03. MÜSLÜMANLAR HACDA İSTİŞÂRE ETMELİ!
Prof. Dr. M. Es’ad COŞAN:
Soru:
—Muhterem hocam, Medine-i Münevvere’de bulunuyorsunuz. Bulunduğunuz şu anda neler hissediyorsunuz? Bu mübarek beldelere sık sık ziyarete gelen birisi olarak, dünya müslümanları ve
ve şu mübarek beldeler üzerindeki izlenimleriniz nelerdir?
Medine-i Münevvere Peygamber SAS Efendimiz’in şehridir. Eski ismi Yesrib iken, “Medinetü’r-Rasül” denmiştir. Yine İslâm ile nurlandığı için, “Medine-i Münevvere” diye münevver sıfatıyla tavsif edilmiştir.
Nâbî’nin Tuhfetü’l-Harameyn isimli eserinde, “Sakın sû-i edebden kûy-i mahbûb-i hüdâdır bu!” kelimeleriyle anlattığı, Allah’ın sevgili Habîbinin beldesinde olmaktan büyük zevk ve sevinç duyuyorum. Allah’a hamd ü senâ ve şükürler ederim ki, bu güzel beldeye gelmeyi ve Peygamber efendimizi ziyareti nasib ediyor. Bu büyük bir nimet olduğu için fevkalâde sevinçliyim, mutluyum.
Mescid-i Nebevî’nin oldukça büyütülmesine rağmen, içinin tıklım tıklım Müslümanlar ile dolmuş olması ve namaz vakitlerinde namaz kılacak yer bulmakta güçlük çekilmesi beni sevindirdi ve heyecanlandırdı. Minarelerin tâ uzaklardan nurlu bir şekilde görünmesi çok güzel; o manzaraların kapanmamasını temenni ediyoruz. Mescid-i Nebevî’nin eskiye nazaran içerisinin klima ile soğutulması neticesinde, uzun süre içerisinde huzurlu bir şekilde kalınabilmesi çok güzel bir şey...
Buradaki müslümanlar dünya müslümanlarının bir kesiti, bir örneği ve bir nümûnesidir. İnsan, her renkten, her tip giyime sahib halklardan oluşan, çok renkli bir tablo ile karşı karşıya bulunuyor.
Dünyanın her yerinde ne tür kardeşlerinin olduğunu görmüş oluyor. Fakat bunların, sıranın üstünde müslümanlar olduğunu düşünüyorum. Buraya gelebilme imkânına sahip, aşklı ve şevkli kimseler...
Maalesef İslâm Âlemi —burada gördüğümüz kesitiyle— istediğimiz seviyede değil. Müslümanları çok daha güzel durumda görmeyi temenni ettiğimiz için, genel seviyeleri beni oldukça üzüyor. Bir kere, dinî yönden istediğimiz seviyede değiller... Çünkü, birbirlerine karşı nezaket ve zerafette eksikler... Namaz kılışlarında eksiklikler görüyorum. Mezheblerde çeşitli görüşler olabilir ama, herkesin de mezhebleri bilerek yaptığını söyleyemeyiz. İmamın ön kısmında namaz kılma gibi şeylerin çoğu, dinî bilgilerin eksikliğinden kaynaklanıyor. Bu da bizi, İslâm dininin ahkâmının öğretilmesi bakımından, çok çalışmak zorunda olduğumuza götürüyor.
Türk hacılarımız için de bu böyle... Sevimli ve sempatik olmaları
hasebiyle, bizim hacılarımız umumiyetle beğenilen hacılar; fakat, bilgi yönünden eksikler... Bu, safların tanziminde ve namaz kılışlarda belli oluyor.
Kısaca ben, Ümmet-i Muhammed’in dinî bilgilerinin istenilen seviyede olmadığı izlenimini alıyorum. Yaygın halk eğitiminde eksikliklerimiz olduğu anlaşılıyor. Bu sadece bizim ülkemizde değil, bütün ülkelerde böyle... Çünkü, hiçbir ülkede İslâmî eğitime müsaade edilmemiş ve halk yaygın İslâmî eğitimden mahrum bırakılmış.
Yaygın eğitim, yönetimlerin boynunun borcudur. İslâmî bir inkılab yapmış ve yüzde yüz İslâmî bir devlet olma iddiasında olan İran devleti var... Suudî Arabistan var; bayrağında “Lâ ilâhe illa’llàh” bulunuyor... vs. Ama bu ülkelere bakılacak olursa, bir eksiklik var: Yaygın eğitimde halklara belli gerçekleri anlatma yapılmamış.
Bu konuda bir mutabakata varılabilir. Meselâ; Türkiye’de çeşitli İslâmî aktivite gösteren merkezler, “Şunu sağlayacağız, şunu da sağlayacağız.” diye bir mutabakat gösterebilirler. Bu prensipler aynen “Beynelmilel İnsan Hakları Beyannamesi” gibi, başka ülkelere de yaygınlaştırılabilirse, o zaman belki yaygın eğitimde güzel sonuçlar alınabilir.
Tesbit ettiğim önemli hususlardan birisi de, kadınların eğitiminin çok çok eksik olması... Kadınların eğitimi çok zayıf ve çok geri... Bir defa kadınların kıyafetlerini beğenmiyorum, bu hususun mutlaka bahis konusu edilmesi lâzım. Belki detaylı görünebilir ama, bu da hayatın önemli bir safhası...
Kadınlar örtünüyor ama, örtünmenin ana felsefesine uygun bir örtünme ile örtünmüyorlar. Meselâ; ince kumaşla örtünüyorlar, terledikleri zaman vücut hatları belli oluyor. Veyahut bir kuşak sarmış, mahrem yerleri belirgin bir vaziyette... Bayan hacı adaylarının umûmiyetle dar giyindikleri de göze çarpıyor. Bu şekilde hem kendilerinin, hem de başkalarının günaha girmesine sebep oluyorlar. Onun için, kadınların giyimi konusunda bir
münazara açmak gerekir.
İranlı kadınlar, tâ baştan topuklara kadar uzanan, çadır ismini verdikleri bir örtü ile örtünüyorlar. Bu güzel olmasına rağmen pratik olmayan bir örtü... Çünkü, ağzıyla ısırarak tutuyor; kapattığı zaman güzel örtüyor ama, topladığı zaman ayakları meydana çıkıyor... Veya, koltuğunun altına aldığı zaman, başka yerleri açılıyor.
Dar ve altını belli eden kıyafetleri kullanmak da doğru değil. O halde, hem hareket serbestliği sağlayan, hem de bol olup vücut hatlarını belli etmeyen ve böylece erkeği de, kadını da günaha sokmayan bir kıyafet üzerinde mutabakat sağlanması lâzım!
Türkiyemizde kullanılan çarşaf da, dudakla tutulan ve elleri meşgul eden bir kıyafet olduğu için, yeterli değil. Tabii bunun yanında çok güzel örtünenler de var.
Aynı şekilde erkeklerin kıyafetlerinde de garabet var. Suud’da giyilen entari, kullanışlı olmadığı için güzel bir kıyafet değil. Onunle ne koşulabilir, ne de ata binilebilir. Pakistanlılar’ın kıyafeti biraz daha güzel bir kıyafet olarak görünüyor. Zavallı İranlılarla, bizim zavallı Türk hacılarının çatal pantolonu, çok zavallı ve çirkin bir kıyafet... Erkeklerin kıyafeti üzerinde de bir mutâbakat sağlanması lâzım!.. Tabii bunlar, dışa ait şekillerle ilgili hususlar...
Buralar ümmetin hac ve ziyaret için bir araya geldiği mekânlar olduğu için, burada ümmetin meselelerinin görüşülmesinin sağlanmasını temennî ediyorum. Hacı gelsin; haccını, umresini, ziyaretini yapsın, başı önünde kalksın gitsin... Bu çok sathî bir şey... Bu, benim Türkiye’de de ayıpladığım bir husus... Camiye bir adam gelsin, namazını kılsın, gitsin... Hayır; cami bir aile gibi muhabbetli olmalı!.. Camideki insanlar birbirini tanımalı, gelmeyen insana gitmeli!.. Pabucunu kapıp herkes bir tarafa savuşmamalı... Namazdan önce ve sonra, bir dostluk ve muhabbet vakti olmalı... Caminin çevresine faydalı olmalı... “Git, namazını kıl, dön!” Bu bana, ibtidâî bir müslümanlık gibi geliyor. Yâni, müslümanlığın topluma yansıyan düzenleyici tesirini görmek istiyorum.
Ben Türkiye’de camilerin planlarına da karşıyım, camilerin planlarında eksiklikler görüyorum. Çünkü, bizim camilerimizde ne kadınların abdest alacağı bir abdesthane, ne de namaz kılmaları için bir bölüm mevcut... Plansız, uydurma bir şekilde caminin bir köşesini buna ayırmışlar. Hani caminin toplantı salonu?.. Hani kütübhanesi?.. Hani diğer hizmetlerin yapıldığı yerler?.. Hiç birisi yok. Burada da buna benzer yerler olmalı... Koskoca kültür sarayları bulunmalı... Bu sarayların programları, Harem-i Şerif’in çıkış yerlerinde yerleştirilecek büyük panolara asılmalı; Harem’den çıkan cemaate, “Falanca kültür sarayında, falanca büyük alimin konferansı var; herkes davetlidir.” şeklinde ilanlar ile bilidirilmeli... Mekke ve Medine’de böyle şeylerin yapılmaması, büyük potansiyel kaybıdır. Buraya bütün müslümanlar geldiği halde, eğitici, kaynaştırıcı hiçbir şey yapılmıyor.
Halbuki, Osmanlı devrinde hac, İngilizlerle mücadelede aktif vazife görüyormuş. Herkes burada ne yapması gerektiğini öğrenip, memleketine gidip, halifenin istekleri doğrultusunda emperyalistlerle mücadele yapabiliyorlarmış.
Şimdi, bu fonksiyonlar soyutlanmış;
“—Camide namazını kıl gel, sonra günün dolduğunda ülkene dön!..”
Bunun mutlaka bir sevabı vardır amma, ibtidâî bir ibadettir. Müslümanlar birbiriyle tanışmalı, konuşmalı, fikir teatîsinde bulunmalı; buradan ilmine irfanına bir şeyler katılmış olarak ülkesine dönmeli, günaha girip de dönmemeli. Bu büyük kalabalık, insanların eğitilmesi için Allah’ın büyük bir nimetidir. Bunun için bir zamanlar komünistler: “Sizin kalabalıklarınız bizde olsa, biz ihtilâl yaparız!” diyorlardı.
—Hac münasebeti ile beraber olduğumuz şu anda, gazetemiz aracılığıyla okurlarımıza mesajınız olacak mı?..
Şimdi tabii, biz burada hac edeceğiz, ülkemizde de bayram
yapacaklar. Bütün İslâm Alemi’ne ve özellikle Türkiye’deki kardeşlerime, bayramlarının mübarek olmasını temennî ediyorum. Buruk bir bayram olduğunu biliyorum. Bosna-Hersek ve Kafkasya’daki olaylar bizi müslüman olarak kalbimizden vurmuştur, sırtımızdan hançerlemiştir. Çok ağır şekilde gönül yarası ile yaralı durumundayız.
Rabbimizden Ümmet-i Muhammed’e güzel günler ihsan etmesini dilerim. Bütün kardeşlerime, İslâm’a sımsıkı sarılmalarını ve müttakî olmalarını tavsiye ederim. Çünkü hürriyetimizin ve bekamızın şartı budur. Dünya metaı olan şeylere takılmayıp, ana hedefleri görüp, onlar için çalışmamız gerekmektedir. Dünyada mutluluk ve hürriyet içinde yaşamak istiyorlarsa İslâm’a sarılmaları lâzım, hem de Ahirette Allah (CC)’ın rızasına erip ikramına vâsıl olmayı taleb ediyorlar ise, yine İslâm’a sarılmaları lâzım!..
Söylemek istemediğim tehlikeler seziyorum ve onun da emareleri günden güne çıkıyor. Daha sonra bize omuz vurup, sataşıp savaşın içine sokmak istiyorlar ve birtakım kargaşalıktan istifade edip, bazı kötülükler yapmayı arzu ediyorlar. Onun için, mutlaka uyanık ve hazırlıklı olmamız kanaatindeyim.
Bir kere hazırlık deyince, bir mutasavvıf olarak, ahiret hazırlığı aklımıza geliyor. Her şeyden önce, ölüme hazırlıklı olmamız lâzım. Bu hazırlık içinde mutlaka ilk önce dindar olmak, tevbe, takvâ işimizi halis dindarlık rayına oturtmamız lâzım! Ondan sonra da, en sevablı ve faydalı işlere girişmemiz lâzım!..
—Son günlerde, mâlûmunuz bütün dünyada, özellikle Bosna- Hersek ve Karabağ’da, müslümanlara karşı büyük katliamlar yapılmaktadır. Bu katliamlarla, düşünülen ve kurulmak istenen Yeni Dünya Düzeni arasında nasıl bir ilgi kuruyorsunuz, açıklar mısınız?
Bizim dergilerimiz —İslâm, Kadın ve Aile, İlim ve Sanat, Panzehir dergileri— dikkatle takip edilmişse, orada Rusya ve AET ülkeleri arasında silahların azaltılması ve sonunda Doğu
Avrupa’nın silahlardan arındırılması müzakerelerinin yapıldığı zamanda, oradan çekilen Rus ordularının Kafkasya’ya yığılabileceğini, Orta Asya’ya yöneltilebileceğini, bunun İslâm Alemi için bir tehlike teşkil edeceğini, tahminen sezinleyerek yazmış ve söylemiştim. Şimdi o korktuğum şeyin tahakkuk etmek üzere olduğunu ve plan olarak tatbik edildiğini görür gibi oluyorum.
Yunanlıların bizim İstanbul ve Ege Bölgesi’ni de kapsayan bölgede, eski Yunan devletini kurmak emelleri (Megola İdea) deşifre olmuştur. Sırplar’ın da en büyük emeli, Balkanlar’da Müslüman bırakmamaktır. Bunu İkinci Cihan Harbi’nde de Yugoslavya’da katliamlar yaparak uygulamışlar. Bulgaristan’da yapılan Bulgarlaştırma çalışmalarının ve katliamlarının arkasında Ruslar’ın olduğunu biliyoruz. Kafkasya’da Ermenileri Batı ülkeleri ve Rusya destekliyor. Amerika’nın Rusya’ya gönderdiği büyükelçisinin, Ermeni asıllı olduğunu duyduk. Bu Amerika’nın niyetini zaten ortaya koyuyor. Onun için, Kars’ta PKK kuvvetlerinin Türk Silahlı Kuvvetleri’ne saldırmasının arkasında çok önceden hazırlanmış planlar olduğunu ben ifade etmek istiyorum.
Şimdi, kurulmak istenen Yeni Dünya Düzeni nedir?..
Bizim Bülent Ecevit’in Kıbrıs Harekâtı’na, Barış Harekâtı
ismini vermesi gibi, bunun aldatıcı dış görünüşü vardır. Meselâ, Balkanlar’daki asıl niyet, müslümanların yedi asırlık hakimiyetinden sonra Endülüs’ten çıkartıldığı gibi, Balkanlar’dan da silinip atılması ve müslüman nüfusun yok edilmesidir. Balkanlar’da müslüman bırakmamak için camileri yakıyorlar, yıkıyorlar. Halbuki, tarihî eserlere dokunulmaması için anlaşma var. Sonra Doğu-Batı yakınlaşması, Rusya’nın yumuşaması olaylarında perdenin arkasında, biliyorum ki hristiyan katolik kiliseler var, Papalık var. Papalık, büyük maddî imkânlar, malî imkânları ve dinî nüfuzunu birleştirerek politik ve askerî hareketler de yapmaya başladı. Hıristiyanlık hakkında büyük
emelleri var, ama bunu çok gizli tutuyorlar ve perdeler arkasından üçüncü ellerle bu işi yürütüyorlar; fakat biz fark edemiyoruz. Balkanlar’da Sırplar’ı destekleyen, müslümanları oyuna getirip katleden kim?..
Biz Azerbaycan ve Nahçivan’ın bizim kardeşlerimiz olduğunu diyor ve bize yâr olabileceklerini sanıyorduk, ama Nahçivan’da bile bir Rus tugayının olduğunu yeni öğrendik. Öğrenmeye sebep de, bazı yöneticilerin ihtilafı oldu. Bizim perde arkasını görmemiz lâzım! Bizim doğumuzda Ermenistan’ın eylemi yok. Doğumuzda Ermenistan’ı ikinci el olarak kullanan, daha büyük güçlerin bir planının uygulaması var.
Bizim de bu büyük planlar karşısında, büyük planlar yapmamız lâzım! Büyük planların detaylarını uygulamaya geçirmemiz lâzım!..
Bir defa İslâm âleminin birlikte hareket etmesini sağlamak gerekir. Bu vazgeçilmez bir hadisedir. Benim çok üzüldüğüm bir durum da, İslâm âleminin vurdum duymazlığıdır. Müslüman karnını doyuruyor, camiye gidip geliyor, maalesef halkımda Bosna- Hersek hususunda bir şey yapmıyor. İranlılar oradan oraya, oradan oraya yürüyüş yapıyorlar. Ortada Bosna-Hersek’le ilgili bir şey yok... Demek ki, İslâm âleminin şuurlanması lâzım! Bu da çok büyük bir mesele...
O halde katliama uğrayan kardeşlerimiz için neler yapabiliriz?.. Yapılacak en basit şey, her Müslüman’ın gece yarısı teheccüde kalkıp, bu mazlum ve mağdur kardeşlerimiz için halisane dua etmeleri lâzım! Hiç olmazsa bir dua etsinler. Eminim ümmetin % 99,9’u bu işi yapmıyor.
Sonra pasif görünmekle beraber yine bizim yapacağımız, uzun vadeli çok müessir olacak başka bir husus var. O da, onların hiç mallarını almamaktır. Bizim ülkemiz ve diğer İslâm ülkeleri tepeden tırnağa bunların mallarıyla dolu. Biz, asla ve kat’â, tarhana çorbası yemesi pahasına da olsa, onlarla ne ticaret yapmalıyız, ne de mallarını almalıyız. En müessir tedbir bunu görüyorum. Bunun dışında, ileri seviyede, mücahid, fedâkâr ve
vefâkâr insanların yapacağı derece derece çalışmalar, olabilir.
Bu katliamlar, kanaatime göre yeni dünya düzeninin bir parçası ve onun bir detayıdır. O dünya düzeninde müslümanlara yer bırakmak istemiyorlar, ya da müslümanları aktif mevkilerde tutmayı arzu etmiyorlar. Müslüman olsun ama, maden ocaklarında çalışan, kaba ve angarya işleri yapan kimseler olsun... Yüksek seviyedeki yönetimler onların (Batılıların) ellerinde olsun. Müslümanların bir İslâmî devleti olmasın. Onlar böyle istiyorlar ama, biz de onların karşısında gerekli çalışmaları yapmıyoruz, yapmalıyız.
Bosna-Hersek ve Karabağ’ın ülkemizde haritasına bile rastlamadım. Biz bunları yıllar önce defterden silmişiz. Bunlarla ilgili çalışma yapmamışız. Halbuki bundan 17 yıl önce Almanya’ya gittiğimde, o yıllar Almanya’nın Avusturya, Polonya ve Çekoslovakya ile ilgili yayınlarını dikkatle takip ediyordum. Orada bulunan Almanların menfaatlerini, bu yayınlar ile korumaya ve yaymaya çalışıyorlardı. Bizim böyle planlarımız olmamış, devletlerimiz de yapmamış. İslâm Alemi üzerinde oynanan bu gibi oyun ve hadiselerin hepsi birer imtihandır, bunlardan ben
yılmıyorum. Bunların bizim uyanmamıza ve işbirliğine geçmemize yarayacağı kanaatindeyim. Acı olaydır ama, müslümanları şuurlandıracaktır.
—Türkiye’nin bu olaylar karşısındaki politikasını nasıl buluyorsunuz? Sizce nasıl olmalı?..
Türk devletinin ve hükümetinin bu olaylar karşısında bir politikası var. Muhalefet haklı olduğu noktalarda hükümeti sert dille eleştiriyor. Bülent Ecevit gibi, yapılması gereken şeyleri ve hükümetin hatasını diğer siyasîler de söylüyorlar. Ben bütün bu olayları objektif olarak düşünmeye çalışıyorum, Meselenin o kadar küçük ve basit bir mesele olmadığı ortada.
Sokakta bir küçük çocuk gelir sana sataşır. Bakarsın, şöyle bir tokat vursan, dokuz takla atabilir. Bir de bakarsın ki köşede üç tane kabadayı; sen ona tokat at da, onlar da gelip senin işini görsünler. Yâni, köşede duranlar bir bahane arıyorlar.
Şimdi Yunanistan, Ermenistan ve Sırbistan’ın nasıl yönetimler olduğunu iyi bilmek lâzım! Ermenistan, Türkiye’den Avrupa’ya, Avrupa’dan Amerika’ya buradan daha başka ülkelere yayılmış insanların ideali. Amerika ve Avrupa’da yüzbinlerce, milyonlarca Ermeni var. Önemli mevkilere sahipler. Yunanlılar da böyle... Biz bunlarla mücadele ederken, sadece küçük bir Ermeni grubu ile, küçük bir Yunan grubu ile veya küçük bir Sırbistan grubu ile mücadele etme durumunda değiliz.
Şimdi karayolu ile bağlantımız, sıcak savaşı destekleyecek hududumuz olmayan, Sırbistan’a Bosna-Hersek’e ne yapabiliriz?
Her şeyden önce politika sahasında çalışma yapmamız lâzım. Genel politikaları iyi tesbit etmeliyiz. Genel politikalarda bunlar gözden çıkarılmış ise, kusurdur. Yardım yapabilmek isteniyor da çaresizlik içerisinde ise, hangi yönetim gelse aynı çaresizlik içerisinde kalabilir.
Kendi kendime, “Sen olsaydın nasıl hareket ederdin?” diye bu meseleyi sormuştum. Benim hatırıma dâimâ;
وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا (العنكبوت٩٦)
(Ve’llezîne câhedû fînâ lenehdiyennehüm sübülenâ) “Bizim yolumuzda cihad edenlere, biz çıkış yollarını, hidayet yollarını gösteririz!” (Ankebut, 29/69) ayeti geldi. Çalışmaya başladığımızda, Allah-u Teàlâ çeşitli yolları gösterecektir.
Büyük harflerle zihnimde yer etmiş hakikati çok net olarak görüyorum. Bizim karşımızdaki insanlar, bizi dünyanın bütün başka insanlarıyla kanlı bıçaklı hasım haline getirmişler. Böyle bir pozisyona düşürülmüşüz. Hindistan ile de böyleyiz, İran’la da böyleyiz, Yugoslavya ile de böyleyiz. Kafkasya ile de böyleyiz. Bu bir şeytânî taktik gibi geliyor bana.
Çare: Bunun karşısında, dünyanın her yanında bulunan ahlâkı dürüst olan, kimseyi incitmemekte olan, herkesin hürriyetine saygılı olan, herkesin yaşama hakkına sahip olduğu kanaatinde olan, vicdanlı insanlarla bütünleşmek lâzım geldiğine inanıyorum. Böyle bir karşı sevdirme programı yapmak çok önemli. Türkiye
böyle bir propagandayı başlatıp yürütürse, akıllıca bir şey başlatmış olur. Bunu basit gibi görünse de, önemli çalışmalardan birisi olarak görüyorum.
—Öteden beri Türkiye’nin İslâm ülkelerine bir sistem ihracı söz konusu ediliyor. Şimdi de bağımsız Türk cumhuriyetleri için, Türk modeli bir yapılanma gündemde.. Türk modelinden kasdedilen nedir?..
Bu sorunun içinde bir gerçeği görüyorum. O gerçek de şu: Dünya üzerinde İslâm’a karşı bütün faaliyetleri organize eden bir organizasyon var. Bu organizasyon İslâm’ın hiç bir yerde bir adım ilerlemesini istemiyor. Bilakis Türkiye’de unutulup tarihe gömülmesini, müslümanların asimile ve dejenere edilmesini istiyor. İslâm gelişmesin, İslâm unutulsun, İslâm sönsün istiyor.
Peki ne olacak?.. Batı’nın dini olan Hıristiyanlık hakim olsun. Yahudilik İslâm ülkelerinde istediği şekilde işini götürsün. Böyle işler ve meselelerin arkasında iki büyük etken var. Biri Hıristiyanlık diğeri de Siyonizm, bir diğeri de ülkelerin kendilerinin kazanç çıkarları var.
Şimdi Türkiye’nin modeli nedir?
Türkiye lâik bir ülkedir. Biz bu lâiklik içerisinde yetiştiğimiz için, lâikliğin ne mânâya geldiğini söylüyoruz, dinliyoruz ve bu işi geçiştiriyoruz. Kimisi diyor ki:
“—Laiklik din düşmanlığı demek değildir, din hürriyeti demektir.”
Ama uygulamada bazıları, bayağı din düşmanlığı tarzında uyguluyor. Baş örttürtmüyor, sakal bıraktırtmıyor, cumaya izin vermiyor... vs. Bizim nesillerimiz laiklikten pek rahatsız değil. Fakat dünyadaki başka ülkeleri insan görünce, o zaman bizim sistemimizin farklılığını anlıyor.
Türkiyemizin anayasasında 1923’e kadar, İslâm dinî devletin dini olduğu söyleniyordu. Kur’an ahkâmına uygun hareket esastı. Şimdi Türkiye’deki sistem tamamen buna zıt bir sistem.
İslâm, insanların Allah CC’nin, emrine uymasını istiyor. Allah CC’nin emrine uymayı engelleyen her türlü sistem, İslâm’a karşıdır. Türkiye, İslâm’a karşı olan sistemlerin normal karşılandığı bir ülke haline gelmiştir. Bu herkesin dinî bakımdan hür olması prensibi, laiklik prensibi altında dinin emirlerinin yapılmaması, dindarlar tarafından bile reaksiyonla karşılanmayacak tabii bir hale getirilmiştir Türkiye... Bundan Batılı son derece memnundur.
Türkiye aslında serbestlik adı altında, Batılıların istediğini tamamen sağlamış bir ülkedir. Onun için yeni kurulacak devletlerde, Türk modelini Avrupa, Amerika ve hristiyanlık destekliyor. “Böyle olursa çok iyi olur, rahat ederiz, turist olarak rahatça gideriz, içkimizi içeriz, orada sıkıntıya uğramayız. Diğer yandan laiklik dolayısıyla gayrimüslimler de ibadetlerini kilise ve sinagoglarda serbestçe yaparlar.” mülahazalarıyla destek veriyorlar.
Türkiye, onlar için fevkalade müsait, fevkalâde aldatılmış ve tarihi ile ters düşürülmüş olduğundan, Türk modeli öteki Türkî cumhuriyetlerde de uygulanırsa, onları da aldatmak çok kolay olacağından, Türk modelini tavsiye ediyorlar. Eğer o ülkeler, “Biz İslâmî sistemi uygulayacağız!” derlerse, bu Batılıların işine gelmez.
—Çok yönlü bir insan olarak, gazetemiz hakkındaki kıymetli görüşlerinizi öğrenebilir miyiz? Sizce günümüz müslümanları basın-yayın ve iletişim konularında neler yapmalıdırlar?
Benim ilk yüksek tahsile başladığım 1950’li yıllarda, İslâmî fikirleri yazan ve yayan bir gazete yoktu. O zamanlar, müslümanlar bu ihtiyacı duyup, bu hususta çalışmalar başlatmıştı. Bizim üniversite yıllarında, bu çalışmalar gelişerek birtakım müessese ve şirketler kuruldu. Haftalık gazete çıkartılmaya başlandı. Sonra günlük bir gazete mümkün oldu. Daha sonra tirajı az bir günlük gazete satın alındı. O biraz İslâmî yazılar yazmaya başladı.
Sonraları, basın sahasındaki bu gayretler ve temenniler yavaş
yavaş billurlaştı, gelişti ve bugün Türkiye’de İslâmî fikirleri yazan, savunan istikrarlı gazeteler meydana geldi. Bu tabii, bizim müslüman halkımızın istediği bir şey. Müslümanın müstehcen yayınlar karşsında evine götürebileceği bir gazete, veya birçok gazeteler olması güzel bir olay. Tabii, gazetelerde haber bakımından zayıf olma gibi birtakım eksiklikler oldu. Sonradan bu haber meselesi de gelişti. Bugün ben Zaman’ı oldukça güzel ve başarılı çalışmalar yapan İslâmî bir gazete olarak görüyorum.
Biz basın-yayında şunu istiyorduk: Gazeteler haber bakımından tatminkâr olsun... Tatmin edilmeme, haber zayıflığı tenkidi yapılıyordu. Zaman Gazetesi bu hususu halletti, haber bakımından tenkid edilmiyor ve muhtelif yerlerden haberleri ulaştırabiliyor. Sonra yazı bakımından da, solun ve gayr-i İslâmî grupların fikir ağırlıklı gazeteleri karşısında, cephede güzel bir yer tutmuş oldu. Bu da güzel bir şey... Okunduğu zaman tatmin edici yazılar, tatmin edici haberlerle karşılaşıyoruz.
Ele aldığı konuları aktif işlemesi, —bizim kendi yayın prensiplerimizden birisiydi o da— iç haberleri kadar, dışarıdaki, yurt dışındaki yerlerden de haber vermesi; tabii bu da güzel bir şey...
(Zaman Gazetesi, Prof. Dr. Es’ad Coşan Hocafendi ile Medine-i Münevvere’de Röportaj, 21. 06. 1992)