"Cenab-ı Peygamber SAS sanata, şiire çok rağbet buyurmuşlardır." dedik. Buna ilişkin pek çok örnekler var... Birisini söyleyivereyim: "Şiir söyle ya Hassan, Rûhül Kudüs seni takdis eylesin!" buyurmuşlar. Kâab bin Züheyr'e, okuduğu banet suad kasidesi için mübarek sırtından çıkarıp, kendi mübarek elleriyle hırka giydirdiğini biliyoruz.
Bazı Batılı müsteşrikler, İslâm peygamberinin sanat, şiir düşmanı olduğunu söylerler. Bunun için bazı olayları çarpıtarak anlatırlar.
Cenab-ı Peygamber SAS, üç şairin müslümanlar tarafından görüldüğü yerde katledilmesine dair emirler vermiştir. Bunlardan birisi Sâre adlı bir kadın... Medine'ye geliyor, müslüman oluyor, müslümanların içerisinde kalıyor. Sonra tekrar dönüyor İslâm'dan... İrtidat ederek, dönerek, reddederek Mekke'ye dönüyor... Elinde tefle kasideler okuyarak, müzikle, müslümanları karalayan şiirler söylüyor.
Bir başkası Medine'dedir, Kâab adlı bir yahudidir. O da İslâm'a çok ağır hakaretler, küfürler ediyor. Bunların öldürülmesine emri vardır.
Mekke'nin fethini takiben çok az sayıda bazı kişiler dışında bütün kent affa uğramıştır. Bunların bir kaçı da şairdir ve onlara da bundan böyle İslâm'a küfretmemeleri, hakaret etmemeleri söyleniyor. Burda da Cenab-ı Peygamber SAS, müşrik şairlerin hiç birisinin katline, hiç birisinin zarara uğramasına dair hiç bir emir vermemişlerdir. Bir tek şartla şiirlerini söylerler. O şart, İslâm'a, İslâm peygamberine, İslâm'ın mukaddes saydığı şeylere küfretmeyecek. Nitekim bazı savaşlarda esir düşen şairler olmuştur. Onlar İslâm'a gelmedikleri halde, İslâm'a küfretmemek kayd u şartı ile affa uğramışlardır. Buna ilişkin yığınla örnek var...
Şimdi tasavvuf, Cenab-ı Peygamber SAS'in dünyasını değiştirmesinden sonra tedvine uğrayan İslâmi ilimler gibi düzenlenmiş ve bir yaşam disiplini olarak hayata çıkarken; İslâm toplumunda çerçevesini Cenab-ı Peygamber SAS'in çizmiş olduğu şiir, daha yoğun bir biçimde devam ediyordu ki, biz buna tasavvuf edebiyatı diyoruz.
Cenab-ı Peygamber SAS'in, şiire yaklaşımına dair birkaç örnek daha vermek istiyorum. Müşrik şairlerinin yazmış olduğu şiirleri de dinlediğine dair, iki cihan sultanının hayatında yığınla örnek vardır. Sahabenin birisi anlatıyor:
"Bir seferden dönüyorduk. Cenab-ı Peygamber SAS'in terkisindeydim. Bana, 'Ümeyye bin Saad'dan şiir bilir misin?' diye sordu. Okudum. 'Daha var mı ezberinde?' dedi. Tekrar okudum. Yüz beyit kadar okudum." buyuruyor sahabe...
Bu adı geçen şair, İslâm dönemini idrak etmiş olmakla birlikte, İslâm'la şereflenmemiş olan bir müşriktir.
Birgün muallaka şairi Antala'nın bir beyitini işitiyor, iki cihan sultanı SAS Efendimiz. Beytin meali şu; "Açlıktan karnım belime de yapışmış olsa dahi, minnetsiz bir lokma buluncaya değin yemeyeceğim!" Bu beyti duyunca iki cihan sultanı SAS Efendimiz diyor ki: "Cahiliyye dönemi şairlerinden Antala'yı görmeyi çok isterdim." Şimdi mesaj alabildik mi, bizim için bütün dünyanın edebiyatı okunmaya değer edebiyattır. Bir tek şartla; SAS Efendimiz'in çizmiş olduğu hududa, İslâm'ın çizmiş olduğu hududa riayet şartıyla... Yâni, İslâm'ın yap veya yapma demiş olduğu hususlar var ya; işte ona riayet eden şiir, isterse bir müşrikin dilinden çıkmış olsun, bizim için okunmaya değer, ders çıkarılmaya değer... İşte tasavvuf sanatçıları böyle evrensel bir ölçüler malzumesi içinde, çok daha bilinçle şiirler okumuşlar.
Tasavvuf edebiyatı, bizim İslâm'la şereflenmemizden sonra, Türk toplumunda bir ayrı ekol olarak gelişiyor tasavvufla birlikte... Oysa, şunu da söyleyeyim, bizim eski edebiyatımız, divan edebiyatımız bir İslâm edebiyatıdır. Kuşkusuz onu dînî ve lâdînî diye ayıran tasnife bizim katılmamız mümkün değil... İslâm uygarlığının ve inancının üretimidir, ürünüdür; öteki bütün güzel sanatlar gibi... Yani Nedim'de İslâm edebiyatının şairidir, Şeyh Galip de... Nedim'in bazı şiirlerinde, ya da onun gibi bazı dünyevi zevke dayalı sanatçıların şiiirlerinde bizim reddetmemiz gereken yığınla beyitler olabilir. Bunu şöyle değerlendiriniz lütfen; bir müslümanın nasıl günahı da olursa, işte o tür ters beyanlar da onların hatasıdır ve günahıdır. Kendilerini İslâm halkasının dışına çıkarmaz ve kendilerini İslâm edebiyatının dışına itmez.
Evet bütün divan edebiyatında ve halk edebiyatında alınan, bizde Köprülü'yle birlikte başlayan tasnif ile lâdînî edebiyat, laik edebiyat adı konmuş olan o edebiyat bile, tasavvuftan süt emmiş olan bir edebiyattır. Topyekün bütün Türk edebiyatının ana damarını, tasavvuf oluşturur. Anadoluya geldiğimizde bizim bizzat önümüzde, yanımızda bulunan insanlar tasavvuf edebinden geçmiş olan insanlar değiller miydi?.. Ahmed Yesevi'nin dervişleri değil miydi? İşte Anadolu'da Hacı Bayram-ı Veli'den, Yunus Emre'ye kadar, Hacı Bektaş'a kadar ortaya Anadolu alanında ilk sanat örneklerini koymuş olanların ve Anadoluda bir şiir iklimine zemin oluşturanların tümü tasavvuf erbabıdır.
Tasavvuf edebiyatı ondan sonra gelişen Türk edebiyatını temelden etkilemiştir. Divan edebiyatında görmüş olduğumuz soyut anlatımların tümüne yakını, İslâm tasavvufunun, İslâm duyarlılığının kendisine giydirmiş olduğu elbiselerden başka nedir ki?..
Bazıları bizim eskiedebiyatımıza, hatta tasavvuf edebiyatımıza, ondaki kullanılmış olunan bazı kelimelere, ıstılahlara, teşbihlere bakarak ona lâdînî elbise giydirmiş olabilirler.
Bir sakiden içtim şarap,
Arştan yüce meyhanesi...
Ol sakinin mestleriyiz,
Canlar onun divanesi...
Yunus Emre bunu söylüyor. E artık izah etmeye gerek var mı?.. Bu aşk hangi aşktır, burdaki şarap hangi şaraptır, meyhane hangi meyhanedir?..
Onun için tasavvufun getirmiş olduğu bu imajlar, bu mazmumlar aynıyla divan edebiyatına da yansımıştır ve divan edebiyatı bile büyük ölçüde tasavvufi neş'enin oluşturmuş olduğu bir edebiyattır. Bu edebiyat ne zamana kadar yoğun biçimde geldi?.. Tanzimat'a kadar geldi. Tanzimat'la birlikte bütün sosyal hayatımızda, uygarlık hayatımızda, Batı'yı örnek almamızla birlikte başlayan değişim, belli oranda edebiyatımızı da etkiledi ve bizim artık orjinal edebiyat örnekleri Batı tipi; tüm sosyal alanlarda batı olduğu gibi...
Ama bununla birlikte, Batı etkisinde başlanan edebiyatla birlikte, yine tasavvufun duyarlılığı ve imajları bu edebiyatta da belli oranlarda etkili oldu. Ve bu edebiyatın biraz dışında, hele İslâmi bir havayı soluyan, o bilinç içinde olan sanatçıların elinde, çok daha yoğun biçimde günümüze kadar taşındı. Bunu Süleyman Nazif'te de, Muallim Naci'de de, Yahya Kemal'de de gayet yoğun biçimde görebiliriz.
Yakın dönemin sanatçısı üstad Necip Fazıl'da bu tasavvufi etki ve tiz en belirgin biçimde ayan beyandır. Daha sonraki kuşaktan başta Sezai Karakoç olmak üzere Erdem Beyazıt'ta olsun, rahmetli Cahid Zarifoğlu'nda olsun, bütün arkadaşlarımızda aynı tasavvufi etki vardır. Aynı etki, çağdaş mânâda yeni imajlarla da donanarak, günümüze kadar devam etmiştir.
İslâm madem ki kıyamete kadar bakî kalacak; dolayısıyla tasavvuf da kıyamete kadar bakî kalacak... Demek ki, fikir hayatımızı, düşünce hayatımızı kıyamete kadar etkileyecek bir mekteptir tasavvuf... Ve bütün güzel sanatlara can veren bir müessesedir. Bütün güzel sanatlara diyorum, süsleme sanatlarından mimariye kadar, musikiye kadar, her güzel sanata can vermiştir. Güzel sanat uygarlık demektir. Uygarlığın somut göstergesi, ürünü demektir. Tasavvuf hayatta kalan bu etkinliğini İslâm toplumlarında devam ettirecektir. Dahası İslâm dışı toplumların üzerinde de tasavvufun belirli oranlarda etkinliğini göre gelmekteyiz.
Konuyu fazla dağıtmadan bu açıklamamı burada noktalayayım. Allah'ın selamı, rahmeti, bereketi üzerlerinize olsun.
12. 11. 1994 - Eskişehir
MZK ve TASAVVUF SEMPOZYUMU
MEHMED ZÂHİD KOTKU (RH.A)'İN TARİKAT VE İRŞAD ANLAYIŞI
Doç. Dr. İrfan Gündüz
Bismillahir rahmânîr rahîm.
Elhamdü lillâhi rabbil alemîn... Ves salâtü ves selâmü alâ rasûlinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn...
Tasavvuf, insan ile ihsan arasındaki engellleri kaldırarak temizleyen ve insanı ihsana erdirmeye çalışan bir ilim dalıdır. Mehmed Zahid Efendi'nin tarikat ve irşad anlayışı dediğimiz zaman, onun hayatında gerçekten ihsan hâkimdi. Hayatın her anı ihsana sözkonusudur. O yüzden --Hayreddin Hocam mâzur görsünler-- bir kaynağı var mı, yok mu bilmiyorum ama, yanlız şunu iddia edeblirim ki, fıkıhta da güzel olan herşeye hüsun adı veriliyor, çirkine de kubuh. Güzele hüsn adının verilmesinin bile, Peygamberimiz Efendimizin ihsanı tarifinden kaynaklandığı inancını taşıyorum. Çünkü Allah'ın kendisini gördüğü inancıyla atılan hiç bir adım yanlış yola gitmez, varmaz.
Yunus Emre'nin dediği gibi:
Göz oldur ki hakkı göre,
Yol oldur ki doğru vara!
Dinleyiciler de oldur ki kulak vererek iyi dinleye... İnşallah sözümüz verimli olur, yararlı olur.
Hocaefendi Hazretleri'nin tarikat ve irşad anlayışını çözerken bize ipuçları veren bazı noktalar var... Bunların başında tabi Hocaefendi'nin silsilesi Gümüşhanevi'ye bağlı... Gümüşhanevi Hazretleri kendisini tanıtırken, "Ben özüm tarikaten Nakşıbendî, meşreben Şâzelî'yim." diyor. Aslında bu iki ifade, aynı zamanda Hocaefendi Hazretleri'nin de tarikat ve irşad anlayışının aynen göstergesidir. O bakımdan biz konumuza ışık tutması açısından, "Tarikaten Nakşıbendî'yim ne demek?.. Nakşibendîliğin insan yetiştirme usulü nedir?.. Tarikat anlayışı, metodu ve metodolojisi nedir?.." bunu çözersek, Hocaefendi Hazretleri'nin de irşad anlayışını çözmüş oluruz.
Nakşibendiye Tarikatı'nın biricik metodu var; o da sohbet metodu, sevgi metodu... Peygamber Efendimiz SAS'den İslâm'ın hâl tarafını, derûni tarafını, duygu tarafını alanlara; sohbet yoluyla lanlara, Peygamber Efendimiz'in gözünden alanlara, Peygamber Efendimiz'in sözünden alanlara ve Peygamber Efendimiz'le aynı mecliste bulunarak onun mağnetik etkisinden alanlara, sohbet şerefine nail olanlar anlamına ashab denmiş. Ondan sonra gelenlere de, onlara uyan, kendilerini onlara benzetmeye çalışanlar anlamında tabiîn adı verilmiş.
Naşibendîliğin irşad metodu sohbet metodu... Sohbet metodu dediğimiz zaman, Mehmed Efendi çok tatlı sohbet ederdi. Onbin kişiye de konuşsa, iki kişiye konuşur gibi konuşurdu. Ve dinleyen herkes, "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen duy!" kabilinden, sanki Hocaefendi kendisiyle başbaşa, ikili görüşme yapıyor intibaı ile dinlerdi. O zaman da, sözleri ve nasihatları çok kalıcı neticeler verirdi.
Fakat sohbetin esas yönü, iyi insanlarla beraber olmayı hedefleyen, sadıklarla beraber olmayı hedefleyen metoddur. "Ey iman edenler! Allah'tan korkun, sadıklarla beraber olun!" buyruluyor. Yâni, körlerle beraber olursanız şayı kalkarsınız. Doğrularla beraber olun; doğrularla beraber olursanız, cetvel gibi olursunuz.
İmam Gazalî merhumun, bu sohbet yolunu tanımlarken çok güzel bir yorumu var... Şöyle diyor: "Siz zannediyorsunuz ki, sadece hastalıklar bulaşıcıdır. Sadece verem bulaşıcıdır, sadece mikroplar bulaşıcıdır. Hayır; hâller de bulaşıcıdır. İyi hâl de bulaşıcıdır, kötü hâl de bulaşıcıdır."
Peygamberimiz SAS: "İyiyle dost olan, iyiyle sohbet eden, parfüm satanla beraber olan gibidir. Onun güzel kokusu ona bulaşır. Kötüyle sohbet eden de, demirci çırağıyla beraber olan gibidir. Onun da isi pası sana bulaşır." buyuruyor.
Bugün, tecrübi psikoloji bu gerçeği yeni tesbit etmiş, daha 100 senelik mazisi var. Ama Peygamber Efendimiz bunu, 1500 yıl önce hal ilmini bir eğitim metodu olarak ortaya koymuş. O yüzden diyorum ki, uyku bile bulaşıcıdır. Bir adam uyudumuydu, sağındaki, solundaki de gevşemeye başlıyor. Onbeş dakika müsaade edin, hipnoz yemiş gibi salonun hepsi uyuyacak. Hâller bulaşıcı demek ki...
Bakın o yüzden, Bahâeddîn-i Nakşıbend Hazretleri: "Bizim yolumuz inkibas ve insibat yoludur." diyor. Yansıma yolu... Kişilikler yansıma yoluyla yansıyarak birbirlerine geçer. Yansıma yolu, amip gibi çoğalma yoluyla iyilikleri bulaştırarak, yaygınlaştırarak, iyilerin amelini fazlalaştırma yoludur.
Yine, tabi beraberlik dediğimiz zaman; tabii beraberlik, aynı mecliste göz göze, diz dize bulunmak, onların sözlerinden istifade etmek, kamil insanların nazarlarından, şifa kapmaya çalışmak... Amennâ, bu güzel...
Nakşibendîliğin bir ayrı metodu daha var... O da fizik olarak aynı mekanda bulunmak imkanı bulunmadığı zaman, bu salih olan insanlarla, bu kamil olan insanlarla, meselâ Hazret-i Peygamber SAS'le nasıl birlikte olacağız?.. Bunun bir usulü var mı, yok mu?.. Nakşibendîlikte buna da bir usul tesbit edilmiş, o da mânevî beraberlik...
Hocaefendi Hazretleri gerçekten hem huzurunda, hem de gıyabında, insanlara haliyle, kàliyle, davranışıyla örnek olan, etkili olan geçmişimizin müstesna mirasçılarından birisiydi. Onu gıyaben taklit eden insanlar; onun huzurunda iken nasıl edebe bürünüyorsa, gıyaben de onun huzurundaymış gibi düzenli hareket eden kimseler; bakıyorsunuz aynı edebi, aynı güzel hasleti, aynı güzelliği yakalayabilme fırsatını elde ediyor. Yâni burada sohbetin bir de mânevî beraberlikle elde edilen tarafı var... Buna rabıta diyorlar.
Bugün bizim gençlerimiz baştan çıkartılıyor. Gençlerin özellikle yetişme çağındaki gençlerin taklid edebilecekleri mücerret değil, müşahhas örneğe ihtiyaçları var... Bu örneğe siz eğer, kendi kahramanlarınızı, kendi kimliğinizi yansıtan büyüklerinizi korsanız, gençler onun gibi olur. Ama siz gençlerin bu mekanizmalarını ke enlem yekün farzedip boş bırakırsanız, onların yerine Michel Jackson gelip oturuyor. Bakıyorsunuz müslüman bir yuvadan Amerikalı bir çocuk çıkıyor.
Kim bir kavme benzerse, o onlardan sayılır. Kim kendisini bir kavme benzetmeye çalışırsa o onlardan sayılır. Ben bakıyorum, evvelce kızları için evde anne, ideal bir numuneymiş Üsve-i hasene anneymiş, kız kendisini annesine benzeterek büyüyormuş. Oğlan çocuğu, babasını taklid ediyormuş. Ne zamana kadar?.. Televizyonlar, yatak odalarımıza girinceye kadar...
Şimdi artık, çocuklarımızın bu idealize edecekleri, taklid edecekleri tipler ve modeller imha edildi, yok edildi. Yerine televizyonda takdim edilen, medyanın takdim ettiği bir batı menşe'li artistler geldi. Bakıyorsunuz bizim kızımız, saçını onun gibi yaptırmak istiyor. Onun pantolonundan giymek istiyor, onun elbisesinden giymek istiyor. Böyle onun gibi, onun gibi derken sonunda bakıyorsunuz, onunla aynileşiyor. Karganın altından, kartal çıkar gibi, müslüman bir yuvadan Amerikalı çıkıyor, Avrupalı çıkıyor.
İşte bu da Nakşîliğin ikinci metodu ki Hocaefendi Hazretleri bağlılarına bağlanacakları, beraber olacakları kişileri çok iyi seçmelerini; onlarla bir arada bulunmadıkları zaman bile hiç olmazsa hayalen onlar gibi olmaya çalışarak, onlara benzemeye çalışarak, iyi hasletler kazanmalarını sık sık ögütlerlerdi.
Hocaefendi Hazretleri'nin bir de Şâzelî meşrebinden gelen özelliği var... Bu söylediğimiz Nakşî usûlü, tarikaten nakşi olmanın özelliği... Bir de meşreben Şâzelî Tarikatı'na mensub olmak var... Şâzeliye Tarikatı'nın iki önemli özelliği var: Birincisi, bu tarikat ilme çok önem veriyor. Her şeyin önünde ilim... Hilafet verilecek bir halifede bile, mânevî yönlerin hâl eğitimine ehliyetten önce, zahiri ilimlerde icâzet ehliyeti aranıyor. Ondan sonra hâl icâzetine yetkili kılınıyor. Her meselede ilim sürekli ön planda tutuluyor.
Bu yüzden Gümüşhanevî Hazretleri diyor ki: "Bize intisab iki çeşittir. Birinicisi: Bizim eserlerimizi okuyarak, bizim eserlerimizi tercüme ederek, başkalarına aktarmaya çalışanlar da dirayet ve rivâyetle bize intisab etmiş sayılırlar." diyor. Gümüşhanevî Hazretleri'nin böyle bir ayrı intisab telakkisi var...
Hocaefendi Hazretleri de gerçekten ilmi her zaman ön planda tutar ve ilmi piyade askerine benzetirdi. "Bir yeri ne kadar topla vurursanız vurun, tankla eteş ederseniz edin; piyade oraya girip de sancağı süngünün ucuna takmadığı sürece, orası feth edilmiş sayılmaz. Uçakla fethettik sanarsınız, hemen masabaşında elinizden alıverirler. Feth edilen yerlerin size mal edilmesi ve kalıcı olması dahi ilimle mümkündür." derdi. Sürekli olarak gençleri ilme ve öğrenmeye teşvik ederdi.
Şâzeliye meşrebinin bir ikinci özelliği daha var; o da melâmet meşrebi... İbnul Arabî Mevlânâ'yı tanımlarken diyor ki: "O Davud'un kalemi üzere bir veli idi." diyor. Davud'un kaleminin özelliği ne?.. Melâmet meşrebine mensub olması, melâmetlik özellikler taşıması... Melâmetlik nedir?.. Tasavvuf literatüründe, hiç kimseye muhtaç olmadan, kendi alın teri, el emeğiyle geçinmeyi şiar edinen; tüketici derviş kitlesi yerine, üretici derviş olmayı öğütleyen bir tarikat anlayışı... Hocaefendi Hazretleri sürekli üretici olmayı öğütler, kimseye yük olmaya asla rıza göstermezdi.
Bu bakımdan kendisi yazı yazardı. Biz adının Mehmed Zahid Kotku olduğunu vefatından çok sonra öğrendik. İsmini bile böyle çok vafi bir şekilde gizlerdi. Adı M. Z. K. diye çıkardı kitaplarda. Böylesine de mahviyetkâr bir kâmil insandı. Böyle makamlardan, mevkilerden, şandan, şöhretten, insanların diline aşırı derecede düşmekten hoşlanmazdı. Ama onlara kemaliyle, hâliyle, kàliyle örnek olmaya ayrı bir değer verirdi.
Hattâ bir defasında, "Pazardan gelirken, cebinde pazardan aldığı emtiayı hamala verip taşıtacak parası olan adamın, bu malı kendisinin taşıması tahrimen mekruhtur." demişti. "Çünkü, o hamallar da geçinecek; nerden geçinecek?.. Herkes bu kadar parayı sever de her işi kendim yapayım derse, piyasada hiç kimse bir başkasından iş alma imkânı bulamaz!" demişti. Bu yüzden de melâmet meşrebini özellikle ögütlerdi.
Hocaefendi'nin diğer bir özelliği, camiyi irşad hayatının sürekli merkezinde tutan; şeriata bağlılığı hem tarikatten önce, hem de tarîkat, marifet, hakîkat basamaklarından sonra varılması gerekli bir hedef olarak, sürekli ön planda tutmuş bir anlayışın sahibiydi. Hocaefendi Hazretleri her meselede mutlaka, şeriatın ve fıkhın fetvalarını ruhsat ile değil azimet ile yapılmasını öğütler ve onu yaşamada örnek olmaya çalışırdı.
Kendilerinde bu bakımdan, ben şunu görüyorum ki: Gerçekten bir insan Allah rızâsı için eğer mihrabda verimli hizmet ederse, işte görünmeyen üniversite diye koskoca bir üniversiteyi peşine takıp götürebiliyor ve insanlar mezuniyet diploması almadan ömürlerinin sonuna kadar kendisine öğrenci oluyorlar. Var mı böyle bir üniversite?.. İşte Hocaefendi gerçekten cami mihrabını küçümsememiş, o mihrabdan bir üniversite, üniversiteyi de aşan bir etki ile kâmil insanlar yetiştiren bir etki, bir fonksiyon icra etmiş ve böylece camiyi hayatımızın merkezine taşımıştır.
Bize de demek istiyor ki: Siz de camiyi hayatınızın merkezine taşıyın!.. İslâmi hayatta, İslâm medeniyetinde her şey, gerçekten hayatın modeli, şehirciliğimizin bile çekirdeği cami ve etrafında şekillenmeli!.. Bunu sık sık öğütlerdi.
En son şunu söylerek sözlerime son vereceğim: Hocaefendi geceleri ihyâya, gündüzleri ihyâya ayrı bir önem verirdi. Ama geceleri insanın gönül iklimini ihyâ için ayırıp, tahsis etmesi, gündüzünü de dünya işleri için ayırması; gündüzü gündüz gibi, geceyi de gece gibi değerlendirmenin zaruretini öğütlerdi. Meselâ gündüz burada uyuyor adam; gündüzünü gece yapıyor, olmuyor. Cuma namazına gidersin, adam uyuyor namazda da... Namazda uyunmaz ki canım, yatak odasında uyunur. Yatak odasına da gidiyor, hanımla sabaha kadar konuşuyor. Olmaz! Her şeyi yerli yerinde, geceyi gece gibi, gündüzü gündüz gibi geçirmek lâzım...
Geçeyle ilgili bakın Müzemmil Sûresi var: "Ey örtülere bürülmüş peygamber, kalk! Geceyi, gecenin yarasını, yarısından biraz fazlasını ihyâ et! Sana çok ağır bir söz yükleyeceğiz." buyrulmuş orda... Demek ki gündüz insan vahyi alamaz. Tahmin ediyorum ki yine Hz. peygambere vahyin %99'u gece gelmiştir. Çünkü "İnnâ enzelnâhu fî leyletül mübâreke." var, "İnnâ enzelnâhu fî leyletil kadr." var; ama "Kur'an-ı Kerim'i gündüz indirdik." diye bir ayet yok... Gündüz de vahiy gelmiş, fakat %99'u gece gelmiş. Niye?.. Gece kalkan insanın kavrama kabiliyeti çok kuvvetli, söylenen sözü anlamaya da en uygun konumdadır, en kıvamlı durumdadır. Cenab-ı Hak bu yüzden, "Geceyi sürekli uykuda geçirmeyin, uykuda geçen hayat, hayattan sayılmaz." demiş oluyor.
Hattâ Hocaefendi, "Çok uyuyan adamın ömrü kısa olur. Az uyuyan adamın ömrü uzundur." derdi. Günde 12 saat uyuyan adamın ömrü tabiî daha kısa olur. Bu yüzden gecelerin ihyâsına ayrı bir önem verir, özellik gösterirdi.
Diğer bir şey de helâl gıdaya çok önem verirdi. "Aman ağızınızdan giren lokmaya dikkat edin!" derdi. Bu Mevlânâ'da da böyle... Mevlânâ diyor ki: "Lokmalar tohum gibidir. Onların meyvesi fikir ve düşüncelerdir, niyetlerdir. Yediğin bir lokma eğer senin gönlünde ve beyninde seni iyiliğe sevketmeye çalışıyor, seni Allah'a ve Rasûlüne ibadete teşvik ediyorsa; bil ki, o lokma helâldir, ona sarıl! Ama yediğin bir lokma da sende ibadete tembellik, salih insanlara karşı bir lâkayıtlık, gönlünde ibadetlere gevşeklik meydana getiriyorsa; bilki, o lokma haramdır. O lokmalardan da uzak dur!"
Mehmed Zâhid Kotku Efendi şunu söylerdi: "Benzinli olarak yapılmış bir motora şeker çok tatlıdır deseniz, şeker koysanız ne yapar? Çalışır mı?.. Motor yatak yakar. İşte Allah insan bedenini helâl lokma ve helâl rızık üzerine dizayn etmiş. Siz bu ağızdan haram lokma koyduğunuz an, bütün dünya ve ukbânız perişan olur, harab olur. Vücudunuz yatak yakar." derdi.
Cenab-ı Hak rızkı helal, akıbeti de güzel olan kullarından eylesin...
Teşekkür ederiz.
12. 11. 1994 - Eskişehir
MZK ve TASAVVUF SEMPOZYUMU
TASAVVUF VE CİHAD
Prof. Dr. İhsan Süreyya SIRMA
Sakarya Ü. İlâhiyat Fakültesi
Bismillahir rahmanir rahim.
Değerli kardeşlerim!..
Fransız şairi Lamartine'nin bir sözü var... On ciltlik bir Türkiye tarihi yazmış ve onun ön sözünde diyor ki: "Türkleri anlıyabilmek için, onlarla özdeşleşmiş olan dinlerini öğrenmek lâzım!.. Dinleri olan İslâm'ı da öğrenmek için Muhammed'i bilmek lazım. Onun için, ben eserimin birinci cildini Muhammed'e ayırdım." diyor ve ilâve ediliyor: "On senede hazırlayıp size sunduğum bu binlerce rivayet içinde, edip olan ben değilim. Konunun bizâtihi kendisi edibânedir. Yâni İslâm'ın kendisi buna lâyıktır." diyor.
Bana verilen konu biraz çetrefilli bir konu... Biraz mayınlar üzerinde oynayan bir rolü gerektiriyor. Ve tarih deyince insanın aklına mutlaka bir kronoloji geliyor. Ben de biraz tasavvufun adeta kronolojisini yapmaya çalışacağım. Çünkü dün, Akif Bey kardeşimiz "Bu Adem'den başlıyor." dedi; doğrudur. Şimdi madem ki Adem'den başlıyor biz de ondan başlıyalım. Ama bugüne kadar nasıl getireceğiz. Bu kısa dakikalar içerisinde inşaallah gayret edeceğiz.
Allah-u Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de buyuruyor ki: "Ben insanları ve cinleri sadece bana kulluk yapsınlar diye yarattım." O halde İslami yaşantının özü olan tasavvuf bunu mündemicdir, içine almıştır. Biz kulluk yapmak üzere, zahid olmak durumundayız.
Kur'an-ı Kerim'e baktığımızda, Allah-u Teâlâ insanları dört sınıfa ayırıyor. Bunların dışında yok: Mü'min, kâfir, münafık, bir de müzebzeb olanlar, yâni ne oldukları belli olmayanlar... Menfaati neredeyse, bir orada bir burada görünür, ondan sonra çeker gider. Şimdi asıl olan bu kulluk nasıl yapılacak? İşte, mesele budur.
Benim kanaatime göre ve şu ana kadar edindiğim bilgilere göre İslâmı'n özü olan bir şey vardır ki, biz müslümanlar bir kişinin vefatını duyduğumuzda onu terennüm ederiz. Ne deriz?..
(İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.)(Bakara 156) İşte bu insanlığın tarihçesidir. Biz Allah'ınız. İşte bizim Allah'a ait oluşumuz, tasavvufun özüdür. Ve cihad bunu gerçekleştirmenin kavgasıdır. Biz Allah'ınız, ne demek?.. "Hak" olan tarikatların --bunu tırnak içine alıyorum; çünkü hak olmayan, batıl olan bir sürü tarikat vardır-- hemen hepsinde bir zikir formülü var:
(Efdaluz zikri lâ ilâhe illallah.) Tasavvuf tarihin kavgasıdır. Ve cihadı bunun üzerine oturtuyoruz. Başka deyişle, tasavvuftaki cihad illâ'nın, yâni kelimeyi tevhiddeki illâ'nın tahakkuku için lâ dememizin kavgasıdır cihad...
Şimdi ben tabiî sizlere bunu anlatacak değilim. Ancak şunu söylüyorum. Peygamber Efendimiz'e kadar olan bütün peygamberler insanlara bir tek şey öğrettiler: "Lâ ilâhe illallah deyin; Allah'tan başkasına kul olmayın!" İslâm'ın birinci şartındaki kelimeyi şehadette lâ ilâhe illallah var... "Lâ ilâhe illallah" derken hangi ilâhlara karşı çıkıyoruz? Bunu hiç düşündük mü? Eğer peygamber zamanındaki Lât'a, Menat'a karşı çıkıyorsak, onlar bitti. Ama madem ki İslâm'ın ilk şartıdır; o halde, piyasada kendilerine lâ denilip karşı çıkılması gereken bir sürü ilâh vardır. İşte bu sahte ilâhlarla mücadeleye biz cihad diyoruz. Ve tasavvufun özü bu olmak lâzım!..
Pakistan'lı şair Muhammed İkbal, çok güzel söylüyor: "Bana İslâm'ın lâ kılıcını verin, insanları ezmekte olan emperyalist heykellerinin nasıl devrileceklerini ve illâ'nın nasıl hakim olacağını ben size göstereyim!"
O halde felsefedeki o negosyon dediğimiz şey budur. Siz eğer bir şeyleri inkâr etmesini bilmiyorsanız, karşı çıkmazsanız; başka bir deyişle, biz zikirde lâ ilâhe demeden illallah dersek olmaz. İllallah demek çok kolay ama önce sahte ilahlara lâ demek lazım. Ve işte bu mücadele odur.
Tasavvufdaki cihad, başka kelimelerle şeytana ve onun bütün sistemlerine karşı çıkmaktır. Ne demek; şimdi bunu birkaç kelimeyle açıklamak istiyorum, yoksa anlayamayız. Bakın bugün eğer dünya üzerinde beş milyar insan yaşıyorsa ve bunun beşte biri müslümansa; fakat en çok bunlar ölüyor, bunlar eziliyorsa, bunların dininde bir yanlışlık olması lazımdır. Ha, işte bunu anlamak lâzım! Nedir bakın, Şeytan'dan dedim. Şeytanı değerlendirirken size birşey hatırlatmak istiyorum. Şeytan biliyorsunuz Adem Aleyhisselâm yaratılıp Allah-u Teâlâ'nın emri ile bütün melekler ona secde ettiler. Şeytan, yani İblis, secde etmedi. Arkadaşlar, İblis'in şeytanın bu hareketini biz anlamazsak, bugünkü problemlerimizi çözemeyiz. Tasavvufu da anlayamayız.