Şimdi receb ayı geliyor. Önümüzdeki bir ay sonra receb ayı gelecek. Onun için de şöyle buyurmuşlar:
532/10 (Kâne iza dehale receb, kal: Allahümme bariklenâ fî recebe ve şa'bân, ve belliğnâ ramadân...) Receb, güzel bir ay... Şa'ban, o da güzel bir ay... Bu aylar bize bir nimet... Günahlarımızı götürüyorlar; bir de bizi uyandırıyorlar, uyanıklık veriyorlar: Bak, öteki ay gitti, sen de gideceksin ha!.. Aklını başına al! Bu ay geldi ama durmayacak, o da gidecek. Her gelen gidiyor. Her gelen gibi senin de gideceğini hatırla! Bu ayın kıymetini bil, Allah-u Teâlâ'ya yapılması lâzım olan tâat ü hasenâtı yap!..
Onun için receb geldi miydi, (Allahümme bariklenâ recebe) "Yâ Rabbi bunu bize mübarek et!" diyeceğiz. Nasıl olacak mübarekliği?.. İbadet ü taatler edersek, hayr ü hasenâtlar edersek; o bize mübarek olur. Yook, vurdum duymaz gelir gidersek; receb bize, yüzümüze bakmadan gider.
Cenâb-ı Peygamber'in en çok oruç tuttuğu ay, şa'ban ayıdır. Recebde de tutarmış ama, şa'banda tuttuğu daha çok olurmuş. Ramazanda umûmîdir, hepimizin tuttuğu bir aydır.
532/11 (Kâne izâ dehale ramadân, etlaka külle esîrin ve a'tâ külle sâil.) Ramazan ayı gelince de, bütün esirleri salıveriyor... Her kapıya gelen dilenciyi, fukarayı geri çevirmiyor... Ramazanın hürmetine... (etlaka külle esîrin ve a'tâ külle sâil.) Her sâilin eline bir şey veriyor ve bütün esirleri de âzâd ediveriyor... Ramazan-ı şerifin hürmetine...
532/12 (Kân, izâ dehale şehri ramadân) Ramazan ayı geldiği vakitte... Bakın: (şedde mîzerehû) (şedd: Şiddetlendirmek, sıkıştırmak. mîzere: Bele bağladıkları kuşak nev'inden peştemal.) Beline bağladığı peştemalı, yâni karnını sıkarlardı... Gerek kuşakla sıksın, gerek peştemalıyla sıksın, gerek başka şeyle sıksın... Onu sıkıştırmaktan murad, açlığa hazırlanmak, açlığa tahammülü artırmak...
(sümme lem ye'ti firâşehû) Bakınız, iyi dikkat ediniz: (sümme lem ye'ti firâşehû...) Ondan sonra, ramazanda yatağına girmezlerdi!.. (firaş: yatak) Niçin?.. İbâdât ü tâtle meşgul olurlardı. (hattâ yenseliha.) Ramazan çıkıncaya kadar... Hazret-i Aişe validemizin nakli...
533/1 (Kân, izâ dehale ramadân) --Yukarıda şehr-i ramazan dedi, burda yalnız ramazan dedi.-- Ramazan ayı geldiği vakitte, (teğayyera levnühû) mübârek yüzlerinin siması değişirdi, tegayyür ederdi. Nasıl bir adam korktuğu vakitte rengi sararır; onun gibi yüzünün rengi değişirdi.
(ve kesüret salâtühû) Başlardı namazını artırmağa... Çoğaltırdı. Kırk rekât namazımız var, başka... Ondan gayrı fazla namazlarımız var: İşrak, duhâ, evvâbîn, teheccüd gibi namazlar... Bunları da artırırdı. Meselâ işraki iki kılıyorsa dört, dört kılıyorsa sekiz; duhayı sekiz kılıyorsa on-oniki, daha fazla; gece namazlarını şu kadar kılıyorlarsa, daha fazla kılarlardı, artırırlardı.
(vebtehele fidduâ') Yalvarırken de, daha çok gayret gösterirlerdi. (ibtihal: Kesilmek, dünya alâkalarından kesilerekten Hakk'a kendisini tam mânâsıyla vererek yalvarma, yakarma, ibâdet, tâat.)
(ve eşfaka levnühû.) Mübârek yüzleri de şafak rengini alırdı.
533/2 (Kân, izâ dehalel aşrü) Ramazanın yirmisinden sonraki son on gününe îtikâf günleri diyorlar. Bu on gün girdiği vakitte, (şedde mîzerehû) --Yukarıda ramazan gelince belini sıkardı deniliyordu.-- bu onda, midesini daha fazla sıkıyordu. Camiden çıkmazdı.
Evvelki günlerde ramazanı tutmakla beraber, evine gider gelir, çarşısına pazarına gider gelir, eşine dostuna gider gelir; fakat, yirmiden sonra hepsi kesilirdi. Yirmiden sonra yalnız Allah'a dönüyor... Bütün ibâdât ü tâatı --tabiri câiz değilse de-- Allah'la başbaşa kalabilmek... Onun için sıkıştırıyor kendisini...
(ve ahyâ leylehû) Bütün geceyi ihyâ ediyor. İbâdetle geçiriyor bütün gecelerini... Evine de gitmiyor. Zâten oruçlu... Yemekle içmekle de alâkası yok...
Bu îtikâf sünnet-i seniyyedir. Sünnet-i kifâye deniliyor ama, her müslümanın bunu yapması âdetâ bir borçtur. Çünkü, Peyşgamber SAS Hazretleri, peygamber olmazdan evvel dahi bu îtikâfa devam ediyorlardı. Peygamber olduktan sonra da hiç terketmemişler.
Hacca gidenler bilirler, Hıra dedikleri dağ, Mekke'den galibâ birkaç saat mesafe uzaklıkta... Ordaki, o dağın içerisindeki mağaraya girerler, orada ibâdetle meşgul olurlardı.
Bizim burdaki evlerimizde yemeklerimiz bol... Orda, o sıcakta su kaynar!.. Suyun sıcaklığı, havanın sıcaklığı, her şeyin sıcaklığı... Ama orda, onlara tahammül ederek Allah'a kendini verebilmek, büyük bir nîmettir.
Onun için (ve ahyâ leylehû) gecelerini de ihyâ eder, ibâdet ve tâatle geçirirlerdi. Uykularını da terkederlerdi; çünkü, (lem ye'ti firâşehû) "Yatağına girmezdi." diyor. Yatağına girmeyince, gecesini ibâdetle ihyâ ediyor.
Hayat ibâdettedir. Hayata kavuşmak maddelerle olmuyor. Bugün ne milyonerler var, hayatları hiç hayat değil... Geceleri de korku içerisindedirler. Hayatlarında lezzet yoktur vesselâm!.. Niçin?.. Allah'a yönelmeyen insanın hayatı, hayat değildir.
Çünkü, hayatı veren Allah'tır. Sen o Allah'tan kesildikten sonra, Allah sana yardım eder mi?.. "Bu hayatı sana ben verdim! Bu ruh benim ruhum!.. Ben sana bunu vermişken, sen benden ayrılıyorsun ve bana da dirsek çeviriyorsun..." demez mi?.. Ayrıldığın da bir şey değil de, dirsek de çeviriyorsun, inkâra kalkışıyorsun!.. Sen deli misin, divâne misin, aklın mı yok hiç?.. Bir başındaki örtüyü yapan olduğuna, kendi kendine olmadığına herkesin aklı erer de; bir baş örtüsü kendine olamıyor da, koskoca kâinat bu mevcûdiyetiyle berâber nasıl olur tabiatın îcâdı?.. Bu kadarcık şeyi idrak edemeyen insan, elbette insan değildir.
Binâen aleyh, hayat Allah-u Teâlâ'ya yönelmekle kabildir. Allah-u Teâlâ'ya yönelmeyen hayatlar hiç de hayattan sayılmaz. Onun için, müslümanın vazifesi, hayatı bize veren Allah'a yönelerekten ondan hayata tazelikler istemektir. İbadetlerle hayatta tazelikler olur.
Biz niçin günde üç defa yiyoruz? Yetmiyor, dört defa da yiyoruz. Niçin?.. "Kuvvetimiz yerine gelsin, artsın, kuvvetli olalım!" diyerekten... Binâen aleyh, imanımızın artması için, ruhumuzun kuvvetlenmesi için de tâate muhtacız. Ne kadar çok yapabilirsek, ruhumuz o kadar genişler, kuvvetlenir. Ondan sonra, o gecenin ibâdetleri ne kadar tatlıdır, bir bilseniz!..
Şimdi bugün, günahlarımı yazıyordum da, o günahları yazarken, bakma günahına geldi. "Bakmak günah-ı kebâirdendir." diyor. İster kadına bak, ister gence bak... Bu bakmakta bir zehir var... Bu zehir, şeytan-ı aleyhil lâ'nenin zehirli oklarından bir oktur. Bunu attı mıydı o, kime attıysa o yandı. Neden yanıyor?.. Şeytanın o zehirli oku, onu zehirleyecek. Nasıl ki, mikrobu yutan gürültüye gidiyor. Bu zehir de onu öldürür.
Her kim ki, Allah korkusundan o bakmayı terkederse, Allah-u Teâlâ onu tebdil eder, değiştirir, imanı kuvvet kesb eder. İmanın lezzetini bulur o adam!.. Neresinde?.. (fî kalbihî) Kalbinde... Kalbinde onun tadını bulduktan sonra, geceleri ihyâ eder, gündüzleri ihyâ eder... Hayr ü hasenâtta, her şeyde öndedir. Niçin?.. Allah-u Teâlâ'dan imdat geliyor, mütemâdiyen imdat geliyor.
Yağmurlar yağmazsa ne oluyor aziz kardeş?.. Bar bar bağırıyoruz, aman yandık diyerekten... Yağmur yağmayınca, yerde bir şey olmadığı gibi; Allah'tan rahmet gelmeyince, gönüllerde de bir şey olmaz. Allah'tan rahmet gelmesi için, Allah'ın yasaklarından kaçmak lâzım!.. Yasaklardan kaçınmadıkça, Allah'ın rahmeti gelmiyor. O bir perde üzerimizde... Yasaklar, şu caminin kubbesi gibi bir perdedir. Rahmet-i ilâhiyye inmez içeriye... Ne zaman onu terkediyoruz; Allah-u Teâlâ o zaman tebdil ediyor, rahmet-i ilâhî gönle iniyor.
Ondan sonra sen, zincirle çekseler çıkmazsın ibâdetten... İbâdetten ayrılamazsın. Çünkü, Allah'ın rahmeti eriştikten sonra, insanın Allah'tan ayrılmasına imkân yok!.. Allah cümlemizi rızâsının yollarından ayırmasın...
Onun için, (ve ahyâ leylehû) Cenâb-ı Peygamber gecelerini böyle ihya etmekle beraber, (ve eykaza ehlehû) hanımlarını ve çocuklarını da uyarırlardı: "Kalkın bakalım! Allah-u Teâlâ'nın rahmetinin yayıldığı bir andır bu an!.. Siz de kalkın!"
Tatlılıkla, güzellikle, çeşitli iltifatlarla onları kaldırıp, gece ibâdetlerine alıştırmak lâzım!.. Hayat, yalnız bu dünya maddelerini toplamakla, dünya varlıklarının içerisinde perişan olmakla olmuyor. O gecenin karanlığında, herkes sükût bir halde iken, kendini kaldırıp da, "Allah'ım, ben senin divanına geldim!" demenin ne kadar büyük bir nimet olduğunu ancak erbabı anlar. Allah lütfetsin cümlemize...
Onun için, biz leş gibi akşamdan yatıyoruz, leş gibi de sabahleyin kalkıyoruz. Niçin?.. Yatarken bir âdâb var. Peygamberimiz bakın neler söyledi, "Bunları okumadan yatmayın, şeytandan sakının!" dedi. Şeytan başımıza üç tane düğüm vuruyor, "Uyu, hiç kalkmamak şartıyla!.." diyor. Müdahalesi var... Nefisle birlikte onlar bizi perişan etmeye çalışıyorlar. E biz uyandıkça, "Allaaah... Lâ ilâhe illallah... Elhamdü lillâh... Sübhânallah..." ne biliyorsak... Bu tesbihleri yapınca, düğümler çözülüyor kendiliğinden... Abdest aldık mıydı, ikincisi çözülüyor. Namaza durduk muydu, onun bağladığı efsunların hepsi mahvolup gidiyor. Ondan sonra, Allah-u Teâlâ'nın rahmeti başlıyor gönüllere inmeye...
Gönüllere inince de, o gönüller... Hani yeşeren tarlaların rengine doyum olmuyor... Rençber bakar: "Oooh, yemyeşil arpacıklar, buğdaycıklar... Başaklarını sallamışlar, yeşil, gayet parlak bir şekilde... Yağmurlar yağmış..." Ne zevk duyar bu rençber,Ê"Oh yâ Rabbi şükür, bu sene yüzüm gülüyor!" diyerekten... Neden?.. Rahmetlerin bol inişiyle bol mahsûl alacak!.. E bu gönüllere de bu rahmet-i ilâhiyye erişince, bol ibâdetler hâsıl oluyor.
O bol ibâdetlerle kendimize bakıyoruz, "Şu Rasûlüllah'ımız nasıl yaptı, biz de öyle yapalım!" diye içimizden bir aşk, bir şevk, bir neş'e geliyor. Bu ne hacıya mahsus, ne hocaya mahsus!.. Bütün müslümanların vazifesi...
533/3 (Kân, izâ deâ liraculin esâbethüd da'veh, ve veledihî, ve velede veledihî.) Cenâb-ı Peygamber, birisine dua buyurdular mı; o buyurdukları dua o adama, onun çocuğuna, çocuğunun çocuğuna da isâbet edermiş. Te'siri fazla...
533/4 (Kân, izâ deâ bedede binefsihî.) Eyyüb Sultan Hazretleri rivâyet ediyor bu hadisi... Duaya başladıkları vakitte, evvelâ kendisine dua ediyor: "Allahümme salli alâ muhammed..." Ondan sonra başkalarına da --kimlere lâzımsa-- dua ediyor.
533/5(Kân, izâ deâ ferefea yedeyh, meseha vechehû biyedeyh.) Dua etmeye başladıkları vakitte, ellerini kaldırırlardı. Bu ellerini kaldırmasında bir hali yok Efendimiz'in; çeşitli halleri var... Zamanına göre her çeşit yapmışlar. Bazan böyle yapmışlar (ellerini birbirine yapıştırmadan, önünde tutarak), bazan böyle yapmışlar (kolların ileriye uzatarak), koltuklarının altındaki beyazlıklar görülmüş. Bazan da böyle yapmışlar (ellerini bitiştirerek)... Nasıl yaptılarsa...
Dua ederken ellerini kaldırıyor, dua ediyor ediyor; sonra da (meseha vechehû biyedeyh.) bitirdi miydi, yüzünü böyle sıvazlıyor. Bazan da vücûdunu da sıvazlıyor. Yâni, o rahmet-i ilâhiyye nâzil olmuş avuçlara da, o avuçlardan da böyle vücud cihetlerine yayılsın diyerekten, mesh yapıyorlarmış teberrüken...
533/6(Kân, izâ deâ ceale keffeyh, ilâ vechihî.) Dua ederlerken, elinin içini yüzüne doğru çevirirlerdi. (bâtın: iç, zâhir: dış) Bazan da ellerinin içini aşağıya çevirdikleri olmuş ama, bunu ancak yağmur dualarında, "Yâ Rabbi, yağmurun böyle, böyle nâzil olsun!" diyerekten yapmışlardır. Ama sair zamanlarda böylece (ellerin içi yüze doğru bakacak şekilde) dua edilmesini tensib buyurmuşlar.
533/7(Kân, izâ deâ min minberihî yevmel cumuah) Cum'a günü hutbeye çıkmak için minbere yaklaştığı vakitte, (selleme alâ men indehû minel cülûs) orda oturanlara, "Esselâmü aleyküm!" derdi. Aşağıdayken daha, o yöne gidiyor ya, gidinceye kadar orda oturanlara selâm verirlerdi.
(feizâ saidel minber) Yukarı çıktığı vakitte, (istekbelen nâs, bivechihî) yüzüyle nâsa döner; (sümme sellem) ondan sonra, cemaate "Esselâmü aleyküm!" derdi. (kable en yeclis) Oraya çıktıktan sonra oturuluyor ya, oturmadan evvel cemaate bir selâm verir, ondan sonra otururdu.
Bu Şafîlerce yapılmakta, fakat bizim mezhebimizin imamı, bizim bilmediğimiz başka şeylerden dolayı bunu tecviz etmemiş... Oraya bizim aklımız ermez.
Hazret-i İbn-i Ömer'den rivâyet edilmiştir.
533/8(Kân, izâ zekera ehaden fedeâ bedee binefsihî.) Cenâb-ı Peygamber ashabını ararlardı. Bir adam üç gün gözüne görünmezse, "Şu filânca nerde, ne oldu?" diye ararlardı ashabını... Binâen aleyh, böyle hatırladıkları vakitte ona dua da ederlerdi. Evvelâ kendisine, ondan sonra ona karşı bir dua ederdi.
533/9(Kâne izâ zebehaş şâte yekul, ersilû bihâ ilâ asdikai hadîce.) Müslim'in hadisidir. Kurban veya başka bir hayvan kestikleri vakitte, evvelki vazife, "Bundan şu kadarını Hazret-i Hatîce'nin akrabalarına veriniz!" derdi.
Hazret-i Hatîce ilk hanımı ya... İlk hanımı olduğundan dolayı, ondan gördüğü insânî muamelelere mukabeleten, onun akrabalarına da sadaka göndermekten de hâlî kalmıyor. Bizim kurbanda dağıttığımız gibi dağıtılır, şuna buna verilir ama, "Hazret-i Hatîce'nin akrabalarını unutmayınız!" diye tavsiyede bulunurlarmış.
533/10(Kâne izâ raal hilâl) Hilâl diye ayın birinci, ikinci ve üçüncü günlerine denir. Üçü geçtikten sonra kamer diyorlar, ay oluyor. Ayı böyle birinci, ikinci veya üçüncü günü gördükleri vakitte, --birinci, ikinci günü buralarda pek görülmez de, üçüncü günü pekâlâ açık olur-- (kale hilâlü hayrun ve rüşd) "Yâ Rabbi, bu ayı sen bizim için hayırlı ve bizi irşada yarayan, doğru yola götüren bir ay eyle!.. (amentü billezî halakake) Ey ay, seni yaradan Allah'a ben iman ettim." Üç kere böyle diyor.
Şimdi "Tabiat icadı!" diyerekten insanlar bir tabiat almışlar gidiyorlar. Onun için, "Seni halk eden Allah'a ben de iman ettim. Senin de hâlikın o Allah, benim de hâlikım o Allah... Beni insan olarak yaratmış, seni de taş olaraktan yaratmış... Orda tepemizde, aldığın ışığı vereceksin; başka vazifen yok... Üç defa bunu dedikten sonra, (sümme yekul, elhamdü lillâhillezî) "Şu Allah'a hamd ü senâlar olsun ki, (zehebe bişehrin kezâ ve câe bişehrin kezâ) bir ayı giderdi, yerine yeni ayı getirdi." Meselâ cemâziyel evvel ayı şimdi... Bu ay bitince, cemâziyel âhir gelecek. Biri gidiyor, diğeri geliyor. Oniki tane ay... Bunları götürüp getiren Allah... Onbeş günde kocaman bir şekil alıyor, onbeş günde de sönüyor ufacık bir şey oluyor, kayboluyor. Otuz günde veya yirmidokuz günde bir ay tamam oluyor. İkinci ay geliyor, gidiyor.
E bu da güneş gibi dâimâ bütün dursaydı ne yapardık?.. Kim şekil verecekti buna?.. "Sen böyle büyü büyü, ufal ufal otuz günde; biz de böyle günleri bilelim!" deyip de yapabilecek bir kuvvetin sahibi var mı ortada?.. Var mı böyle bir kuvvet sahibi?.. Ama, Allah --celle ve âlâ-- ne nizam, ne usül, ne kanun koymuş ki, o otuz günde devrini ifâ ediyor; onbeş günde büyüyor, onbeş günde ufalıyor... İşte bu sûrette de bir ay oldu diyoruz. "Ver bizim aylığı!" diyoruz. Neden?.. Ay tamam oldu.
Ama dâimâ yuvarlak olsaydı, biz o zaman bir takdir yapacaktık; şimdi güneşe yaptığımız gibi... Ama o da Allah'ın takdirine benzemez.
533/11 (Kân, izâ zehebel mezheb eb'ad.) Def'-i hâcet yapmaları icâb ettiği sırada uzaklara giderlerdi.
Bizim evlerimizde eskiden bahçeler olurdu. Helâlar, bahçenin uzak bir köşesine yapılırdı. Ben küçüklüğümde buraya geldiğim vakitte, ev içerisinde helâyı görünce, çok ayıpladıydım. Çocukluğumla berâber, "Evin içinde nasıl helâ olur?" diyerekten aklım almıyordu. Zâten bir pis koku da oluyordu evin içerisinde... Bugünkü teşkilât da yok tabiatiyle... Bir koku evin içerisine yayılıyordu.
Sonra, odalarla yanyana... Oraya giden adam bazan rahatsız olur, bazan şu olur, bu olur... Onun rahatsızlıkları yanındaki insanları incitir. Ama uzakta olursa, --dedelerimiz hep öyle, evlerin uzak köşelerine yapmışlar-- oralarda insan def'-i hâcetini rahatça yapar.
Efendimiz de bunun için uzağa gidermiş, "Kimse duymasın, kimse rahatsız olmasın, kimse incinmesin!" diyerekten...
533/12 (Kâne izâ raal matar, kale allahümme sayyiben nâfiâ) Yağmur yağmaya başlayınca, "Yâ Rabbi, bu yağmuru bize hayırlı, bereketli, yümn ü ihsanlı ver! Zararı olmasın bu yağmurun bize..." diye duâ edermiş.
Yağmur yağıyor, bakıyorsun bir afet... Orasını su basmış, burda köprüyü almış götürmüş, orda insanları sürüklemiş götürmüş. Bir afet bu... Onun için, "Yâ Rabbi, bunu faydalı olarak bize ver! Zararı olmasın bu yağmurun bize... " Bunu dememiz lâzımken, hiç bunu diyenimiz olmuyor.
Bazan sıkıştığımız vakitte, "Yağmur duasına çıkalım!" diyoruz. Yağmur duasına çıkıyoruz amma, o duanın arkasından bir yağmur gelip de bir felâket getirirse, ona karşı da bir tedbirimiz yok...
Cenâb-ı Peygamber bakın ne güzel söylüyor: (allâhümme sayyiben nâfian) "Faydalı yağmur isteriz yâ Rabbi! Fayda olsun..." Dâimâ yağarsa, yine zararlı olur; otlar biter, mahsûl çürür... Harman yapılacak; yağmurun altında harman olmaz. "Nâfi' olarak, zamanında ver yâ Rabbi!" demek lâzım.
533/13 (Kâne izâ raal hilâl, sarafa vechehû anhü.) Ayı gördükleri vakitte, aya bakmazlarmış. Yüzünü çevirirlermiş aydan... Çünkü, ay da mahlûk... Ay da Allah'ın yarattığı bir şeydir. Onda bir şey varmış gibi zannetmemeli... Tabiatının îcâbı, güneşten aldığı ışıkları bize vermekle me'mur...
Onu orda nasıl durdurmuş o Allah?.. O aradaki mesâfeyi nasıl tertib etmiş o Allah?.. Hangi kanun yapabilir bu işi aziz kardeş?.. Hep bunlar Allah-u Teâlâ'nın tertibidir.
Şu bizim vücûdumuzdaki tertib, tabiatın îcâdı mı diyeceksin?.. Kaşı ne güzel koymuş... Kirpiği ne güzel koymuş... Gözü ne güzel koymuş... Yerli yerinde her şey... Bunları sen tabiatın îcâdıdır dersen, seni tımarhâneye koymaktan başka çâre yoktur. Bunları yapan hep kuvve-i kudsiyye sahibi olan, varlıkların sahibi olan Hazret-i Allah'tır. Biraz düşünmek ister yalnız... Bunlar dışardaki a'zâlar... Ya onun içindeki a'zâlar?.. O kafadaki, beyindeki a'zâlar... İçerimizdeki, ciğerimizdeki, midemizdeki, kalbimizdeki teferruatı bilmekten de aciziz. Doktor da bilemez onların hepsini... O da karşıdan görüyor işte... Ama hakîkatini Allah'tan başka kimse bilmez. Onları ne güzel tertib etmiş de bize vermiş!.. Elhamdü lillâh nîmetlerine...
533/14 (Kâne izâ raal hilâl, kale hilâlü hayrun ve rüşdün allahümme innî es'elüke min hayri hâzeş şehr) Ayı gördükleri vakitte, "Yâ Rabbi, bu ayın hayrını senden isterim!" diye üç kere söylüyor. (ve hayrel kaderi) "Kaderin hayırlısını senden ister; (ve eûzü bike min şerrihî) bu ayın şerrinden ve kaderin de şerrinden sana sığınırım!" (selâse merrât) Üç defa da onu söylüyor.
533/15 (Kâne izâ raal hilâl) Ayı gördüğü vakitte, --daha iki üç günlük iken-- (allahümme ehillehû aleynâ bilyümni vel îmân, ves selâmete vel islâm, rabbî ve rabbikellah.) "Yâ Rab! Bu ayı bizim üzerimize yümn ü bereket kıl... Bu ay üzerimize bereketli olsun... Mahsullerimiz bereketli olsun, kendimiz bereketli olalım, çocuklarımız bereketli olsun, her şeyimiz bereketli olsun... İmanımız bereketli olsun...
İman bereketli olunca kuvvetli olur, sarsılmaz, kapılmaz. Nasıl ki, yağmur yağdığı vakitte, sel ufacık taşları sürükler götürür önünde... Fakat, kocaman taşları sürükleyemez. Yahut kendileri bir kayaya tutunduysa, onu da sürükleyemez. Onun için insan, dinine iyi sarılırsa, bağlanırsa, öyle gelen fırtınalara ehemmiyet vermez, kıymet vermez. O fırtınalar da ona hiç tesir etmez.
Onun için, (Allahümme ehillehû aleynâ bilyümni vel îmân...Ves selâmeti vel islâm...) Bakın, ne güzel dualar!.. "Yâ Rabbi! Şu imanımın bereketini isterim, selâmet isterim, İslâm'ı da isterim yâ Rabbi!.." Hakîkî İslâm olarak yaşamak... İslâm'ın adıyla yaşıyoruz biz... Allah-u Teâlâ o hakîkî İslâm'ı yaşamayı cümlemize nasib etsin...
Bununla berâber, (rabbî ve rabbikellah.) "Benim rabbim de Allah, senin de rabbin Allah!.." Ay, kendini iyi bil yâni... Senin de rabbin Allah, benim de rabbim Allah... Kâinâtın da rabbi Allah...
Ahmed ibn-i Hanbel'in, Tirmizî'nin, Hâkim'in Talha RA'den rivâyeti...
533/16 Yine bir dualarında: (Kâne izâ raal hilâl) Bakın, ne güzel tesbit etmiş o Ashâb-ı Kirâm... Allah, onların hepsinden razı olsun... (kale allahu ekber) Çeşitli duaları var Efendimiz'in, bir çeşit değil ki... (allahu ekber, allahu ekber) İki defa tekbir alıyor, ayı gördüğü vakitte... Sonra diyor ki: (elhamdü lillâh) iki; (lâ havle velâ kuvvete illâ billâh) oldu üç...
Ondan sonra, (allahümme innî es'elüke hayra hâzeş şehr) "Yâ Rab, bu ayın hayırlarını isterim senden..." Otuz gün bu... Bu kadar saat var içerisinde... Onların içerisinde hep hayırlar olsun... Şer olmasın bize...
(ve eûzü bike min şerril kader) "Kaderin şerrinden de sana sığınırım yâ Rabbi! (ve min şerri yevmil mahşer) Kıyametin şerrinden de sana sığınırım yâ Rabbi!.."
O gün zebâniler bizi yakalar, götürürler oraya... "Ooo, bunu neden yaptın, bunu neden yaptın?.." diye sorarlar. Dört sual var: "Bu parayı nerden kazandın?.. Bu parayı nereye harcadın?.. Bu gençliği nerelerde zâyî ettin?.. Sana verdiğim ömrü nerede zâyî ettin?.. Söyle bakalım, cevabını ver de ondan sonra geç!.." Bu dört sualin cevabını vermedikçe, hiç bir kimse ayağını kımıldatamayacak!..
"Yevm-i mahşerin şerrinden de sana sığınırım!" diyor. Bizi de îkaz ediyor, "Siz de böyle deyiniz!" diyor. Yâ Rabbi, o mahşerin şerrinden ki, orda hesaba çekildiğimiz vakitte, ne yaparız biz?.. Herkes o hesabın altında mahvolur. Onun için, Cenâb-ı Hak bizi hesaba çekilmeden, kolay bir şekilde cennete sürüklenen kullarının arasına kabul buyursun... Mahşerin şiddeti çok acı!..
534/1 (Kâne izâ raal hilâl) Yine ayı gördükleri vakitte, (allahümme ehillehû aleynâ bil'emni vel îmân) Yukarıda yümn dedi, burda da emn dedi. "Emn ü iman isterim yâ Rabbi!" (ves selâmeti vel islâm) "Selâmetle İslâm'ı da isterim yâ Rabbi!.." Adı müslüman olsun, yetmez; kendisinin de müslüman olması lâzım... Müslüman ne?..
(El müslimü men selimel müslimûne min lisânihî ve yedihî.) --Takvim yapraklarına kadar geçmiştir. Herkes okur, bilir.-- "Müslüman o insandır ki, onun elinden, dilinden bütün insanlar, bütün müslümanlar emindirler. Kimseye zarar gelmez." Elinden şuna buna zarar geliyorsa, o müslümanın adı müslümandır.
Onun için Cenâb-ı Peygamber "Emn ü imanı isterim yâ Rabbi! Hakîkat-i İslâmiyyeyi isterim yâ Rabbi!" diyor. Yâni bize diyor. Ona laf olur mu hiç... Onun söylemesinden maksad, bize işaret, bize tembih ki, "Siz böyle deyin de, imanı ve hakîkat-i İslâmı isteyin!" diye...
Bizde imanın şartları, "Lâ ilâhe illallah, muhammeden rasûlüllah." dedik ya, oldu işte iman... Bizim bildiğimiz bu... Amentüye de iman ettikten sonra oldu. Ama hakîkat-i imana gelince, kul kendisini aradan çıkarıyor.
(vet tevfîkı limâ tühibbu ve terdâ) "Yâ Rab, senin sevdiğin ve razı olduğun işleri işleyebilmek için bana tevfik ver, bana yardım et!.. Ki, senin sevdiğin ve razı olduğun işleri ben yapabileyim. Sen tevfik vermezsen, ben ne senin sevdiğin şeyleri, ne de razı olduğun şeyleri yapabilirim; tâkatim kâfi gelmez. Ama, sen bana yardım edersen, o zaman bunları yapmağa muktedir olurum. Onun için, sen bana tevfikini ver!" diyor.
Fakat derler ki:
(El'ucbü hicâbüt tevfîk.) Büyük levhalarla yazılıdır bazı camilerde... Ucüb denilen bir şey var ya, kendini beğenmesi insanının... "Kendini beğenmese şeytan çatlarmış." derler. "İnsan da kendini beğenmese çatlar." derler. Hepimizde bir huy: "Ooo, benden daha iyisi mi var?.. Ne olacak işte namazımda, niyazımda, camide; elimden tesbihim düşmez, kitabım düşmez. En iyi adam daha kim olur?.." Öteki ona göre, öteki ona göre...
Bu hizipçilik şimdi, hep hizipçilik... Kaça bölündük bilmem?.. Yâni, şu bir vücuddur. Bu vücudun kolunu alsan neye yarar yâhu?.. Kulağını alsan neye yarar yâhu?.. Bacağını kessen, alsan, ayırsan neye yarar yâhu?.. Bu vücud birdir. Bu vücudun a'zâları, hep bu vücuda yardımcıdır. Bu vücud ayrılmaz birbirinden... Bir milletin ki, böyle parçalanmıştır efradı; o milletin efradından hayır olmaz. Onun için, Allah affetsin kusurlarımızı...
Kusurlarımız çok tabiatıyla... Kusurlarımız çok olduğu için, bu dağınıklık kalbimize gelmiş; kalbimizden şimdi çıkmıyor işte artık... Sen sen, ben ben... Sen beni beğenmiyorsun, ben seni beğenmiyorum... Sen ayrı bir hizip, ben ayrı bir hizip... Olur mu böyle müslümanlık?..