(feinkâne gâiben) Eğer bir yere gittiyse, --bir misafirliğe filân-- (deâ lehû) onun için dua ederdi. "Yâ Rabbi, onun yolunu âsân et! Sağlıkla gitsin, sağlıkla gelsin güzel güzel..." diye çeşitli dualar ederlermiş.
(ve inkâne şâhiden) Hazırsa orda, (zârehû) gider onu ziyaret edermiş. "Kardeşim üç gündür görünmedi, nerde bakalım?.." Kapısına gider, "Selâmün aleyküm! Nerdesin bakalım, görükmediniz üç gün!" filân der, ziyaret edermiş. Bizim ne kadar kabahatimiz var, bak! Hangi kardeşimizi üç gün göremediğimiz vakitte gidip de ziyaret ediyoruz?.. Allaaah...
(ve inkâne merîdan) Eğer o, hastalık dolayısıyla gelemediyse, görünemediyse; (âdeh) onu ziyaret ederlerdi. Hasta ziyaretine âde diyorlar. Öteki sağlamların ziyaretinin adı başka, hasta ziyaretinin adı başka... Ad başkalığı Araplara mahsus bir şey.
Onun için, diyor ki: (Li ennel imâm, aleyhin nazarü fî hâli raiyyetihî) "Herkes, maiyyetindeki insanların halini gözetlemek mecburiyetindedir; işte delil sana!.." Bak, Peygamber nasıl gözetliyor ihvânını; sen de böyle kardeşlerini, dostlarını, ahbablarını aramak, sormak mecburiyetindesin. Eğer bir sıkıntısı, darlığı varsa, onu halletmeye çalışıcıksın. Her halde, ona yardımcı olmak vazifesiyle mükellefiz.
538/6 (Kân, izâ kale şey'e selâse merrâtin) Bazan mühim olan vak'aları, Cenâb-ı Peygamber, üç kerre tekrar ederlerdi. Meselâ yukarıdaki duayı, (Es'elullahe rıdvânehû, ve mağfiretehû, vesteîzü birahmetihî minen nâr) ağır ağır böyle üç defa tekrar ederdi. Ondan sonra, anlayamadık derlerse, tekrar etmezdi bir daha. Üç defada anlamalıydınız, derlerdi.
538/7 (Kâne izâ kale bilâl) Bilâl, müezzini. Efendimizin yirmi kadar müezzini vardı. Üç tanesi meşhur. Bir tanesi işte Bilâl RA... Bir de a'mâ bir zat vardı. O, geceden kalkar, karanlıkta okurdu ezanları... Cenâb-ı Peygamber derdi ki: "Onun ezanına siz ehemmiyet verip de oruçlarınızı bağlamayn! O bilmez vakti tabii, erken okur. Fakat Bilâl'in ezanı okundu mu, oruçlarınızı artık kesin!.. Yâni, bir daha yemek yemeyin; sabah olmuştur o zaman."
Şimdi, Bilâl RA, "Kad kametis salâh, kad kametis salâh!" dediği vakitte; (nehada ve kebber) Cenâb-ı Peygamber, "Allahu ekber!" der, namaza dururdu. Kametin bitmesini beklemezdi.
Onun için, bazan namaz bitiyor da halâ namaza durulamıyor, cemaatin haliyle meşgul olunuyor; bu doğru değil. Cenâb-ı Peygamber o zaman, tabii, ashabını alıştırmak için, safların düzgün olmasına alâkadar olurdu. Ama şimdi biz, --elhamdü lillâh-- anadan doğma müslümanız. Hepimiz az çok askerî usülleri biliriz. Safların nasıl olacağına tecrübemiz var. Artık bunu hergün, temcid pilavı gibi, "Yâhu safları düzeltin; sen ileriye, sen geriye!" demeye de pek lüzum olmasa gerek. Elhamdü lillâh, hepsi aklı başında insanlar; bunu artık kendiliklerinden yapmaları lâzım. Müezzin, "Kad kametis salâh!" dediği vakitte, saflar düzülmüş, herkes hazır olmuş vaziyette olmalı... "Hayya ales salâh"ta kalkar, "Hayya alel felâh"ta düzelir. "Kad kametis salâh!" dediği vakitte, "Allahu ekber!" deyip huzur-u ilâhîye durulur.
538/8 (Kân, izâ kame minel leyl) Geceleri kalkar, namaz kılarlardı. İster namaz kılmak için olsun, ister uyanıp da sağa sola döndüğü zamanda olsun; (yeşûsü fâhü bissivâk). Misvak yanıbaşında duruyor. Hemen onu alır, ağzını bir misvakler, ondan sonra yapacağını yaparlardı. Namaz kılacaksa kılar, kılmayacaksa da ağzını misvakler öyle bulunurlardı.
Misvake çok ehemmiyet verirlerdi. Dört rekatta veyahut iki rekatta bir selâm veriyoruz ya, o selâmdan kalkınca, misvaki ceplerinden hemen çıkarır, ağızlarını misvaklerler, yine yerine kor, "Allahu ekber!" der, namaza dururlardı. İkinci selâmdan sonra, tekrar bir daha misvakler, yine öyle dururlardı. Yani, biz abdestten abdeste misvaklıyoruz; o kadarı kâfi değil. Daimâ, ağızlarından misvak hiç eksik olmazmış demek ki.
Bugün Araplar'da da ekseriyetle görürsünüz, ağızlarında sigara gibi bir misvak sallanır durur. İkide bir ovalar onu...
538/9 (Kâne izâ kame minel leyl, liyüsalliye) Geceleyin namaz kılmak için kalktıkları vakitte, (iftetaha salâtehû bi rek'ateyni hafîfeteyn) evvelâ iki rekat hafif namaz kılarlarmış. Yani, Kul euzü'lerle, Kul hüvallahu ehad'larla iki rekat hafif namaz... Öteki namazları uzun oluyor. Meselâ, Sure-i Bakara'yı okuyor, --45 sayfa filan-- diğer uzun sureleri okuyor. Ama ilkten kılarken hafifçe kılıyor. Ondan sonra, 8 - 10 - 12 rekata kadar namaz kılarlardı. Müslim'in Hz. Ayşe validemizden rivayeti.
538/10 (Kâne izâ kame iles salâh, refea yedeyh, meddâ) Namaza kalktıkları vakitte ellerini şöyle uzataraktan kaldırırlardı. Şimdi o ilerde yine gelir belki, tekbir almak için durduğu vakitte, parmaklarını böyle açarlarmış. Parmakları kapalı olaraktan yapmak doğru değil. Efendimiz böyle parmaklarını açar, "Allahu ekber!" der, namaza öyle dururlarmış. Hatırınızda kalsın inşaallah...
Bazan görüyorum, misafir imam efendiler de geliyor, ekseriyetle bakıyorum, parmaklarını kapalı tutaraktan yapıyorlar ki, doğru bir şey değil.
538/11 (Kâne izâ kame alel minber) Minber diye şuna diyorlar, hutbe okuduğumuz yer. Buraya çıkmak için geldiği vakitte, (istakbelehû eshâbühû bi vücûhihim) Ashab-ı Kirâm ona karşı yüzlerini çevirirlerdi. Nasıl siz şimdi yüzlerinizi bize çevirmişsiniz, Cenâb-ı Peygamber'e karşı da öyle yüzlerini çevirirlerdi. Yani biz, hutbe okunurken namazda oturduğumuz gibi oturuyoruz. Namazda saflarımız nasılsa öyle duruyor, yüzümüz kıbleye karşı duruyor. Hatib de yukarıda duruyor. Fakat Ashab-ı Kirâm, yüzleriyle Cenâb-ı Peygamberi istikbal ederlermiş.
538/12 (Kân, izâ kame fis salâh, kabeda alâ şimâlihî bi yemînihî) Ne güzel! Hep, müslümanlara gayet iyi bir şekilde tarif var, bu hadis-i şeriflerde... Efendimizin hayatı... Namaza kalktıklarında, sol elini sağ eliyle böyle yakalar, ellerini salmazdı yâni. Bazısı öyle yapıyor, bazısı böyle yapıyor, bazısı salıyor... Cenâb-ı Peygamber'in hali; (kabeda alâ şimâlihî bi yemînihî) sağ eliyle sol bileklerini tutaraktan, göbeklerinin altından böyle bağlarlarmış.
538/13 (Kân, izâ kame ittekee alâ ihdâ yedeyhi) Şimdi secdedeyiz, secdeden kalkacağız... Kalkarken, Mübârek, eliyle dayanaraktan kalkarlarmış. Hani bazı kudreti olan insanlar, dayanmadan kalkabiliyorlar. Fakat, burda diyor ki, "Dayanarak kalkmakta tevazu vardır." Bir asker gibi, jimnastik yapar gibi hoplayıp kalkmak başka... Fakat, bir eliyle değil hattâ iki eliyle böyle dayanarak kalkmak, tevazû alâmetidir. Tabii, şimdi biz --ihtiyarlık dolayısıyla-- mecbûrî olarak dayanmadan kalkamıyoruz.
538/14 (Kân, izâ kame minel meclis) Buna da dikkat edin! Bir yerde toplanıyoruz, muhabbet ediyoruz; sonra dağılıyoruz. Toplantı meclislerinden dağılırken, kalkarken Cenâb-ı Peygamber diyor ki: (istağferallah, işrîne merreten) Geçen 10-15 diyordu, bak burdaki hadiste de 20 kere dedi. Yirmi kere istiğfar eder, öyle kalkarlardı. Niçin?.. O mecliste bilki hatalı konuşmalar olmuştur, gaflet zamanları geçmiştir... Gaflet kadar büyük tehlike yok!.. Yani, Allah'ı unutmak, bir an dahi Allah'ı hatırdan çıkarmak, gafletin eseri oluyor. Büyük bir derttir demişler. Hattâ küfürdür demişler; nasıl olur da Allah hatırdan çıkar diyerekten. Allah muhafaza etsin...
E, Allah'ı hatırdan çıkarmamak büyüklerin işi... Biz aciziz. Öyleyse daimâ istiğfar edeceğiz. Ne kadar?.. İşte, bir meclisten kalkarken yirmi defa... (işrîne merreten fe a'lene) Onu da Cenâb-ı Peygamber, içinden değil de ilân ederekten, "Estağfirullaah... Estağfirullaah... Estağfirullaah..." diye ashabını da teşvik ediyor ve bize de hatırlatıyor ki: "Böyle yapın siz de; bir yerden dağılacağınız vakitte!"
Halbuki, bizim başka yerlerden okuduklarımıza göre, yine meclisten kalkarken:
"Sübhânekallahümme ve bihamdik, eşhedü enlâ ilâhe illâ ente vahdeke lâ şerîkelek, estağfiruke ve etûbü ileyk" demek tavsiye olunmuştur hadis kitaplarında. Bu sûrette dua edilse, o mecliste olan hatalar, kusurlar affolur. Bunu belki herkes ezberleyemez. Zor bir şey değil ama, meşgul olmayınca olmaz. Ama "estağfirullah"ı herkes diyebilir. Yirmi defa:" Estağfirullaaah... Estağfirullaaah..." "Yâ Rabbi! Bu mecliste ne gibi hatalar, kusurlar ettiysek, ondan dolayı senden mağfiret istiyoruz." diyebiliriz.
538/15 (Kân, izâ kadime aleyhil vefd) Tabii, Peygamber SAS'e, İslâmiyet genişledikten sonra, dış memleketlerden elçiler gelmeye başladı artık... Bu elçiler geldiği vakitte; Cenâb-ı Peygamber, (lebise ahsene siyâbih) esvabından en güzeli hangisiyse onu giyer, öyle çıkardı. (ve emera aleyhi ashâbihî bizâlik) Ashabından da çıkacak olan kimselere, "Siz de iyi esvaplarınızı giyin de, öyle gelin!" buyururlardı. Çünkü, İslâmiyet'in şerefini muhafaza babından buna ehemmiyet vermişler.
Tabii, onların hali çok acaib... Hz. Ömer RA'in zamanında, Şam müslümanların eline geçmiş. Şam'da Cami-i Emeviyye derler bir cami var, o zaman kilise... Ordaki vali orayı camiye çevirmiş. Biraz da büyütmek istemişler. Bir yahudinin de caminin yanında evi varmış. Vali, orayı istimlâk etmiş; "Çekil burdan, biz burayı büyüteceğiz!" demiş. O da demiş: "Yâhu, benim malıma nasıl tecavüz edersiniz; hakkınız var mı?.." "Git o zaman, şikâyet et!" demişler. Kim bunların başı?.. Hz. Ömer...Gelmiş Medine-i Münevvereye... "Hz. Ömer nerde?" demiş. O saray maray arıyor... Demişler: "Filân ağacın altında yatıyor." Yahudi, o ağacın altına gitmiş. "Ben bunu burda tepelerim!" demiş. Kimse de yok çünkü etrafında... Fakat, daha yanına varmadan, bir korku almış kendisini...
Efendimiz'in korkusu bir aylık yola giderdi!.. Bir aylık yoldaki düşman, Efendimiz'in isminden korkardı. Cenâb-ı Hakk'ın bir lütfu...
Şikâyetini yapmış yahudi... Hazret-i Ömer, dinlemiş. Orda bir kemik parçası varmış. Almış, onun üzerine yazmış iki satır yazı... "Götür, valiye bunu ver!" demiş. Yahudi, "Yâhu, bu kemik parçasına yazılan yazıdan ne olacak?.." demiş. Valiye götürmüş vermiş. Vali, titremeye başlamış...
Çünkü vaktiyle, İslâm'dan evvel, o valiyle birlikte Hazret-i Ömer, Acemistan'a hayvan satmağa gitmişler. Hayvanlardan bir tanesi çalınmış. Şikâyet etmişler... Aradaki tercümanlar oyun oynamışlar, bunların hakları kaybolmuş. Arada delâletçi olan bir kimse demiş ki: "Yâhu siz iyi bir tercüman bulun da, bunu şaha duyurun!"
Giderler, söylerler. "Peki!" der o da. Meğer oğlu da bu işin içindeymiş. Yakalamış, asmış... Sabahleyin, "Alın atınızı, şu yoldan gidin!" demiş. Bir de bakmışlar ki, şahın oğlu da asılı orda... Yâni, onun adaleti... Oğlum diye bırakmıyor, "Sen hırsızlık mı yaptın, işte cazân!" diyor.
Hz. Ömer orda yazmış ki, "Ordaki hadiseyi gördün ya, onu hatırla!" O kadar yazmış. Yâni, "Ben ondan daha aşağı değilim; ben de sana yapacağımı yaparım!.." demek istemiş.
538/16 (Kâne izâ kadime min seferin) Tabii, bütün ömürleri zaten seferle geçmiş; 27 seferi var Efendimiz'in... Muharabe seferleri. On senelik hayatı içerisinde 27 sefer olmuş. Bir çok ashabın, ayakkabılarının ayaklarından çıktığı olmamış... Yâni, ayakkabılarıyla yatarlarmış. Seferî haldeler...
Böyle bir seferden geldikleri vakitte, (bedee bil mescid) doğru camiye gelirdi. Seferden gelince biz doğru eve koşarız ya... Yok!.. Seferden gelen insanın --hacdan gelsin, seyahatten gelsin, ziyaretten gelsin, ticaretten gelsin-- ilk evvel gireceği yer mescid olacak!.. Evvelâ mescide girecek, iki rekat namaz kılacak, Allah'a hamd ü senâ edecek; ondan sonra evine gidecek!.. İşte, Cenâb-ı Peygamber evvelâ mescide varıyor, (fesallâ fîhi rek'ateyn) iki rekât namaz kılıyor. (sümme yüsennî bi fâtımete) Ondan sonra, Fatıma RA kardeşimizin yanına gidiyor. (sümme ye'tî ezvâcehû) Ondan sonra, kendi hanımlarının evine gidiyor.
539/1 (Kâne izâ kadime min seferin tülakkıye sıbyâne ehli beytihî) Seferden geldikleri vakitte, aile efradının çocukları kendisini karşılarlarmış.
539/2 (Kâne izâ karaa minel leyl) Cenâb-ı Peygamber, gece gündüz dâima Kur'an'larını okurlardı. Fakat, gece okudukları vakitte, (rafea tavran) bazan sesli olarak okurlardı. Rafea tavran dediği, sesini yükselterek. Etrafındekiler işitecek kadar yüksek sesle okur. (ve hafeza tavran) Bazan da sesleri kesik, gizli okurlardı. İki hale de riayetleri varmış.
539/3 (Kân, izâ karaa: "Eleyse zâlike bi kadirin alâ en yühyiyel mevtâ?") Sûre-i Kıyamet'in sonundaki bu ayeti okurken, "Allah-u Teâlâ ölüleri diriltmeğe kadir değil mi?" deyince; o zaman kendisi ona (belâ) diye cevap verirlerdi.
Şimdi burda iki cevap var: Neam, evet demek; belâ, o da evet demek. Fakat, belâ'nın manâsı başka, neam'ın manâsı başka... Bu yerde neam derse, küfre girer diyorlar; çok fenâ... Arap dilinin incelikleri.
"Eleyse zâlike bi kadirin alâ en yühyiyel mevtâ?"deyince bitti ayet... Bitince, (kale belâ) "Evet yâ Rab, sen mevtâları ihyaya kadirsin!" tabiri var.
Bir de Vettîni Sûresi'nde, (ve izâ karaa: "Eleysallahu biahkemil hâkimîn?") "Ahkemil hâkimîn değil mi Allah?" ayetini okuyunca; (belâ) "Evet, ahkemül hâkîmînsin yâ Rab!" derlerdi.
Bu ayetleri okuyanların, bunlara da bu sûrette devam etmeleri, mendûb olan işlerdenmiş.
539/4 (Kâne izâ karaa: "Sebbih isme rabbikel a'lâ") Kur'an'ın sûreleri içinde, "Sebbih isme rabbikel a'lâ" sûresi var. Onbeş ayet midir, nedir. O sûreyi okuduğu vakitte, (Sübhâne rabbiyel a'lâ) derlermiş. Bu ayet nâzil olduktan sonra, secdelerde de bunu okumakla emrettiler. "Secdede üç kere 'Sübhâne rabbiyel a'lâ' deyin!" diyerekten.
"Ve sebbih bismi rabbikel azîm" ayeti nâzil olduğu vakitte; onu da rükûda üç kere "Sübhâne rabbiyel azîm" deyiniz diye emrettiler.
539/5 (Kâne izâ kurribe ileyhi taâmün) Cenâb-ı Peygamber Efendimiz'in yemeği önüne getirildiği vakitte, (kal: Bismillâh) "Bismillâh" dermiş. "Allah-u Teâlâ'nın ismiyle başlıyorum." dermiş. (ve izâ ferağa) Doyduktan sonra, yemekten kalkarken, (Kal: Allahümme inneke et'amte, ve sakayte, ve ağnayte, ve akneyte, ve hedeyte, vectebeyte. Allahümme felekel hamdü alâ mâ a'tayte) duasını okurlarmış. Bu dua tabii bize biraz uzunca geliyor ama...
(Allahümme inneke et'amte) Bunu sen verdin yâ Rabbi! Kimsenin hakkı yok bunda!.. Bu yemekler, senin kuvvet ve kudretinle gelmiştir. Topraktan çıkması bir devlettir. Toprağın yarılıp da onun çıkması, bir kudret-i ilâhiyyedir. O tane, o toprağın içerisinden nerden çıkabilir? Rahmet-i ilâhiyye nâzil olmasa, o kuru toprağın içerisinde kaybolur gider. Ama, rahmet-i ilâhiyye ile, o yeşeriyor ordan, toprağı yarıp çıkıyor... Tane oluyor... Çok sanatkârların elinden geçiyor da, ekmek olarak bizim boğazımızdan geçiyor.
(ve sakayte) Su da öyle. Sonra Cenâb-ı Hak, --elhamdü lillâh--Êmüstağni kılmış, her şeyimiz var elimizde... (ve ağnayte) Sonra, mal ihsan etmiş Cenâb-ı Hak... (ve hedeyte) Sonra, bir de bizi İslâmiyet'le hidayet buyurmuş elhamdü lillâh... Bu dua, bırakılır bir şey değil yâni!..
Biz --Alah esirgeye-- İslâmiyet'ten uzak bir beldede olsaydık ne yapardık?.. Nasıl toplanırdık, nasıl dertleşirdik?.. İslâmiyet'i nasıl bulabilirdik?.. Gayrimüslim memleketlerden İslâmiyet'i bulanlar, bugün nadirattandır. Meselâ İngiliz'den, Fransız'dan, Alman'dan geliyor tek-tük müslüman olmuş diyerekten ama, onlar yok kabilindendir.
Onun için, buna ayrıca hamd edelim ki, memleketimiz müslüman memleketi... Cenâb-ı Hak --elhamdü lillah-- hidayet etmiş. Bak serbestçe, böyle Allah'ın ismini zikredip konuşabiliyoruz.
(Allahümme felekel hamdü alâ mâ a'tayte) Yâ Rabbi, verdiklerine hamd ü senâlar olsun... Çok nimet var. Hangisini sayacak bilemez insan. Onun için, verdiklerine hamd olsun yâ Rabbi!..
539/6 (Kâne izâ kafele min gazvetin ev haccin ev umretin) Gerek gazadan gelirken, gerek hacdan gelirken, gerek umreden gelirken vazifesi; (yükebbiru alâ külli şerefin minel ard) her yüksek yere çıktıkça, Cenâb-ı Hakk'ı tekbir ederlermiş; "Allahu ekber, Allahu ekber" diyerekten. (selâse tekbîrat) Üç tekbir alırlarmış. (sümme yekul) Arkasından: (Lâ ilâhe illallahu vahdehû lâ şerhikeÊleh, lehül mülkü, ve lehül hamdü, ve hüve alâ külli şey'in kadîr.) derlermiş.
Bu tesbihi yüz kere söylemeyi, Cenâb-ı Peygamber bir çok yerlerde tavsiye buyurmuş. Onun için, her kardaşıma da tavsiye ederim ki, bu tesbihi fırsat bulduğunuz her anda yüze kadar çıkarın!.. Her namazın arkasından on kere söylemek sûretiyle, yatarken de biraz söylemek sûretiyle yüze iblâğ edilirse, çok büyük fadaili vardır; bu bir.
"Sübhânallahi velhamdü lillâhi velâ ilâhe illallahu vallahu ekber, velâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm."; bu iki.
"Sübhânallahi ve bihamdihî, sübhhanallahil azîm" "ve bihamdihî estağfirullah" da var bir rivayette; üç.
Bunların her üçünü, hiç olmazsa yüzer kere söylemeyi Cenâb-ı Peygamber tavsiye etmiş. Cenâb-ı Peygamber'in tavsiyesidir yâni!.. Mümkün oldukça insan bunları ders edinmeli, söylemeğe çalışmalıdır. "E, benim dersim var!.." Senin dersin olsun yine, sen o dersini de yap; bu da Peygamber'in tavsiyesidir, bunu da yap!.. Dersim var diyerekten, bu tavsiyeleri ihmal etme!..
Bunu dedikten sonra: (Âyibûn) "Yâ Rabbi, biz sana dönücüleriz. Biz burada temelli değiliz, hepimiz buranın emanetçileriyiz. Bizi buraya gönderdiğin gibi, bir gün de burdan alacaksın bizi... Binâen'aleyh, biz burdan rücû edicileriz. Buranın temelli, yerli malı değiliz; geldik, gideceğiz. (raciûne ilallah) Biz Allah'a rücû edecek bir cemaatiz."
(tayibûn) "Bununla beraber, bütün günahlarımızdan da tevbe ederek, (âbidûn) sana da ibadet etmekle mükellefiz vebunu yapmakla müşerrefiz. (sâcidûne li rabbinâ) Allah-u Teâlâ'ya daimâ secde edicileriz.Yani, hem tevbe ediciyiz, hem rücû edeceğimizi itiraf ederiz, hem ibadet edeceğimizi söyleriz, hem de rabbimiz için secdelere kapanırız. (hâmidûn) Verdikleri nîmetlere de hamd ederiz." derlermiş.
Bir nefes almak, bir nimettir. Bu nefesi verememek; o da bir belâdır. Almak da bir nimet, vermek de bir nimet... Bu nimet, ne para nimetine benzer, ne ekmek nimetine benzer. Ekmek yemesen, bir gün, iki gün, üç gün durursun. Su içmesen, yine durabilirsin bir müddet. Fakat, nefes almadan ne kadar durabilirsin?.. Onun için, o nefeslerin de şükrünü ifade için, Cenâb-ı Hakk'a her halde hamd etmek mecburiyetindeyiz.
(Sadakallahu va'deh, ve nasara abdeh) O Peygamber SAS'in zaferleri, Allah-u Teâlâ'nın yardımıyla olmuştur. Yoksa, Peygamberimiz'in ne topu vardı, ne tankı vardı, ne de kuvvetli askeri vardı... Hep zuafâ tabakası... Fakat, o zaferi Cenâb-ı Hak, fadl ü keremiyle ihsân etti. Kendi melekleriyle yardım ettirerekten, ona o zaferi ihsân buyurdu.
(ve hezemel ahzâbe vahdeh) Yalnız, hiç kimseye ihtiyaç hissettirmeden, düşmanların hepsini perişan eyledi. Biz de böyle hakîkî müslümanlar olsak, ne gâvurun topu para eder, ne de atomu para eder; hiç bir şey yapamaz!..
539/7 (Kân, izâ kâner rutabu lem yuftır illâ aler rutab) Oruçlu oldukları vakitte yaş hurma, tâze hurma varsa, ancak iftarı taze hurma ile yaparlardı. Taze hurma bulamazlarsa, kuru hurma ile --ona temr diyorlar-- iftar ederlerdi. Bizim memleketimizde hurma nadirattan bulunuyor. Bulamadığımız takdirde suyla, üzümle, zeytinle, ateş görmedik şeylerle iftar etmek daha efdal ve daha alâ derler.
539/8 (Kâne izâ kâne yevmü ıydin halefet tarîk) Bayramlarda tabii, bizimki gibi büyük camiler yok; cuma ve bayramlar kalabalık olur, o zaman namazgâhlara giderlerdi. Düz yerlerde, geniş yerlerde namaz kılınırdı. Oraya giderken bir yoldan giderse, dönüşünü de diğer yoldan yapardı; aynı yerden yapmazlardı.
539/9 (Kâne izâ kâne mukîmen) Ramazan-ı şerifte eğer mukîm ise, --misafir oluyor ya insan, misafir değil de mukîm ise-- (i'tekefel aşrel evâhir) ramazan-ı şerifin yirmi gününden sonraki on gününde îtikâf ederlerdi. Ramazanın son on günü îtikâf ederlerdi, ömürleri boyunca... Onun için, bize de sünnettir. Bunu yapabilmek için, hepimiz de gayret etmeliyiz, hepimiz de yapmalıyız.
Onun için, Zübdetül Buhârî'nin mütercimi olan Ömer Ziyâeddîn Hazretleri, bu husustaki eserinde diyor ki: "Bu îtikâf öyle bir ibâdettir ki, memlekette, mahallede îtikâf edecek adam bulunmazsa; parayla adam tutun, oturtturun caminize, bu îtikâfı yaptırın!.. Çünkü bu îtikâf, memlekete gelecek, mahalleye gelecek belâları def eder." diyor. Bir siper olur memleketin üzerine...
Cenâb-ı Peygamber'in sünnetinin kıymeti o kadar büyüktür ki, --hangisi olursa olsun-- bir sünnetin îfası; bir rivayette şehid, bir rivayette yüz şehid sevâbına muadil olmaktadır. Bunlar da ayrı...
Bakınız şimdi: (ve izâ sefera) Misafirlikte bulundu, gazâda bulundu, umreye gitmiş oldu; ramazanın aşr-i ahirinde (son on gününde) Medine'de bulunmadı. Bulunmayınca, (i'tekefe minel âmil mukbili ışrîne) ertesi senenin ayından ramazanda yirmi gün îtikâf ederlerdi. Geçen sene on gün yapamadı, bu senenin de on günü var; binaen'aleyh yirmi gün olaraktan îtikâfa devam ederlerdi. Ne kadar mühim demek ki, kaza ediyor.
Bir rivayette de, ramazan-ı şerifte bir münâsebetle îtikâf yapamamışlar. Ki, o îtikâfa hanımlar da iştirak etmiş. Harem-i Şerif'te Kumluk denilen yer var ya, o kumluk yere çadırlarını kurmuşlar. Cenâb-ı Peygamber görmüş, "Ne bunlar?" demiş. "Ezvâc-ı Tâhirat valideler de îtikâfa niyet ettiler." demişler. Kızmış onlara, kendisi de çıkmış; o sene îtikâfı yapmamış. "Olmaz! Kaldırın bu çadırları!* demiş. O sene îtikâfı bırakmış; fakat, ramazandan sonraki şevval ayında îtikâfı kendisi tamamlamış.
539/10 (Kân, izâ kâne fî vitrin min salâtihî lem yenhad hattâ yestevî kaiden) Belki görmüşlüğünüz vardır, bazı kimseler namaz kılarken, ikinci rekata kalkılacağı vakitte, şöyle oturup da öyle kalkıyorlar. Yani, bizim gibi doğrudan doğruya kalkmıyorlar. Bazı mezheb sahipleri biraz oturup öyle kalkıyorlar. Rasûlüllah SAS, (lem yenhad hattâ yestevî kaiden) şöyle oturur, hafif bir istirahatten sonra kalkarlardı. Yani, bir saniye - iki saniye bir oturuş kâfî geliyor demek ki. Bu da Ebû Davud'un, Tirmizî'nin Hz. Mâlik ibni Huveyris'ten rivayetidir.
Fakat, bu hadis-i şeriflerin hiç birisi bizim için delil olmaz. Bu hadislerin fukahanın elinden, eleğinden geçmiş şekliyle, fıkıh kitaplarına geçen şekliyle biz amel ederiz. "Biz hadisi gördük efendim!.." O hadisi görmek bize yetmez; çünkü biz o hadisin ne kadar sahih olduğunu, ne kadar kavî olduğunu hangi kuvvetle bileceğiz?.. Milyonlarca hadis var. O milyonlarca hadis fakihlerin elinden geçmiş, geçmiş; kanaat vermiş mezhebler: "Bu budur, bu budur, bu budur..." Onların dediği dediktir. Bazı insanlar var ki, "Hadiste ben böyle gördüm, böyle yapacağım!" diyor. Olmaz öyle şey! Sen hangi mezhebdensen, o mezhebin fıkıh kitabında olan neyse, esas odur; onunla amel edeceksin.
Onlar, bu hadisleri görmemiş değil ki!.. Onlar da görmüşlerdir ama, bunların mukabilleri var, bir çok karşılıkları var. Onlarla karşılaştıra karşılaştıra, bir karara varılmıştır nihayet.
539/11 (Kâne izâ kâne sâimen) Oruçlu oldukları vakitte, --saat yok, top da yok; herkes orucu nasıl bozacak, bakın-- (emera racülen) bir adama derlerdi ki: (feevfâ alâ şey'in) "Sen şu yüksek yere çık bakayım!" Adam çıkar. "Gözetle güneşi bakayım, güneş ne zaman batacak?.." (feizâ kale gabetiş şems) O adam, "Güneş battı." deyince, (eftara) o zaman iftar ederlermiş.
E, bizde --elhamdü lillâh-- şimdi, toplar atılıyor, saatler yanımızda... İmsakiyelerde de dakikası dakikasına bildirilmiş hepsi... Büyük nimetler içerisindeyiz elhamdü lillâh... Haydi orası yaz memleketi, orda pek bulut olmaz; her zaman ay, güneş görülür. Ya bizim memlekette kış vakti, güneşi nerden göreceğiz?.. Gündüzün ikindiden sonra, bakıyorsun kapkaranlık oluyor ortalık... Saatlerimiz olmasa, oruçlarımız karman karışık olur.
539/12 (Kâne izâ râkian ev sâciden) Cenâb-ı Peygamber, gerek rükû halinde, gerek secde halinde, (Sübhâneke ve bihamdik, estağfiruke ve etûbü ileyke) buyururlarmış.
539/13 (Kâne izâ kablet terviyeti biyevmin) Arafe gününden iki gün evvel --zilhiccenin 8. gününe terviye diyorlar, ondan bir gün evvel-- (hataben nâs feahbarahüm bimenâsikihim) hutbe irad ediyor; "Hac böyle yapılacak!" diye haccın nasıl yapılacağını arafeden iki gün evvel beyan ediyorlarmış.
540/1 (Kâne izâ kebbera lissalâh) Allahu ekber diyerek namaa dururlarken, (neşera esâbiahû) parmaklarını açaraktan tekbir alır, namaza dururlarmış.
540/2 (Kâne izâ kerebehû emrun kal: Yâ hayyu yâ kayyûm, birahmetike estağîs) Bizim hep derdimiz çok acaibdir. Başı sıkılan gelir: "Aman hocaefendi, şöyle sıkıldım, böyle bunaldım; bir nefes ediverin!" Canım, sen hiç bir şey bilmez misin?.. Peygamber SAS'de böyle bir sıkıntı olduğu zaman, "Yâ hayyu yâ kayyûm, birahmetike estağîs" diyorlarmış. Bizim okumalarımız, değirmene kova ile su dökmeye benzer. Ama, sen yaparken yolu açarsın, su gelir durur arkası sıra...
Onun için, "Yâ hayyu yâ kayyûm" Esmâ-i Hüsnâ'dandır, İsm-i A'zam'dır. Bununla beraber, "Bu Esmâ-i Hüsnâ'nın hürmetine, senin rahmetine sığınıyorum; beni bu sıkıntıdan kurtar" demiş oluyoruz. Hepimiz her an sıkıntı içerisindeyiz. Bu sıkıntılardan kurtulmak için, Cenâb-ı Peygamber'in yalvardığı gibi: "Yâ hayyu yâ kayyûm, birahmetike estağîs. Senin rahmetine sığınıyoruz yâ Rabbi!" dememiz gerekiyor.
540/3 (Kân, izâ kerihe şey'en rüiye zâlike fî vechihî) Bazan müteessir oldukları hadiseler olunca, o mübarek yüzlerinden belli olurmuş. Hoşlanmadığı hallerle karşılaştığı vakitte, o mübarek yüzlerinden görülürmüş.
Bugün de öyledir ya, insanın mes'ud olduğu dakikalardaki yüzünün güzelliği başkadır; darlık zamanlarındaki yüzünün hali yine başkadır.
540/4 (Kân, izâ lebise kamîsan, bedee bimeyâminihî) Esvaplarını giyerlerken, evvelâ sağ taraftan giyerlermiş. Gerek ayakkabısını giyerken, gerek paltosunu giyerken, gerek entarisini giyerken... Evvelâ sağ kolunu sokar, sonra sol kolunu sokarlar, öyle giyerlermiş. (bedee bimeyâminihî) Sağdan başlayarak.
Camiye girerken de sağ ayağınla gir, camiden çıkarken sol ayağınla çık!..
540/5 (Kâne izâ lekıyehû ehadün min eshâbihî) Ashâbından bir zat, Rasûl-i Ekrem'le karşılaştı, ayağa kalktı ise; Rasûl-i Ekrem de onunla beraber ayakta dururdu. (felem yensarif, hattâ yekûner racülü hüvellezî yensarife anhü) O gelen ayrılmadıkça, Rasûl-i Ekrem ondan ayrılmazdı. "Yeter artık, haydi meşgul etme beni!" demezlerdi.