E. RÖPORTAJLAR
01. TASAVVUF ÜZERİNE SOHBET
Doç. Dr. M. Es’ad Coşan
a. Tasavvufun Menşei
Akif İnan:
—Konumuz tasavvuf. Efendim, bize önce tasavvufun menşeinden biraz bahseder misiniz? Saniyen, tasavvufa kaynak düsturlar arasında neleri saymak mümkün olabilir? Gerek Kur’an’a, gerek hadise dayanarak, gerekse Peygamber Efendimiz’in hayatından istihraç edebileceğimiz, tasavvufî düstur olarak sayabileceğimiz neler vardır?
Efendim; tasavvuf daha önceki din ve inançlara mensup kimseler arasında onların dinlerine bağlı olarak da mevcuttu. Ama sorunuz, İslâm Tasavvufu ile ilgili tabii. Böyle kabul ederek sorunuza cevap vereceğim. Çünkü daha önceki tasavvuf cereyanlarını da bahis konusu etmek gerekirse, bir kere benim saham değil. Yani Hristiyanlıkta, Yahudilikte, Hind dinlerinde yahut Çin’de tasavvuf... Bunlar hakkında ihtisas sahibi değilim. Kasden, suret-i mahsusada bilmek de istemem; kendi tasavvuf anlayışımı herhangi bir seklide karıştırıp etkilemesin diye... Hassaten, öncelikle kendi düşünce sistemime sahip olmak duygusuyla diğerlerini bilmek istemem. Benim tasavvuf sözünden anladığım, hulâsaten İslâmî anlamda tasavvuf...
Tabii, tasavvufa ait bir soruyu cevaplandırmak için. önce tasavvufun ne olduğu üzerinde bir anlaşmaya varmış olmak gerekir. Bu konuda makale, kitap yazan kimseler tarafından tasavvufla ilgili birçok tarif toplanmış. Bunu biraz, kültür ve medeniyet hakkındaki tariflerin çokluğuna benzer görüyorum. Hepsi de sosyal psikolojik hayatla ilgili müesseseler olmak
hasebiyle tarifler çok fazla. Öyle ki, 160-180 kadar tarif toplanmış diye okuyoruz kitaplarda...
Tasavvufla alakalı bu tarifleri bazı şairlerimiz de manzum şekilde ifade ederek bir araya toplamışlardır. Mesela: Aydınlı Ömer Dede (Ruşenî) (v. 1487) bir manzumesinde şöyle 50-60 beyit içerisinde ve her beyitte başka yönüyle anlatarak çeşitli tarifleri toplamış bulunuyor. Sonra. Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi, (v. 1655) bu konuda uzunca bir manzume yazmış. Bu manzume, tasavvufu anlatan kitaplarda derc edilmiştir. Bu tarifleri incelediğimiz zaman, bir kısmının tasavvuftan doğan neticelerle ilgili olduğunu görüyoruz. Bir kısmı da tarifi yapan kimsenin halet- i ruhiyesini bize aksettiriyor. Yaptığı tarif, kendisinin üzerinde, kendisinin makamıyla ve hàlet-i ruhiyesiyle hasıl olmuş olan, en büyük tesiri aksettiren bir ifade oluyor.
Tasavvuf, zaman ve mekan bakımından derinliğe ve genişliğe sahip bir yaşama sahası bulmuş, asırlar boyu devam etmiştir. Onun için tasavvufu bütün bu bölgelerdeki görünüşüyle, tam anlamıyla tarif etmek mümkün olmaz. Her halde mıntıka mıntıka ayırmak mecburiyeti bile vardır. Mesela Kuzey Afrika’nın tasavvufî görüşleri ve anlayışıyla Orta Asya’nınki, Anadolu’nunki ile meselâ Irak’ınki, herhalde Mısır’ınki farklılık arz eder.
b. Tasavvufun Tarifi
—Sizden de bir tarif, bir açıklama isteyebilir miyim?
Şimdi ben, bu tariflerin biraz arkasına düşmüş bir kişi olarak, kendi zihnimde bıraktığı izleri dile getirecek olursam; tasavvufta bana göre iki gaye var: Birisi yaratıcımız Allah-u Azîmü’ş-şân’ı tanımaya yönelmiş gayretler. Allah-u Teàlâ Hazretleri hakkında kişinin bilgisinin, öz tabiri ile ma’rifetinin artırılması, geliştirilmesi ile ilgili gayretler... İkincisi: Kişinin kendine yönelik bir tarafı. Yâni, tasavvuf bir taraftan Allah’ı bilmek ve tanımak hususunda bir cehdi ifade ediyor, bir taraftan da kişinin, kendisini terbiyesini, tanzimini; ruhî ve ahlâkî cephesini düzeltmesini ifade ediyor. Bu
ikinci kısma tezhîb-i ahlâk veyahut, tezkiye-i nefs (nefsi tezkiye etmek, pâk eylemek) diye isim vermişler. Tasavvuf kitaplarında bu başlık altında geçmiştir.
O halde tasavvuf, bir yandan ma’rifetullahı, bir taraftan da tezkiye-i nefsi tahakkuk ettirmek için yapılan gayretleri ifade eden, gayretleri anlatan, bu gàyelere ulaşmak için tutulması gereken yolları anlatan bir ilim olmuş oluyor.
Biraz daha düşündüğüm zaman, şöyle bir anlatış sekil de hatırıma geliyor; kendi zihnimden doğan bir anlatış olarak; “İnsanın Allah’ı sevmesi, Allah’ın da insanı sevmesi!..” Herhalde ikinci sözü daha öne almak lâzım, yani insanın Allah tarafından sevilmesi ve buna bağlı olarak insanın Allah’ı sevmesi için neler lâzımsa, işte tasavvuf bunu anlatan bir ilimdir.
c. Tasavvufla İlgili Ayet ve Hadisler
—Tasavvufun rabtedileceği ayet ve hadislerden aklınıza gelenlerin birkaçını rica edebilir miyim?
Ne yaparsak Allah bizi sever, ne yaparsak, bizde olması gereken muhabbetullah (Allah sevgisi) hasıl olur?.. İşte tasavvufun, bence iştigal sahası bu. Bu ölçüler içinde düşündüğümüz zaman, İslâm Tasavvufu İslâm’ın özüdür, ruhudur. (Zaten bir başka kaynaktan kaynaklanırsa veya mevcut hali bir sosyal vakıa olarak düşünülüp kabul edilmek istenilirse, ben o işin içinde yokum.) Menşei, Kur’an- ı Kerim ve Hadis-i Şerifler ve Hazret-i Peygamber ile ashabının hayat tarzlarıdır.
Tasavvufun bu gayeleri ile ilgili delilleri, Kur’an-ı Kerim’den, hatırladığım kadarıyla, şöyle sıralayabilirim:
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونَ (الذاريات
“Cinleri ve insanları başka şeyler için değil, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56)
اَلَّذِى خَلَقَ الْـمَوْتَوَالْحَيَوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلاً (الملك: ٢)
“O Allah-u Teàlâ’dır, hanginiz daha iyi amel işleyecek, diye size bu hayatı bahseden, ölümü ve hayatı yaratan.” (Mülk, 67/2)
وَلاَ تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللهَ (الحشر٩١)
“Allah-ı unutanlardan olmayınız, unutanlar gibi olmayınız!” (Haşr: l9)
“Allah’ı unutanlar gibi olmayınız!” diye bir yasaklama ve tenbih var ayet-i kerimede... Demek ki, kişinin aslî vazifesi, bu tasvirlerden anlaşılıyor ki, Allah’ı bilmek ve ona hakkıyla kulluk etmek. Kur’an-ı Kerim, bize bunu çok açık gösteriyor.
Allah’ı unutmamak, daima hatırda tutmak, işte bunu sağlamak için Kur’an-ı Kerim’in tavsiyeleri var:
وَاذْكُرِ اسْمَ رَبَِّك بُكْرَةً وَاَصِيلاً (الانسان٥٢)
“Sabah, akşam Allah’ın ismini yad et, an!” (İnsan, 76/25)
يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اۤمَنُوا اذْكُرُوا اللهَ ذِكْرًا كَثِيرًا. وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَاَصِيلاً
(الاحزاب:١٤-٢٤)
“Ey iman edenler! Allah’ı çok anınız ve onu sabah-akşam tesbih eyleyinlz.” (Ahzab, 33/41-42)
Bu gibi ayetleri, Allah’ın sürekli hatırlanması unutulmaması, ismiyle ve varlığıyla zihinlerde canlı tutulması gibi emirleri, tasavvufun ma’rifetullah gayesinin menşei ve kaynağı olarak görmeğe mecburuz.
O halde Allah’ı unutmamak, hatırda tutmak, zikretmek
farzlardan biridir. O’nun üzerinde düşünüp o hususta bilgi (ma’rifet) sahibi olmak, ayet-i kerimelerle emredilmiştir. Bu ayet-i kerimeler tasavvufun Kur’an’daki kaynaklandır. Bir başka ayet-i kerimede de buruluyor ki:
يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اۤمَنُوا اتَّقُوا اللهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلاَ تَمُوتُنَّ اِلاَّ وَ اَنْتُمْ
مُسْلِمُونَ (اۤل عمران:٢٠١)
“Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa o şekilde korkunuz, çekininiz; ne yapıp yapıp, muhakkak müslüman olarak ölünüz. (Âl-i İmrân, 3/102) Bu gibi ayet-i kerimeler, Allah’a karşı kulun cehdini, onu bilmek ve ona ubudiyet etmek hususundaki cehdini ifade eden emirlerdir. Ve tasavvufun özetlediğim gayelerinden bir tanesine işarettir bunlar.
Diğer gàyesi olan tezkiye-i nefs konusunda, Kur’an’ın içindeki bütün ahlâka dair ayetler kaynaktır. Yalan söylemeyin, ölçüyü tartıyı eksik tartmayın, birbirinizi öldürmeyin, hırsızlık yapmayın, sabredicilerden olun, sebat gösterin, takvâ ehli olun...’ gibi. Meselâ:
يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اۤمَنُوا اتَّقُوا اللهَ وَلْتَنْظُرْ نَفْسٌ مَا قَدَّمَتْ لِغَدٍ، وَاتَّقُوا
اللهَ، انَّ اللهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ (الحشر:٨١)
“Ey iman edenler! Allah’tan korkunuz, sakınınız, çekininiz, takvâ ehli olunuz ve kişi şimdiden, yarın için o tarafa ne gönderdiğine baksın!” Bu ifadenin altında, amel-i sàlihe teşvik vardır. “Allah’tan korkun da, yarın ahirette işinize yarayacak sàlih amel işleyin!” demektir, bu ayetin bu tarafı.
Aynı ayet-i kerimenin son tarafı da: “Allah, sizin yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır, her yaptığınızı bilmektedir.” (Haşr, 59/18) “Sakın ha, kötü şeyler yapmayın! Çünkü
yaptıklarınızın hepsi Allah’ın hiç eksiksiz malûmudur. O halde, onun tarafından muaheze olunursunuz, sakın kötü şeyler yapmayınız.” demektedir.
Buralarda, görülüyor ki. takvâ tavsiye ediliyor, sabır ve ahlâki diğer hususlar tavsiye ediliyor ve bir ayet-i kerimede:
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكـَّيهَا. وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا (الشمس٩-٠١)
“Kim nefsi ni temizleyebilmişse, tezkiye edebilmişse, o felâh bulmuştur. Kim ki bu işi başaramamışsa, o da hüsrana uğramıştır, çok pişmanlık duyacak bir duruma düşmüştür.” (Şems, 91/9-10) buyurularak, kalbi, batını temizlemenin ehemmiyeti anlatılıyor.
Demek ki; insanın, nefsini terbiye etmesi lâzım, ahlâkını güzelleştirmesi lâzım! Ve hayatın gayesi olarak bildirilen Allah’ı bilmesi ve ona güzel kulluk gayretinde bulunması lâzım! İşte bunlar ve sayısız hadis-i şerifler, meselâ, çok meşhur olan; “Küçük cihaddan geldiniz, büyük cihad sizi bekliyor...” şeklindeki kişinin nefsiyle çarpışmasını büyük cihad olarak anlatan, nefis arzularına karşı çıkmak gerektiğini, onu dizginlemek, frenlemek gerektiğini anlatan hadisler gibi... deliller, tasavvufun İslâmî temele dayalı olduğunu açıkça göstermektedir.
Bütün bunlar hiçbir dış tesire; Hint, İran, Yunan tesirine hacet bırakmadan, iman etmiş kimseyi, Allah’ı daha iyi tanımaya yöneltecek emirlerdir. İnsanı, kendi içini tezkiye etmeye yöneltecek emirlerdir.
O halde, tasavvufun menşeini İran’da aramak, Yunan’da, Hint’te aramak, Hristiyanlıktan geçmiş gibi göstermek vakıalara, gerçeklere uygun değildir, İslâm’ın kendi öz gelişmesini, kendi içindeki ruhî hayatını tanımamaktan doğmaktadır. Belki de İslâm’ı kendine özgü değerlerden mahrum bırakarak, onu küçültmek gayesini taşımaktadır. Her şey, oradan alınmış, buradan alınmış diyerek, İslâmiyet’i sanki derleme-toplama bir şeymiş gibi göstermek, ‘küçük düşürücü, sinsi, müsteşrikçe bir gayret olmaktadır.
d. Tasavvuf Rasûlüllah SAS Zamanında da Vardı
—Tasavvufun tarifini yaparken, siz, tabii olarak İslâm’ı anlattınız. Beyanlarınızdan, İslâm’la tasavvuf arasında tam bir ayniyet olduğu ortaya çıkıyor. Fakat mâlûm-ı âlîniz; tasavvufun bir disiplin olarak tedvini bilâhare tahakkuk etmiştir. Durum; böyle olunca, tasavvuf düşüncesinin, yaşama üslûbunun zamanla tarikatları oluşturması hangi sosyal ihtiyaçların bir cevabı olarak zuhur etmiştir Daha önceleri tasavvuf yoktu. Fakat sonradan Kur’an’a ve hadise istinad ederek tasavvufun, tarikatların tedvinini görüyoruz. Bu tedvine hangi sosyal sebepler müessir olmuştur?
“Daha önceleri tasavvuf yoktu” sözüne, bu konularla ilgilenmiş bir kimse olarak, ben şahsen katılamıyorum.
Bizzat, tasavvufu anlatan mutasavvıflar vardır. Bunlar, bir noktaya özellikle parmak basarlar: “Tasavvuf söz değil haldir.” derler. Bu ifade gereğince tasavvuf, bir hal olunca, adı olsun olmasın, o hal ta Hazret-i Peygamber zamanında ashab-ı kirâmın üzerinde mevcuttur. Hazret-i Peygamber, mutasavvıfların da sultanı idi. Hazret-i Peygamber, hayatı boyunca, tevazu ile, ibadete düşkünlüğü ile, hadiseler karşısında davranışlarıyla bu hayat tarzının en güzel bir örneğiydi.
Meselâ: Ashabına hizmet ediyor; kendisi kapıdan girip çıktığı zaman ayağa kalkılmasına müsaade etmiyor; yattığı yerin çok basit ve hüzün verici olduğunu gören bir sahabiye kadın, evinden güzel bir yatak gönderiyor. Hazret-i Aişe Validemiz de onu kabul ediyor. Peygamberimiz bunun karşısında Hazret-i Aişe’ye:
“—Bunu iade et, eğer Allah’tan dileseydim, Allah, benim yanımda altın ve gümüş dağlarını da beraber yürütürdü. Fakat ben böyle bir şeyi istemiyorum. Hatta bana Mekke’nin Batha mıntıkasının dağlarını altın ve gümüş olarak arz ettiler, ben onları kabul etmedim. ‘Yâ Rabbi bir gün aç olayım sana tazarru ve niyaz edeyim; bir gün tok olayım sana tokluğumdan, verdiğin nimetlerden dolayı şükür edeyim. Ben bunu istiyorum!’ dedim.”
buyurdu.
Yâni saltanatı arzu etmedi, dünya metaına kıymet vermedi, evinde ve elinde para ve eşya biriktirmedi, akşama dağıtılması gereken bir şey kalmışsa, onu. uyku uyumadan evvel dağıtmaya gayret etti.
Buna benzer tavırlarıyla, sonra ashab-ı kiramın ihtiyaçları karşısında onları korumak hususunda, şecaat hususunda, yani ehl- i tasavvufun böyle, güzel ahlak olarak sıralamış olduğu her hususta en yüksek örneği kendisi verdi. Bu haller aynen ashabında da vardı.
Rasûlüllah Efendimiz’e gelen ilk ayet-i kerimelerde, gece kalkmak emrediliyor. İkra, Müddesir, Müzzemmil sûreleri ilk inen sürelerdir. Müzzemmil Sûresi’nde gece ibadeti, derhal tavsiye edilmiştir. Hazret-i Peygamber’in kendisi ve ashabı, fiilen geceleri kalkıp Allah’ı tazarru ve niyazla, geceyi ihyâ etmişlerdir. Zaten peygamberlikten önce de, Hıra Mağarası’na çekilerek ibadet ettiğini biliyoruz. İbadetlerine daha sonra bu şekilde devam etmiştir. Aynı sûrenin son ayetinden anlaşılacağı üzere ashabın fiilen geceleri kalkıp Allah’ı tazarrû ve niyazla anmalarının, geceyi ihya etmelerinin en büyük amillerinden birisi, süratle bu emre sımsıkı sarılmaları olmalıdır.
Ashabın ahlâkının çeşitlerini, misallerle çoğaltabiliriz. Bu hususlarda Rasûlüllah, onlara en güzel nümuneydi. Ashabdan sonra tabiinin de fiilleri böyleydi. Tasavvuf ve sòfi kelimesiyle o zaman tabir edilmeyen özellik, hal olarak mevcuttu.
Tabiinden aynı titizlik, ciddiyet ve aynı sevgi ile, aynı takvâ duygusuyla dolu olanlar da, müslümanlardan aynı ilgiyi gördüler. Böylece tıpkı, hadis-i şeriflerin müteselsilen aktarıla geldiği gibi, bu husustaki davranışlar da daha sonraki nesillere müteselsilen intikal ettirildi.
Ve bu hàlis insanlar, tasavvufî grupları böylece tarihî ve tabii seyri içerisinde sosyolojik bir hadise olarak meydana getirmişlerdir. Peygamberimiz’in zamanından beri hal olarak vardı, tasavvuf kelimesi daha sonra zuhur etmiştir.
—İslâmî ilimlerden bazılarının zamanla tedvin ve teşekkülü gibi, tasavvuf da bilâhare geliyor; ama, tamamıyla, kaynak itibarıyla...
Tasavvufî ilimlerin tedvin edilmesi meselesi, tabii seyri içerisinde zamanla gerçekleşmiştir. Nasıl ki hadislerin bile kitaplara geçirilmesi, bir iki asır sonra olmuştur. İlk önce şifahî rivayetler şeklinde gitmiştir, daha sonra yazıya geçirilmesi gerçekleşmiştir. Kelam ilminin teşekkülü, diğer hadis müdevvenatının konulması, daha sonraki zamanlarda olmuştur. O arada da bir saha bölümü, iş bölümü anlayışı içinde, İslâmî bilgiler bir bütün halindeyken, tarih bilgileri, tefsire dair bilgiler, Kur’an’la ilgili bilgiler ayrılmış; hadîs-i şerifler ayrılmış, amelî hareketlere ait bilgiler, fıkhî bilgiler ayrılmış; bu arada ahlâk ve nefsi tezkiyeye ait, ma’rifetullaha taallûk eden bilgiler de sonradan tedvin edilmiştir.
Ama, bu sonradan tedvin edilme doğru anlaşılmalı! “Buhari’nin, Sahîh’ini şu asırda yazması dolayısıyla, hadîs o sırada ortaya çıkmıştır.” iddiası ne kadar gayr-i ilmî ise, doğru değil ise,
“Tasavvuf da o sırada ortaya çıkmıştır, önceden yoktu.” gibi bir iddia da, tıpkı bunun gibi doğru değildir. Benim, çeşitli kitaplarda okuduklarım, çıkarttığım neticeler ve tesbitlerim bu görüşümü te’yid eder mahiyettedir.
Bu yolun, daha sonraki asırlarda tarikatlar olarak devam etmesi; işin bir takım erkân ve usûlünün konularak sistematize edilmesi meselesine gelince; bundaki en önemli psikolojik ve sosyolojik sâik de, bence, gene Rasûlüllah’ın eğitim ve öğretim metoduna ittibâdır.
Rasûlüllah Efendimiz, malûm olduğu üzere, sohbet yoluyla kişileri yetiştiriyordu. Meselâ Mescid-i Nebevî sadece bir ibadet yeri değil, aynı zamanda bir ilim ocağı idi. Rasûlüllah AS’dan hadis dinlemek, Kur’an öğrenmek, dini bilgileri elde etmek, ondan istifade, istifaze etmek isteyen insanlar, orada gece ve gündüz kalıyordu. Ehl-i suffe ya da Ashab-ı Suffe denilen bu sahabiler, geceleri 70-80 kişiydiler ama; bu rakam gündüzleri 400-450 ye çıkıyordu. Büyük bir kalabalık, Rasûlüllah’tan bilgi öğrenebilmek için oraya toplanıyor. Bu vakıa onu göstermektedir.
Peygamberimiz SAS, dini öğretmek üzere kabilelere adam göndereceği zaman, onları Ashab-ı Suffe içinden seçerdi. Onlarla oturur, (Suffe ashabı ile) sabaha kadar sohbet ettiği olurdu. O sohbetin zevkinden uykuların unutulduğu ve sabaha kadar sohbet edildiği olurdu.
Bu sohbet, müessir bir eğitim yoludur. Öğrenciyi karşınıza alıyorsunuz, İlâhiyat Fakültesi, Hukuk Fakültesi’nde olduğu gibi, başka yerlerde de olduğu gibi, belli kitapları okutuyor, salıveriyorsunuz; gidiyor. Ama sohbette beraber oluş, beraber oturup kalkma, daha müessirdir. Çünkü hal olarak mücessem, müşahhas bir nümune var ortada; onu görmek, dinlemek, taklit etmek kolay oluyor. Bundan öte, taklit edici şahısların kusurlarını da bilgili şahsın düzeltmesi kolay oluyor. Onun bir hatasını gördüğünde, kaçırmayacak, kırmayacak bir tarzda, zarif bir işaretle tashih etmek mümkün oluyordu. Bu yol Rasûlüllah’ın yolu
olduğu için, tasavvuf da bu eğitim yolunu, şeyh-mürid sohbeti yolunu tercih etmiştir.
Ayrıca; o devirde İslâm o kadar aktif, o kadar canlı idi ki, bir taraftan camilerde böyle bir ilim faaliyeti vardı, bir taraftan da hudutlarda İslâm âlemini genişletmek, İslâm’ı başka insanlara götürmek, anlatmak, göstermek gayreti vardı. Bu aşkı, bu fikri taşıyan kimseler, hudutlardaki kalelerde toplanıyorlardı. Hudut kalelerine ribat adı veriliyordu. Bu ribatlarda, bugün, kazılar yapıldığında, sahabilere ait, tabiine ait kabirlere tesadüf ediliyor.
Onlar cihadın sevabına nail olabilmek için —ki, bu fiilin sevabı üzerine Rasûlüllah’ın çok hadisleri var— oralara gitmişler. Oralarda kalabalık bir grup var. O grubun, düşmanla savaş olmadığı takdirde vaktinin nasıl geçtiğini düşünelim: Bilgili bir şahıs var, toplanmış bir grup var, geniş bir zaman var; TV, radyo ve benzeri oyalayıcı araçlar yok... Tabii o ribatların havası, tekkelerin ortaya çıkmasına kaynaklık etmiş olmaktadır. Tarihi ve sosyolojik, psikolojik ihtiyaçlar ve bunlardır tasavvufu daha sonraki vechesiyle karşımıza çıkaran...
—Özetlemek gerekirse, demek ki tarikatlar, Peygamberimiz’le sahabeler arasındaki bu düzeni, bu eğitim tarzını esas almış oluyor.
Özetlersek; demek ki İslâm dininin kendisinin tabii bir gelişmesi var. Tabii olarak yayılması, bünyesindeki müesseselerin yaşanması var. Tasavvuf, bu yaşama içinde ortaya çıkmıştır. Yani “Onlar hiç bir şey bilmiyordu da İran’la karşı karşıya geldiği zaman orada bir şey gördü, taklit etti.” diyemeyiz; buna daha başka birkaç şey de manidir. Çünkü iyi bir dindar, meselâ benim, bu merhalede Hint felsefesini okumayı gereksiz bulduğum gibi böyle şeyleri öğrenmek istememiştir.
Hazret-i Ömer RA Tevrat’ı, İncil’i okuyan kimselerin ellerinden onları almıştır; “Allah, size Kur’an’ı göndermedi mi? Bunlarla ne diye meşgul oluyorsunuz?” diyerek. O zamanın müslümanı, kendisini başka şeylerden müstağni tutuyordu. Başka düşünce ya da inançların dinine zarar verebileceğini biliyordu. Rasûlüllah da,
kendi zamanında, mü’minlere, ehl-i kitabın kitablanyla meşgul olmayı yasaklamıştır: “Onların hakkında bir şey demeyiniz. Çünkü, dediğiniz şey hakkında aleyhte konuşursanız, belki o, dini bir gerçek olur, oradan zarara uğrarsınız. Veya asılsız bir şeyi taklit etme durumuna düşersiniz.” demiştir.
O zamanın müslümanının düşüncesi (zihniyeti), dışarıdan bir şey almak değildir. Dışarıya karşı istiğna idi.
Bugün de gerçek müslümanın durumu odur. Bugün bir gerçek müslüman, dışarıdan taklit yoluyla ne şekil almak, ne fikir almak, ne de inanç atmak ister. Bunların kendisine yabancı olduğunu bilir. Kendi öz kaynakları içinde beslenmeyi tercih eder. O zamanın müslümanları elbette Zerdüşt dinini biliyorlardı. Hint’teki çeşitli inançları çok iyi bilmekteydiler. Bunların, dine zarar verici şeyler olduğunu, dinin aslî hüviyetinin korunması gerektiğini çok iyi biliyorlardı. Onun için, Sünnet-i Seniyyeye sımsıkı sarılmışlardı.
Dış kaynaklardan tesir almak, Rasûlüllah Efendimiz tarafından yasaklanmıştı. “Yahudi ve Hristiyanlara muhalefet etmek dinin gereğidir.” şeklinde hadis-i şerif vardır. Hatta daimâ okuduğumuz Fatiha’da bile buna işaret bulunuyor. Müslumanın, yolda bir Hıristiyan gördüğünde, eza vermeyecek şekilde, onun kenara çekilmesini sağlaması lâzım! Yani gidişiyle ona yol vermek tarzıyla değil. Müslümanların diğer inançlara bakış tarzı böyledir.
İslâmiyet’in bizzat kendisinin, doyurucu hükümleri, başka bir inanç sisteminden örnek almaktan müstağni kılacak kadar zengindir. İnsanın cebinde yüzbinlerce lira parası olunca, nasıl başkalarının şaibeli paralarında gözü olmazsa; o devirde yaşayan müslümanlarımız, din büyüklerimiz de, aynı şekilde, diğer inanç sistemlerine muhtaç olmamış, onlardan örnek almak gibi bir ihtiyaç duymamışlardır.
e. Tarikatlar
—Efendim, geniş açıklamasını yaptığınız tasavvuf düşüncesi, sizin de izah buyurduğumuz gibi, bilâhare tarikat düzenine
dönüşüyor, yani kaidelere kavuşmuş oluyor. Konu neticede tasavvufun temsilini tarikatlarda bulduğu noktasına geliyor. Tarikatlardaki eğitim düzeni, şeyh-mürid disiplini üzerinde biraz daha durur musunuz?
Bu soru da tıpkı tasavvufla ilgili ilk soru gibi, şümulü düşünüldüğü zaman, cevaplandırması zorlaşan bir sorudur.
Tarikatlar, tasavvufun yayıldığı alanların coğrafi genişliği dolayısıyla, çok fazla çeşittedirler. Aynı zamanda coğrafi mıntıkalardan ve mıntıkalarda yaşayan eski kültürlerin tesirlerinden izler taşıyabilirler. Meselâ Türkiye’nin tasavvuf anlayışıyla, Kuzey Afrika’nın tasavvuf anlayışı arasında fark vardır. Bu fark derhal belli olur demiştik.
—Aynı kaynaklara istinad etmiş oldukları halde, niçin böyle farklı yorumlar ve yaşama biçimi gösteriyorlar? Buna da bir izah lütfeder misiniz?
Efendim bu farklılık, o coğrafi bölgelerdeki eski kültürlerle, örften, adet ve an’aneden doğan alışkanlıklarla ilgilidir. Her mıntıkanın kültürel ve sosyal değerleri birdenbire ortadan kalkmıyor, yok olmuyorlar, İslâm’a aykırı olmayan adetler, yeni tarz içinde yaşıyor. Veyahut eski adetlerden bir kısmı, bırakılmadığı takdirde İslâm’a uygunlaştırılmaya çalışarak hayatiyetini sürdürme durumuna düşüyor. Eskiye bağlılar, eskiyi, revaçta olan temayüllerin karşısında ayakta tutabilmek için, eskiye yeni bir boya vurmak suretiyle, onların revaç bulmasını sağlıyorlar.
—Böylece, dolayısıyla bâtıl tarikatların da izahını yapmış oluyorsunuz.
Tabii... Şimdi, meselâ; Bektâşî tarikatını inceleyen araştırmacıların hepsinin kabul ettiği bir gerçektir ki; Bektaşilik bir takım batinî tarikatları kendi içinde eriterek onların bir muhasalası haline gelmiştir. Ve bunların içinde Kalenderîler gibi, Cevâlika gibi, eski, Şamanist inanca sahip olanların düşünce, inanç ve hareket tarzları gibi birtakım değerler vardır. Bu değerler o tarikatın içine sızmış, nüfuz etmiştir.
O bakımdan, “Tasavvuf temsilini tarikatlarda bulmuş mudur?” dersek, tasavvufun genişliği, tarikatların çokluğu karşısında bu soruyu cevaplandırmak mümkün değil. Yalnız, şunu çok rahat söyleyebiliriz ki, başta tarif ettiğimiz ölçülere uygun ve tarihî gelişmeye tabi bir hak yol, her çağda vardır. Tasavvufun içinde o endişeyi bütün canlılığıyla yaşayan, Kur’an-ı Kerim’e merbutiyetini ve Rasûlüllah’a muhabbetini son derece canlı tutarak, her hareketini o ölçülere göre tanzim eden, adımlarını onların feyzi ile atan tarikatlar daima mevcut olmuştur.
f. Tarikata Karşı Çıkanlar
—Tarikatların teşekkülü, geçmişte, bazı reaksiyonlarla karşılaşmış mıdır? Bu reaksiyonların mesnedleri, yahut tutarlı, tutarsız yanları var mıdır? Bu konuda bir beyanda bulunur
musunuz?
Tarikatlara veya mutasavvıflara karşı, yaşadıkları devirlerde şüphesiz çeşitli tavırlar takınılmıştır. Bu tavırların tarzı üzerinde o şahsın şahsiyeti rol oynamıştır. Yâni, mutasavvıf olarak ortaya çıkmış olan şahsın, tasavvuftaki anlayışı, tasavvufu yaşayış tarzı ve o sahsa bakan şahısların sahip oldukları zihniyetin yapısı, kafa yapısı, bu işte rol oynamıştır. Bu reaksiyonları, o zaman, her mutasavvıfın yaptığı mücadeleler, gördüğü sempati ve antipatiler diye sonsuz derecede çoğaltmak mümkün olabilir.
Her büyük tesir bırakmış mutasavvıf, hayatı içinde sevgi görmüştür, taraftar bulmuştur; reaksiyon görmüştür, o reaksiyonların karşısında bir cehd sarfetmiştir; reaksiyonlarla uğraşma durumu içine girmiştir.
Bunları ana noktalarda toplayarak özetlemek gerekirse, çok sadeleştirmek, basitleştirmek, çok büyük gruplar halinde ifade etmek gerekirse, bir kısım tenkitlerin, reaksiyonların ulemâdan, İslâm dinini az çok bilen kimselerden geldiğini görmekteyiz; bu, bir grup teşkil eder. Bir kısım alimler mutasavvıfların tavırlarına karşı çıkarak onlarla bir münakaşa ve mücadele içine girmişlerdir. Meseleyi, onların tavırlarının İslâm’a uygunluğu noktasında ortaya koymuşlardır.
Söz gelişi, mücerred kalmasın, misalle takviye olsun diye örnek vereyim: Meselâ, semâ denilen görünüm, insanın mânevî bir şevkle ayakta dönmesi... “Bunun İslâm’da yeri nedir? Böyle yapanlara karşı nasıl bir tavır takınmak lâzımdır? Bu hangi tesirle ortaya çıkmıştır? Böyle yapan şahıslar bunu nereden almışlardır?” diye bir münakaşa açılmıştır.
Mutasavvıfların devretmesi (devran zikri) üzerinde Risâle fi Hakki Deverâni’s-Sûffiyye diye eserler yazılmıştır. Neden? Çünkü onun takındığı bir tavır vardır, o tavra bu taraftan bir bakış vardır.
Bu çeşit münakaşaların bizce çözümü mümkündür. Çünkü elimizde asıl kaynak vardır; Kur’an-ı Kerim, hadis-i şerif vardır. Tavır iyi tarif edilmişse, yanlış bakılmamışsa, gözlük hatalı,
çarpıtıcı değilse, ayna düz ise, onların hakkında bir hüküm vermemiz mümkün olur. Ve olayın cinsine ve yerine göre kâh ulemâ tarafını, kâh mutasavvıfların tarafını tutmak mümkündür, bu çeşit hâdiseler karşısında...
—Daha başka cinsten reaksiyonlar da olmamış mıdır?
Bir kısım reaksiyonlar da vardır ki; onlar dinî bir sebep ve endişeden doğmuyor. Bu tür reaksiyonlar tasavvufu yabancı bir yaşayış tarzı olarak görüp iyi nüfuz edememekten, iyi anlayamamaktan doğan tenkitlerden ibarettir. Tenkit edilen o şahsın hakiki halet-i ruhiyesi iyi anlaşılmamıştır; ilk andaki görünüşü üzerine karşı taraf bir tavır takınmıştır. İyi anlamadığı ve bu sebeple tepki gösterdiği için haksızdır. Anlasalar, belki kendileri de memnun kalacaklardır. Bunun için bir misal vermek gerekirse —tabii misalleri çoğaltmak mümkündür— İmam-ı Gazâlî’nin gördüğü reaksiyonları anabiliriz.
Menkıbeye göre, eski kadılardan birisi, İmam-ı Gazâli’nin İhyâu Ulûmi’d-Dîn isimli eserini nerede görse toplattırır ve yaktırırmış, “Bunun içinde zayıf hadisler var.” diyerek...
Bir gün kadı, rüyasında Rasûlüllah Efendimiz’i görüyor. Karşısında da bir şahıs var. O şahıs hürmetle Rasûlüllah’a: “—Şu kitabımı, bu şahıs hep yaktırmaktadır. Acaba bunda, sizin sünnet-i seniyyenize aykırı bir şey var mı?” diyerek kitabı takdim ediyor.
Rüyada Rasûlüllah Efendimiz o kitaba bakıyor:
“—Benim sünnet-i seniyyeme muvafıktır.” cevabını veriyor.
Onları yaktıran kadı da, rüyada kamçı cezasıyla cezalandırılıyor. Kendisine bir kamçı vurulmuş, o kamçının acısıyla uyanmış, sırtında izi kalmış.
Gazalî’nin kitapları, bugün bile Suudî Arabistan’a yasak kitaplar arasında sayılarak, sokulamıyor; tehlikeli kitaplar arasında telakki ediliyor. “Gazalî ne derece töhmet altında tutulmaya layık kimsedir? Onu töhmet altında tutmak reva mıdır?”
sorusuna cevap olarak; Gazalî İslâm aleminin yetiştirdiği en büyük şahıslardan birisidir deriz.
Gazalî’nin kitaplarını anlamamak, asıl niyetini anlamamaktan ileri gelmektedir. Onun asıl maksadı, İslâmiyet’i, ruhuna uygun bir tarzda samimiyetle yaşamak olduğuna göre, faaliyetlerinde haklıdır.
İşte reaksiyonları bu tarzda sınıflandırabiliriz. Bu hâdise, Osmanlı kültür sahasında da medrese-tekke çekişmesi şeklinde devam etmektedir. Burada herhangi bir tarafa itiraz edip de, acele hüküm verme tavrını doğru görmüyorum. Çünkü Osmanlı sahasında, tasavvufu temsil etmekteyim diyen kimselerin hakikaten tenkit edilecek bir takım garip davranışları olmuştur. Dini iyi bilen ulema arasında da, onların bu tavırlarına karşı, dini koruma gayretinden, hamiyyet-i diniyyeden doğan reaksiyonlar olmuştur. Fakat bu tarikatların ruhuna inemeyen bir takım kimseler de vardır ki, herhangi bir cepheye taklit yoluyla girip öbür tarafı bilmeden suçlamalara girmiştir.
—Buyurduğunuz gibi, bu işi münakaşa mevzuu haline getirenler, daha çok taklit ile konuya yönelenler oluyor.
Meselenin içyüzünü bilmeyenler oluyor. Bir kısım ulemanın da —tarihi pek çok hadiselerle tesbit ediyoruz ki— tasavvufa antipati ile yola çıktığı, daha yakından tanıdığı zaman ona kendisinin öz, şeriata bağlı inancı ile bağdaştırarak intisab ettiğini görüyoruz.
Gazalî de bunun misallerinden biridir. Gazalî, bir zamanlar, Bağdat medreselerinde muhteşem sarık sarıp, altınla dokunmuş cübbe giyerek, haşmetli bir ilim adamı olarak ders verirken, daha sonra bu yolun sığlığını görüyor, tasavvufa intisab ediyor, medrese ile tekkeyi birlikte yürütüyor.
İkinci misal, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi’nin bizzat kendisidir. Mevlânâ da önceleri bir ilim adamı olarak karşı durumda iken, sonradan tasavvufu iyi tanıdığı zaman; bozulmamış, an’anesine sahip, din dışı tesirleri almamış, gerçek tasavvufu, derûni hayatı tanıdığı zaman, inadından ve karşıt tavrından vazgeçmiş
kimselerden birisidir.
Ben, kendi hayatımda da bunun bir misalini verebilirim: Liselerde edebiyat kitapları okutulurken bende uyanan tesir antipati idi. Tasavvufun, vahdet-i vücûdun anlatılış şekli bende —
edebiyatçıların, tabii, dini bilmeden anlatış şekli ile— şeriat namına tasavvufa antipati meydana getirmişti. Şimdi acizâne, şer’- i şerife olan saygımın her an daha da ziyadeleşmesini Cenab-ı Hak’tan dileyen bir kimse olarak, Kur’an-ı Kerîm’i ve hadis-i şerifi baş tacı etmeyi can u gönülden kendisine prensip edinmiş bir kimse olarak, has ve halis tasavvufa karşı çıkmanın çok yanlış ve çok tehlikeli bir şey olduğu noktasına gelmiş bulunuyorum. Tasavvufun ihtiyari bir zevk mesleği olmadığı, aksine her müslüman için mecburi, zaruri bir yol olduğu kanaatine gelmiş bulunuyorum; şer’-i şerife, hadis-i şerife, ayet-i kerimelere bağlı bir kimse olarak.
Bugünkü sosyal çevreden, dindar zümreden misal vereyim: Arapça bilen, Arap ülkelerinde okumuş birtakım kimseler var ki, onlar tasavvufa karşıdırlar; tasavvufu bilmedikleri için...
Onları, tasavvufu tanımayanlar safına sokuyorum, tanımadan bilmeden, —insanoğlu bilmediği şeye düşmandır— tasavvufa karşı tavır alıyorlar.
Ben, tabii, tasavvufun sözle öğrenilmediğini de, fiilen kendi hayatımda görmüş bir kimseyim. Mesleğim dolayısıyla, ilim erbabı arasında bulunmak durumunda olduğum halde ve tasavvufa dair pekçok kitapları okuyan bir kimse olduğum halde, tatbikatın kitaplarda anlatılanlardan çok daha başka şeyler kazandırdığını fiilen görmüşümdür.
Eğer, böyle bir aile muhiti içinde olmasaydım, korkarım ki buna muhalif ve bu hususta cahil ve mütecaviz bir kimse olarak kalmak durumunda olurdum.
g. Tasavvuf ve Şeriat
—Muhterem hocam, lise ve yüksek okul döneminde tasavvufun
öğretilerinden bahsetmiştiniz. Tasavvuftan bahsederlerken, adeta onu, şeriatın getirmiş olduğu dar kalıpları kıran, serbest düşünceye çok müsait, kişinin zihnî tekâmülüne kapılar açan bir serbest düşünce ortamı olarak anlatma, Türkiye’nin bir kesiminde gelenekleşmiş gibidir. Özellikle Yunus’u, Mevlânâ’yı zikrederlerken sık sık bu kabil izahlarına şahit oluyoruz. Buna dair buyuracağınız bir izahat var mıdır?
Şeriatı, adeta toplumu sıkboğaz eden hükümler olarak tasavvufu ise bu durumu rahatlatmış, fikir ve sanat adamlarının yetişmesine ortam hazırlamış, şeriatın dar kapılarını kırmış bir harekât olarak gören aydınlar vardır.
Bu kendi zu’mlarıdır, kanaatleridir. Kendi nefsânî isteklerinin yazıya dökülmüş şeklidir. Tasavvuf bir bakıma öyle bir meslek ki, eskiden, tasavvufa intisab etmek isteyen kimseye, tasavvuftaki büyüğü; “Evladım sen şer’-i şerîfin ahkâmıyla amel eyle, bu yol zordur, tasavvuf demirden leblebidir.” derlermiş. Bunun için onların kendi hayalleri ve temennileridir, anlattıkları, yaptıkları yorumlar...
Ama yine burada böyle derken, tabii, tarikatların çeşitliliğini, bizim tanıdığımızla onların tanıdıkları, bildikleri tasavvuf
arasındaki farkları da nazar-ı dikkate almak durumundayım.
—Hocam, bu durum meselâ edebiyatımızdan örnek verecek olursak, mutasavvıf sanatkârlarımızın bazı sembolleri tasavvuftaki farklı, özel anlamlarıyla kullanmalarında ve fakat ona yorum getirenlerinse, tamamen zahire bağlı kalarak açıklamayı seçmeleriyle de ilgili değil mi acaba?
Meselâ, Hazret-i Mevlânâ’nın olsun, Yunus’un olsun, Fuzùli’nin olsun, birçok şiirlerindeki malûm teşbihleri meyhane, sâki, pîr-i mugan, şarap gibi kelimeler kullanmışlardır... Tasavvufta kendine mahsus anlam ve izahları olan kelimeleri, dünya ehli, dış mânâsına bakarak yorum getiriyor olduğu için, birçok mutasavvıfları şeriatın dışında, dar kalıplar içinde kalmamış kişiler olarak görüyorlar.
Efendim, tasavvufun, tabii, dışarıdan ve eserlerden
anlaşılmasında güçlük var. İnsan, tasavvufun içine girdiği zaman görür ve fiilen yaşadığı zamanlar anlar. Kitapta yazılanların ise nasıl anlaşılması gerektiğini o zaman çıkarır.
Bu şahısların meseleye yaklaşma tarzları, ilmi metod yönünden tenkit edilebilecek tarzdadır. Bir şeyi anlamak; için, insanın ön kanaatlerden sıyrılmış olması lâzımdır. Önce bir vakıanın ne olduğunu anlaması, sonra değerlendirip hüküm vermesi lâzımdır. Oysa bu bahsettiğimiz kişiler, hadiselere böyle yaklaşmıyorlar. Tasavvufu öğrenmeye çalışırken, onu doğru anlamak ve her şeyleriyle ona teslim olmak arzusuyla yaklaşmıyorlar. Kendileri bir hayat yolu tutturmuşlar, benimsedikleri değerler ye prensipler var. İşin en kötü tarafı, bu prensiplerden vaz geçmeye niyetleri yok. Oradaki ifadeleri, daima, kendi görüşlerine göre değerlendiriyorlar. Halbuki mutasavvıf öyle demek istememiştir.
Meselâ: Mevlânâ, “Kâfir de olsan, putperest de olsan, ateşperest de olsanız gelin, hepinizi o halinizle aynen kabul edecek bir insanım.” diyecek kişi değildir. Mevlânâ Hazretleri’ni iyi tanısalar, böyle geniş bir tavrının mümkün olmadığını görürler. Bu sözde esas kasıt, tövbeye davettir.
Esasen bu söz Mevlânâ Hazretleri’nin değildir, türbeye yazılmış daha başka bir İran şairinindir: 110
بازآ بازآ، هر آنچه هستی بازآ
گر کافر و گبر و بت پرستی بازآ!
اين درگه ما درگه نوميدی نيست؛
صد بار اگر توبه شکستی بازآ!
Bâz â bâz â, her ançi hestî bâz â!
Ger kâfir ü gebr u putperestî bâz â!
110 Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr.
İn dergeh-i mâ dergeh-i nevmîdî nist;
Sad bâr eger tevbe şikestî bâz â!
Türkçesi:
Ne olursan ol dön, geri gel, geri gel!
Kâfir de olsan, putperest de olan yine gel, geri gel!
Bu dergâh ümitsizlik dergâhı değildir.
Yüz defa tevbeyi bozmuş olsan bile dön, geri gel!
Bu söz, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin, tövbe etmek şartıyla, her günahkârı bağışlayabileceğini, onun için geçmişteki günahla dolu ömründen dolayı ümitsizliğe düşmemesi gerektiğini ifade eden bir sözdür. Onların anladıkları tarzda anlamağa Mevlânâ’nın düşünce yapısı yönünden imkân yoktur.
Sonra o şahıslar, yani tasavvufun mukallitleri değil de, gerçek ehli, gerçek büyükleri incelenecek olursa, görülür ki tasavvufun gayelerinden biri Allah’ı bilmektir diye başta söylemiştim. Bu
bilmenin kademeleri içinde önce kendi üstadına muhabbet, bundan sonra ve ona kıyasen ve müşahhastan mücerrede yükselmek suretiyle Rasûlüllah’a muhabbet, bundan da Allah’ın varlığını hissederek ona muhabbete yükselmek gelir. Onlar bilirler ki ve fiilen görürler ki, Rasûlüllah’ın sünnetindeki bir küçük ihmallerinden dolayı, sahip oldukları yeri derhal kaybederler. Bunları fiilen gördükleri için, onların, Rasûlüllah’ın sünnetini değil de, âdabı bile ihmal etmeleri mümkün değildir.
Nitekim Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmi’nin adab hakkındaki görüşleri, meşhur bir gazelinde geçer:
Bî-edeb mahrumgeşt ez rahmeti rab
“Edebden mahrum olursa bir insan, Rabbinin lütfundan mahrum kalır. Artık müterakki olması mümkün değildir.” buyurur.
Sünnet-i seniyyeye bir küçük muhalefetten başına neler geldiğini ve nice çırpındığını, büyük bir mutasavvıf, kitabında anlatır. Helâya bir keresinde sağ ayağıyla girdi —halbuki oraya sol ayakla girmek adabdandır— diye kaç gün nice sıkıntı çekmiş. Bir başkası da sünnet-i seniyyeye aykırı olarak, basur illetini dağlama suretiyle tedavi etmek yüzünden, sahip olduğu bir mertebeyi kaybettiğini kaydeder.
Onun için, bu işin gerçek mümessilleri, tasavvufun Şer’-i Şerif’in ahkâmından zerre kadar dışarıda olmadığını; değil sünnetleri, adabı terk ettiği zaman bile çok şey kaybedeceğini bilirdi. Sünnete ve adaba riayeti çok şiddetle tavsiye ederlerdi. Nitekim İmâm-ı Rabbani KS, rivayete göre kendisine çift sayıda çiçek getiren müridine:
“—Evlâdım! Niye bunu üç, beş veya yedi çiçek olarak getirmedin? ‘Allah-u Teàlâ Hazretleri tekdir ve teki sever.’ hadisini bilmez misin?” demiş; böyle bir detayı dahi söylemiştir.
Onun için, tasavvufu keyfi yorumlayan bu şahıslar, yanlış bir metod kullanıyorlar. Öğrenmek metodunu değil, istismar metodunu kullanıyorlar. Kendi hayatlarına destek arıyorlar ve
kendi hayatlarını esas alıp büyükleri kendilerine tâbi kılmaya çalışıyorlar ki, bu edebe çok aykırı bir yoldur. Bunun için, onların felah bulmaları da mümkün değildir.
Gerçek tasavvuf, semere olarak insanı muhabbet-i Rasûlüllah’a, hatta müşâhede-i Rasûlüllah’a ulaştırır. İmam Süyûtî Rh.A, uyku dışında, uyanıkken Rasûlüllah’ı SAS elliden fazla gördüğünü beyan ediyor. Muhammediye’nin yazarı, o kitabı Rasûlüllah’tan aldığı talimat üzere yazdığını söylüyor. Hattâ büyük mutasavvıflar büyük eserlerini böyle emir olmadıkça kat’iyen yazmamışlar. Onun için, “Rasûlüllah ile bir anlık irtibatım ve müşahedem kaybolsa, kendimi müslüman saymazdım.” diyen mutasavvıflar vardır. Demek ki; her an Rasûlüllah ile huzur halinde, o olmadığı zaman kendini gerçek müslüman saymıyor. Hakikaten o, dereceden sukut ve nüzul olur.
Velhasıl şeriatın sıkıcı ve dar, tasavvufun ona reaksiyon mahiyetinde ve müsamahakâr olduğunu mukallitler ve gàfiller söylüyorlar. Rasûlüllah’ı müşahede hali, küçücük bir edebsizlik ve kontrolsüzlük yapılsa düşerdi. Ortadan kalkardı bu hal...
Bunun ötesinde:
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَاَ كُنْتُمْ (الحدبد: ٤)
“Nerede olsanız Allah sizinle beraberdir. (Hadid, 57/4)
فَاَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللهِ (البقرة٥١١)
“Nereye dönerseniz Allah’ın vechi (zâtı) oradadır.” (Bakara, 2/115)
Yunus Emre,
İstemegil anı ırak
Gönüldedir, ana durak.”
diyor. Demek ki, Allah bize bizden yakınken, ona erişmek lâzımdır.
Niye farkında değiliz, niçin erişmemişiz?.. Gerçek mutasavvıf erişmiştir, çünkü gerçek müslümandır. Allah’ın tecellisine mazhardır. Onlar o zevki tatmış kimselerdir. Onun için bu kimselerin şeriatı bir külfet olarak kabul etmeleri, Şer’-i Şerîf’in ahkâmını dar kalıplar olarak görmeleri mümkün ve mutasavver değildir. Bu sözü söyleyenlerin sözleri, cehaletlerine işaretten başka bir şey değildir.
h. İslâm’ın Yayılması ve Dervişler
—Muhterem hocam, İslâm’ın yayılmasında murabıtlardan bahsettiniz. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda da gene birçok tasavvuf kahramanının etkilerini veya devlet kurucularıyla olan münasebetlerini yakından bilmekteyiz. Keza tüm İslâm toplumlarının fikir ve sanat hayatlarında, büyük isimlerin hemen hepsinin ya tasavvuf mensubu olduğunu veya en azından tasavvufî düşünceye karşı çok yakın bir bağ içerisinde bulunduğunu görüyoruz. Bugün de toplumu canlı kılan, doğurgan kılan büyük sanat, fikir üretiminde, ülkenin büyük hamleler yapabilmesinde tasavvufun güçlü dinamikleri olduğu fikrine varmak mümkün müdür? Ve bugün için de gene aynı meslekleri, dinamikleri toplum için geçerli görür müsünüz?
Tasavvuf hayattır, tasavvufun dışı ölümdür. Rasûlüllah AS:
“—Zikrullah kalbi diriltir, suyun bir kuru araziyi yeşillendirdiği gibi.” diyor.
İnsanın gönlü katı olduktan sonra, ondan bir hayır gelmesi mümkün değildir. Türkiye’nin, Dünyanın, insanoğlunun problemleri incelenecek olursa, iş sonunda o insanın iç âlemine, pisikolojik yapısına, yani gönül diriliğine gelir. Gönlü diri olan insanlar dinamiktir, başkalarına müsbet bir tavır ile yaklaşıp yönelmiştir.
Gönlü ölü olan insanlar, her yerde her zaman problemdir, çıbanbaşıdır, dikendir: Takılır, çeker, yırtar, koparır durumdadır. Onun için, ben tasavvufu ihtiyarî bir zevk meşrebi olarak
görmüyorum. İnsanın gerçek yaşayışa erebilmesi, gafletten kurtulması bir nevi ölümden kurtulup hayata dönmesi için, gerçek hayatı tatması için zaruri bir faaliyet olarak görüyorum. Ve Allah- u Teàlâ’nın insana işaret ettiği hayat gayesi olarak görüyorum.
Allah-u Teàlâ,
اَلَّذِى خَلَقَ الْـمَوْتَ وَالْحَيَوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلاً (الملك٢)
“Hanginiz daha güzel amel edecek diye sizi dünyaya gönderdim.” (Mülk, 67/2) buyuruyor. O en güzel ameli yapmaktır gaye...
Tasavvufu,
يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اۤمَنُوا اتَّقُوا اللهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلاَ تَمُوتُنَّ اِلاَّ وَ اَنْتُمْ
مُسْلِمُونَ (اۤل عمران:٢٠١)
“Ey iman edenler! Allah’tan hakkıyla korkun da müslüman olarak ölün” (Âl-i İmrân, 3/102) tavsiyesinin zaruri gereği olarak görüyorum. Çünkü:
وَمَنْ كَانَ فِى هَذِه َاعْمَى فَهُوَ فِى اْلآخِرَةِ اَعْمَى (الاسراء٢٧)
“Kim bu dünyada a’mâ ise, ahirette de a’mâ olarak haşrolacak.” (İsrâ, 17/72) Bu dünyadaki a’mâlıktan kurtulmazsa, insan hayattaki gayesine erememiş demektir. Gayesine eremeyen insandan da, hayır belki tesadüfen çıkabilir ama, isteyerek bir hayır çıkması mümkün değildir.
Onun için, herkesin muhakkak tasavvufun şu iki gayesini —
madem Kur’an ve hadis-i şerîflerin emirleridir— kendi içinde tahakkuk ettirmesi lazımdır. Yâni var olan, kendisini çepçevre kuşatmış olan Mevlâsıyla bağlantısını kurması lâzım. Mevlâsı
kendisine o kadar yakınken kendisi Mevlâsından o kadar uzakta kalmaması lâzımdır. Çünkü Allah-u Teàlâ Hazretleri kâinâtı yaratıp da, bilinmeyen, çok uzaklara çekilmiş bir varlık değildir.
Yâni, Allah-u Teàlâ Hazretleri:
كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِى شَأْنٍ (الرحمن٩٢)
“Her an bir oluş, hareket, faaliyet, canlılık ve iştedir.” (Rahman, 55/29) Uzakta değildir. Kusur bizdedir. Bizim âletlerimizde eksiklik vardır. Bunu, bu ma’rifeti insanın muhakkak tahakkuk ettirmesi lazımdır. Hem hayatta hem de ahirette mutluluğu için, bu şart... Bunu tahakkuk ettirmediği zaman, ahirete de kör gidecektir. Bu dünyada gafil gelip gafil göçtüğü gibi, ahirette de hiçbir şey elde edemeyecektir. Ebedi saadet için bu iki şart:
1. Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni tanımak ve onunla beraberliği, ünsiyeti tatmaktır.
2. Nefsini tezkiye, ahlâkını terbiye etmektir.
Ahlâk, malûm, sosyal bir hadisedir, münferit değildir. Toplum olmasaydı, insan tek başına olsaydı, ahlâk diye bir şey de bahis konusu olmayacaktı. Ahlâk, cemiyet içinde yaşamanın tezahürüdür. O halde cemiyetin nizamına en büyük katkıyı veren, cemiyet nizamının fertlere taallûk eden membaını teşkil eder ahlâk... Onun için ahlâkı tahakkuk ettirmeden, insanın cemiyetine faydalı olması, onu tahakkuk ettirmemiş insanlardan kurulu cemiyetin de başarılı olması mümkün değildir. Bunu adım kadar net, babamın adı kadar net bir şeklide, inanarak ve hiçbir şeyin etkisinde kalmaksızın çok net olarak görüyor ve söylüyorum. Bir insanın bu iki gayeyi tahakkuk ettirmeden insan olması mümkün değildir.
Eskiler, bu gayeleri tahakkuk ettirdikten sonra verimli olmuşlardır, semereli olmuşlardır. Ve hangi insanı beğenirseniz, o ehl-i dildir, gönül ehlidir. Hangi insanı sevdiyseniz, o bu meseleleri halletmiştir; yaşamıştır, size kadar gelmiştir, onun için sevilmektedir. Yunus’u ondan severiz. Mevlânâ hâlâ onun için
yaşamaktadır. Hacı Bayrâm-ı Veli onun için halâ öyledir. İbrahim Hakkı Erzurumî Hazretleri, İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri onun için böyle diridir.
Bugün de cemiyetin dinamizmi ve kurtuluşu için çare bu gayeleri tahakkuk ettirmektir. Bunu, tahmin ediyorum ki bizim düşmanlarımız bizden daha iyi gördükleri için, malûm çevrelerde tasavvufa bu kadar büyük bir düşmanlık vardır bugünkü hayatımızda...
Tasavvuf ve tarikatlar tarihi bir vakıa olarak, fetihlere yol açmış, fetihlerin kaynağı olmuştur. Siyasi başarıların kaynağı olmuştur. Misalleri şöyle sıralayabiliriz:
Hatırlarsınız, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi, ölüm hadisesi için Şeb-i Arûs der. Yahya Kemal bile, takliden de olsa “Ölüm asûde bahar ülkesidir bir rinde.” diyerek ölümü tatlı bir hâdise olarak vasıflandırır. Bu Mevlânâ’da yapmacık değildir. “Benim ölümüm üzülecek bir hâdise değildir.” diye bunu şiirlerinde işlemiş. Bu deyişi çok canlı ve çok tabiidir, insan, biraz daha dikkatli düşünürse;
وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ (البقرة٥٤٢، يونوس:٦٥، هود:٤٣، القصص:٠٧، القصص:٨٨؛ يس:٢٢، ٣٨؛ فصِّلت:١٢، الزخرف:٥٨)
(Ve ileyhi turceûn) (Bakara: 2/245, Yunus, 10/56, Hûd, 11/34, Kasas, 28/70,88, Yâsin: 36/22,83. Fussilet, 41/21, Zuhruf, 43/85) ayetini okuyup da sevinmemesi mümkün değildir; “El-hamdü lillâh, sonunda ona döneceğiz.” diye sevinmemek mümkün değildir.
O halde, ölümü bu kadar munis görünce, insan hayatı bu tarzda görünce, ahireti, ebedi hayatı bu kadar canlı görünce, tanıyınca; o zaman ölüm korkusu neymiş, şahsi, küçük hasis menfaatler neymiş diye düşünür. Dinin kendisine göstermiş olduğu gayeler uğruna, canını rahatlıkla verir. Osmanlıların başarısı buna dayalıdır. Eğer Osmanlılarda ölüm korkusu olsaydı, fütuhattaki başarısı da olmazdı. Osmanlı, dört bin kişilik bir orduyla, koca bir Sırp
ordusuna saldırmıştır, kırıp geçirmiştir. Neden?.. “Ölürsem şehid, kalırsam gazi olurum.” demiştir; kalmayı da istememiştir. Çanakkale Harbi’ne kadar bu böyle devam etmiştir.
Bir hadise anlatırlar: Subayın birisi, siperde erlerden iki kişinin ağlaştığını görüyor. Yanına çağırıyor onları, komutanı olarak, moral vermek istiyor; diyor ki:
“—Niye ağlaşıyorsunuz? Ayıp değil mi? Asker adam ağlar mı?..”
“—Bir şey yok komutanım!” diye geçiştirmek istiyor erler.
“—Söyleyin bakalım, neden ağlıyorsunuz? Ölümden mi korkuyorsunuz?” diye üsteliyor.
Gene söylemek istemiyorlar. Sonunda anlaşılıyor ki, düşünceleri ve üzüntüleri:
“—Bu kadar harbe girip çakıyoruz, bir türlü şehadet nasip olmadı. Bizim ne kusurumuz var ki, buraya kefenimizi koynumuza koyup şehid olmağa geldiğimiz halde, Allah bize bu büyük rütbeyi ihsan etmiyor?” imiş. Bu nedenle ağlarmış zavallılar!
İstiklâl Harbi de bu ruhla kazanılmıştır Eğer İstiklâl Harbi’ne inkârcı, eyyamcı, devrimbaz bir zihniyetle girmiş olsaydık şimdiye ya Amerikan mandasındaydık, ya da Balkanlar gibiydik, Kırım, Kafkasya gibiydik...
Osmanlı devlet adamlarının halka hizmet zihniyetlerini düşününüz. Şah’ın yurtdışına kaçırdığı serveti hatırlayarak sorun bu soruyu kendinize: Osmanlı devlet adamları da yurt dışına büyük servetler kaçıramazlar mıydı? Kaçırabilirlerdi. Oysa ki sekreterlik, yaparak, daktilo yazarak, ayakkabı tamir ederek hayatlarını devam ettirmişlerdir. Ama devlet hazinesinden bir şey kaçırmayı düşünmemişlerdir. Sultanıyla, paşasıyla, ağasıyla, esnafıyla hayır ve hasenata yönelmişlerdir. Maddî zenginliklerini halkın hizmetine, halkın menfaatine yöneltmişlerdir. Servet yığmayı ve müsrifçe, bencil yaşamayı uygun görmemişlerdir. Bir mes’uliyet duygusuyla hareket etmişlerdir, büyük ölçüde.
O halde, siyasi başarıda da tasavvufun verdiği gücün, büyük etkisi vardır.
Sanata gelince; malûm, sanat gönül işidir. Gönlü kıpırdamayan bir insanın güzelliği sezmesi, bulması ve tasvir etmesi mümkün değildir.
Bize kadar ulaşan Osmanlı sanatkârlarını inceleyecek olursak, büyük ölçüde gönül erbabı insanlar olduğunu görürüz. Tabii, sanatın menşei heyecan olduğu için insanın, beşeri, cinsi, maddî heyecandan doğma sanat eseri meydana getirmesi de mümkündür. Bir insanın bir kıza karşı duyduğu sevgiden dolayı çok güzel, lirizm seviyesi çok yüksek bir şiir söylemesi mümkündür. Ama tasavvufun verdiği duygularla kıyaslanamaz.
Tasavvufun verdiği duygular o kadar kuvvetlidir ki, o kadar canlıdır ki... Bu duygu, insanı havada uçurur, ayaklarını yere değdirmez. Mevlânâ’nın çağını nasıl etkilediğini düşünün... Mevlânâ herkesi şaşırtmıştır. Herkesi sarmıştır, harekete getirmiştir. Mutasavvıf böyledir. O kaynağa yaklaşıp o lezzeti tattı mı, artık onu tutmak mümkün değildir.
Arif Nihat Asya’nın bir beyti var:
İçsen bu sudan dostum, bir daha susamazsın;
Bir hal gelir ağlayamazsın, susamazsın!
der. İnsan bu hale gelir. Bundan sonra, sanatın her çeşidi dökülür kaleminden, elinden, dilinden...
Osmanlı sanatını mimariden musikiye, edebiyata ve daha başka sanatlara doğru inceleyecek olursak büyük sanatkârların hemen hepsinin böyle olduğu görülür. Söz gelişi hangi sanatkârı inceleseniz, muhakkak Gazalî’yi okumuş, muhakkak Mesnevî’den feyz almıştır.
Şeyh Galib:
Esrârını Mesnevî’den aldım,
Çaldımsa da mîrî malı çaldım.
diyor. “Devlet malı çaldım, şahıs malı çalmadım!” diyor. Müteessir olmuştur Mevlânâ’dan, Hüsn-ü Aşk’ın ilhamını oradan almıştır.
Hasılı, Osmanlı Kültüründe tasavvufun sanata, edebiyata, musikîye, mimariye kaynaklık ettiğini görmek mümkündür, Diğer sahalardaki tesirlerinin hepsi de isbat edilebilir.
i. Şeriatsız Tasavvuf Olmaz
—Muhterem Hocam, şeriat ehli, tarikat ehli diye yapıla gelen ayrıma ekleyeceğiniz bir şey var mı?
Bu son derece önemli bir konudur. Tasavvufu şeriattan ayırmak, insanın derisini yüzerek etinden ayırmak gibi bir şeydir. Çünkü, şeriatsız olarak tasavvufun gayelerine ermek mümkün değildir. Kâinatın sahibi var ve bir olduğu için, her şey ondan gelmektedir. Kâinatın sahibinin rızası olmadan, bir şeyi elde etmek mümkün değildir. Bahçıvan müsaade etmezse, bahçeye girip gül koparmak mümkün olur mu?..
Onun için Şeriat, hükümlerdir, işin sözleridir. Tarikat onun hâle intikalidir. Hüküm olmazsa, hal olmaz; zarf olmazsa, mazruf durmaz; zarfın içindeki durmaz. O onun zarfıdır. Binanın betonarme iskeleti olmasa, tuğlası olmasa içindeki mobilyalar, süsler duvardaki tablolar vs. olamaz. Bunlar birbirlerini tamamlamaktadırlar. Su ile bardağı nasıl bir arada düşünmek gerekirse, şer’-i şerif ile tarikatı da öyle düşünmek, aralarındaki bu ilgiyi böyle bilmek gerekir.
Her zaman ortada bir tarikat vakıası var. Fakat bu, şeriat ahkâmından uzakta ise, yanlış yoldadır. Bunların mensubları, birtakım dünyevî değerler elde edebilirler. Meselâ, Hint fakirlerinin yaptığı olağanüstülükler gibi, Zati Sungur’un hokkabazlıkları gibi olmasa bile, insanın tabiatının müsaade ettiği birtakım hünerleri mekanik olarak gerçekleştirebilir. Ama bundan öteye bir şey sağlayamaz. Yâni, kâinatın Yaratanıyla ilgi ve
ahiretin değerleri yönünden hiçbir şey elde edemez.
j. Tasavvufa Her Zaman İhtiyaç Var!
—Efendim, bir kanaat da insanların, ya da toplumun, bunalımlı dönemlerinde tarikatlara yöneldiği merkezindedir. Sosyal çalkantı, bunalım içinde olanlar adetâ imdat kapısı, teselli kapısı olarak tarikatlara yöneliyorlar. Çünkü bu nokta-i nazarda, olanların beyanlarına göre tasavvuf, işte bir lokma, bir hırka felsefesidir. Ancak kendilerine huzuru, sükûnu, teselliyi tarikatlar veriyor, diye söyleniyor.
Oysa tarikat, toplumların bunalımlı hallerinde onlara yeni hamleler aşılama, yeni dinamikler getirme harekâtı olmuştur. Bunun en bariz örneğini de Osmanlının kuruluş döneminde görüyoruz. Selçukluların dağılmasını müteakiben, Anadolu’nun birçok mutasavvıflar tarafından yeni baştan, mânen inşa edildiğini görmekteyiz.
İşte, buyurduğunuz Mevlânâ, Hacı Bayrâm-ı Velî, Emir Sultan gibi daha birçok veli, birçok büyük zatın, o dönemde toplumun adetâ büyük bir devlet halinde zuhur etmesinde, yeni bir devletin oluşmasında emekleri oluyor. Nitekim büyük bir devlet teşekkül ediyor.
Şimdi de bir bakıma, Türkiye’nin içinde bulunduğu sosyal durum, gerçekten çok bunalımlı. Selçuklunun yıkıldığı dönemin manzarasını andırıyor. Biz dünkü tarihî hale bakarak, bugün de Türkiye’nin insanının mânen onarılması bakımından, onu geçmişte olduğu gibi, büyük bir devlete dönüştürme bakımından yine hâlâ tasavvuf harekâtını bugün için gerekli, toplumu ihya edici bir dinamik olarak sayıyor muyuz? Bu konuda da kapanış konuşması mahiyetinde açıklamada bulunur musunuz?
Sözünüzün başında söylediğiniz yanlış yoruma dair, tasavvufu anlatan araştırıcıların, yazarların eserlerinde ifadelere rastladım.
Diyorlar ki: “Tasavvuf toplumların çalkantılı zamanları, bunalımlı zamanlarında bir sığınak vazifesi görüyor.” Ben bu
tarzdaki izahlara, vakıaya uygun bulmadığım için katılmıyorum. Yoksa şahsi bir görüş olarak değil... Vakıa başka türlü... Vakıa insan ruhunun ihtiyacıdır. Bu ihtiyaç, hatta huzurlu günlerde daha da artıyor.
Meselâ, Amerika, İsviçre gibi maddî refahı zirveye çıkmış toplulukları düşünelim! Onların da ruhî ihtiyaçları hiç değişmiyor. Onlar da her türlü konfora sahip olduğu halde, bir takım ihtiyaçlar içerisinde kıvranıyorlar. O halde, tarihi bu şekilde tefsir etmek ve tasavvufu insanların sadece bir bunalım döneminde sarıldığı bir teselli kaynağı gibi görmek, doğru değil. Aslında bunalımlı insanlar da, bunalımsız insanlar da, hepsi ruhî bir boşluğu doldurmadıkları taktirde, o boşluğu doldurmak için çırpınıyorlar.
Bir bakıma tasavvuf, insanın ruhi boşluğunu doldurma meselesidir. Onun için tasavvuf, zengin için de, fakir için de, Amerika için de, Avrupa, Türkiye için de, Kuveyt, Hindistan, Japonya, Çin için de aynı derece ihtiyaçtır. Dün olduğu gibi, bugün için de ihtiyaçtır.
Çünkü insan ruhunun tatmine ihtiyacı olan, doldurulmasını temenni ettiği boşluğu vardır. Aradıkları vardır. Her insan bunu arar. “Nereden geldim?.. Nereye gidiyorum?.. Bu hayatın mânâsı, gayesi nedir?.. Eğer çoluk çocuk edinmekse, edindim; mal, mevki edinmekse, ona da sahip oldum; o halde bundan sonra ne olacak?” gibi soruları herkes sormuştur. İnsan, ihtiyaç anında Mevlâsına ilticâ eder. Dua ve tazarrû eder. Ama bu tarzda ruhî ihtiyaç, sadece sosyal bunalımlı devreye mahsus bir ihtiyaç değildir.
Tahmin ediyorum, bugün Amerika’nın tasavvufa ihtiyacı, belki buhranlı Türkiye’nin ihtiyacından daha fazladır. Onun için, oranın gençleri meşin ceket giymekte, hippi olmaktadır. Bugün, Moda’daki zenginlerin çocukları otomobil tokuşturarak teselli bulmaya çalışmaktadırlar. Aynı sebepten birçok genç, uyuşturucu madde kullanmaya kendisini atmaktadır.
O halde bu tür izah tarzı, müsteşriklerin materyalist görüşlerinden ibaret olabilir. Ama vakıaya uygun değildir. Zengin de, fakir de aynı ihtiyacı duyuyor. Binâen aleyh, onların
söyledikleri gerçeğe uygun değildir.
İnsandaki boşluk, muhakkak dolmak ister. İnsan Mevlâ’sını muhakkak bulmak zorundadır. Allah-u Teàlâ Hazretleri’yle, yaratıcısıyla irtibatı temin etmediği müddetçe, insan, çırpınıp duracaktır. Ölümden sonrasına ait yakîn (tereddütsüz inanma) hâsıl olmadıktan sonra, ona ait bir tatmin duygusuna ermedikten sonra, insanın çırpınışı muhakkak devam edecektir.
Bu ihtiyaç, sahte birtakım tatmin edicilerle uyuşturulabilir, kısmen tatmin edilebilir. Ama bu ihtiyacın cevabı doğru olmadığı zaman, çırpınma biraz dursa bile netice hâsıl olmayacaktır. Bunun asıl çözümü, Allah’ı tanımaktan ve ona kendisini sevdirmekten geçer. Ona sevgili bir kul olma yolunda hareket ettiği zaman, o da kula kendisine ait sevgiyi ihsan edecektir. Muhabbetullah bu şekilde olur.
Doğrudan doğruya kulun Rabbini sevmesi, haddi değildir. Mevlânâ’nın bir gazelini geçenlerde okuyordum da dikkatimi çekti. Diyor ki: “Biz çelik parçalarıyız, senin aşkın mıknatıs.” Çelik parçası hareket eder gibi görünür, ama hareket kendisinden değil, mıknatıstan gelmektedir. Aslı menşei orasıdır. Oradan o cazibenin gelmesi için de, kulun edebe riayet etmesi ve Allah’ın nelerden hoşlandığını bilerek onları yapması gerekir. Onları yaptıktan sonra gelişme gösterir.
—Tasavvuf terbiyesi almış bir kişinin anarşist olabileceğine ihtimal verilebilir mi?
Kat’iyyen. Bir kere sıkıntı duyacağına, ruhî bir bunalım içine düşeceğine ihtimal verilmez.
Bugün bir siyasi tutukluyu ziyaret ettim. Neticede hastadır, ızdırab çekmektedir, hastanede aylardır durmaktadır, sanıktır muhakemeleri bahis konusudur; fakat, ruhî metanetini ibrete değer durumda gördüm. Hâlen dışarıda gezen, idareci olan yüksek mevkilere sahip insanlarda olmayan bir huzura sahip buldum.
k. İstikbal İslâm’ındır!
—Dünya’da olsun, Türkiye’de olsun; dinî, mistik duygulara doğru bir genel eğilim müşahede edilmektedir. Geçen yüzyılın materyalist, inkârcı dünya görüşleri, günümüzde çekiciliğini bir hayli kaybetmiş gibidir. Çağımızın insanı, bir arayış içindedir. Bir çok mütefekkir, sanat ve hatta devlet adamı bu arayışı açığa vurmaktadırlar. İşte inanç, bu arayışlara cevap olarak gündeme giriyor şimdi. Ülkemizin aydın kesiminde de tasavvufa doğru yeni, canlı ilgiler var.
Bu durumlara bakarak insanları nasıl bir geleceğin beklemekte olduğuna dair bir mütalâada bulunur musunuz?
Mukadderatımızın ve istikbâlimizin ne olacağı hakkında bir şey söylememiz mümkün değil. Mevlâmız muhakkak ki kullarına zulmedici değil; kulunun gerçekleri anlaması, kavraması ve hak yola gelmesinden memnun ve razı olduğunu, hadis-i şerîflerle Peygamber Efendimiz bize bildirmiştir.
Çok güzel bir seziştir, istikbâlde güzel şeyler olması için Allah’ın bir lütfü olarak tasavvuf bugün böyle yayılıyor demek... Tasavvuf gerçek olduğuna göre ve faydalı olduğuna göre, insanları dirilttiğine göre, dolayısıyla, bu surette cemiyeti dirilttiğine göre, Cenâb-ı Hakk’ın üzerimizdeki sayısız nimetlerinden birisi de modern cemiyette tasavvufun kadrinin anlaşılması, diyebiliriz. Size o bakımdan tamamen katılıyorum.
Tabii, daha önceki yıllarda niye bu kadar değildi denilebilir. Daha önceki yılları tarif etmek lazım! Hangi daha önceki yıllar?.. Meselâ bundan 75 sene önceki yıllarda tasavvuf, çok daha yaygındı. Münevverler arasında hemen hepsi mutasavvıftı. Mehmet Zihni Efendi’yi alın, İsmâil Fenni Ertuğrul’u alın, diğer Osmanlı
münevverlerini alın hemen hepsi mutasavvıftı; ya da hepsinin tasavvufla az çok bir ilgisi vardı.
Bir ara azaldı. Çünkü tasavvuf eğitimi durdu. Onun için azaldı. Bir ara insanlar, başka bir gaye ile oyalandılar. Meselâ, Tevfik Fikret’in ifadesiyle Halûk’un Amentüsü’nde söylediği gibi, ilmin her şeyi yapacağı zannı yaygınlaştı. İnsanlar Batı’dan bir şeyler umdular, bu umutla beklediler. Kendi ruhlarını, mânevî duygularını bastırdılar, sildiler, ortadan kaldırdılar. Fakat Batı’dan umulanların gerçekleştirmediğini, bilakis Batı’nın bir arayış içinde olduğunu gördüler. Ve Batı’nın arayış içinde kendilerinin bıraktığı değerlere sarıldığını görünce, şoke oldular, biraz uyandılar diyebiliriz.
Bir İngiliz’in tasavvufa meyletmesi, bir Fransız’ın gelip Mevlânâ’nın türbesinde vecd ile durması, onlarda; güneşin Batı’dan doğduğunu görmek gibi bir durum hasıl etti, uyanmaya başladılar. Yavaş yavaş bırakmış olduğumuz değerlerin ne kadar büyük değerler olduğunu, umdukları yerlerin ne kadar sığ olduğunu tanıdılar. O zaman, “Batı’ya gidersek kim bilir neler bulacağız!” diye hayalhaneleri doluydu. Henüz oraya ulaşamamaktan doğan hayal ve umuşları vardı. Onun için ellerindeki kıymetleri atıvermişlerdi.
Bu gerçeği anlamalarında, Batı’yı görmelerinin büyük bir tesiri
var. Buna tasavvufa dönüş yolunda büyük bir faktördür diyebiliriz. Sizin dediğiniz mânevî faktör, tabii hepsinin aslı, esası olabilir. O çok tatlı bir şey. Allah’ın lütfundan onu umuyoruz. Değil Türkiye için, Dünya için bile...
—Çağımızda Avrupa’da, Amerika’da meselâ İngiltere’de, Fransa’da Jan Dallas gibi Rone Geneon gibi bir çok batılı düşünür tasavvuf yolu ile müslüman olmuşlardır...
İslâm, canlılığını sürdürüyor. Ayet-i kerimede deniliyor ki:
يُرِيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَ اللهُ مُتِم نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
(الصف:٨)
“Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek istiyorlar, ama kâfirler hoşlanmasa da, Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Saff, 61/8) İşte bu durum İslâm’ın dinamizmindendir. O alâka daha başka bir şey değildir. İslâm yaşıyor. Oraları da İslâm fethediyor.
Adamlar Osmanlı imparatorluğunu çökertince, sandılar ki Hristiyanlık namına bir başarı elde ettik, iş bitti... Tabii İslâm canlılığını sürdürüyor ve sürdürecek. Hiçbir yerde insanlar Allah’a bahane uydurma imkânına sahip olamayacaklar. “Ben İslâm’ı duymadım da onun için intisap edemedim ya Rabbi!” diyemeyecek hiçbir kimse...
Her yerde imtihanın şartları eşit olarak tahakkuk edecektir, ediyor da.
l. Tasavvuf Kıyamete Kadar Devam Edecek
—Tasavvufa devrini tamamlamış bir hareket gözüyle bakanlar için, tasavvufu tamamen gereksiz bulanlar için, “Benim mürşidimden başka mürşid olamaz, gelemez.” gibi kanaat sahipleri
için ne dersiniz?
Bu çeşit beyanlar vakıaya ve edebe aykırıdır. Bir insanın üstadını sevmesinden tabii bir şey olamaz. Hattâ bu zarurîdir. Yalnız, “Benim üstadımdan başka üstad yoktur!” demek, bir şeyin yokluğunu isbat etmek, varlık isbat etmekten çok daha zordur.
Meselâ, “Bu odada hiç toplu iğne yok!” dediğimizi düşünelim. “Bir toplu iğne var!” demenin kolaylığı, yanında, yok demek fevkalâde zordur. İnsanoğlu bilgi bakımından mahdut olduğuna göre, “Yalnız benim üstadım vardır, başka üstad yok!” demek, bir kere her yeri biliyor, aramış da ondan sonra, “Burada toplu iğne yok!” demek gibi bir iddia keyfiyetindedir. Bu vakıaya ve edebe uygun değildir. Sonra, Allah’ın rahmet ve lütfu, yağmur yağdığı zamanki gibi her yere şâmildir. Allah hiçbir yeri feyizsiz bırakmamıştır:
وَاِنْ مِنْ اُمَّةٍ اِلاَّ خَلاَ فِيهَا نَزِيرٌ (فاطر٤٢)
“Hiçbir yer yoktur ki, oraya bir peygamber, ya da irşad edici gönderilmiş olmasın.” (Fâtır, 35/24)
Bunların bir kısmını Allah-u Teàlâ Hazretleri bize beyan ettiğini, bir kısmını ise beyan etmediğini, Kur’an’da ayet-i kerimelerle bildiriyor. Ama her beldenin, muhakkak böyle bir vazifeli tarafından ikaz edildiğini çok kat’î bir gerçek olarak biliyoruz. O lütuf aynen devam eder.
وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولاً (الاسراء:٥١)
“Biz peygamber göndermedikçe kimseye azab etmeyiz.” (İsrâ, 17/15)
وَلَقَدْ بَعَثْنَا فِى كُلِّ اُمَّةٍ رَسْولاً اَنِ اعْبُدُوا اللهَ وَاجْتَنِبُوا الطَاغُوتَ
(النحل٦٣)
“And olsun ki, her ümmete, ‘Allah’a kulluk edin, azdırıcılardan kaçının!’ diyen peygamber göndermişizdir.” (Nahl, 16/36) Her yerde muhakkak ki, halkı irşad edici Allah’ın sevdiği, Rasûlüllah’ın hizmetini devam ettiren insanların olması tabiidir.
Çünkü hadis-i şerîfte buyuruluyor ki: “Ümmetimden bir taife kıyamet kopuncaya kadar, hakka müzahir olmakta, destekçi olmakta devam edecektir. Onlar kınayanın kınamasından çekinmeden, bu vazife-i dîniyyesini, şerefli hizmetlerini, fütur getirmeden yerine getirmeye devam edeceklerdir.”
—Teşekkür ederiz muhterem Hocam.
(Tasavvuf Üzerine Doç Dr. Halil Necâtioğlu ile Sohbet, Akif İnan, Mavera dergisi, 54. sayı, Mayıs 1981)