• /
  • Kütüphane
  • /
  • Peygamber Efendimiz SAS
  • /
  • 181 ilâ 200. sayfalar
161 ilâ 180. sayfalar

(Ve izâ lekıyehû ehaden min ashâbihî fetenâvele yedehû, nâvelehû iyyâhâ; felem yenziu yedehû minhü, hattâ yekûner racüle hüvellezî yenziu yedehû minhü) Karşılaştı bir adamla, elini uzattı, musafaha ettiler... Cenâb-ı Peygamber, onun elini bırakmazdı, o adam bırakmayınca... Kim olursa olsun, büyük küçük, onun elini bırakmaz; tâ ki, o bırakıncaya kadar...

(ve izâ lekıye ehadan min ashâbihi fetenâvele üzünehû) Yine bir adam geldi, kulakları belki biraz ağır; Cenâb-ı Peygamber'e kulağını verdi... Cenâb-ı Peygamber de ona kulağını verirmiş. O kulağından çekilmedikçe, Cenâb-ı Peygamber de kulağını ondan ayırmazmış.

Ashâbına karşı gösterdiği saygının son alâmetidir bunlar... Ashâbına karşı ne kadar büyük bir ikazda bulunuyor ve onlarla ne kadar alâkadar ve ilgili oluyor yâni!..

540/6 (Kâne izâ lekıyer racülü min ashâbihî mesahahû ve deâ lehû) Cenâb-ı Peygamber, ashabından birisiyle karşılaştı mı, elini tutar --mesheder demesi-- musafaha eder ve sonra da onun için dua ederdi. "Allah işini rast getirsin... Vücuduna afiyet versin... Rızkını bol etsin..." Ne gibi şeylerse...

181

540/7 (Kâne izâ lekıye eshâbehû, lem yüsâfihhüm hattâ yüsellimû aleyhim) Ashabından birisiyle karşılaştı mı, selâm vermeden kabul etmezdi. Evelâ selâm, sonra kelâm... Selâm vermeden, kelâm yok... Selâmdan evvel kim bir şey sorarsa, onun sözüne cevab vermeyin!.. Çünkü, İslâm'ın adâbını izhar edecek, "Esselâmü aleyküm!" diyecek... Ondan sonra, ne diyecekse desin.

540/8 (Kâne izâ lem yahfaz, ismir racülü kal: Yabni abdillah) Adamın ismini unuttu... Nasıl biz şimdi herkesi tanıyamıyoruz, tabii unutuyoruz isimleri... Unuttuğu vakitte, o adama (Yabni abdullah) "Ey Allahın kulunun oğlu!" diye hitab ederlermiş.

540/9 (Kâne izâ merre biâyet-i havfin) Kur'an okunurken ayetler çeşit çeşit... Kimisi ayet-i havf; korku bildiren ayetler... Onlar geldiği vakitte (teavveze) "Aman yâ Rabbi, sana sığınırım o ahiretin şiddetinden, korkusundan, şunundan, bunundan!.." diyerek sığınırlardı. Meselâ, kıyametten bahsediyor, şiddetinden bahsediyor, cehennemden bahsediyor. O zaman Cenâb-ı Peygamber, sığınıyor Allah'a...

(ve izâ merre biâyeti rahmetin) Allah muhsinleri sever, sabirleri sever, ikrâmı şöyledir... Böyle rahmet ayetleri de gelince, (seele) Allah-u Teâlâ'nın rahmetini isterdi, cennetini isterlerdi. Cennetten bahsediyor ya ayetlerde...

182

(ve izâ merre biâyetin fîhâ tenzîhün billâh) Allah-u Teâlâ'yı tenzih eden ayetlere de rast gelince, (sebbeha) Cenâb-ı Hakk'ı tesbih ederlerdi. Meselâ: "Sübhânellezî esrâ biabdihî..." diye başlayınca, "Sübhânallah" diyerekten de tesbih ederlermiş.

540/10 (Kâne izâ merre biâyetin fîhâ zikrün nâr) Bir ayet geliyor ki, onda cehennem anılıyor; (kale: Veylün liehlinnâr) "O ehl-i nâra veyl olsun, yazık olsun..." derlerdi. Veyl'e iki mânâ veriyorlar: Birisi, cehennemde bir çukurmuş; cehennem, o çukurun şerrinden Allah'a sığınırmış... O çukur çok şiddetli de, cehennem bile Allah'a sığınıyor, o çukurun şiddetinden!.. (Veylün liehlinnâr) "Ehl-i nâra yazık olsun!.. Niçin kendilerini böyle mahvediyorlar, Allah'ın emirlerini dinlemiyorlar?.." derlermiş.

(eûzü billâhi minen nâr) "Yâ Rabbi, ben sana sığınırım o nârın şiddetinden, dehşetinden, felâketinden!.." diyerekten Allah'a sığınırlarmış.

540/11 (Kâne izâ merre bil mekabir) Memleketimizde nerden geçersek, her tarafta mezarlık dolu elhamdü lillâh... Cenâb-ı Peygamber zamanında Mekke'de bir mezarlık var, Medine'de de bir mezarlık var... Bu mezarlıklar, o zamandan beri hep yeter, artar. Çünkü, bizim gibi herkes mezarlıkta bir yeri zabt etmez. Biz şimdi mezarlıkları zabt ediyoruz. Eğer o mezarlık vakıfsa, kimsenin o vakfı benimsemeye hakkı yok!.. Orayı o adam vakfetmiş, gelen ölüler buraya gömülsün diyerekten... Onu almaya kimsenin hakkı yok... Eğer şahsın malıysa, o alınabilir ama; alıp da, zabt edip de ne yapacaksın sen bunu?.. Ne yapacaksın yâni, o yeri alacaksın da?.. Gittin içeriye girdin, amelinlesin. Amelin iyi ise, ne mutlu sana!.. Amelin kötü ise, üstüne altından da kubbe yapsalar, bilmem neden de yapsalar, hepsi boş!..

183

Makberlere rast geldikleri vakitte, Cenâb-ı Peygamber, mevtâlara selâm veriyor: (Esselâmü aleyküm ehled diyâr) "Ey bu diyarda yatan insanlar, selâmün aleyküm! (minel mü'minîne vel mü'minât, vel müslimîne vel müslimât, ves salihîne ves sâlihât) Mü'minlerden gerek erkek, gerek kadın; müslimlerden gerek erkek, gerek kadın; salihlerden gerek erkek, gerek kadın; selâm olsun sizin üzerinize!.. (ve innâ inşaallahü biküm lâhikun) Eh inşaallah, bir gün biz de size kavuşuruz, lâhik oluruz." Kavuşacağız ya!..

540/12 (Kâne izâ merida ehadün min ehli beytihî nefese aleyhi bil muavvizât) Ehl-i beytinden birisi --gerek efrad-ü ailesinden, gerek ehl-i Medîneden kim ise-- rahatsız olduğu vakitte; (nefese aleyhi bil muavvizât) "Kul eûzü birabbil felak"la, "Kul eûzü birabbin nâsi"yi okur, üflerdi. Nefes etmek; tükrük çıkarmadan "Püff, püff..." diye hava vermek.

Burada her şeyde bir hikmet var. Kur'an ayetlerinin her harfinin ayrı bir hikmeti var. Elif'in bir hikmeti var, be'nin bir hikmeti var; bütün harflerin hikmetleri var. Bunların yanyana gelişlerindeki hikmet, akıllarımızın çok dışındadır. Akıllarımız onu kavrayamaz. Binaen aleyh, "Kul eûzü"lerdeki o tanzimat, akılların haricinde... İşte, onları okuyup üfledinmiydi, Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin şifası hazır orda... Ama, biz okuyoruz da olmuyor?.. Tevbe edin de, bakın nasıl oluyor!.. Günahtan vazgeçmek lâzım. Günahlarla elbette olmaz; günahlar manî oluyor.

184

540/13 (Kâne izâ meşâ lem yeltefit) Buna da dikkat etmek lâzım: Cenâb-ı Peygamber, yürürlerken sağa sola bakıp da iltifat etmezlerdi. Şimdi, camekânlarda güzel süslü şeyler var; yollarda da görülecek güzel şeyler var. Oraya bakarsın, buraya bakarsın; yürüme nizamı bozulur. Cenâb-ı Peygamber, bir tarafa bakmadan, istikameti nere ise, aynı tavırla yürürlermiş. Sağa sola hiç meyletmezlermiş. (lem yeltefit) İltifat etmiyor hiç bir tarafa... Çünkü o iki tarafa iltifat, insanı yolundan alıkoyar, sür'atini keser, dakikalarını kaybettirir.

540/14 (Kâne izâ meşâ, meşâ eshâbühû emâmehû) Yürüdükleri vakitte, ashab, Rasûlüllah'ın önünde yürürlerdi. Şimdi bizde adet, büyük önde gider, ardından da taifesi gider. Halbuki, Resûl-i Ekrem, öyle değil... (ve terekû zahrehû lil melâikeh) Peygamber'in arkasını meleklere bırakırlardı. Cemaat önden gider, Peygamber geriden gelir; Peygamber'in arkasından melekler --onun muhafızı olaraktan-- giderlermiş. Allah şefaatlerine nâil eylesin...

Haydi hep beraber bir salât ü selâm okuyalım:

185

"Allaaahümme salli alâââ... seyyidinâââ... muhammedînin nebiyyil ümmiyyi ve alâ... aaalihîîî... ve sahbihîîî... ve sellim" (3 defa)

Beraber bir de istiğfar edelim:

"Estağfirullaaah... Estağfirullaaah... Estağfirullaaah... El'azîm, elkerîm ellezî lâ ilâhe illâ hû, elhayyel kayyûm ve etûbü ileyh. Ve es'elühüt tevbete, vel mağfirete, vel hidâyete lenâ innehû hüvet tevvâbür rahîm. Tevbete abdin zâlimin linefsihî, lâ yemlikü linefsihî, mevten velâ hayâten velâ nüşûrâ"

Bizim bir de Türkçe istiğfarımız var ama, ben çoktan beri yapmadım, bilmem unuttum mu; bakalım, belki takılırsam siz hatırlatıverin:

"Yâ Rabbi, yâ Rabbi, yâ Rabbi! Eğer benim elimden, dilimden, kulağımdan, gözümden, vesâir a'zâ-yı cevârihimden her ne gibi şirk, isyan, kusur, kabahat sâdır oldu ise; ben onların cümlesine nâdim oldum, pişman oldum, bir daha yapmamağa azm ü cezm eyledim. Amentü billâh, ve bimâ câe min indillah... Amentü birasûlüllah, ve bimâ câe min indi rasûlüllah... Amentü billâhi, ve melâiketihî, ve kütübihî, ve rusülühî, vel yevmil âhiri, ve bil kaderi, hayrihî ve şerrihî minallahi tâlha, vel ba'sü ba'del mevtü hakkun. Eşhedü enlâ ilâhe illallah, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlüh."

186

Bir dahi:

"Eşhedü enlâ ilâhe illallah, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlüh."

Bir dahi:

"Eşhedü enlâ ilâhe illallah, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlüh."

"Radîtü billâhi rabben, ve bil islâmi dînen, ve bi muhammedin sallallahu aleyhi ve selleme rasûlen ve nebiyyen, beri'tü min külli dînin yühalifü dînel islâm."

O, yukarıda "Cenazeleri defnedince, kardeşiniz için dua edin!" dedi ya, o duayı yaparken Cenâb-ı Hak'dan istiyoruz ki: "Yâ Rabbi, sen buna imkân ver, bunu söyleyebilsin bu adam!" Allah'tan istiyoruz bunu... Yoksa, bizim sözümüzü duysun da, desin diye değil... Biz onu Allah'tan istiyoruz ki: "Yâ Rabbi, sen bunu işittir ve buna cevab versin!.." Nasıl ki burdan ettiğimiz salât ü selâmları, aynı dakikada Rasûlüllah'a eriştiriyor bir melek... Bu melek nasıl eriştiriyorsa oraya, bu mevtâya da aynı şekilde eriştirirler. Yoksa, bizim bağırmamızla, çağırmamızla olacak iş değil o!.. Vasıtalar var. O vasıtalardan tabii bizim haberimiz yok...

Şimdi televizyonlar elimize geldi de görüyoruz onları. Yâhu nasıl geliyor o buraya?.. İnsanın kudreti yapıyor bu işi... İnsanın kudreti bak neler yapıyor da, o resimleri karşımızda gösteriyor bize. Allah'ın kudretinin karşısında ne olur?.. Hepsi yok olur. Allah'ın kudreti, hiç akla sığan bir şey değil...

187

"Yâ Rab! İslâm dininden gayri bütün dinlerden ben uzağım. Benim dinim İslâm'dır, başka din tanımam!" Bunu burada gönüllerimize yerleştirdik mi; eh, Allah-u Teâlâ'nın lütfu geniş, inşaallah orda da bize kudret verir, kuvvet verir, meleklerin suallerine güzelce cevaplar söyleriz de; cennetiyle, cemâliyle bizlere ikram eder. Allah kusurlarımızı affetsin...

Şimdi bu cenâze gömüldü buraya, (el'ân yüs'el) bu anda sualde bu adamcağız. Buna dikkat etmek lâzım. Binâen'aleyh, geride kalanlara vazife, bunun için dua etmektir. Kur'an oku, mevlid oku, ne yaparsan yap; bir hayır yap da, onun ruhuna bağışla ve "Yâ Rabbi! Güzel cevab versin de şu sorguda, kurtarsın yakayı!" diye dua et!.. Kurtaramazsak fenâ, Allah muhafaza...

Bir mektebde imtihan için, çocuklar ne sıkıntı çekiyor... Onun için, Fransızların meşhur Napolyon'u; çok meşhur bir kumandan fakat, "Şu imtihan olmasa!" demiş.

Bilgi kâfî gelmiyor insana... Allah-u Teâlâ'nın avn ü inâyeti olmasa, bilgilerin hepsi boş... Bilgiler ancak, Allah-u Teâlâ'nın avn ü inâyetiyle fayda verecek. Binâen'aleyh, dâimâ ona sığınmak mecbûriyetindeyiz. Sığınmadın mı, benim bilgim var dedin mi; mahvoldun gittin o zaman... Bilgiyle olmuyor bu iş. Cenâb-ı Hakk'a dâimâ sığınmak mecbûriyetindeyiz, taa ölünceye kadar...

Allah cümlemizin muîni olsun... Biz lâyık değiliz ama, onun fazl ü keremi bol... Bizi rahmetiyle, fadlıyla razı olduğu, sevdiği kulların arasına kabul etsin de, hüsnü hâtimelerle dünyadan ahirete göçüşler nasib etsin inşaallah... Ve cennet ü cemâliyle de cümlemize ikrâm etsin...

El-Fâtiha!..

188

VII. DERS

8 Haziran 1975
İskenderpaşa Camii
Râmûzül Ehâdîs Dersi
Sayfa: 543/1- 545/20

Euzübillâhi mineş şeytanir racîm.

Bismillâhir rahmanir rahîm...

Elhamdü lillâhi rabbil alemîn...Vel âkıbetü lil müttakîn...Ves salâtü, ves selâmü alâ seyyidinâ muhammedin ve âlihi ve sahbihi ecmaîn...

İ'lemû eyyühel ihvân... Enne efdalel kitabi kitâbullah, ve enne efdalel hedyi hedyü muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem... Ve şerrel umûri muhdesâtüha... Ve külle muhdesin bid'ah. Ve külle bid'atin dalâleh... Ve külle dalâletin fin nâr... Ve bissenedil muttasili ilen nebiyyi sallallahu aleyhi ve selleme ennehû kaal:

543/1 (Kâne ekseru da'vetün yed'û bihâ: Rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten, ve fil âhireti haseneten ve kınâ azâben nâr)

Geçen dersimizde okuduğumuz bir hadis-i şerifte, Cenâb-ı Peygamber'in pazartesi ve perşembeyi kaçırmadıkları, her zaman oruç tuttukları beyan edilmişti. Arkasından da, "Bu günlerde ameller Cenâb-ı Hakk'a arz olunur. Herkes mağfiret olunur, yalnız küsler, dargınlar geri bırakılır." buyurdukları rivayet ediliyordu.

189

Başka bir hadis-i şerifte de: "Her cumartesi ve pazar da oruç tutardı. Müşriklerin bayram günleri olan bu günlerde oruçlu olmayı severdi. 'Onlar yesinler, içsinler; biz de oruç tutalım!' derlerdi." diye bildiriliyordu.

Bugün de, ekseri duasının, "Rabbenâ âtinâ fid dünyâ haseneten, ve fil âhireti haseneten ve kınâ azâben nâr" olduğu bildiriliyor.

Burda diyor ki: (Ve hiyel kifâfi min mat'amin ve meşrabin) "Yiyecekten ve içecekten kifâyet miktarını ver yâ Rab!.. Yiyecek ve içecekten günlük nafakamı ver. (ve melbesin ve me'vâ, ve zevcetin lâ serefe fîhâ) O kendilerinde israf olmayan, işte barınacak bir ev; bir de evin işini görecek bir hanım; bir de idare edecek kadar su, ekmek neyse... Dünyanın hasenesi bu!" demiş. Bunun üstündekiler demek ki, israf oluyor. Çünkü, ihtiyaçtan fazla... İhtiyaçtan fazla olan şeyler makbul değil.

543/2 (Kân, bâbühû yukrau bil ezâfir) SAS Hazretleri'nin mübarek evlerine misafir gidildiği vakitte, kapıya parmaklarının uçlarıyla dokunurlarmış. Tabii, fazla rahatsız etmemek için... Bu, âdâb-ı islâmiyyedendir. Birkaç defa vurulduktan sonra ses çıkmazsa, mutlaka girmek için uğraşılmaz, geri dönülürmüş.

190

543/3 (Kân, hâtemehû min verakın ve kâne fassuhû habeşiyyen) Mübarek parmaklarına taktıkları yüzükleri gümüşten, ve Habeşî usûlü üzerine yapılmış bir yüzükmüş.

543/4 (Kân, tenâmü aynâh, velâ yenâmü kalbüh) Mübarek SAS Hazretleri yatarlar, uyurlar; gözleri kapalı ama, gönülleri açık imiş. Tabii, gözleri kapalı olduğu halde, insanın dıştan hisleri, alâkaları kesilir; fakat, SAS'in öyle değil... Uyur ve dışla da alâkadardır; yine gelenden geçenden haberi vardır. (velâ yenâmü kalbüh) Aynı zamanda vahiy, bazan da rüya yoluyla gelirdi. Rüya ile de olan vahiyler vardır. Çünkü enbiyaların rüyalarında gördükleri şeyler, aynen çıkar. Bizimkiler gibi uzun boylu tâbire muhtaç olmazlar.

543/6 (Kân, hulükuhül kur'ân) Cenâb-ı Peygamber SAS'in ahlâkından sormuşlar, "Nasıldı ahlâkı?" diye. Hazret-i Aişe validemiz de demişler ki: (el kur'ân) "Ahlâkı Kur'an'dan ibâret idi. Yâni, Kur'an-ı Azimüşşân'ın emirlerine tamamiyle uyar, Kur'an-ı Azimüşşan'ın yasaklarından tamamiyle ictinâb ederdi. Binaen aleyh Rasûlüllah, canlı bir Kur'an idi. Kur'an'ın ahlâkına mazhar olan ancak Cenab-ı Peygamber'dir.

191

Bizim ise ahlâklarımız Kur'an'a hiç uymamıştır. Uymuş diyen bilmem bulunur mu?.. Büyük evliyalardan olursa, ne mutlu... Fakat, bizim ise, her noksanlıklar bizde... Bu noksanlıklar, Kur'an'a uymadığımızın alâmetidir. Kur'an'a ne zaman uyabilirsek, o zaman bu noksanlıkların hiç birisi olmaz bizde...

543/7 (Kân, râyetehû sevdâ, ve livâühû ebyad.) İki tane bayrakları varmış, Rasûl-i Ekrem'in... Birisi râyet dedikleri büyük bayrak; başkumandanların elinde bulunan bayrak gibi... Öteki de (livâühû ebyad) beyaz bayrak... Demek ki, iki bayrağı varmış Cenâb-ı Peygamber'in, Birisi büyük, siyah; diğeri küçük, beyaz imiş.

543/8 (Kân, rubemâ iğtesele yevmel cumuah, ve rubemâ terekehû ahyânâ.) Cuma günleri muhakkak gusl ederlermiş. Gusl etmek efdal; fakat, cevâzını beyan etmek için arada bir gusl etmedikleri de olmuş. Ümmetin hali değişiktir. Belki, herkes her zaman imkân bulamaz gusletmeye... E gusl edemeyince, vâcib olursa olmaz. Onun cevâzını beyan için, bazen de terketmişler.

543/9 (Kân, rube mâ ehazethüş şekayte feyemküsül yevm, vel yevmeyn, lâ yahruc) Bazan Cenâb-ı Peygamber SAS'i yarım baş ağrısı denilen başağrısı tutarmış ki, (feyemküsül yevm, vel yevmeyn) bir veya iki gün devlethanelerinden çıkmazlarmış. Ne kadar şiddetli oluyor ki... Ufak-tefek şeylere onlar ehemmiyet vermezler. Ama şiddetli olduğundan dolayı bir gün veya iki gün, (lâ yahrucü) çıkmazlardı.

192

Bir salât ü selâm okuyalım:

"Allaaahümme salli alâââ, seyyidinâââ... muhammedinin nebiyyil ümmiyyi ve alâ... aaalihîîî, ve sahbihîîî ve sellim." (Üç defa)

543/10 (Kân, rubemâ yedau yedehû alâ lihyetihî fis salâh, min gayri abes) Cenâb-ı Peygamber SAS, bazan namazda iken, mübarek sakallarını şöyle tuttukları olurmuş. Oynamamak şartıyla... Meselâ şöyle... Tefekküre vesile olur.

543/11 (Kân, rahîmen bil ıyâl) Efrad ü ailesine karşı çok merhametli idiler.

543/12 (Kân, rahîmen ve kâne lâ ye'tihî ehadün illâ vaadehû ve encezehû lehû in kâne indeh) Çok merhametliydi. Bu merhametinden nâşi, bazan ihtiyaç sahipleri kendilerine müracaat ettikleri zaman, varsa derhal verirlerdi. Yanlarında yoksa, veririm diyerekten vaad ederlerdi... Varsa, hemen verirler; yoksa "Peki, geldiği vakitte veririm!" derlerdi. Kur'an-ı Kerim'de de, (Vekâne bil mü'minîne rahîmen) ayet-i kerimesiyle de merhameti beyan buyrulmuş.

543/13 (Kân, şedîdel batş) Bu kadar merhametli olmakla beraber, düşmanlara karşı da çok şiddetli idi. Tuttuğunu bırakmazdı. Onun için, Sure-i Feth'in son ayetinde:

193

(Muhammedün rasûlüllaaah..., Vellezîne meahû eşiddâü alel küffâr) "Kâfirlere karşı şiddetli, (ruhamâü beynehüm) birbirlerine karşı da son derece merhametlidirler." buyuruluyor. O merhamet, seni düşmana karşı şiddetli olmaktan men etmesin!.. Şiddetli olmaktan men ediyorsa, o korkaklıktır.

543/14 (Kân, tavîles samt, kalîled dıhk) Cenâb-ı Peygamber SAS'in çok sükûtu var idi.

Bu sükûta karşı bir hikâye anlatayım: Dedemin bir hocası varmış. Hocasını, o zaman yaptığı bazı hatalardan dolayı sürgün etmişler Akkâ'ya... Bugün yahudinin elinde... Orası kal'a; böyle kabahatlileri oraya sürgün ederlermiş. Orada kütüphanelerde mütalâa ederken, mektuplarla bazı nasihatler yazıyor dedeme... Ben de, o mektupların bazılarını saklamak zor oluyor diye, şuraya bir tane aynen kaydetmişim. O nasihat yaptığı şeyin evvelinde şöyle bir şey yazmış:

(Evvelül ibâdeh, essamt) "İbadetin başı sükuttur." Sükûttan başlar ibadet... Çünkü, sükût tefekküre, düşünceye meydan verir. Konuşuyorsun, konuşuyorsun... Konuşma, ömrü mahveden bir ibtilâdır. Çünkü, alıp verdiğimiz nefesler, ömrümüzden bir parçadır. Zaman, hiç durmadan akan bir koca sudan daha kuvvetlidir. Suyu tutmak mümkün, zamanı tutmak mümkün değil... Zaman, mütemadiyen akıp gider. Boş giden zamandan hepimiz mes'ulüz. Zamanımızı boşa geçirdiğimizden dolayı hepimiz mes'ulüz. Boş şeylerle geçirirsek zamanımızı, ondan da mes'ulüz.

194

Geçirdiğimiz zaman, hakkın rızasına mâtuf işler olursa; onlardan dolayı defterimize sevaplar yazılır. Ahirette onlarla mes'ud oluruz. Binaen'aleyh, sükûte daha çocukluk devresinden başlamak lâzım.

"İnsan lisânını malâyâni ve fenâ ve batıl ve yaramaz şeylerden sükût; ve kalbini envâ-i şirk-i hafî, hased gibi şeylerden muhafaza eder ve ibadetle meşgul olur." diyerekten hocaları mektubunda yazmış dedeme... Uzun... Allah kusurlarımızı affetsin...

Burda Peygamber Efendimizden bize haber veriyor ki, (Kâne tavîlüs samt) Çok susuyor. Öyle, "Ben peygamberim, işte söyleyeceğim her şeyden de söyleyeyim; durmayayım..." Öyle değil. İcâb ettiği vakitte konuşur, diğer vakitlerde sükût üzerine olur ve ashabını da buna alıştırırlardı.

Sükût üzerine olun, boş şeyleri konuşmayınız. Hattâ tarihî vak'alardan, "Filân zamanda filân yere gittik; şöyle içtik, böyle yedik, böyle eğlendik, böyle muhabbet ettik..." diye bahsetmek; bunların hepsi batıl sözlerdir. Geçmiş gitmiş... Bunları unutmak lâzım. Bunları böyle tekrarlaya tekrarlaya, temcid pilavı gibi önüne koymakta hiç mânâ yok... Hep günaha mütealliktir. Onun için, geçmişi bırak!.. Geleceğin de bilmiyoruz ne olacağını... İçinde bulunduğumuz hal devrimizde, Hakk'ın rızasına kavuşacak işlere bakmamız lâzım.

195

(Kalîled dıhk) Gülmesi az idi. Gülme değil de, tebessümden ibaret... Tebessüm, güleryüz, tatlılık... Bizim de böyle olmamız lâzım... Ahlâkı Kur'an olanların böyle olması lâzım.

543/15 (Kâne firâşühû nahven) Onun yatağı neydi?.. Yatağı pamuktan, yünden, cennet yatakları dediklerinden kaba kaba, kocaman kocaman değildi. (mimmâ yûdaul insân, fî kabrihî) İnsan kabrindeyken altına konulan bir şey var ya, onun gibiydi.

(ve kânel mescîd, inde re'sihî) Başlarını da mescidden tarafa getirip, --cenâze yıkanırken, sağ yanı kıbleye gelsin diyerek konur; onun gibi-- yatarlarmış. Bazan sağ taraflarına yatar, kıbleyi sağ yanına alırlar; bazan da böyle ayakları kıbleye, kalktıkları vakitte yüzü kıbleye gelsin diyerekten öyle yatarlarmış.

543/16 (Kâne firâşühû mishan.) "Yatağı deriden, içine bir parçacık lif konulmuş bir palas parçasından ibaretti." diyor. Allah hepimize insaflar versin...

543/17 (Kân, feresehû yukale lehül mürteciz) Cenâb-ı Peygamber'in on senelik, Mekke'den Medine'ye geldikten sonraki eşyaları nelerden ibaret imiş onları sayıyor. Bir atı varmış; ona "Mürteciz" derlermiş. Atlarının adı da var... (nâkatehû el kusvâ) Devesinin adı "Kusvâ", (ve bağletehül düldül) katırlarının adı "Düldül" imiş. (ve hımârühû ufeyr) Merkebinin adı "Ufeyr" imiş. (ve dîr'uhû zâtül füdul) Harbde giydikleri zırhın adı "Zâtül füdul" imiş.. (ve seyfühû zülfikâr.) Kılıcının adı da "Zülfikâr" imiş.

196

Hazret-i Ali Efendimiz'in rivayetidir.

543/18 (Kâne fîhî düâbetün kalîletün.) Gayet az mizah, lâtife yaparlarmış. İnsanın bazan ruhen sıkılır da... Bazı lâtifeler yapmağa da cevaz var. Az ama.... Lâtifenin de doğru olması şart... Meselâ, kocakarının birisi gelmiş de, "Kocakarılar cennete girmeyecek!" demiş. Kocakarı üzülmüş, "Neden acaba?.." diyerekten. "Kocakarı olarak girmeyecek; herkes genç orada!.." buyurmuşlar.

543/19 (Kâne kıraetühül med, leyse fîhâ tercîun) Kur'an okurlarken gayet güzel okurlar ve tegannî denilen, tercî' denilen şeyi yapmazlarmış. Gerek ezanlarda, gerek mevlidhanların okuyuşunda, bazı hafızlarımızın okuyuşunda bunu görüyoruz. Böyle tegannî yapmazlarmış; düz, sâde okurlarmış.

544/1 (Kâne kamîsuhû fevkal kâ'beyn) Üzerine giydikleri gömlek, ayak topuk kemiğinin üstünde imiş. (ve kâne kümmehû meal esâbi'.) Yenleri de, esâbi' dedikleri buralara kadar genişmiş.

544/2 (Kâne kümmü kamîsahû iler rusa'.) Gömleklerinin de yeni, ancak buralarına kadar oluyormuş.

544/3 (Kân, kesîrammâ yukabbilu urfe fâtımeh) Radıyallahü anhâ... Onu çok severlermiş. Harbden gelirlerken de evvelâ mescide girerler, iki rekât namaz kılarlar; ondan sonra Hazret-i Fatıma'yı ziyaret ederler, öperlermiş. Ondan sonra hane-i saâdete giderlermiş. Burda da diyor ki, "Ekseriyetle Hazret-i Fatıma'nın başını öperlerdi." Allah şefaatlerine nail etsin... Allah hepimize hayırlı evlâtlar ihsan buyursun...

197

Tabii, her devrin zenginleri de var, fakirleri de var... Hazret-i Fatıma'yı çok isteyenler oldu; fakat, Cenâb-ı Peygamber hiç birisine vermedi. Onu Hazret-i Ali'ye verdi. Hazret-i Ali Efendimiz de fakir idi. Gündelik çalışır, ancak gündeliği ile geçinirdi. Hattâ düğün masrafını da, elindeki oklarını, yaylarını sataraktan aldığı paralarla yapmıştı. Hazret-i Osman da sonra onu kendisine bağışlamıştı.

Peygamber Efendimiz SAS, bir gün kızının hane-i saadetlerine gitmişler. --Kızının ziyaretine gidiyor yâni.-- Yanında da bir yabancı varmış. O yabancı ile beraber kızının evine gelmiş... Kızı açmış kapıyı, "Buyurun babacığım!" demiş. "Yanımda filân da var kızım!..." "Babacığım, başımı örtecek bir şey yok ki!.." Allah Allaaah... Cenâb-ı Peygamber, --işte bizim çevre dediğimiz, mendil dediğimiz-- büyükçe bir şey varmış yanında; onu çıkarıp vermişler. Öyle almışlar misafirlerini içeriye... Hattâ Hazret-i Fatıma'nın, "Başıma korsam, ayaklarım açık kalacak; omuzuma alırsam, başım açık kalacak!" tabiri vardır.

198

Bir gün bir parça ekmek yapmış, babasına getirmiş; "Babacığım, bak sana da bizim yaptığımız ekmekten getirdim." diyerekten... Kaç gün aç kalmışlar da, ondan sonra bir ekmek nasib olmuş; ondan da bir parça babalarına vermiş. "Kızım, baban da kaç günden beri aç idi." demiş. Kaç günden beri, babasının da ağzına lokma girmemiş... Allah affetsin kusurlarımızı...

Bir gün Ashab-ı Kiram'dan birisi geldi. Karnına taş bağlamış... Açlıktan çektiği zarureti duyurmak için, Peygamber SAS'e entarisini sıyırmış da göstermiş. "Bak halime yâ Rasûlallah! Kaç günden beri yiyecek bulamadım. Tahammül etmek için, böyle karnımı sıkmak mecburiyetinde kaldım." deyince; ona teselli olsun diye Cenâb-ı Peygamber de entarisini çekmiş, "Bak, ben de senin gibiyim!.. Ben varlıklar içerisinde yaşıyorum da, sizleri zarurette bırakıyorum diye zannetmeyin!.." demiş.

544/4 (Kâne lehû bürdün, yelbisehû fil ıydeyn vel cumuah) Araplar'ın üzerlerine giydikleri şeye bürde diyorlar. Ondan varmış kendilerinde... Yalnız onu, cumalarda ve bayramlarda giyerlermiş. Hergünlük değil de, cuma ve bayramlarda giydikleri böyle bir şeyleri varmış.

199

544/5 (Kâne lehû cefnetün lehâ erbau halak) Bir yemek kabı varmış. Büyük bir kazan, fakat dört kulplu... Ancak, dört erkek taşıyabilirmiş. Demek ki, cemiyetlerde misafirlere yemek yapılan kazanlar gibi bir şey...

544/6 (Kâne lehû harbetün yümşâ beyne yedeyh) Mızrak... Bir mızrağı varmış Rasûlüllah SAS'in... Onu bir adam taşırmış yanında... Bazan onu alır, dayanarak yürürler; bazan da gittiği yerlerde namaz kılmak istediği vakitte --tabii boşluk yerlir, hâlî yerler-- onu dikerlerdi. Sütre dedikleri, namaz kılanın önünden kimsenin geçmemesi için dikilen bir şeydir o... Her yerde ağaç bulmanın imkânı yok... Orası Arabistan, çöl yer... Onun için onu taşıtırlarmış ki, namaz kılmak istedikleri vakitte önlerine dikerler, namazı onun arkasında kılarlarmış.

Bizler de böyle kırlarda namaz kıldığımız vakitte, önümüzde ya bir ağaç, ya bir duvar bulunsun. Yoksa, mutlaka önümüze bir şey dikelim ki, önümüzden başka kimselerin geçmesiyle, namazımıza zarar olmasın; geçen adama da günah olmasın.

Onun için namaz kılanın önünden geçmek çok büyük günahtır. İnsan o günahı bilse, bir rivayette 40 gün, bir rivayette 40 sene bekler de orada, onun önünden geçmezdi.

200
201 ilâ 220. sayfalar