04. İSTİKBAL MÜSLÜMANLARINDIR!
Prof. Dr. M. Es’ad COŞAN
Soru:
—Müslümanların günümüz Türkiyesinde öncelikli meseleleri nelerdir? Çözüm önerileriniz neler olabilir?
Bir müslüman olarak, Türkiye’deki öncelikli meselelerin en başında, Türkiye’nin birliğini, beraberliğini ve bütünlüğünü görüyorum. Tabii, bu bir politik mesele... “Müslüman niye bunu önce düşünüyor?” diye bir soru hatıra gelebilir. İslâm hürriyetle beraber gidiyor; hürriyet olmadığı zaman İslâm da yaşanamıyor. Bunu Rusya’da, Balkanlar’da, Yunanistan’da ve en son Yugoslavya’da Sırpların davranışlarıyla gördük. Hürriyet olmadığı zaman İslâm’ı da yaşamak mümkün olmuyor.
O halde, hür olmamız lâzım!.. O halde ülkemizin bizim olması lâzım!.. Birlik ve bütünlüğün bozulmaması lâzım!.. Ayrılık ve gayrılık olmaması lâzım!.. Bunu en önemli mesele olarak görüyorum.
Binâen aleyh, Kürtçülük veya bölgecilik gibi şeyleri bir müslüman olarak ırkçılık doğru olmadığı için tasvib etmiyorum. Bunun karşısında her türlü çalışmanın yapılması gerektiğini, kardeşliğin isbat edilmesi ve tesis edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Bunun ötesinde Türkiye’deki müslümanların arasındaki ihtilâfların, ayrılıkların giderilmesini, böylece müslümanların büyük bir kuvvet haline gelmesini temenni ediyorum. Bu da çok mühim bir mesele... Tek tek konuştuğunuz zaman, grupları incelediğiniz zaman, Türkiye’de beğeneceğiniz çok insanlar var... Çeşitli gruplar halinde bunlar... Çeşitli partilere dağılmış olabiliyorlar ve çeşitli kültürel gruplar teşkil ediyorlar; “Filânca vakfın, falanca kuruluşun mensupları... Filânca gazetenin temsil ettiği ekol... Filânca derginin mensupları... Filânca dernek...” gibi
şeyler oluyor.
Şimdi memleketin en büyük meselesi, bütünlüğü, istiklâli olduğu için, bütün müslümanların birleşmesi lâzım!.. Mukaddesatçı, milliyetçi, Allah’tan korkan, takvâ ehli ve iyi duygularla dolu olan insanların aralarındaki küçük rekabetleri, ihtilâfları bırakıp, bu büyük meselede işbirliğine geçmeleri lâzım, birleşmeleri lâzım!..
Bizim Hakyol Vakfı’mız vardır. Hocamız’ın emri ile 1980’de kuruldu. İlk startı Hocamız vermişti. Hattâ, vakıf senedini ben kendisine okumuştum; tasvib etmişti. Orada bizim üç amacımız vardı; eğitim, yardımlaşma, dostluk... Bir vakıf kuruyoruz camia olarak... “Türkiyede işte bir milyondan fazla taraftarı olan...” filân diye gazeteler yazıyor. Üç temel gayemiz var:
1. Eğitim: İnsanları eğitmek istiyoruz.
2. Yardımlaşma: İyi insanların birbirleriyle her yönden yardımlaşmasını istiyoruz.
3. Dostluk: İyi insanların birbirleriyle dostluklarının tesis edilmesini istiyoruz.
Bunun için vakıf senedinde detaylı maddeler var... Şunları yapacağız, bunları yapacağız diye ama, bu önemli... Yâni, müslümanların birliği önemli, müslümanların birbirini sevmesi önemli...
Müslümanların herbirinin hareketini bir kuvvet vektörü olarak kabul edersek, her kuvvet bir çizgiyle, okla gösteriliyor. Bu okun bir istikameti var... Bir koltuğa bir ip bağlayıp bir istikamete doğru çekerseniz; koltuk o istikamette, çektiğiniz kuvvet kadar çekiliyor. İstikameti olan bir kuvvete vektör diyoruz ya... Koltuğu bir insan çekebilir. Ama, çekilemeyecek kadar bir şeyse bu, çok büyük bir şeyse; bu büyük ağır eşyaya herkes ipi bağlayıp da, hepsi bir istikamete çekerse, bu büyük eşya yerinden oynar... Kaya yerinden oynar, o eşya hareket eder, istediğiniz yere gelir.
Denizde bir büyük kayık düşünün, motor düşünün... İpini bağlamışsınız. “Haydi gayret!” diyorsunuz, çekiyorsunuz. Herkes
bir tarafa doğru çekerse, tamam... Demek ki, kuvvetlerin aynı istikamete döndürülmesi lâzım!..
Şimdi çalışan herbir grubu bir kuvvet olarak düşünürsek; ben bu tarafa çekerken, öteki arkadan diğer tarafa çekerse hareket olmaz. Bazan karıncaları görüyorsunuz, yerde bir buğday tanesi buluyorlar. Birisi bir tarafından tutmuş bu tarafa çekiyor, ötekisi de öbür tarafından tutmuş o tarafa çekiyor. Tane üç adım o tarafa gidiyor, üç adım bu tarafa geliyor. Böyle bir şey oluyor.
Onun için, şimdi bütün müslümanların birleşmesi lâzım!.. Neden?.. Çok vahim bir durumdayız. Memleketimizin istiklâli zedelenebilir. Zayıflarız, zayıflarız... Etrafımızda bir sürü hain düşman var... Zayıfladığmız zaman saldırıverirler, Bosna-Hersek’e döner Türkiye... Feleğimizi şaşırırız. “Kızılcahamam’ın hangi dağına saklanıp da, düşmanla nasıl mücadele edeceğiz?” durumuna düşeriz. Tepemizde uçaklar dolaşmağa başlar.
O halde felâket gelmeden, kötü bir durum olmadan —olmaz inşâallah; Türkiye’ye herkesin kolay kolay da saldırabileceğini sanmıyorum ama, entrikalardan korkuyorum, tefrikalardan korkuyorum— mutlaka birleşmeleri lâzım!.. Küçük ihtilâfları halletmeleri lâzım!..
Bir de müslümanların çok kültürlü olması lâzım!.. Milliyetçi, mukaddesatçı, memleketin sahibi ve memleketin iyiliğini isteyen insanların dıştaki ve içteki hareketlerin menşeini, sahiplerinin niyetlerini çok iyi bilmesi lâzım!.. Bunları bilirse, onlara karşı tedbir alması mümkün olur.
Ben caydırıcı bir tedbir olarak da, müslümanların —dergide de yazdım bunu; kimisi ters yorumlarla başka tarafa çekmeğe çalıştı— milletçe ve devletçe silâh yönünden kuvvetli olmamız lâzım!.. Ne çeşit silâhla kuvvetli olacaksak, o silahların yapılması lâzım ki, düşman bize saldırmaya cesaret bulamasın!.. Kıbrıs’ta bir patırtı çıkarmaya kalkışmasın... Veyahut Doğu Anadolu’da bir şeyler yapamasın... Veyahut Kuzey Irak’ta herhangi bir şey yapamasın!..
Bizim profesörler öyle diyorlardı: “Para verin bize, biz atom bombasını yaparız! Zor bir şey değil, mâlî bir meseledir bu...” diyorlardı. Onun için diyorum ki, atom bombası bile yapmalıyız. Atom Ajansı’na üye bir devlet de Türkiye’nin olması lâzım!.. Atom bombası olan bir devlet haline gelmesi lâzım!.. Nükleer güce sahip bir devlet olmalıyız ki, kimse bize saldıramasın!..
Bu kolay değil... “Kuzey Kore’de nükleer güç var mı, yok mu?.. Kontrola açılsın! Bilmem ne?..” diye mücadele ediliyor. Zor...”Pakistan’da var mı, yok mu?..” diye Amerika sıkıştırıyor. Zor... Demek ki, olsa bile, dış güçler bunu kontrol altına almak veya söndürmek isteyebilirler.
Nükleer güç olmasa bile, klasik silahların en güzelleriyle mücehhez olup, en iyi bir tarzda eğitilmemiz, birlik ve beraberlik içinde olmamız, düşmanın bize saldırma cesaretini kıracağı için, ona da gayret göstermemiz lâzım!..
—Türkiye’deki İslâmî gruplar arasında, tâlî meselelerin öne çıkmasından kaynaklanan bir dağınıklık olduğu gözleniyor. Sizce
bunun köklü nedenleri var mı, yoksa yüzeyel nedenlerden mi kaynaklanıyor?
İslâm’ın emri birlik ve beraberliktir. İslâm açısından müslümanların ayrı olması, birbirine aykırı olması, muhalif olması, birbirini çelmelemesi, çengellemesi; ya da birisi bu tarafa çekerken, ötekinin öbür tarafa çekmesi doğru değildir. Binâen aleyh, İslâmî mesnedi yok işin...
Dinî bir grup şöyle diyebilir: “Ben dinî bakımdan haklı yoldayım; ötekisi dinî bakımdan yanlış yaptığı için ben böyleyim!..” Bu haklıdır, buna bir şey diyemeyiz. Çünkü, hakla beraber olmak emrolunmuştur; haklı olan taraf azınlıkta bile olsa... Peygamber Efendimiz diyor ki:
“—Hak neredeyse, onunla beraber olun!”
Bin kişi haksız, bir kişi haklı... Siz de ortadasınız. Bir bin kişiye bakıyorsunuz, bir bir kişiye... Kimden taraftan olacaksınız?.. Bir kişiden taraf... Neden?.. Haklı olan o olduğu için...
Bu gibi durumlarda ben, Hazret-i İbrâhim’i örnek veriyorum: Hazret-i İbrâhim AS, kendi sitesinde putlara tapmayan bir tek insan... Öbür taraf hepsi puta tapıyor. Hazret-i İbrâhim onlara muhalefet ediyor, onların gittiği yoldan gitmiyor, ayrılık çıkarıyor... Şimdi Hazret-i İbrahim mi tefrikacı, diğer site mensupları mı tefrikacı?.. Bütün site mensupları tefrikacı, Hazret-i İbrâhim doğru yolda... Çünkü, hakla beraber olmak kuvvetlilik oluyor, doğru oluyor.
Bir grup eğer bid’at işliyorsa, haram işliyorsa; buradaki grup da sünnet yolunda yürüyor, helâl işler yapıyorsa; bu burada durabilir, onunla birleşmez. Çünkü, o zâten dinî çığırdan sapmış oluyor. Bu mâzurdur. Herkesin hakta toplanması lâzım!.. İlle bir yerde toplanması lâzım değil... “Toplanalım da nasıl olursa olsun!” diye bir şey yok; hak olan yerde toplanılması lâzım geliyor.
—Gruplar neden birleşemiyorlar?
Grupları incelediğimiz zaman, genellikle şer’î bakımdan, dinî
bakımdan bir kusur bulamıyorsunuz; bu da iyi, bu da iyi, bu da iyi... Neden birleşmiyorlar?..
Bu, genel meselelerin ve tehlikelerin vehametini sezememekten kaynaklanıyor. O nedenle ben, “Bir müslümanın çok okuyan, içi ve dışı çok iyi bilen bir insan olması lâzım!” diyorum. Dış olayları bilemiyor, iç olayları bilemiyor. Gidiyor kendi varlığını, imkânlarını ve sayısal görünümünü yanlış yerde değerlendiriyor. Daha doğrusu kendisini başkalarının kullanmasına müsaade etmiş oluyor. Böyle bir şey olmaması lâzım!.. Bu neden oluyor?.. Bu da sosyal meseleleri bilmemekten, cahillikten oluyor. Sosyal konulardaki sezgi eksikliğinden kaynaklanıyor.
Bunun dışında başka bir şık, İslâmî grupları grup olarak ille ayrı kalsınlar diye provake eden; yâni ortaya lider gibi bir şey atıp, “O grubu derleyip toparlayıp, sen bu tarafa çekeceksin!”; “Sen de bir başka grubu yakala, şu tarafa çek de şu müslümanlar birleşmesin!” diye müslümanları tefrikaya düşürmek için, dış güçler tarafından ortaya sürülen ve müslümanları ayrı ayrı taraflara çekip birlik ve beraberliğini sağlatmayan bir çalışma da var... Bu da çok net olarak görülebilen bir şey...
—Siyaset-İslâm ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir müslüman nasıl siyaset yapmalı?
İslâm siyaseti kabul ediyor. İslâm’ın vakıa olarak bulunmadığı hiç bir konu yok... Her konuda İslâm var, İslâm’ın emri var, tavsiyesi var, yönlendirmesi var... Siyaset sahasında da İslâm var... Müslümanların bu sahada da çalışması lâzım!.. “Ben müslümanım, ben böyle şeylerle ilgilenmem!” diyemez. Çünkü, Peygamber Efendimiz SAS Medine-i Münevvere’ye gitti, orada anayasa sayılabilecek bir metin hazırladı. Dış ülkelere elçiler gönderdi. Harpler, sulhler yaptı. Heyetler kabul etti. Çarşı pazarı kontrol etti. Belediye başkanlığı hizmeti gibi, devlet başkanlığı hizmeti gibi her türlü hizmeti yaptı Peygamber Efendimiz... Binâen aleyh, siyâsî çalışmalar yapılacak.
Siyasî çalışmalarda amaç, Allah’ın rızasını kazanmak olacak...
Amaç, dine hizmet olacak... Amaç, milleti mutluluğa erdirecek şeyleri yapmak olacak, milletin hayrı olacak... Siyâsî sahada hizmet veren insanda İslâm’ın ahlâkı görülecek, İslâm’ın istediği vasıflar görülecek; takvâ görülecek, dürüstlük görülecek, adâlet görülecek, ehliyet görülecek... Yetenekli olacak, o konunun sahibi olacak, mütehassısı olacak, iyi bilecek... Zekâ olacak, fetânet olacak... Hizmeti öyle götürecek.
“Politikada böyle şeyler olur... Bugün dediğini yarın inkâr edersin... Dost tanımazsın; elini sıkar, ayağına çelme takarsın... filân.” gibi şeyler İslâm’da yok!.. İslâm’ın kendine göre âlî ahlâkı olduğu görülecek.
—Bu çizdiğiniz çerçeve içerisinde Türkiye’de yapılan siyaseti nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu çerçevede siyaset yapan kişi, grup veya parti var mı?
İyi niyetli insanlar var... Biz bazılarını çağırıyoruz, konuşturuyoruz. Bazılarıyla tanışıklığımız var... Ama bu çerçeve içerisinde değerlendirecek olursak, Türkiye’deki politikanın içinde bulunan insanların yüzde doksan – doksanbeşi herhalde sınıfta kalır. Bizim istediğimiz ölçüde çalışmıyorlar. Böyle çalışsalar çok daha iyi olur.
—Türkiye’nin gerçekleri ortada olduğuna göre, bu gerçekler ışığında ihlâslı, samîmî müslüman nasıl siyaset yapmalı?
Biz geçtiğimiz senelerde, seçim olduğu zaman kardeşlerimize yol göstermek, fikrimizi söylemek durumunda olduğumuz için, tavsiyelerimiz olmuştu: “Bir müslüman en ideal mânâda, en güzel siyaseti yapmağa çalışmalı; böyle bir partiyi teşkil etmeğe çalışmalı!” demiştik. Onun için, zaman zaman basında da çıktı, din adamı olarak parti kuracak diye konuşuldu.
Hakikaten de kurmayı düşündüğümüz oldu. “Mâdem bu çok güzel yapılmıyor, o halde en güzel şekilde yapılması için, biz de siyasete soyunalım mı?..” diye düşündüğümüz oldu. Tabii, bu da bir
genel kabulle, grup çalışmasıyla olacak bir şey... Tek başına insanın düşünmesi yetmiyor.
—Niye parti kurmaktan ya da siyasete atılmaktan vaz geçtiniz?
§öyledim, ben bu ihtiyacı ortaya koydum. 1987’de üniversitede bulunduğum yıllarda dedim ki: “Müslümanların Türkiye’deki oy potansiyeli %7 değildir. Yüzde beş, yüzde yedi oluyorsa, bir eksiklik var demektir. Bu eksikliğin düzeltilmesi lâzım, bu tıkanıklığın açılması lâzım!.. Yapamayacak çekilsin, yapacak bir ekip bu işe girişsin!” dedim. Ama, genel bir kabul olmadı. Ben bu işi söylemiş olduğum için vebalden kurtulmuş oldum. Ama genel bir kabul görmediği için öylece kaldı.
—O dönemde bir siyasî parti lideriyle ihtilâfınızdan söz edilmişti. Böyle bir şey var mıydı?
1987’de ben, “Seçimlerde %7’lik bir sonuç müslümanların hakkı değildir. %99’u müslüman olan bir ülkede %7 oy alınmaz. Burada bir eksiklik var!” dedim. Bu bir ikazdı, bir itirazdı, bir feverandı. “Niye böyle oluyor, olmaması lâzım!” diye ilgililere söyledik.
Elimizden geldiği kadar kendimiz, talebelerimiz ve arkadaşlarımızla yine en iyi tarzda çalıştığına inandığımız kimseleri destekliyorduk. Fakat sonradan, tabanından tavanına kadar bizim arkadaşlarımızdan olan, bizimle ilgili olan bir yerde, aleyhte birtakım sözler duymaya başladık. Arkadaşlığa uymayan bir takım garip tavırlar görmeğe başladık. Bizim de sahibi olduğumuz bir yerdi orası... Biz orada sığıntı değildik ki, işin içindeydik. Tepeden tırnağa kadar asıl sahibiyiz belki... Aleyhimize birtakım olaylar gelişti.
Sorduğumuzda bize denildi ki: “Bunlar falanca bölgedeki densizin işidir, falanca bölgedeki falanca cahilin, fanatik kimsenin işidir; aldırmayın!” vs. Fakat sonradan anlaşıldı ki, bu öyle bir olay değilmiş. Sonradan dozajlar daha da artınca, biz de tabii, “Böyle olmaması lâzım!” dedik. O da 1990 yılındadır.
Tabii biz, seçimlerden çok öncelerde söylüyorduk: “Bakın öteki partiler bir-birbuçuk yıl önceden ilçeleri yoklamağa başlıyorlar. Halkı anketlerle yönlendirmeğe çalışıyorlar. Haydi bakalım, siz de şöyle yapın, böyle yapın!..” diyorduk. Çalışmalar bu kalitede götürülmüyordu. Sonradan onlar tarafından dışlanma faaliyeti ortaya çıkınca, iş bu noktaya geldi.
—Sizin bu itirazlarınız, bir politikacıyla liderlik mücadeleniz gibi yansıtılmaya çalışıldı. Parti genel başkanlığı gibi bir niyetiniz var mıydı?
Politik bir niyetim yoktu. Bizim düşüncemiz, müslümanların yönetime hakim olmasıydı. Hâlâ da budur. Şu anda da bizim bağrımızın yarası; Türkiyede rüşvet yiyen insanların, hain insanların, anarşist insanların, hazineyi çarçur eden hırsızların işlerin başında olmasıdır. Bunların gitmesi lâzım!.. Memleketini seven, haram yemeyen, memlekete hizmet veren, işin ehli
insanların gelmesi lâzım!.. Gelmiyor. Seçimlerde çok küçük sonuçlar alınıyor. Böyle olmaması lâzım!..
Bir partinin başkanlığı aklımızın köşesinden geçmiyordu. Bizim öyle bir düşüncemiz yoktu. Zâten o partinin başkanı da tekkemizin dervişi idi. Netice itibariyle, mevki makam bakımından altımızda bir insandı. Hoca ile talebesinin mücadelesi sözkonusu değildir.
Hocamız’a da birçok parti başkanının geldiğini biliyoruz. Gelirler, diz çökerler, elini öperlerdi. “Ne emredersiniz efendim?” derlerdi. Hocamız (Mehmed Zâhid Kotku Rh. A.) bir caminin imam- hatibi idi. Hocamız da bir partinin genel başkanlığı peşinde değildi. Biz de öyleyiz.
Bizim de düşündüğümüz, Allah’ın ahkâmı yürüsün... Dürüstlük ve ahlâk sahibi insanlar devletin başına geçsin... Milleti seven ve millete acıyan; cebini doldurmak isteyen değil, devleti yıkmak isteyen değil, devleti güçlendirmek isteyen, millete hizmet etmek isteyen insanlar hakim olsun istiyoruz.
Herkesin bir ihtisası ve mesleği var... Bizim mesleğimiz o değil... Politikacı olarak yetişmedik. Politikayı düşünmedik. Politikanın içinde çalışmayı düşünmedik. Politikadan daha yüksek buluyoruz yaptığımız çalışmaları... Politikacıların üstünde bir çalışmayı daha çok seviyoruz.
Kültürel çalışmayı, insanların imanına hitab eden ve hiç kimseyi siyasi partisinden dolayı dışlamayan bir politikada olmayı tercih ediyoruz. Birisi kalkıp da, “Ha, o filânca partinin mensuplarının hocasıdır; ben onun yanına gitmem!” derse, olmaz. Bizim hocalığımız yürümez, fonksiyonumuz yerine gelmez. O halde bizim partilerin üstünde olmamız lâzım, hakkı söylememiz lâzım!.. Hayrı söylememiz lâzım, desteklememiz lâzım!..
Bizi çeşitli meseleler olduğu zaman çağırırlardı. Eğitim seminerleri olduğu zaman, hoca olarak çağırırlardı. Ama sözler dinlenmeyince, işler gayr-i İslâmî yapılınca; sonuçlar alınamayınca da, bir de fatura bize çıkınca, “Derviş sizin dervişiniz!” diye... O zaman, “Bizim böyle bir şeyle alâkamız yok!” deyip meseleyi açıkça
ortaya koymamız gerekiyordu.
Bu durum iyi oldu. Herkes bizi biliyor ki, şu anda el-hamdü lillâh, ilmi irfanı hür bir hocayız. Herhangi bir yere takıntımız, bağlantımız yoktur. Kimsenin emrinde değiliz. Hakkın, İslâm’ın tebliğini yapmağa çalışıyoruz. Bu güzel bir şey... Benim pozisyonumdaki bir hoca için en güzel çalışma budur. Bunun dışında başka bir şeyi, tenzil-i rütbe olarak kabul ederiz.
—Şu andaki politik durumu, müslümanların politikadaki ağırlığı ve söylediklerini kabul ettirebilme durumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdiki durumu, daha büyük bir parçalanma olarak görüyorum ve üzülüyorum. Çünkü, demin anlattığım hadiselerden sonraki bîtaraf ve partiler üstü politika izleyen şahsiyet durumuna gelmemiz dolayısıyla, kapımız herkese açık, kucağımız herkese açık... Herkes de bize gönlü açık oldu, kendini tanıtma durumunda oldu. Biz bundan mutluluk duyuyoruz. Görüyoruz iyi insanlar var... “Şu partide olan insan müslümandır, onun dışındaki değildir.” diye bir şey doğru değil... Görüyoruz ki, şurda da müslüman var, şurda da var, şurda da var... Hiç ummadığın yerde, ummadığın bir partide bile çok samimî insanlar olabiliyor.
Binâen aleyh, müslümanlar yine allem edilmiş, kallem edilmiştir, parçalanmıştır. Bu parçalanmanın gelişmesi tabii olabilir; ama, mevcudiyeti tabii değildir. “Bu parçalanma neden oldu?.. O niye bölündü, bu niye ayrıldı?.. Bu niye şöyle oldu?.. Bu niye var?.. Niye birleşmiyorlar?.. Niye tek tek duruyorlar?..” denilebilir, herkes bir söz söyleyebilir. Ama, bizim anlayamadığımız: Bu kadar iyi insan niye bir araya gelemiyor?.. Biz bunların bir araya gelmesini istiyoruz. Çünkü, kötü insanlar, hain insanlar memleketin yönetiminde olursa, memleket batacak diye korkuyoruz. Memleketin istikbalinden endişemiz var...
Anarşist insan bakan olursa, ne olur?.. Felâket olur. Başhırsızı polis müdürü yaparsanız bir yerde, ne olur?.. Felâket olur. Böyle bir durumun olmaması lâzım, iyi insanların birleşmesi lâzım!.. Burda
bir bölünme var; bu bölünmenin bir tarzda giderilmesi lâzım!.. Şu memleketin hakîkî bağrı yanık, aşıklısı evlâtlarının, haram yemeyen, rüşvet yemeyen, hizmeti gece gündüz demeden yapan insanlarının politikaya el koyması lâzım!..
Bunun sağlanması için de ittifak gerekiyor, ittihad gerekiyor, vahdet gerekiyor. Bunları yapmağa çalışıyoruz.
—Yakın bir gelecekte böyle bir gelişme görebiliyor musunuz?
Olaylar böyle bir gelişmeyi zorluyor. Böyle bir gelişme olmazsa, memleket çok büyük sıkıntılara düşer. Olayların vehâmeti böyle bir gelişmeyi şart koşuyor; böyle bir ihtiyacı bütün çıplaklığıyla gözlerin önüne seriyor. Yalnız herkesin ittifak ettikleri bir şey görünmüyor. Herkesi toparlayacak, bir birleştirici şahıs olsa, bu bitecek, hallolacak.
—Türkiye’de böyle bir şahıs yok mu?
Muhakkak vardır. Bizde hazineler vardır kıyıda köşede ama, politikanın içinde değildir veya meclisin içinde değildir. Veyahut bir tarafı iyidir de bir tarafı eksiktir. Herkesin hemfikir olduğu bir çıkış olsa, böyle bir birleşme olur. Olması da lâzımdır.
—Son günlerde özel televizyonlarda, sık sık İslâm’ın bizâtihi kendisi veya İslâm ile ilgili konuların mevzû edildiği programlar oluyor. Bu programları yöntem ve muhteva açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Televizyonlar özelleşince, çoğalınca, halkın teveccühünü kazanmak için bazı çalışmalar yapmağa başladılar. Bizim halkımızın dindar olduğu bir gerçek olduğu için; hem gazeteler, hem televizyonlar, hem de partiler ve halkın teveccühünü kazanmak isteyen herkes, dinî konuları işlerler. Bakarsınız en solcu, dine karşı yazılar yayınlayan, ateistleri bünyesinde toplayan gazeteler, Ramazan geldi mi, Ramazan Sayfası açarlar.
Haftalık bir dergiyi alalım! Basınla ilgimiz olduğu için net olarak biliyoruz nasıl çalıştıklarını... Bunlar üç şey yapar: 1. Dinî konu koyar. 2. Politik konu koyar. 3. Cinsel bir konu koyar, müstehcen resim vs. koyar. Çünkü, halkın cinsel içgüdüleri önemli bir içgüdüdür.
Dindarlıktan tiraj kazanmak istiyor, cinsellikten tiraj kazanmak istiyor, parti sevgilerinden faydalanarak tiraj kazanmak istiyor. Bakarsınız filânca partinin lideriyle ilgili bir yazı, falanca dinî konuyla ilgili bir yazı... Bir taraftan da seksüel bir konu, müstehcen bir resim... Yâni ne yapmak istiyor?.. İnsanoğlunun nefsine hitab etmek istiyor, arzularına hitab etmek istiyor. Böylece onları kendisine bağlamak istiyor, dergisini satmak istiyor.
Televizyonlarda da böyle... Ben şahsen, televizyon izleyebilen bir insan değilim... Yayınları takib edebilmem çok nadirdir. Bazan gittiğim yerlerde onlar açıyorlar, öyle görüyorum. Tabii bunları aslında bizim, “Dinî konuşmalar nasıl oluyor?.. Kimler ne yapmak istiyor?..” diye takib etmemiz lâzım!.. Sadece dinleyenlerin bazen, ertesi günkü duygularını sohbetlerde ben duyabiliyorum. Diyorlar ki:
“—Falanca insan güzel konuştu. Filanca İslâm’da olmayan bir şeyi ileri sürdü. Filânca yalan söyledi, yanlış söyledi.” filân diye...
Özel televizyonların kurucuları dindar olanları, dinî konuları güzel bir tarzda aksettirmek ister. Kurucularının dini imanı para olanlar, dinî konuyu koyar, ama dinî konuda da yine bir hainlik yaparlar. Oraya da bir dinamit koyar.
Hiç unutmuyorum, devletin resmî televizyonunda, 32. Gün programında M. Ali Birand, Yusuf İslâm’la ilgili bir konuyu işliyordu geçen sene... Ben de Ankara’daydım, misafirdim bir yerde... Yusuf İslâm, müslüman olmuş bir Yunanlı İngiliz vatandaşı... Eskiden pop-müzik konusunda eserler vermiş, meşhur olmuş, ondan sonra da müslüman olmuş. Sakallı, sarıklı, cübbeli bir müslüman kardeş... Tanıyorsunuz. Onunla ilgili bir programdı. Anons etmiş, reklamını vermiş, ilânını vermiş, günlerdir
bekleniyor. Biz de izlemek için televizyonu açtık. Biz de açtık ama, 32. Gün’ün o programının başına M. Ali Birand, öyle müstehcen sahneler koşmuş ki, aklınız durur. Utandım, yerin dibine geçtim ben... Çünkü, en müstehcen sahneleri koymuş.
“—Müstehcen falanca filmin yasaklanması yasaklanmaması” diye bir konuyu mahsustan oraya alarak, âdetâ müslümanla alay ediyor. Müslüman Yusuf İslâm’ı seyredecek; müslümanın seyredeceği programın başına da yatak sahnesi koyuyor ki, onu ailece seyreden bir insanın hali ne olur?.. Korkunç bir şey...
Demek ki, televizyonların sahiplerinin, yöneticilerinin zihniyetleri, İslâm ile ilgili konuların yapısına yaklaşımlarını değiştirir. İyi bir insan, iyi bir mesaj vermeğe çalışır. Kötüler de İslâm’ı anlatıyormuş gibi yapıp, ya İslâm’la alay ederler, ya da İslâmî bir meseleyi dejenere etmeye çalışırlar. Tabii, bu kötü bir şey...
—Bu programların nasıl olması lâzım?
Tabii, bir konuyu işleyeceği zaman, adam şahısları seçiyor. Şahısları da kendisinin istediği şeyi sağlayacak tarzda seçiyor:
“—Falanca reformist adamı çağırayım... Onun karşısına dinsizi koyayım. Onun yanına filâncayı koyayım... Bir de müslümanların beğendiği falanca kimseyi alayım. Ama ona baskı yapalım, onu aciz duruma düşürelim, tepeleyelim!” diye böyle ayarlayabiliyorlar.
Bunlar kasıtlı ayarlamalardır. Dini doğru olarak öğretme gayreti değildir. Hem seyirciyi ayartma, hem de İslâm’ı çarpıtma çalışmasıdır. Böyle programları müslüman kardeşlerimizin ya seyretmemesi lâzım; ya da buradaki oyunları, dalavereleri, yanlışlıkları müsbet kanaate sahip kimselerin ciddî alimlerle konuşarak ortaya koyması lâzım!..
—Buna karşı ne gibi tedbirler alınabilir?
Buna karşı tek başına bir vatandaş olarak veya bir İslâmî grubun mensubu olarak sizlerin ve bizlerin yapacağı, o yanlışları bahis konusu edip doğruları halka anlatmak; “Bak, falanca programda birisi böyle dedi ama, işin aslı budur.” diye doğruyu söylemek... Asıl görevi, kanun Diyânet İşleri Başkanlığı’na veriyor. Dinin doğru tanıtılmasında bir sûikasd varsa, yanlışlık varsa, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın onu düzeltmesi lâzım!.. Denetlemesi lâzım!.. Tenkit etmesi lâzım!..
Bunun böyle bir şeye bağlanması çok iyi olur. Hele hele şimdi bir radyo-televizyon yüksek kurulu (RTÜK) kurulduğu için, dinî yayınların mutlaka Diyânet İşleri Başkanlığı’nın tasvibinden geçmesi ve ihtilâf halinde, Din İşleri Yüksek Kurulu’nun bilirkişi olması getirilmeli ki, önüne gelen kalkıp da dini öğretiyorum der gibi yapıp dini bozmasın. Devlet, Diyânet İşleri Başkanlığı vasıtasıyla ile buna müdahale etmeli; bu çarpıtmayı, yanlış öğretmeyi, bozmayı, tahrifatı engellemeli!..
Çünkü, bu bir aldatmacadır, dalaveredir, kandırmacadır; bunu devlet engellemeli... İlâhiyat fakülteleri vardır, Diyânet İşleri Başkanlığı vardır. Bu meseleyi onlar takib etmeli!..
Özel olarak bizler de iki şey yapabiliriz: Vatandaş olarak onları seyretmeyiz, tirajları düşer. Ve hattâ öyle hareket eden özel televizyonları boykot ederiz. “Sen böyle programlar yapıyorsun, senin öbür programlarını da seyretmiyoruz!” diye, böyle bir şey yapabiliriz. Halkımız bunu etkili yapabilse, onlar yola gelir.
Ayrıca İslâm’ı doğru olarak anlatacak teşebbüs yapma kabiliyetimiz varsa, radyo yayını, televizyon yayını imkânımız varsa, o zaman orada o konunun doğrusunu anlatmamız gerekiyor..
Bizim dergilerimiz var; “İslâm” dergisi, “Kadın ve Aile, İlim ve Sanat” vs. Eğer İslâmî bir konuda bir zırva, bir yalan yanlış söz söyleniyorsa basında; biz onu ele alıyoruz. Gidiyoruz, bu konunun en selâhiyetli en ciddî alimlerine meseleyi soruyoruz. O dergi o konuyla ilgili özel sayı oluyor ve orada müsbeti anlatıyoruz. Bu ne oluyor?.. Bu onların zehirini tedâvi eden bir panzehir oluyor. Onların pisliğini temizleyen bir deterjan oluyor.
Bu tabii, Peygamber SAS zamanından beri böyle olmuştur. Müşrik şâirler kalkmış, şiir kaside yazıp aleyhte propaganda yapmışlar. Peygamber Efendimiz’in, İslâm dininin aleyhinde yazmışlar, çizmişler, söylemişler, söğmüşler, saymışlar. Bunun karşısında müslüman şairler, İslâm’ı medheden ve İslâm’ı savunan şiirler yazmışlar.
O zamanın şairlerinin bu mücadelesi, şimdi basın hayatında oluyor. Radyoda ve televizyonda oluyor. Demek ki, bizim de vazifemiz Peygamber SAS zamanındaki gibi, İslâm’ın güzelliğini ve hak olan, doğru olan şeyleri konu alıp, bunları anlatmak...
Tabii, sonunda halk da anlayacak. Bizim televizyonumuz hakkı söylüyor, hakkı tutuyor... Ahlâkı savunuyor, güzeli savunuyor ve doğru konuşuyor; ötekisi de dalavere, yalan, yanlış... O zaman onu bırakacak. Halkın elemesi sonucu iyiler hâkim olacak.
İslâm ile ilgili programlara katılma teklifi aldınız mı?
Ben böyle boş zamanı olan bir insan değilim. Burada üç günlük eğitim için toplanmış bulunuyoruz. Burası tatil yeri, güzel bir yer...
Burada siz beni böyle buldunuz. Ama, ben bazan İstanbul’da konuşma yaptığım yerde kardeşimi karşıda dinleyici olarak görüyorum ama, yanına gidip onunla görüşemiyorum. Çünkü, kalabalık etrafımı alıyor, ona ulaşamıyorum, binbir mesele çıkıyor. Benim kendi grubumun meseleleri, mecmualar vs. beni çok meşgul ettiği için, boş yer olmadığından pek öyle şeylere imkân bulamıyorum. Teklifler çok oluyor ama, karşılık veremiyorum.
Bir de şunu yapmak istemiyorum: Benden bir röportaj alırsa, “Esad Hoca ile bir konuşma yaptım!” diyecek, ilân edecek; kendi yayınına ben reklam olmuş olacağım. Ben bundan kaçınıyorum. Herkese yazı, beyanat vermiyorum ki, Kasden yapmıyorum ki, benim grubumu derleyip toparlayıp kendisine müşteri yapmasın.
—Şunun için sordum: Teklif var da siz mi katılmıyorsunuz, yoksa teklif mi gelmiyor?
Doğrusu, televizyonlardaki bir açık oturuma beni çağırdıklarını hatırlamıyorum. Ama, gazete röportajları için çok teklifler oluyor da, hepsini reddediyorum; belki ondan... Neticede filânca televizyon kanalı falanca gazetenin, falanca televizyon kanalı filânca gazetenin kanalı olduğundan, adamlar gazeteye red cevabı aldıkları için belki çağırmıyorlar. Böyle olabilir.
Gazeteler de bir şey sorduğu zaman, “Cevap vermeyince, acaba vebal altında kalır mıyım?” diye düşünüyorum. Cevapları kendi yayınlarımda veriyorum. Onlara tiraj artışı sağlamamak için... Çünkü, daha önce de söylediğim gibi, onların tiraj arttırmak için üç oyunları vardır: Dinî yayın, siyâsî câzip yayın ve seksüel câzip yayın...
—Politik gelişmeler doğrultusunda Türkiye’de ortaya çıkan bir gelişme var: Lâik-antilâik veya lâik-müslüman kutuplaşması... Bu gelişmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu bir hıyânet-i vataniyyedir, hâinliğin bir cephesidir. Bu memleketin evlâtlarını, %99’u müslüman olan insanları böyle, “Ben
lâikim, sen değilsin!.. Ben ilericiyim, sen gericisin!..” diye ayırmak hıyânettir. Akıl vardır, mantık vardır; meseleler konuşulur, bir noktaya varılır. Soruyorsun kendisine... “Ben de müslümanım!” diyor. Hattâ, “Ben senden daha iyi müslümanım!” diyor. Bu, dış güçlerin Türkiye’deki insanları birbirine düşürmek için ortaya attığı bir ihtilâf konusudur. Böyle bir konuya bulaşanlar, gündeme getirip de canlı halde tutanlar bir maksat taşıyorlar.
Lâik tarafı tutanlara baktığımız zaman, maksadın ne olduğunu biraz da anlamak mümkün oluyor. Kendileri rüşvetlerle, suistimallerle o kadar yıpranmış durumdalar ki!.. Rüşvetleri skandallar halinde basına intikal ediyor, edecek olanları var... Şimdi onların bir tek tutamağı var: Lâiklik... Nereye tutunurlarsa tutunsunlar, batacaklar. Ne lâiklik kurrtarabilir onları, ne başka bir şey...
Efe gibi ortalıkta dolaşırken de söyleyecekleri bir tek şeyleri, lâiklik... “Biz lâikiz!..” diyor, “Biz şucuyuz!..” diyor. “Biz şunların bekçisiyiz!” diyor. Aslında hırsız, aslında muazzam suistimalci... Aslında mahkemeye çekilip, divan-ı harbe verilip, mahkeme edilecek insan... Ama böyle dediği için, bazı kimselerin gözüne girdiğinden, kendi kusurunu kapatmaya çalışıyor ama; bir taraftan da böyle bir ayırımda başı çektiği için, dış kuvvetlerin emrinde olduğu hissini de veriyor.
—Dünyada bir küreselleşmeden söz ediliyor. Bu küreselleşen dünyada İslâm’ın ve müslümanların durumu ne olur sizce?..
Bu küreselleşme Amerika’nın lafıdır. Yeni Dünya Düzeni diye, etrafındaki insanların zayıflığını görüp, kendi güçlerini görüp, “Bu dünyanın tek sahibi biz olalım!” demeleridir açıkçası... Türkçesi budur. Amerika’nın dünyaya hakim olması demektir.
Bunun karşısında olanlar var... Karşısında olanlardan bir tanesi Almanya’dır. Almanya, Avrupa’yı derleyip toparlayarak Amerika’nın karşısında bir güç olma yolundadır. Hattâ bu işte Rusya’yı da yanına alarak... Tabii alır mı, alamaz mı meselesi ayrı ama, epeyce bir mesafe almıştır, büyük bir güç olmuştur. Dünyanın
en büyük pazarlarından birini oluşturmaya çalışmıştır.
Amerika, Almanya’nın gelişmesinden fevkalâde endişelidir. Hattâ Avrupa’daki şu anda Almanya ile işbirliği yapan devletlerin bir kısmı Almanya’dan endişelidir. Onunla birlik halindedir ama, gerektiğinde çelme takmak için, onun şerrinden korunabilmek için orada duruyor.
Meselâ, İngiltere niçin bu birliğin içindedir?.. Almanya ile harbetmişlerdir. Fransa niçin bu birliğin içindedir?.. Almanya ile harbetmiştir. Almanya onları istilâ etmiştir. Britanya adalarına çıkarma yapmak istemiştir de, olmamıştır. Almanya’nın gelişmesinden onlar da endişe ediyor.
Almanlar inatçı bir millet, sert bir millet ve kavgacı bir millet olarak Avusturya’yı, Polonya’yı, daha başka bir çok ülkeyi yutarak büyüme gayretindedir. Bu bir kere dünyadaki küreselleşmenin karşısında bir şeydir. Böyle bir şey yok... Amerika’nın o hevesi var ama, Almanya’nın onun karşısında başka bir hevesi var...
Bunlar kendi kendilerine istedikleri kadar bir şeyler düşünsünler, dünyada hakîkî bir dev vardır; Çin vardır. Nüfusuyla, coğrafyasıyla, gelişmesiyle o kadar muazzam bir güçtür ki, bütün bu Rusya’sı, Avrupa’sı ve Amerika’sı ondan korkmaktadır. Güneydoğu Asya’daki çeşitli harpler, Vietnam harpleri, Kore harbi ve şu andaki ihtilaflar... Hep arkasındaki Çin’in gücü ve orada menfaatleri olan Batılı devletlerin menfaat çatışmasının su üstüne çıkmış görüntüleridir.
Aslında hiçbir şeye evet demeyen bir Çin vardır. Kendi istikrarlı yolunda yürüyor. Amerika birkaç yasak koymak istiyor ama, Çin dinlemiyor. Amerika o yasağını kaldırıyor; çünkü, uygulayacak gücü yoktur. Çin’li Vietnam’da dolaylı yoldan çarpışmıştır ve oradan da çekilmiştir, yenilmiştir. Çin öyle kese kese bitecek bir ülke değildir. Kendi kültürüne sahip, hiç de öyle Amerika’ya ram olmayı düşünmeyen bir kuvvettir. Binâen aleyh küreselleşme, Çin varken yine mümkün değil...
Amerika’nın ayrıca Japonlarla arası bozuktur. Çünkü, atom
bombası atmıştır. Japonlar onlara kızmaktadır, tarihî hınçları vardır. Japonlar şu anda Amerika’dan intikam almaktadır. Amerikan şirketlerinin hisselerini bile almakta, Amerika’yı içten fethetmeye çalışmaktadır. Nüfusuyla, ekonomisiyle başlı başına bir güçtür. Ayrıca Pasifik’te yeni yeni güçler teşekkül etmektedir. Japonya’nın Amerika’ya ram olması bahis konusu değildir.
Amerika’nın istikbali pek o kadar parlak değildir. Dünyaya tek başına hakim olması muhtemel görünmediği gibi, ötekilerin de tek başına hakim olmaları muhtemel görünmüyor.
Bu pozisyonda müslümanların yeri, her tarafa eşit mesafededir; Amerika’ya da, Avrupa’ya da, Çin’e de, Japonya’ya da İslâm’ı yaymak için çalışacaklardır. İslâm Alemi kendisini derleyip toparlamaya çalışacaktır; korumağa, kollamağa çalışacaktır. Elbette bu istismar bir gün bitecek... Her zaman devam edecek bir şey olarak görünmüyor. Müslüman ülkeler bu istismardan yakalarını sıyırdıkları zaman, onlar da büyük bir güç teşkil edeceklerdir. Şu anda güçlü değiller ama, nüfus potansiyelleri var, jeopolitik önemleri var... İstikbalde daha iyi olma avantajları var...
O halde Amerika’nın veya bir başka ülkenin dünyaya hakim olması, —tek başına veya ortak bularak— işte dünyaya hakim olalım, bölüşelim gibi şeyler sökmeyecektir. Bir müddet daha yürür ama, sonunda patlar. Onlar da hâkim olamazlar.
Bizim burada yapacağımız şey, yurdumuzda uygun adım marş, sarsılmadan yürümektir. Hem Türkiye olarak, hem İslâm Alemi olarak bu düşmanları bilerek, bu gelişmelerden haberdar olarak çalışmamız lâzım!.. İstikbal bizim lehimizedir. Bir akım sıkıntılardan yakayı kurtarabilirsek, sıyırabilisek kendimizi; İslâm Alemi’yle bütünleşebilirsek, İslâm Alemi’ndeki uyanışları sağlayabilirsek, dünyanın en büyük güçlerinden birisi de biz olacağız. Batının, Amerika’nın, Çin’in herkesin en çok korktuğu şey budur.
Tabii, bizim en büyük güç olmamız, dünyaya mutluluk getirecek. Çünkü, hepsinin dünya ve ahiret saadetini sağlamaya çalışırız. Bunu yapmak için var gücümüzle çalışmamız lâzım!..
(Yeni Hafta Gazetesi, 06. 07. 1994)