02. İSLÂMÎ ŞÛRÂ MUTLAKA KURULMALI!
Prof. Dr. M. Es’ad COŞAN
Soru:
—Hocam, ihtilaf kavramını tanımlayıp, “İhtilâfta rahmet vardır.” sözünü biraz açıklar mısınız?
Kısa tanımıyla ihtilâf; iki kişinin birbirine karşı farklı fikirler ileri sürüp, farklı hareketleri benimsemeleridir. Bu anlamda bir ihtilaf, bütün insanlık için söz konusudur. Istılahta ise, “Alimlerin hakkı tesbit, bâtılı ibtal niyetiyle bir araya gelerek, Kur’an ve sünnetten getirdikleri delilleri görüşerek, farklı fikirler ileri sürmeleri.” olarak tarif edilir. Bu mânâsıyla ihtilâf sadece alimler arasında olur.
İnsanlığı fikren zenginleştiren kaynaklardan biri de hiç şüphesiz, ilmî ihtilâflardır. Alimlerin ilmî çerçevedeki ihtilâfları, toplumu fikren ileriye doğru götüren bir lokomotife; cahillerin sözde ihtilâfları ise, kör döğüşüne benzer. Hem, “Bârika-i hakîkat, müsàdeme-i efkârdan doğar.” demişler. Yâni, “Hakikat şimşeği, fikirlerin çarpışmasından doğar.” Burada hakikat şimşeği, aydın bir toplumu; çarpışan fikirler de, ilme dayanılarak edeplice yapılan münazaraları temsil eder.
“—İhtilâfta rahmet vardır.” denilir ama, gerçekten her zaman öyle mi?
Alimlerin ihtilâfları bazen, toplumu içten içe kemiren bir kurt olur desem, şaşırırsınız değil mi?.. Hatta, ilmî ve edeplice olsa bile... Nasıl mı? Cevabı zor değil. Alimlerin ihtilâfı, eğer bir çözüme bağlanmaz ve ihtilâf sonucunda ortaya çıkan en doğru görüş, hayata aktarılamazsa, ihtilâf kısa zamanda tefrikaya dönüşür. Toplum parça parça, grup grup olur ki, bu çok tehlikelidir.
İhtilâfın rahmet olabilmesi için, temel iki şart vardır: Birincisi, alimler arasında ve ilmî çerçevede olup, kardeşlik havası içinde, sırf Allah CC rızası için yapılması... İkincisi ise, ihtilâf sonucunda
ortaya çıkan en doğru görüşün, derhal pratiğe dökülmesi, iyi niyete dayanması şarttır.
—Hocam, “Rabbânî metod budur!” “Peygamberî metod şudur.’” “İslâm’ı ülkeye hakim kılmanın metodu şöyle olmalıdır.” gibi çıkışlar oluyor. Bana öyle geliyor ki, bu tip çıkışlar hilâfetin ilgası ile başladı. Çünkü daha önceki dönemler için, metod adıyla yapılan bu tip çıkışlar söz konusu değil. Sizce bu çıkışlar ne zaman ve nasıl başladı?..
Ben bu görüşe katılmıyorum. Metod arayışları hilâfetin kaldırılmasıyla başlamadı. Metod adıyla yapılan bu çıkışlar İslâm dünyasında, Yunan, Hint ve İran kültürleriyle karşılaşıldığı zamanlarda başlamış ve gelişerek günümüze kadar gelmiştir.
Türkiye’de ise, bahsettiğiniz arayışlar Kanunî devrine kadar uzanır. Osmanlı’nın Avrupa karşısında yenilgisiyle başlayan metod arayışları, Tanzimat Devri’nde yoğunlaşıp, Abdülhamid Han döneminde çok güçlü fikri hareketlere dönüştü. Osmanlı kültürü ile Batı kültürünün kıyasıya çarpışmasıyla da, bu arayışlar katlanarak arttı. Sonunda İslâmcılık bir formül, Batıcılık bir formül, Türkçülük bir formül olarak önerildi. Bizde bu şekilde başladı.
Hasan el-Bennâ, Seyyid Kutub, Mevdûdî gibi hem alim hem de hareket adamı olan müslümanların eserleri dilimize kazandırılınca, onların güzel mücadele metodları birçok hususlarda model olarak alındı. Böylece metod ve fikir yönünden giderek artan bir zenginleşme sürecine girildi. Bu arayışların altında, Kur’an ve sünnete uygun olma arzusu yatmaktadır. Bundan dolayı söz konusu gelişmelerden memnun olmak gerekir.
—Metod farklılıklarının, birey ve toplum üzerinde olumlu- olumsuz etkilerinden bahsedilebilir mi? “İslâmî hareket metodundaki farklılıklar, siyasî, sosyal ve kültürel yapımızda bölünmelere yol açar.” demek mümkün mü?
Metoddaki ihtilâflar toplumu zenginleştirmekle kalmaz, fertleri de tefekküre sevk eder. Şöyle ki: İnsanlar kendileri gibi düşünmeyen kişilerle karşılaştıkları zaman, “Bu neden benim fikrimde değil? Onunki mi yoksa benimki mi doğru?..” diye tefekküre dalar ve doğruyu bulmak için daha çok gayret sarf eder.
—Ben bu noktada Türkiye’deki ihtilâflara gireceğim: Ülkemizde öyle bir noktaya gelindi ki falanca grup, falanca metod oldu. Olmasına oldu ama, Türkiye’de İslâmi hareket metodundaki ihtilaflar, ehliyetli kişilerin bir araya gelerek, Kur’an ve sünnetten delilleri karşılıklı görüşmeleri sonucunda mı ortaya çıktı? Gruplaşmalar ondan sonra mı başladı?..
Türkiye’deki alimler, İslâm’ın meselelerini görüşmek ve metod konusuna aydınlık kazandırmak için bir araya gelebilmiş değillerdir. Çünkü o zamanlar bir hayli yoğun baskılar vardı. Bu nedenle hareket birliğine varamadılar. Ancak, şahsî düşünceleriyle
çareler aramağa başladılar. Meselâ, Bediüzzaman Said Nursî’nin hareketi... O, imanî konulara büyük bir ağırlık vererek materyalizmi çürütmeye çalışıyor; kitaplar yazarak, bunların ülkenin her tarafında okunması için çabalıyordu. Bu onun metoduydu.
Bir başka örnek olarak da Süleyman Efendi”yi verebiliriz. Onun zamanında dini eğitim zayıflamış, dinî okullar kapatılmıştı. Çare olarak, birçok vaizler yetiştirip, onları ülkenin çeşitli yerlerine göndermeyi uygun bulmuştu. Vaizler, halkı din konusunda aydınlatıyorlardı. Bu da onun metoduydu. Hepsini saygıyla karşılamak gerek.
Müslüman ferdin benimsediği İslâmî hareket metodu, onun siyasî fikhî hattâ ve hattâ itikadî yapısını dahi belirleyen arızi etken durumuna gelmiştir. Ferdin davranışlarına yön veren, onu sınırlayan ya da serbest davranmaya sevk eden yine benimsediği metodudur. Aynı zamanda metod, dinin ne kadarını nasıl yaşadığını gösteren somut bir ölçü olmuştur. Yaşanan, dinin bazı bölümleri sadece. Ne dersiniz?
Evet doğru, söylediğiniz gibi...
—Hocam, uzun bir soruya, İbn-i Abidin’den yaptığım bir alıntıya geçiyorum:
“Kendisinden görev alınacak bir halife bulunmazsa, müslümanların yaşadığı yerde küfür kanunları uygulanır da, müslümanlar mahkûm durumuna düşerlerse ne yapmalıdır?.. Gerekli olan, müslümanların birini derhal imam seçmeleridir. Bu imamda ittifak etmeleri vacibdir. O da kadıyı tayin eder. Böylece aralarındaki hukukî meseleleri kendi mahkemelerinde çözme imkânına kavuşurlar.” Alıntımızda bir de şunlar mevcut: “Cuma imamı, àmil ve muhtesib.” Türkçesiyle lider, ekonomi bakanı, askerî ve polisiye işleri yetkilisi, hukukî işlere bakan hakim.
Görüldüğü gibi alimlerimiz İslâm’ın hakim olmadığı, Allah’ın kanunlarıyla hükmedilmeyen yerler için bir proje çizmişlerdir. Bu
proje, alimler konseyinden geçerek fıkıh kitaplarında lâyık olduğu yeri almıştır. Bu projeye aynı zamanda, istilâ fıkhı da denilmektedir. İslâm’da velâyet-i fakih olduğuna göre, bu proje bizi bağlar. Günümüzde birçok cemaatler, bazı insanların şahsî mücadele metodlarında ısrar ederek, alimlerin çizdiği istilâ fıkhı projesine kulak asmıyorlar. İzledikleri metod ise, çeşitli olaylar karşısında dinsel bir reaksiyon olarak ortaya çıkmış davranışların sistematize edilmiş şeklidir. Bu konudaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyim?
İbn-i Abidîn’den naklettiğiniz görüşlere proje demek hafif kalır, ben ona gerçekler diyeceğim. Evet, pratik ve pragmatik olaylar, şer’î ve bilimsel gerçekler karşısında geçerliliğini yitirir. İslâm’da önderlik ilmindir, alimindir.
Grup, işin batı dilindeki adıdır; İslâm’da cemaattir. İster cemaat, ister grup de; ikisi de fiilî bir topluluktur. Bu fiilî topluluk, şayet ilmin sonuçlarından uzak, fıkhî verilere ters veya ondan aşağı bir seviyede ise, kendisini İslâm’a ve bilimsel normlara göre ayarlamak zorundadır.
Kur’an ve sünnet çizgisinde olmak, temel ilkedir. Alimlerin belirttiği gerçekler geçerlidir, müslümanları bağlar. Öyleyse cemaatler, bulundukları merhaleden hızla bu merhaleye yükselerek, kendilerini bu gerçeklere göre düzenlemelidirler. İslâm fıkhı, İslâm’ın hükmetmediği her yerde alınması gereken bir plan ve programdır.
İnsan hata edebilir. Bulunduğu konum bir delile dayanmıyorsa hatasını anladığı an, dönme faziletini gösterebilmelidir. Muhakkak ki Allah, tevbeleri çokça kabul edendir.
—Türkiye’deki İslâmî hareket metodundaki ihtilâflar nasıl halledilebilir dersem, bu konuda tavsiyeleriniz neler olacaktır?
Bir misalle sorunuzu cevaplamağa çalışacağım: ABD’nin, Batı Almanya’nın federal bir devlet olduğunu biliyorsunuz. ABD birçok eyaletin birleşmesiyle oluşmuştur. Almanya, bir sürü küçük
krallıkların birleşmesiyle bir devlet haline gelmiştir. Bugün, Avrupa ülkeleri tek devlet haline gelebilmek için, AET”yi kurmuşlardır. Peki, biz müslümanlara ne oluyor da birleşemiyoruz?..
Birleşme, sanıldığı gibi kolay değildir. Türkiye’li müslümanlar, müstakil çalışmadan federatif bir çalışmaya geçilmesi gerektiğinin şuuruna varamamışlardır. İslâm’ın hakim olmadığı bir ülkenin diyelim ki, yetmiş ili var. Bunlardan A ilini ve B ilini ele alalım: A ve B ilindeki çalışmalar mahalli özellikler taşırlar. Ayrıntılara inildikçe problemleri farklılık arz eder. Her iki ilin mahallî yapısından kaynaklanan, değişik özellikler mevcuttur. Bu ülkenin her ilinde, bu küçük farklılıklar söz konusudur. Öyleyse tüm illerdeki cemaatler, farklılık arz eden işlerinde serbest olmak kaydıyla birleşmeli ve tek bir otorite tarafından yönetilmelidir. Alimlerin belirttiği gerçekler (istilâ fıkhı) Allah’ın kanunlarıyla yönetilmeyen her yerde temel olarak alınmalıdır.
“—İslâmî bir şûra kurulabilir mi?” sorusunun hangi ülkeyi hedef aldığı malûmunuz; bu ülkede İslâmî şûra gerçekleşebilir mi? Her şey için önce, şùrâyı oluşturabilecek nitelikte insanları var mı bu ülkenin?
Kur’an-ı Kerim’deki iki ayetle bu mevzuu açıklığa kavuşturacağım inşâallah... Allah-u Teàlâ kitabında mü’minlerin sıfatlarını anlatırken:
وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ(الشورى:٨٣)
(Ve emruhüm şûrâ beynehüm) “Onların işleri aralarında şûra iledir.” (Şûrâ, 42/38) diye buyurmaktadır. Bu ayet Mekke’de nazil olduğundan, ferdin ve cemaatin terbiye edilişine yöneliktir. Bu ayetle müslümanlardan gerek ferdi hayatında, gerek ailevi ve sosyal hayatında; gerekse siyasi ve ekonomik yaşamında şûrayla, danışarak, istişare ederek hareket etmesi istenilmektedir. “İstişare
eden yanılmaz.”, “Akıl akıldan üstündür.” gibi sözler boşuna değildir. Almanya’da da olsan, okulda da olsan önemli işlerinde istişare et!
Diğer ayet-i kerimede;
وَشَاوِرْهُمْ فِي الأَْمْر(اۤل عمران:٩٥١)
(Ve şâvirhüm fi’l-emr) “İş hususunda onlarla istişare et!” (Âl-i İmran, 3/159) emri yer almaktadır. Medine döneminde inen bu ayet, Peygamberimiz’in şahsında bütün müslüman idarecilere yönelik bir emr-i ilâhîdir. İslâmî toplumun siyâsî, iktisâdî, hukukî, sosyal hayatı şûranın kararlarına göre işler. Hangi toplumda olursak olalım, şùrâ meclisini kurmak biz müslümanlar için bir zorunluluktur. Dikkat ediniz: “Şûra kurulmalıdır.” değil, “Şûra kurulsun!” diyorum. Çünkü, Allah emrediyor.
Sıradan insanların şûraya girmesi düşünülemez. Şùrâ, şehadeti geçerli, ilim ve takvâ sahiplerinin yeridir; kuru kalabalıkların yeri değildir. Nitekim hristiyanlar, İznik Konsülü’nde bunu yaşadılar; işi parmak hesabına döküp dinlerini daha da parçaladılar. Demokrasi de öyle değil mi?.. On tane kalitesiz adam parmak kaldırıp “Kabul”, bir tane kaliteli insan kalkıp “Red” diyor ama, çoğunluk öyle istediğinden, hakikat katledilip yanlış hükmolunuyor. Bu nedenle, İslâmî şùrâya alınacak kişiler ilmiyle âmil, çağını tanıyan insanlar olmalıdır ki, biz bunlardan oluşan topluluğa, ehl-i hall ü akd diyoruz.
Bahsettiğiniz ülkede, şùrâyı oluşturabilecek çok nitelikli insanlar vardır.
—İslâm’ın birçok hükümlerinin yaşanabilmesi, halifenin —
istilâ altındaysak, kendisinde ittifak edilmiş tek imamın— varlığıyla mümkündür. Meselâ, İslâm’ın hükmetmediği yerdeki müslümanlar, velâyetini kime verecek?.. Küfrün, müslüman üzerinde yönetim hakkı olmadığına göre, tek imamda ittifak etmezlerse durum ne olacak? Büyük günah işlemiş olmazlar mı?..
Cemaatlerin imamları vardır. Bu imamlar bir araya gelip, kendisinde ittifakı vacip olan imamı seçmeleri pekâlâ mümkündür. Sanıldığı gibi kolay değildir ama, yapılamayacak kadar zor da değildir. Olması da gereklidir. Müslümanların velâyet sorunu da, bu mesele halledildikten sonra gün ışığına kavuşacaktır. Sadece velâyet değil, tüm problemlerin çözümü için ilk adım atılmış olacaktır.
—Türkiye’de metod farklılıklarından kaynaklanan İslâmî yapılanmaya, ihtilâf değil de tefrika denilebilir mi?..
Hayır hayır, ihtilâf var... Eğer tefrika olsaydı, müslüman grupların birbirleriyle çarpışması gerekirdi. İhtilâflar çözüme sağlanmadığı için, tefrika var gibi gözüküyor. Hepsinin gayesi İslâm’a hizmettir aslında... İyi niyetlidirler.
—Bütün bunlar gerçekleşmediğine göre, öyleyse nedir soran olan: Metod farklılığı mı, yoksa lider kim olacak sorunu mu?..
Her ikisi de mümkün ve muhtemel; çünkü, insanoğlu nefis sahibidir, ihtiraslıdır, arzularına meyyal bir varlıktır. Liderlik sevdasına düşmüş olanlar olabilir. Olabilirlikler üzerinde durmak istemiyorum. Biz hüsn-ü zanla emrolunduk; ta ki, kişinin kötü niyeti ortaya çıkıncaya kadar.
Ben her şeye rağmen, oluşumun devam ettiği kanaatindeyim. Henüz sonuca varılmış değil. Daha güzel durum ve konumlara ulaşılacağını kuvvetle umuyorum. Allah müslümanlara, bekledikleri zaferi verecektir!
(Vahdet Dergisi, 26 Şubat - 05 Mart 1990)