hayvan var; kediden büyükçe bir mahlûk... Ama üzerinde tüy yok... Sekizyüz sene filân yaşarmış. Su içmezmiş, bir damla sidik yaparmış. Toprağın altında yaşarmış. Onu da avcılar vururlar, avlarlarmış. Başkalarına "Haramdır, yemeyin!" dememişler ama, kendileri de yememişler.
545/13 (Kâne lâ ye'külü müttekien) Dayanaraktan yemek yememişler. Bazı insanlar böyle beliyle dayanır, yahut arkasını dayar. Dayanarak yememişler. (velâ yatau akıbehû racülân.) Kendisinin arkasında yürümeye, kimseye müsaade etmemişler. İki adam da olsa, "Arkamda yürüme, geç önümde yürü!" derlermiş.
545/14 (Kân, lâ ye'külü min hediyyetin hattâ ye'müra sâhibehâ en ye'küle minhâ lişşâtilletî ühdiyet lehû.) Bazan et hediye getirdikleri vakitte, sahibine "Evvelâ sen ye!" dermiş. Çünkü Hayber'de getirdi kadın koyunu... Kızarmış, güzel... Yerlerken Cebrâil AS geldi, "Zehir var, yemeyin!" dedi. Ama yine Rasûlüllah'ın ahir nefesteki ölümüne sebep de o oldu. O zaman te'sir etmedi zehir ama, yine ölümünün sebebi oldu.
Onun için, böyle bir et hediyesi geldiği vakitte, "Belki bir kasd olabilir; hediye olarak gelir ama, içine böyle bir zehir katılmış olabilir." diyerekten evvelâ sahibine emrederdi: (en ye'küle minhâ) "Ondan sen ye bakayım!.."
545/15 (Kân, lâ yetatayyeru velâkin yetefe'el.) "Tavşan geliyor... Kedi geçti... Kuş öttü..." Bunlardan hiç uğursuzluk düşünmezlerdi. İtibar etmezlerdi bunlara...
Lâkin tefe'ül ederlerdi. Meselâ birisi geldi, adı Celîl... Güzel bir isim... Karşılaştık bununla, iyi şeyler olacak... Hasen isminde birisi geldi. Güzelliklerin geleceğine işâret... Tefe'ül ederlermiş bunlarla...
545/16 (Kâne lâ yeteârrü minel leyli illâ ecres sivâk.) Geceleri sağdan sola döndükleri vakitte veya soldan sağa döndükleri vakitte, mutlaka misvâki alır, ağızlarını misvaklerler öyle yatarlarmış.
Misvâke çok ehemmiyet vermişler. Her namaz arasında selâm veriyor, ikinci namaza kalkarken ağzını misvakliyor. Misvâki cebine koyuyor öyle kılıyor. Her arada mutlaka misvâk yapıyor. Yatarken misvâk yapıyor. Geceleri döndükçe de yine böyle bırakmazlarmış ağızlarından...
545/17 (Kân, lâ yetevaddau bağdel gusl.) Hamamlarda gusl ettikten sonra tekrar abdest almağa lüzum yok; guslün içerisinde abdest mevcut... Yıkandık baştan aşağı, yahut denize girdik baştan aşağı yıkandık; abdest oldu. Tekrar abdest almağa lüzum yok...
Gusl ederken, evvelâ abdest alınır. Sonra su dökülür, olur biter.
545/18 (Kâne lâ yetevaddau min mevtıin.) Sokak çamurlarında... Tabii o zaman böyle asfalt yok, yollar çamur oluyor. Çamurlandıkları vakitte de, abdest almaya lüzum görmezlermiş. Ayaklarındaki çamuru da yıkarlarmış. Abdeste zararı olmaz.
545/19 (Kâne lâ yecûzü şehâdetil iftâr, illâ racüleyn.) Bayram olduğu vakitte, iki kişi "Ayı gördük!" demedikçe orucu bozmazlarmış.
Ramazan için bir kişi kâfi... Bir kişi, "Ayı gördüm!" dese, herkes oruca başlar. Bayramda bir kişinin görmesi yetmez. İki kişi "Biz gördük!" dediler mi, o zaman iftar edilir.
545/20 (Kâne lâ yühaddisü hadîsen illâ tebessem.) Rasûl-i Ekrem konuştukları vakitte muhakkak tebessümle, güleryüzle konuşurlarmış.
Hadi bir salât ü selâm okuyalım da, öyle bitirelim:
"Allaaahümme salli alâââ, seyyidinâââ... muhammedinin nebiyyil ümmiyyi ve alâ... aaalihîîî, ve sahbihîîî ve sellim." (Üç defa)
Cenâb-ı Feyyâz-ı Mutlak ve Rabbil Felak Hazrazretleri, cümlemizi mağfiret-i ilâhiyyesine mazhar buyursun da, îmân-ı kâmil ile ahirete göçen bahtiyar kullarının arasına kabl eylesin...
Hepimiz elhamdü lillâh İslâm dininde olduğumuz için, birbirimize karşı lâzım gelen sevgiyi, saygıyı göstererek yetişen bahtiyar kullarının arasına Cenâb-ı Hak bizleri de kabul etsin inşaallah da, kavga, gürültü ve benlik dâvâsından bizi kurtarsın...
El-Fâtiha!..
VIII. DERS
15 Haziran 1976
İskenderpaşa Camii
Râmûzül Ehâdîs Dersi
Sayfa: 549/9 - 551/10
Euzübillâhi mineş şeytanir racîm.
Bismillâhir rahmanir rahîm...
Elhamdü lillâhi rabbil alemîn...Vel âkıbetü lil müttakîn...Ves salâtü, ves selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihi ve sahbihi ecmaîn...
İ'lemû eyyühel ihvân... Enne efdalel kitabi kitâbullah, ve enne efdalel hedyi hedyü muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem... Ve şerrel umûri muhdesâtüha... Ve külle muhdesin bid'ah. Ve külle bid'atin dalâleh... Ve külle dalâletin fin nâr... Ve bissenedil muttasili ilen nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme ennehû kaal:
549/9 (Kân, ye'muru bilbâte ve yenhâ anit tebettüli nehyen şedîdâ.) (Revâhu ahmed ibni hanbel an enes.)
Cenâb-ı Hak, cümlemizi mağfurîn zümresine ilhak etsin de, bu sevgili Rasûlüllah SAS'in gittiği yoldan ayırmasın cümlemizi...
Birkaç zamandan beri okuduğumuz dersler, Rasûlüllah SAS'in hayatına aittir. Tabii bunlardan maksad, bizim de hayatımızı ona uydurabilmeğe, --o peygamber tabii, onun her yaptığını biz yapamayız ama-- mümkün mertebe elimizden gelen şeyleri yapabilmeğe gayret etmek, çalışmak vazifemiz...
Geçen derste geçen bir kaç şey vardı, onları tekrar edeyim:
Cenâb-ı Peygamber SAS, yatarken yanında mutlaka misvaki bulunarak yatarmış. Misvaki yanında hazır... Uyurken bir kere ağzını misvaklar, sonra yatarken misvaklar, uyandıkça misvaklar, kalkarken misvaklar... Dişlerinin temizliğine ne kadar ehemmiyet verdiğini bize duyuruyor.
Bizim bunu yapmakta meşakkatimiz yok... Ama bugün bu fırçalar var... O fırçalara biz karışmayız. Cenâb-ı Peygamber misvak kullanmış, biz de mümkün mertebe misvak kullanmağa çalışırız. Onun yaptığını yapmak vazifemizdir.
Binâen aleyh, o gece uyandığı vakitte, misvakini ağzına sürüyor, dişlerini şöyle oğalıyor. Sonra yine geçti ilerde; her selâm verdikten sonra, tekrar ağzına misvaki sürüyor. Yâni, cebinde duruyor misvaki...
Sonra, uyurken Sûre-i Secde denilen bir sûre var, onu okumadan yatmıyor; Tebâreke'yi okumadan da uyumuyor. Tebâreke'yi okuyor, Sûre-i Secde'yi okuyor... Yine, Sûre-i Benî İsrâil'i --15. cüzde, "Sübhânellezî esrâ bi abdihi" diye başlayan sûre; İsrâ Sûresi-- okuyor. Arkasından Zümer Sûresi var; o sûreyi de okuyor, öyle yatıyor.
Bu tabii, hafız olanlar için ve okumasını bilenler için olur. Fakat hafız değilse, okumasını da bilmiyorsa; onun için okunacak şeyler, bildikleridir. "Kul yâ eyyühel kâfirûn"u ve "Kul hüvallahu ehad"ı fazlaca okumak sûretiyle bunu yapmağa çalışır.
<548/7 (Kâne lâ yenzilü menzilen illâ veddeahû bi rek'ateyn.)
Sonra, bir yere gittikleri vakitte, Cenâb-ı Peygamber SAS, orda iki rekât namaz kılmadan kalkmazlardı. Mutlaka iki rekât namaz kılarlar, öyle ayrılırlardı. Bizim için de, gittiğimiz yerlerde iki rekât namaz kılmak zor bir şey değildir. Zâten abdestsiz gezmemek müslümanın vazifesi... Dâimâ abdestli olacak. Gittiği evlerde hem bereket olur, hem de Rasûlüllah'ın yolundan bir sünneti işlemiş olur. (lâ yenzilü menzilen illâ veddeahû bi rek'ateyn.) İki rekât namaz kılıp öyle ayrılıyorlar, ayrılırken...
548/8 (Kâne lâ yenfuhu fî taâmin velâ şerâbin velâ yeteneffesü fil inâ'.) Su kaplarına ve yemek kaplarına kat'iyyen sıcak oturup da üflemezlermiş. O da tıbbî bir vazifedir.
548/9 (Kâne lâ yüvâicehû ehaden fî vechihî bişey'in yekrehüh.) İnsanın bazan kızgın vakitleri olur, meşgul vakitleri olur. O zaman karşısındakinin yüzüne bakmazlarmış. Ki, "Benim yüzümden, onun içine bir soğukluk gelir." diyerek, o yanlış harekete meydan vermemek için, onun yüzüne bakmazlarmış.