Bakın şeytan Allah'a ne dedi?.. Allah'a dedi ki:
(Halaktenî min nâr) "Ya Rabbi! Sen beni ateşten yarattın!" Allahı yaratıcı olarak kabul ediyor. Peki neyi kabul etmiyor, niye şeytan kafir?.. Diyor ki; "Ya Rabbi! Sen beni yarattın, yeri göğü yarattın, cenneti yarattın; yalnız, benim işlerime sen karışma!" diyor. "Sen bir kanun yaptın. Senin yaptığın kanuna göre benim Adem'e secde etmem gerekir. Ben onu tanımıyorum ve diyorum ki: Benim kanunuma göre, ben topraktan yaratılana secde etmem ve etmiyorum!" diyor. Dolayısıyla "İlâhî güç benim işime karışmasın!" diyen felsefenin, yani laik felsefenin ilk kurucusu, böylece şeytan oluyor ve ilk laik de şeytan oluyor.
Bugün yanlış bir yola girmişiz. Bugün piyasada bir sürü adı müslüman olan insanlar var... Şeytan gibi davranıyorlar ve diyorlar ki: "Allah bizi yarattı, fakat işimize karışmasın!" Öyle diyorlar efendim. Tasavvuf, yâni İslâm, emr-i bil ma'ruf, nehy-i anil münker'dir. Yani bazı hocaların tercüme ettiklerine ben katılmıyorum. İyiliği, kötülüğü falan değil; Allah'ın emrettiği şekilde yaşamayı emreden bir kuraldır, bir müessesedir.
Onun için yine İkbal diyor ki: "Kim Allah'ın rızâsının dışında birisine kılıç çekerse, onun çektiği kılıç doğrudan doğruya kendi kalbine saplanır." O halde cihad sadece Allah içindir. Toprak için, taş için bilmem ne için; yok böyle şey ha!..
Resulullah SAS, bizim için usve-i hasenedir. Meselâ Bedir Savaşı'ndan bir sahne... Enfal Sûresi'ni okuyacak olursanız, Allah-u Teâlâ orada açıkça diyor ki: "Görünmeyen ordular müslümanlara yardım ettiler." Ancak, müslümanların hazır olması lazım!..
Şimdi bugünümüze yavaş yavaş taşımaya çalışacağım. Önce doğru tasavvufdan bir iki misal: Hazret-i Ömer zamanında İslamî fütûhat devam ediyor. Bizans kralı Kudüs'teÉ Şu bizim Başbakan'ın arz-ı mev'ûd deyip İsraillilere vermek istediği Kudüs var ya!.. Ama inşaallah biz bir gün onu işgalden kurtaracağız. Neden?.. Çünkü siz almaya mecbursunuz, eğer Kur'an'a inanıyorsanız. Demin burada hoca efendi Tâhâ suresini okudu. Allah-u Teâlâ, Musa'ya: "Sen Tuvâ Vadisi'ne giriyorsun, ayakkabılarını çıkar!" diyor. Mukaddestir orası, bizim için mukaddes olanları biz başkasına arz ediyoruz. Yapamayız ha!
Henüz Kudüs müslümanlar tarafından feth edilmemişti. Bizans Kralı etrafını çağırıp:
"--Bu müslümanlara ne oluyor? Düne kadar açtılar, her gün benim bir memleketimi feth ediyorlar." diyor.
"--Bilmiyoruz kralım, onlara esir düşüp gelmiş bir askerimiz var... Ona bir soralım!" diyorlar.
Çağırıyorlar ve asker geliyor. Kral soruyor:
"--Bana müslümanları anlatır mısın?"
Ve anlatıyor Bizanslı asker:
(Hüm zühhâdün fil leyl ve fursânün fin nehâr.) "Onlar gece zahiddirler; ellerinde Kur'an dedikleri bir kitap var onu öğrenirler. Sabah oldu mu, atın sırtına biner, cihad dedikleri savaşa giderler."
Kral üzülüyor ve ayaklarını yere vuruyor:
"--Eğer sen yalan söylemiyorsan, şu bastığım topraklar da onların olacak!" diyor.
Bir sene sonra onların oldu. Hazret-i Ömer RA teslim aldı. İşte gerçek tasavvuf odur. Biraz sonra size söyleyeceğim gibi, İslâm'ın kılıcını omuzlardan indirip kınına sokan bir hareket tasavvuf olamaz!..
Hz. Ömer RA zamanında İran feth edildi. Peygamber SAS Efendimiz'in dayısı sayılan Sa'd bin Ebi Vakkas İran cephesinin komutanıydı. Ona bir parola gönderiyor Hazret-i Ömer RA, diyor ki: "Siz savaşa katılan bütün askerlere emredeceksiniz, savaşırken 'lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah' diyecekler. Hem kılıç sallıyacak hem de 'lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah' diyecekler."
Biliyorsunuz tarikatta bu bir zikirdir. Yani güç, kuvvet her şey Allah'tandır. Siz buna inanacaksınız. Allah bu dediğinizi sizin bileklerinizde oynayan kılıçta tahakkuk ettirecek. İşte cihad budur. Bir başka tabirle fiilî cihadla, zikrî cihad paralel gider. Birbirinin mütemmimleridir. Değilse, İslâm Alemi'nin her tarafı kana bulaşmış... Ben şimdi diyeceğim ki, "Arkadaşlar! Cezayir kan ağlıyor, Bosna kan ağlıyor, Azerbeycan kan ağlıyor, Güneydoğu kan ağlıyor!.. Çıkarın tesbihlerinizi, tevhid çekelim!" Böyle bir şey olmaz!
--O halde nasıl olur?..
Fiilen bunun mücadelesini veririz. Ondan sonra Allah'a tevekkül eder, tesbihle devam eder, destekleriz. Hazret-i Ömer'in dediği gibiÉ Çünkü bu tahakkuk etmiştir.
Peygamber Efendimiz SAS'in sahabileri zamanında meşhur bir hadise vardır: Sariye hadisesi... Hazret-i Ömer RA bir gün hutbe okurken, hiç konuyla ilgisi yokken diyor ki, "Ya Sariye tûlel cebel! Ey Sariye dağa tırman, dağa!.." Cemaat Hazret-i Ömer'e soruyor: "Biz anlıyamadık ya Emirel Mü'minin. Neyin nesidir bu? Sariye kimdir?" Bir İslam komutanı Irak bölgesinde savaşıyor. Bir ay sonra gelince ona soruyorlar. O diyor ki: "İran ordusu bizi saracaktı ve Emirel Mü'minîn'in sesini duydum. 'Hadi dağa tırman!' dedi. Dağa tırmandık ve galip olan bizler olduk."
Tabiî, o duruma gelebilmek için Hazret-i Ömer'in sesini Sariye'ye duyurma; Sariye'nin de Hazret-i Ömer'in sesini duyabilme derecesine ulaşabilmesi için, önce cihadı başlatmak lazım. İşte mesele odur. Biz eğer ruhumuzda ve beynimizde de cihad diye birşey oluşturmamışsak, bizi Sariye duyamaz.
Meselâ İslâm'la mücadele etmiş birisi için mevlid, yâni Peygamber Efendimiz SAS'in doğumunu vesile kılmanın hiçbir anlamını göremiyorum ve burada benim meslektaşlarım, hocalar nasıl bunu yapıyor, bunu düşünüyorum.
Şimdi bakın tasavvufta cihad nedir?.. Allah rahmet eylesin Attar, bir müridine: "Oğlum, git çarşıdan ara kendine bir dert bul. Eğer bulamazsan gel, benden ödünç al!" diyor. Sana vereyim demiyor. Çünkü onun ihtiyacı var. Bu müslümanların derdi yok, rahattırlar. İşte cihad onları rahatsız duruma getirir.
Bir sahabi Peygamber SAS'e gelip diyor ki: "Ya Rasûlallah! Bir gün şu kılıcı bırakıp rahat edeceğimiz gün gelmiyecek mi?.." SAS Efendimiz buyuruyor: "Vallahi kıyamete kadar müslümanın rahat edeceği günler çok az olacak!" Neden?.. Çünkü bunun karşılığında Cennet var... Cennet bedava değil... İşte onun içindir ki İkbal tehlikeyi ne gösteriyor biliyor musunuz: "Bir tehlikeyi seçmek imtihandır. Bu ruhla bedenin bir araya gelişinin miyarı, ölçüsüdür." Eğer siz bedeninizi ortaya koymuyorsanız, siz imtihanı kaybetmişsiniz.
Hocalarımız daha iyi bilir; ne yaptılar? Dediler ki:
"--Efendim ben İslâm için koşturur giderim, cihada giderim amma, viran olası hânede evlâd ü iyal olmasa!.."
Gençler için tercüme edelim:
"--Ben bu İslam için koşuşturur, cihad yaparım amma; yıkılası evimde çoluk çocuk olmasa, karı olmasa, apartman olmasa, mobilya olmasa, arsa olmasa, mercedes olmasa giderim."
İşte bu zihniyeti getirdiler. Bu zihniyetin İslâm'la alâkası yok!..
Şimdi doğru olan tasavvuftan bir misal: Mevlânâ'nın şeyhlerinden sayılan Necmeddin-i Kübrâ var... Harzemşahlılar zamanında Moğollar geliyor üzerine... Moğol komutanı haber gönderip Necmeddin-i Kübrâ'nın şehri terketmesini istiyor. Bu haber gelince, Şeyh hırkasını çıkarıp asıyor, "Şimdi cihad zamanıdır!" diyor. O yetmiş, seksen yaşında kılıcını çekiyor, bir moğol askeriyle boğuşurken, cihad ederken şehid oluyor.
Tabiî, Mevlânâ onu çok güzel dile getiriyor: "Biz o kimselerdeniz ki, o muhteşemlerdeniz ki, bir elimizde kadeh tutuyoruz. --Tabi bunlar teşbihlerdir.-- Biz öyle zayıf keçilerin boynundan tutan insanlardan değiliz." Ve ilâve ediyor: "Bir elde, imanın o tertemiz şarabını çekeriz; bir elde de biz kâfirin perçemini tutarız."
--Ne demek perçem?..
Moğol askeriyle boğuşurken, Necmeddin-i Kübrâ'nın elinde o Moğol askerinin saçları kalıyor. Şehid oluyor, ölüyor; ama Moğol askeri kurtulamıyor o elden. Geliyorlar, uğraşıyorlar o şehidin elini açamıyorlar. Nihayet Moğol askerinin saçlarını kesiyorlar, öyle kurtuluyor. Mevlana: "İşte, biz buyuz. Bir taraftan lâ ilâhe illallah zikrini çekeriz; ama, bir taraftan da kâfirin boynunu vururuz." diyor. İşte budur.
Tasavvuf olmayan bazı şeyler tasavvufa girmiş. Şöyle bir tabir vardır: "Tasavvuf, müslümanların cihad kılıcını omuzlarından indirip kınına sokmuş..." Bu böyle midir, değil midir?.. Şundandır bakın. Bir iki misal vereceğim. Her yerde görürsünüz: "Yaradılanı severiz Yaradan'dan ötürü..."
Bir iki sene önce Erzurum'a bir zat gelmişti; adını söylersem hepiniz tanırsınız. Hoca dedi ki: "Ben buradan ayrılır ayrılmaz Marmaris'e gidip Kenan Paşa'yı ziyaret edeceğim." "İyi misin?İyi doktor arkadaşlarım var, rahatsızsan?.." diye sordum. "Memlekette müslüman mı kalmadı?" dedim. Bunun üzerine, "Severiz yaradılanı Yaradan'dan ötürü..." dedi. "Yâni, Yaradanın düşmanını mı seviyorsun?" dedim. "Severiz..." demez mi?
Efendim bu zihniyet yanlış! Bu yanlış şeyler, bizim doğru olan tasavvufumuza sokulmuş ve insanımız köleleştirilmiş. Onun için ben piyasada çok rastlıyorum: Gündüz lâik, gece mürid... Sanki günah çıkartma müessesesi yaptılar. Böyle tasavvuf olmaz!
Ondan sonra diyorlar ki: "Vurana elsiz gerek, dövene dilsiz gerek, koyundan yavaş gerek." Burada hocamız var; hocam bunun İslâm'la alâkası var mı?.. Vurana ne gerek?.. Kısas gerek!..
Haa, bir de müslümanla gayr-i müslimi biz karıştırmışız. Bir müslüman bize bir şey yaptıysa; tamam, biz onu hoş görürüz. Yunus böyle söylüyor. Ama şimdi laikler bize vuruyor; biz diyoruz ki: "Hoş karşılayalım!.."
Bir gün bir laik bana dedi ki:
"--Ya Hoca ne karşı çıkıyorsun? Bak Yunus ne diyor: Sövene dilsiz gerek, vurana elsiz gerek..."
"--Bak arkadaş! Yetmiş senedir siz bize sövdünüz, dövdünüz. Biraz da biz dövelim!" dedim.
"--Yok yok hoca," dedi. "O sizin içindir, hep biz döveceğiz hep siz susacaksınız!"
İşte yanlış tasavvuf budur.
Bu tasavvufun müsbet olanı yok mudur?.. Sultan Abdülhamid zamanında --Allah rahmet eylesin-- bu emperyalistlere karşı tarikatlar devreye sokuldu. Bizim bildiğimiz Şeyh Şamil hareketi bir tarikat hareketidir. Kuzey Afrika'da, başka yerlerde şu anda ayrıntılarına giremiyeceğim bir çok tarikat hareketleri vardır. Onlar gece zikreder, gündüz cihad ederlerdi.
Şimdi tabiî, kendi memleketimizden de bir misal vereyim. Allah rahmet eylesin, Şeyh Abdullah vardı; benim hocamın hocası... Rus ordusu iki yönden Anadolu'ya gelecekti. Birincisi Van'dan Pervari, Siirt üzerinden; diğer taraftan Bitlis, Diyarbakır üzerinden... Pervari'nin Bidar diye bir köyü var... Rusların geldiğini anlayınca müridlerini alır ve bir dağı tutar. Bu Şeyh Abdullah ve arkadaşları öyle bir cihad sergiler ki, Rus ordusu oradan geçemez.
Haa, gerekince işte bu!..
Size modern zamanlara ait bir hatıramı anlatıp bitiriyorum. Fransa'da benim oda arkadaşım bir Fransız vardı. Adı Kristiyan'dı. Jeoloji doktorası yapıyordu. Manavgat üzerinde çalıştı. Bana dedi ki: "İhsan, ben maalesef Cezayir savaşına katıldım." Biliyorsunuz Cezayir'li kardeşlerimiz Fransızlara karşı cihad ilan edip onları dışarı atmak istediler. Maalesef o zamanki bizim hükümetimiz Cezayir'i değil, Fransa'yı destekledi; Menderes zamanındaÉ Onu da öyle kapatıyorum, geçiyorum. O ayrı bir konferans konusu...
Arkadaşım devam etti: "Ben maalesef o savaşa katıldım. O savaş Kostantin'de, rahmetli Mâlik Bin Nebi'nin memleketinde, başladı. Orada mücahidleri kovalıyoruz." dedi. Bu arada bana sordu:
"--Mücahid nedir biliyor musun?"
"--Yok, bilmiyorum!" dedim. "Nedir?" dedim.
O dedi ki:
"--Müslümanlardan Allah için savaşanlara mücâhid derler." Cezayir'li kardeşlerimiz mücâhid kelimesini Fransız lügatlarına soktular. "Mücahidleri kovalıyoruz. Emrettim askerlerime dedim ki; ateş etmeyin gelişigüzel, birbirinizi vurursunuz. Hepsini bir camiye dolduralım, temizleyelim. Ondan sonra camiye doldurduk," dedi. (Ben 1970'te gittim; orayı ziyaret ettim.) "O cami doldu" diyor. "Ben askerleri duvarın dibine dizdim ve dedim ki, 'Ön saftan başlayacaksınız, kaçamak olmasın! Ben ateş deyince ateşleyeceksiniz.' O arada birisi kalktı. 18-19 yaşlarında sarı sakallı bir genç: 'Yâ Latîf!..' dedi."
Arkadaşlar! Bana bir kafir anlatıyorÉ Öyle bir kafir ki, kendi dininden de çıkmış, ateist... Lâikliği de bırakmış. O kelimeyi unutmamış, diyor ki: "'Yâ Latif!..' dedi. Onun ardından camidekilerin hepsi 'Yâ Latif!..' demeye başladı. Ya Latif!.. Ya Latif!.. Ya Latif!.. Cami gidip gelmeye başladı. Ben de, askerlerim de nasıl dışarıya kaçmışız; ben onu hâlâ anlayamadım!.." dedi.
Ben tabiî ona, "Gel müslüman ol, anlarsın!" dedim. Ama hidâyet Allah'tandır.
Şimdi kardeşlerim şunu diyorum: Allah bize diyor ki "Ben, sizi korurum!" Ancak o Cezayir'li kardeşlerimiz ne yaptı? Tüfeklerini kullandılar, kurşunları bitti, taşları bitti, sopaları bitti, ve Allah'ın evine sığınıp dediler ki: "Yâ Rabbi! Senin Latîf sıfatına sığınıyoruz. Bizim yapacağımız bu kadar, bitti." Ve Allah onları korur tabii... İşte tasavvufta cihad da budur: Zikir ve eylem yanyana...
Eylemi ön plana çıkarmayan bir tasavvuf, sahte bir tasavvuftur ve böyle bir tasavvuf yoktur. Bizim anlattığımız tasavvuf, Resulullah'ın cihadıdır, Fatih'in cihadıdır. Ve bugün dünyanın şurasında, burasında mücâdele veren müslümanın İslamî hareketidir.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
13. 11. 1994 - Eskişehir
MZK ve TASAVVUF SEMPOZYUMU
MEHMED ZÂHİD KOTKU HAZRETLERİ'NİN KİTAP VE SÜNNETE BAĞLILIĞI
Ali Rıza TEMEL
Elhamdü lillâhi rabbil âlemîn... Ves salâtü ves selâmü alâ rasûlinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...
Efendim, evvelâ hürmetlerimi, selâmlarımı ve saygılarımı arz ederim!
İhsan Hocamız'ın konusundan bizim konuya geçerken, yumuşak bir geçiş yapmakta fayda var... Gerçekte, zafer ve hezimet insanın içinde başlıyor. Ve cihad meydandan evvel kazanılıyor. O bir neticedir. Hani bir boksörün veya pehlivanın mindere çıkmadan evvel idman yapması, kendisine mindere hazırlaması nasıl şartsa; insanın da kendisini cihad için techiz etmesi gerekiyor. Tasavvuf da zâten, insanın fiilen cihadı... biz bu mukatele olayı ayrı Mücâhede olayı, sadece kılıç hadisesi değil; topyekün İslâm'ın, gerçeğin, hakîkatin yücelmesi için gayret ortaya koyma hadisesidir.
Bir insan en basitinden, diyelim ki öfkesine galip gelemiyorsa veya güneş doğmadan sabah kalkamıyorsa, arzularına hakim olamıyorsa; zaten mağlub adamdır. Bunun cihad etmesi mümkün değildir. Yani nefisle cihad, zaafların yenilmesi ve kendini bir işe, bir mücadeleye hazırlama hadisesidir. Şarz olayıdır.
Rasûlüllah Efendimiz'in bile, fiilen tebliğ işine başlamadan bir hazırlık dönemi vardır. O gece namazları, teheccüdler... "Biz sana çok ağır bir söz yükleyeceğiz." diye bildirilen, bir büyük mücadelenin hazırlık dönemiydi. Bu ruhu şarz olayı, bir birikim olayı, düşmanla savaşabilecek duruma gelme olayı...
Biz büyük s™fîlere bakıyoruz; meselâ, Hasan-ı Basrî Hazretleri'nin Haccac ile olan bir hadisesi var... Haccac-ı Zâlim herkese dehşet salıyor; ama, Hasan-ı Basri Hazretleri susmuyormuş. Onu susturamıyormuş. Hasan-ı Basrî Hazretleri s™fidir. Demişler:
"--Efendim sizin sözünüz herkese geçiyor da, Hasan-ı Basrî'ye geçmiyor mu?.."
"--Geçmiyor!" demiş.
"--Neden geçmiyor?"
"--Çünkü bizim onun dinine ihtiyacımız var; ama, onun bizim dünyamıza ihtiyacı yok... Neyle susturacağız adamı?.. Mesele bu... Satın alınamayacak noktaya gelmek. İnsana bu şeyi kim kazandırır?.. Tasavvuf kazandırır.
Hindistan'da cereyan eden bir olay var: Bir yerin valisi zalim... Bir de şeyh efendi var; onun zulmüne bayrak açıyor, tenkid ediyor. Ziyarete gelmiş vali efendi... Efendim işte konuştuktan sonra, ona rüşvet verecek, susturmak için. Şeyh Efendi anlamış bunu tabi. Edebli olduğu halde, ayağını hiçbir yerde uzatmadığı halde, orada uzatmış valinin yanında... Vali de çıkarmış, bir kese altın sunmuş şeyhe... Şeyh efendinin sözü şu: "Ayağını uzatan, elini uzatmaz! Böyle satın alınacak adam değiliz biz!.."
Şeyh Şamil mücadele etmiş; kitabsız, ilimsiz değil... On deve yükü kitabını, on sene oradan oraya taşımış. Allah güç kuvvet versin, bugün Çeçenistan'da, Dağıstan'da yaşayanlar Şeyh Şamil'in torunlarıdır. Onların çoğu sufidir. Çoğu diyorum bakın, yüzde elliden fazlası, belki yüzde sekseni... Onlardan 30 talebe geldi, bizim Haseki'ye... Biz iki ay kadar derse gittik onlara... Otuzun yarısı Kadirî, yarısı Nakşî idi. Oralardaki İslam ruhunu ve komünistlere karşı kendi varlıklarını, istiklâllerini muhafaza ettiren güç, bu tasavvuf gücüdür. Öyle uyuşukluk miskinlik hadisesi değil... Bu bir dinamizm, güç, moral hadisesidir. Yoksa, bu sadece kelime-i tevhidi söylemek, şu kadar şunu söylemek meselesi değildir.
Şuur ve zevkine ererek İslâm'ı halisâne şekilde yaşama mesleği olan tasavvuf; Kur'an-ı Kerîm gerçeklerini ve Hazret-i Peygamber'in örnek hayatını ferdî ve toplumsal hayatımıza aktarmayı hedeflemektedir. Tasavvufun dayandığı prensipler tamamen Kur'an ve sünnetten alınmadır. Kur'an ve sünnete aykırı olan bir s™fîliğin, düşünülmesi bile mümkün değildir. Toplumda tasavvuf adına yapılan İslâm dışı hareketlerle, gerçek tasavvufun bir ilgisi olamaz.
Esasen tasavuf büyükleri, kitap ve sünnetle bağdaşmayan sözde tasavvuftan şiddetle sakındırmışlar, zahire uygun olamayan batın iddialarını reddetmişlerdir. Bu konuda bazı büyüklerin sözlerini nakletmekte fayda vardır:
Sehl bin Abdullah der ki: "Kitap ve sünnetin kabul etmediği bütün vecd halleri bâtıldır. [1]
Cüneyd-i Bağdadî şöyle demiştir: "Hazret-i Peygamber'in izinden gidenler hariç, tarikatlar bütün halka kapalıdır."
Ebu Hamza el-Horasanî de aynı şeyi söylemektedir: "Hz. Peygamber SAS'in davranış, söz ve hallerine tâbî olmanın dışında Allah'a giden bir yol yoktur."[2]
Ebul Kasım el-Kuşeyrî de şöyle demiştir: "Tasavvuf büyükleri, şeriatı yüce tutma esasında birleşmişlerdir. Riyâzat yoluna girmekle ma'rufdurlar. Din adabından herhangi birine muhalefet etmeksizin, sünnete tabi olmaktadırlar. Şu hususta da ittifak etmişlerdir ki, dinin emirlerini uygulamaktan, nefsin arzularına karşı savaşmaktan geri duranlar ve dinini vera' ve takvâ esasına bina etmeyenler, söyledikleri şeylerde Allah'a iftira etmişler ve fitneye düşmüşlerdir. Bunların bâtıllarına uyup aldananlar da helâk olmuşlardır." [3]
İmam Sühreverdi s™fîlerin sünnete ittibaları konusunda şunları söylemektedir: "S™filer diğer müslümanlar arasında Rasûlüllah'a tam mânâsıyla tabi olmakta en muvaffak olanlardır. Çünkü onlar, Peygamberin sözlerine kayıtsız şartsız boyun eğdikleri gibi, onun emirlerini harfiyyen yerine getirdiler ve yasakladığı yerde durdular. Nitekim Allah-u Teâlâ, 'Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden menederse ondan sakının!' buyurmuştur. [4] Onlar da amellerinde, rızıklarında ibadetlerindeki içtihadlarında, teheccüdlerinde, namaz ve oruçtaki nafilelerde ve daha pek çok meselede Resulullah SAS'in izinden gitmişler; söz ve davranışları ile ona uymanın bereketleriyle rızıklanmışlar; haya, hilm, avf, müsamaha, şefkat ve merhamet, sohbet ve latife, ve tevazû gibi ahlâkî özellikleriyle ahlâklanmışlardır. Yine onun, haşyet, sekînet, ta'zim, rızâ, sabr, zühd ve tevekkül gibi çeşitli hallerinden pay alarak bereket kazanırlar. Bu suretle Efendimiz'e tam mânâsıyla uymanın bütün yönlerinden tümüyle istifade ettiler ve sünneti gerçek mânâsıyla yaşayıp ihyâ ettiler." [5]
Kitap ve sünnete uygun hayatı en canlı yaşayanlar, farzlar yanında vacip ve nafileler hususunda en fazla titizlik gösterenler sofilerdir. Şekil ve merasimlere takılıp kalmayan tasavvuf, İslâm'ın gerçek ve canlı mânâda bir uygulamasıdır. Zaten tasavvuf ıstılahlarının pek çoğu Kur'an ve sünnetten alınmıştır.
Tezkiye, zikir, tevekkül, zühd, kanaat, tefvîz-i umur, rabbânilik, fakr, ihsan, mücâhede, ilm-i ledün, îsâr gibi tabirler Kur'an ve sünnet tabirleridir.
Bugün burada rahmet ve hayırla yad ettiğimiz muhterem büyüğümüz Mehmed Zâhid Hocamız da, kitap ve sünete uygun tasavvufun tavizsiz önderlerindendi. Seksen seneyi aşkın ömrünü "Kàle Allah, Kàle RasûlüllahÉ" diyerek insanları hakka çağıran ve hâl ile kàl'i birleştirip hakîki bir mürşid olarak hizmet veren Hocamız'ın bereketi, geride bıraktığı eserlerinde gözükmektedir. Kur'an ve sünnet çizgisinden asla ayrılmamış olan Hocamız, daimâ Allah ve Rasûlüllah muhabbetinden söz etmişler ve şöyle buyurmuşlardır:
"İnsanların imanlarındaki dereceleri, Rasûlüllah'a olan muhabbetleri nisbetinde olacağı gibi; küfürdeki dereceleri de, yine Rasûlüllah'a olan buğzlarına göredir. Rasûlüllah'ın sevgisinin gönüllerde tam olarak belirmesi, ancak onun sünen-i seniyyesine tam mânâsıyla tabi olmaya bağlıdır." [6]
Hocamız'ın belirtiklerine göre: "Rasûlüllah'ı lâyık-ı vechile sevmeyenlerde Hak sevgisi tecellî etmez. İmandaki kemal ancak, Allah-u Teâlâ Hazretlerini bize bildiren ve bizim müslüman olmamız için her türlü fedakârlıklara, zahmet ve meşakkatlere göğüs geren Peygamberimiz'i can u gönülden sevmek ve onun sünnetinden zerre kadar ayrılmamakla mümkündür. Ona tam mânâsıyla uymak ve teslim olup, hayatında ve ahirette göçüşünden sonra da aynı hayattaymış gibi ona lâzım olan saygı ve hürmeti ifâ ile beraber, hiç olmazsa her gün ona yüzlerce salât ü selâm okuyup ruhunu şad etmeye çalışmak, ümmetlik vazifesinden mâduttur." [7]
Hocamız söz ve davranışlarında daima kitap ve sünneti esas almıştır. Kur'ana sımsıkı sarılmanın lüzûmuna dair bazı sözlerini nakledelim. Hocamız şöyle buyurmaktadır: "Din, Kur'an olduğu için, Kur'anı bilmek ve anlamak her mü'min ve muvahhidin birinci vazifesidir. Kur'anı bilmemek ve anlamamak, dîni bilmemek demektir. Bütün ilimler, hattâ ahirete taallûk eden ilimler de Kur'an'dadır. Kur'an dünyanın nuru ve ışığı olduğu gibi, ahiretin de nuru ve ışığıdır. Allah Teâlâ'yı ancak Kur'an vasıtasıyla bilebiliriz. Ona ancak Kur'an vasıtasıyla gidilebilir. Kur'an-ı Kerim'in bir ayetini öğrenmek için sabah dersine gitmek, yüz rek'at nafile namaz kılmaktan ve bir ilmî meseleyi öğrenmek için yine sabah dersine gitmek, bin rek'at nafile namaz kılmaktan hayırlı olduğunu da zikrederler ki, bunların hepsi et-Tergib vet-Terhîb adındaki hadis kitabından hülasa edilmiştir."[8]
Ayrıca merhum hocamız Abdulhâlik-ı Gücdevânî Hazretleri'nin şu sözlerini de naklederek, asıl meselenin Kur'ana sarılmak olduğunu belirtmişlerdir: "Oğlum, tahsil-i ilim eyle! İlmin kökü Kur'an-ı Azimüşşan'dır. Diğer ilimlerin hepsi ondan dağılmış, teferruat, dallar budaklardır. Dalıyla, budağıyla uğraşacağına, Allah'ın kitabıyla uğraş da, onu öğren!" [9]
Şeriate sımsıkı bağlı olan Hocamız'da, kâmil bir şeyhte olması gereken bütün vasıflar mevcuttu. Kâmil şeyhin vasıfları şunlardır:
1. İlim sahibi olmak.
2. Şeriat ölçülerine bağlı olmak.
3. Dünya hırsından arî olmak.
4. Kendisine hüsnüzan beslenmek.
5. Kendisine avamdan çok havas ve aklı başında insanların tabi olması.
6. Kendisinin hep zikirle meşgul olması.
Hocamız'ın kendisini ve çevresini göz önüne getirdiğimizde bu özelliklerin tamamen var olduğunu görürüz.
Hoca Efendi (Rh.A) hakîkaten fiziki mânâda, ruhi mânâda, zerafetiyle, her şeyiyle sünneti hayatında yaşamış bir insandır. İşte hangi eserine bakarsanız bakın, ayet ve hadisten başka bir şey bulamazsınız. Bizim de tasavvufumuzun esası budur.
Bid'atlara şiddetle karşıydı. Ben bizzat duydum vaazında... Bir takım İslâm'da olmayan şeyleri, bid'atleri tarikata sokmanın caiz olmadığını, fotoğrafa rabıta edilmesinin uygun olmadığını anlatırken: "Birisi resim gezdiriyor... 'Bu resme bakın beni bilin, beni şeyh tanıyın!' diyor. Hiç akıl yok... Put bu... Biz putçu muyuz yahu? Biz gâvur muyuz puta tapacak?.. Puttan ibarettir bu resim... İnsanda can var; putta can var mı, resimde can var mı?.. Yani resimde can yok da, o resme nasıl bakar da o resimden bir şey anlar. Resim insanın nesini gösterir?.. Hazret-i Peygamber'in resmi mi var?.. Ama, onun sevgisi hepimizin gönlünde yaşıyor." demişlerdi. [10]
Meseleyi toparlayacak olursak Hoca Efendi merhum, hani;
(Hüm zühhâdün fil leyl ve fursânün fin nehâr.) "Onlar gece zahiddirler; sabah oldu mu, atın sırtına biner, cihada giderler." diye anlatıldığı gibi idiler. Hakîkaten bereketliydi hayatı, eserleri... Ben şimdi hayret ediyorum, o kadar çalışmaya... Orda sohbet, burda ders ve dünya kadar da eser... Bunlar berekettir, cihaddır ve geride bıraktığı eserler ortadadır.