Hoca Efendi'nin hizmeti Türkiye hudutlarını çok aşmıştır. Brüksel'de bulunuyordum. Rabıta'nın genel sekreteri gelmişti. İskenderpaşa'ya uğramış. Orada hocalar din adamları nasıl olmalıdır filân diye konuşuyordu. "Hoca dediğin İskenderpaşa'daki Mehmed Zâhid Kotku Efendi gibi olmalıdır. Çünkü onun cemaati var..." demişti. Hoca cemaati olan bir adamdır. Arkasından, peşinden giden insanlar, yön verdiği insanlar olması lâzım... Namaz kıldırma memuru değil...
Böyle vasıflarla mücehhez, kitaba, sünnete uygun tasavvufu benimsemiş, özümsemiş, içine sindirmiş hocalara çok ihtiyaç var... İşte bunların önderlerinden, modellerinden biri de Mehmed Zâhid Efendi (Rh.A) idi. Cenab-ı Hak bu türlü hocaefendilerimizin sayısını arttırsın... Bizi de onların da şefaatlerine nail eylesin...
13. 11. 1994 - Eskişehir
NOTLAR:
[1] Suhreverdi, Avarif. Sh. 63. İst. Vefa Yaıncılık, tercüme, H. K. Yılmaz, İ. Gündüz.
[2] Et-Tefsirus-Sufi fil-Kur'an, Abdul Kadir A. Ata, sh. 38, Mısır, 1969
[3] Et-Tefsirus-Sufi fil-Kur'an, sh. 39
[4] Kur'anı Kerim, Haşr: 7
[5] Avarif, sh 57
[6] MZK, Tasavvufî Ahlâk, Sh. 20-21, İstanbul 1978
[7] MZK, Hadislerle Nasihatler, 2/125, İstanbul 1991
[8] MZK, Tasavvufî Ahlâk, 4/252-58 (özet)
[9] MZK, Özel Sohbetler, Sh 368, İstanbul, 1993
[10] MZK, Özel Sohbetler, 27 Haziran !980 Konuşması
MZK ve TASAVVUF SEMPOZYUMU
GERÇEK İHTİYAÇLAR İLE SINIRSIZ İSTEKLERİN DENGELENMESİNDE TASAVVUF
Prof. Dr. Nazif GÜRDOĞAN
Efendim hepinizi selamlıyorum. Bu toplatıyı düzenleyen arkadaşlarımıza da teşekkür ediyorum.
Bugünkü toplum ister Amerikan toplumu, ister Avrupa toplumu, ister bizim toplumumuz olsun büyük bir tüketim yarışı içinde... İnsanlar ister Amerika, ister Avrupa, isterse de Asya ve Afrika kıtasında yaşasınlar, giderek büyük bir köye dönüşen dünyada, bir reklâm saldırısıyla yüzyüzedirler. Hepimiz hergün akıl almaz bir şekilde tüketime koşturuyoruz. Bütün bir insanlık, her gün yeni birşeyler satın almayla öylesine meşgul ediliyor ki; ne düşünmeye, ne doğruyu aramaya ne de yakınlarının dertleriyle ilgilenmeye vakit bulabiliyor. Dünyanın her ülkesinde insanlar, evleriyle alışveriş merkezleri arasında adeta mekik dokuyorlar. Gerçekten ihtiyaç olup olmadığına bakmadan, durmadan birşeyler satınalma, günlük yaşantının vazgeçilmez bir parçası haline gelmekten öte, herkesin özendiği bir hayat tarzına dönüştü.
Evler artık küçük bir fabrika haline geldi. Günümüzde pek çok evde tek bir araba, buzdolabı, televizyon ve telefonla yetinilmiyor. Evler ile pazarlar arasında trafik giderek yoğunlaşıyor. Evin dışındaki yoğun trafik, evlerin içinde de kendini gösteriyor. Ailelerarası ve aileiçi harcama yarışı ekonominin belkemiğini oluşturuyor. Televizyonlar sabahlara kadar kapatılmıyor. Evler beyaz ve kahverengi eşyaların işgali altında. Duvarlar, pencereler, parkeler neredeyse her gün silinip temizleniyor. Evlerin yönetimi büyük bir sanayiye dönüştü. Toplumda herkes şöyle ya da böyle bu sanayinin güclenmesine önemli ölçüde katkılarda bulunuyor. İstanbul'da büyük bir süpermarkete gidildiğinde, toplumun nasıl bir tüketim krizine yakalandığı açıkça gözlenebilir.
İnsanlar, gerçek ihtiyaçlarıyla sınırsız istekleri arasında sonu gelmez bir yarış içindeler. İnsanların karnı tok, sırtı pek ama gözleri aç, istekleri sınırsız... Bir ekonomide gerçek ihtiyaçları karşılamak, bir ölçüde mümkündür. Ancak, sınırsız istekleri tatmin etmek hiç bir zaman mümkün değildir. İnsanların karınları her zaman doyurulabilir; ancak gözlerinin doyurulması imkânsızdır. İnsana bir vadi dolusu ürün verseniz, peşinden ikinci bir ürün dolu vadi ister. İnsanın kazanma yeteneği modern dünyada öylesine istismar edildi ki, açgözlülük bilimin, teknolojinin, ekonominin ve sanatın odak noktası haline getirildi. Bolluk, insanın gerçek ihtiyaçlarını karşılamasından daha çok sınırsız isteklerinin körüklenmesine yolaçtı. İstekleri doyurma için, kazanma yolunda insanın tutum ve davranışlarını belirleyen erdem, erdemsizlik oldu.
Eskiden tutumluluk bir erdemdi. Şimdi ise israf bir erdem. Ne kadar çok harcıyorsanız, ne kadar çok tüketim yapıyorsanız o kadar çok değer kazanıyorsunuz. Tüketim bir statü göstergesi haline geldi. Amerikalıların bir deyimi var: "Arabanızdan daha güzel olamazsınız. Arabanız ne kadar güzel ise; siz de o kadar iyi, o kadar güzelsiniz." Bu tür değer yargıları oluştu. Ve bu değer yargıları sadece Amerika toplumunda, Avrupa toplumunda değil bütün dünyada geçerli hale geldi.
Alışveriş merkezlerinin mâbet gibi ziyaret edildiği bir dönemde, bizler müşlümanlar olarak ne yapabiliriz?.. Alışverişin böylesine yüceltildiği bir yapıda, dünya ile ahiretin bütünleştirilmesi nasıl gerçekleştirilebilir?.. Harcamanın değil, tutumluluğun bir erdem olduğu anlatılmazsa, ihtiyaçlarla isteklerin arasını açmak mümkün olmayacaktır. Ayrıca gerçek ihtiyaçlarla, sınırsız isteklerin arasına metafizik değerler yerleştirilmezse, toplumların çözülmesinin ve dağılmasının önüne geçmek oldukça güçtür.
Tüketimle gelen mutluluğun yerine, üretimle kazanılan erdemi geçirmede, elimizdeki tek kaynak, kutsal kitapların sonuncusu Kur'an'dır. İnsanlığın bilim ve teknolojinin biçimlendirdiği ekonominin haberlerine değil, peygamberlerin verdiği haberlere ihtiyacı var. Ekonominin insan ile Allah arasına yükselttiği duvarları yıkmak için, dünya sevgisiyle kirlenen insan gönlünün, Allah sevgisiyle arıtılması gerekir. Bunun en etkin ve kestirme yolu da, bizim kültürümüzde vazgeçilmez bir yer tutan tasavvuftur.
Tasavvuf, --Sezai Karakoç'un deyişiyle-- "Allah önünde her varı yok görmenin yoludur." Bütün bir hayatı tüketime ayarlayanlar, önünde ya da sonunda, büyük çöküntüyle karşı karşıya gelirler. Çünkü, kim dünyadan sınırsız isteklerini karşılamak için gerçek ihtiyacından daha fazlasını alırsa, farkında olmadan, ölüm sebebini almış olur.
Tasavvuf, en genel anlamıyla, müslümanların az yemesini, az konuşmasını ve az uyumasını öğrenmeleridir. Az uyumasını, az yemesini ve az konuşmasını öğrenenler, alan el değil veren el olmasını da kolaylıkla başarabilirler. Aslında veren el olmasını başaranlar, İslâm'ın ana ilkeleriyle sınirsız isteklerini dizginleyebilenlerdir. O zaman ekonomi gerçek ihtiyaçların karşılanmasına yönelerek, hayatın devam etmesinin vazgeçilmez bir aracına dönüşür. Böylece tasavvufun getirdiği yaşama biçiminde, sınırsız istekler ile gerçek ihtiyaçlar arasında eşsiz bir denge kurulur.
Geçmişte olduğu gibi, günümüzde de tasavvufun yolu, kötü niyetliler tarafından istismar edilebilir. Ancak tasavvuf istismar ediliyor diye, insanın gönlünün zenginleştirilmesinin bir yolu olan tasavvufu, hepten yok saymak mümkün değildir. Çünkü hiç bir müslüman, ayetler yanlış anlaşılıyor diye Kur'an'dan uzak kalamaz. Allah ve Rasûlü'nün sevgisiyle dolmayan gönüller, sınırsız isteklerle güç ve yoğunluk kazanan dünya sevgisiyle dolar. Onlar da Mevlânâ'nın ünlü benzetmesinde olduğu gibi, hayat gemisinin yüzmesine değil batmasına yolaçarlar.
İslâm, Yahya Kemal'in benzetmesiyle, bir cihad medeniyetidir. Cihadın bir yönü içe, bir yönü de dışa dönüktür. Güç olan cihadın içe dönük yönüdür. İç dünyasını güzelleştiremeyenler, dış dünyalarını güzelleştiremezler. Tesbih çekmesini bilmeyenler, silah çekmesini bilmezler. Çünkü tesbih çekmek en kolay; en kolayı başaramayanlar, en zorunu daha zor başarırlar. O yüzden insanlar belirli bir iç dünyanın eğitiminden geçmeden kitap ve sünneti İslamın temel kaynaklarını, hayatlarına geçirmekte zorluk çekebilirler.
İç dünyanın zenginleştirilmesinin ışığı Mesnevî'de, dış dünyanın zenginleştirilmesinin ışığı da Mukaddime'dedir. Ancak onlar bir bütündür. Kur'an ve Sünnet'in çizdiği çerçeve içinde, biri diğerini zenginleştirerek, inanan insana büyük bir dinamizm kazandırırlar. Hayatın her alanında, inanan bir insandan daha verimli bir kaynak ve daha vurucu bir silâh yoktur.
Ekonominin bütün bir hayatın odak noktasına yerleştirilmesinin sonucu ortaya çıkan sınırsız istekleri dizginlemenin eşsiz araçlarından biri oruçtur. Oruç, müslümanlarda gözü olduğu kadar gönlü de doyurmanın eylemidir. Açgözlülük oruçla giderilir.
Bu yüzden tasavvufta, ramazan ayı dışında da haftada en azından iki gün oruç tutma vazgeçilmez bir yer tutar. Çoğu kez, gün aşırı olmak üzere, Davud Peygamber orucu önerilir. Böylece sınırsız isteklerin önü oruçla kesilir. Müslümanlar, yılda bir ay olan orucu, tasavvufta olduğu gibi bütün bir yıla yayarlarsa, günlük yaşantı eşsiz bir dönüşüme uğrayarak, akılalmaz bir biçimde yalınlaşır. Her alanda yaşanan kaos, büyük olçüde ortadan kalkar.
Tasavvufun değiştiri ve dönüştürü potasında tek tek olgunlaşan, yeri ve zamanı gelince hep birlikte gün aşırı oruç tutmasını bilenler, gerçekten dünyayı değiştirecek gücü ele geçirirler. Aslında müşlümanlar, ellerindeki oruç gibi silahı etkili bir biçimde kullanabilirlerse, dünya ekonomisinin yönünü ve yoğunluğunu büyük ölçüde değiştirebilirler.
Herkes bilir ki, tüketilmeyen bir ürünün en güçlü bir ekonomi içinde bile üretilmesinin ekonomik açıdan hiç bir anlamı yoktur. Çünkü, gelişmiş ekonomilerde üretim gerçek ihtiyaçları karşılamaktan daha çok, sınırsız istekleri tatmin etmeye dönüktür. Oruçla sınırsız isteklerin önünün kesildiği bir toplumda, ekonomi gerçek ihtiyaçları karşılama bilimi olmak zorunda kalır.
Günün insanı, isteklerinin peşinde koşarak, Allah'tan habersiz iç dünyasını zenginleştireceğini sanıyor. Oysa iç dünyanın olgunlaşması Peygamber sevgisiyle silahlanmayı gerektirir. Peygamber sevgisiyle silahlanmayan insanların, kendilerini, çevrelerini ve toplumlarını değiştirmeleri mümkün değildir.
Sınırsız isteklerin bütün bir insanlığı ana sütünün bir çocuğu çektiği gibi peşinden surüklediği, ekonomik yapının dışına çıkabilmek için, tasavvufun yolu içinde olgunlaşarak, gerçek ihtiyaçların bilincine varmak gerekir. O zaman, insan ekonomiye değil ekonomi insana hizmet eder hale gelecektir. Böyle bir yapıda müşlümanlar dünyanın peşinden koşmaz, dünya müslümanların ardından gelir.
Günümüzün problemi, insanların tek tek olgunlaşarak üzerlerine bir yağmur gibi gelen bir mesaj bombardımına karşı hep birlikte hareket edebilmeyi öğrenmektir. Aslında biz müslümanların bugün elimizde, bundan daha güçlü bir silahımız da yoktur. İktisatta bir kural vardır. Tüketiciler bir malı alarak o malı alanları ödüllendirirler. Bir malı alamıyarak da o malı üretenleri cezalandırırlar.
Bugün üzerimize gelen Batı toplumuna karşı elimizdeki en güçlü silah gerçekten budur. Bizi hiç kimse zorlayarak silahla ne kola içiriyor, ne nescafe içiriyor, ne Amerikan dizileri seyrettiriyor, ne de bluejean pantolon giydiriyor, ne de kravat taktırıyor. Hepimiz bunları gönüllü olarak yapıyoruz. Biz hep birlikte hareket ederek bize saldıran medyaya, tüketim ekonomisine karşı tavır takınabilirsek; yeri geldiği zaman, onların ye dediklerini yemeyebilirsek, giy dediklerini giymeyebilirsek, iç dediklerini içmeyebilirsek; biz dünyanın peşinden değil, dünya bizim peşimizden gelir. Günümüzün problemi dünyanın peşinden gitmek değil, dünyayı peşimizden getirmektir.
İnsanların tutum ve davranışlarını basitleştirerek, basit ve sade yaşamasını öğrenerek, bu üzerimize saldıran ekonomiye direnebilir ve o ekonomiyi kendi istediğimiz doğrultuya yöneldirebiliriz. Bunun için elimizde inanmış bir insandan daha güçlü bir silah yoktur. Benim yine, Görünmeyen Üniversite isimli kitabımda detaylı olarak anlatmaya çalıştığım gibi, çağımızın problemlerinin üstesinden gelmede elimizdeki en güçlü silah budur. Biz hiç bir şeyimizle bizden olmayanlara benzemeyerek ve her şeyimizle onlara muhalefet ederek onları hizaya sokabiliriz.
Ben sözü fazla uzatmak istemiyorum. Hepinizi sevgi ile saygı ile tekrar selamlıyorum.
13. 11. 1994 - Eskişehir
MZK ve TASAVVUF SEMPOZYUMU
ANADOLU'NUN İSLÂMLAŞMASINDA TASAVVUFUN ROLÜ
Yrd. Doç. Dr. Tahir YAREN
Ankara Ü. İlâhiyat Fakültesi
Bismillahirrahmanirrahim.
Sözlerime başlamadan önce, Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hocamız'ın vefâtının 14. sene-i devriyesinde anılmasına vesile olan, böyle bir toplantıyı tertib etmiş bulunan Mal Hatun Dostluk Çevre ve Kültür Derneği mensublarına teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.
Anadolu'nun İslâmlaşmasıyla ilgili olarak söyleyeceğimiz sözlere geçmeden önce, biraz siyasi tarihten bahsedelim. Çünkü siyasi tarih bir nevi şablon olmuş oluyor, çerçeve olmuş oluyor, diğer olaylara... Kültürel ve sosyal olayları o siyasi tarih şablonu üzerine oturttuğumuz zaman, anlaşılması biraz daha kolay oluyor. Yâni altında tutan birşey olmalı ki, bir kap olmalı ki, o kabın içerisine diğerlerini oturtalım. O yüzden siyasi tarihten kısaca bahsetmek istiyorum.
Anadolu müslümanlar için çok eski tarihten itibaren feth edilmesi şart olan bir bölge olmuş. Acaba neden?.. Tabi kesin birşey söylememiz mümkün değil... O zamanlara gidip o zamandaki insanların halet-i ruhiyesini tesbit etme imkânlarımız olmadığına göre, tarihî bazı delillere dayanmamız gerekiyor.
Bu delillerden bir tanesi, yani Anadolu'yu feth etmeye bu kadar özlem duymalarının en önemli sebebi Kostantiniye'nin, İstanbul'un feth edilmesidir. Bu hadis olduğu söylenen, önemli bir hedef gösterici ifadedir. İlk devirlerden itibaren, müslümanlar üzerinde çok etkili olduğunu söyleyebiliriz.
Müslümanlar İstanbul'u feth etmeyi gaye edinmişlerdir. Öyle ki Emeviler zamanında İstanbul'a iki akın yapılmıştır. Ondan sonraki dönemlerde, Anadolu ile ilişkileri hiç kesilmemiş müslümanların... Başka bölgelere gitmişler oralarda kendilerine bir sınır kesmişler; buradan ilerisine gidemeyiz veya gitmemize gerek yoktur demişler. Ama Anadolu için bunu dememişler. Anadolu böyle önü açık dalınması gereken, ilerlere doğru gidilmesi gereken, çok önemli şeylerin bulunduğu bir yer olarak telâkki edilmiş müslümanlar tarafından...
Biz Anadolu'nun fethini, daha ziyade Selçuklu hükümdarı Alparslan'ın 1071'de Romen Diyojen'i mağlup etmesiyle gerçekleşmiş bir olay olarak biliyoruz. Ama ondan önce, hep Anadolu'nun içinde dolaşmışlar müslümanlar... Bir kısmı fethedilmiş. Fethedilen topraklarda müslüman olanlar olmuş. Hattâ küçük devletciklerden halifenin otoritesini kabul edenler olmuş. Yâni, müslüman olduğu gibi, halifenin otoritesini de kabul eden, müslüman gruplar olmuş.
Diyarbakır dolaylarında kurulan devletler var... Bunlardan müslüman olanlar, halifeye doğrudan doğruya bağlanmışlar. Bir de Ermeni devleti gibi beylik şeklinde, küçük bir bölgeyi tutmuş devletlerin de müslümanların otoritesini kabul ettiğini görüyoruz. Bu şu demek oluyor ki, Anadolu'nun feth edilmesinden önceki çok erken tarihlerde, müslümanlar orada yaşayan insanlara otoritelerini kabul ettirmişler. Bizans yavaş yavaş gücünü kaybetmiş. 1071'de olan olay, Bizans'ın pes etmesi olayıdır. Yoksa 1071'de oraya gidilmiş değil...
Zannediyorum siyasi tarihle ilgili şimdilik bu kadar bilgi yeter. Esas üzerinde durmamız gereken noktaya gelelim. Abbasi halifeleri Anadolu'nun fethi için Türklere görev vermişler. Zaten belli bir dönemden sonra biliyorsunuz İslam orduları içinde Türklerin önemli bir yeri olmuştur. Önemli bir yer tutmaya başlamışlardı Türkler... Cengâver bir millet oldukları için, müslümanlığı kabul eder etmez halifelerin yardımına koşmuşlardır. Halifeler de bunu çok güzel bir tarzda kullanmasını bilmişlerdir.
Ondan sonra Selçuklu devleti kurulduğunu görüyoruz. Selçuklu Devleti bugünkü İran'da kurulmuş bulunuyordu. Başşehirleri Rey, bugünkü Tahran yakınlarında bir şehirdi. Selçuklular diyoruz, Selçuk Bey'e bağlı oldukları için... Selçuk Bey'in torunu Tuğrul Bey zamanında esas Anadolu feth edilmiş oluyor. Alparslan ondan sonra gelmiş oluyor.
O sırada doğudan büyük bir muhaceret var, göç var. Türk kavimleri artık Anadolu'ya geliyorlar, sürüleri ile geliyorlar. Sonu gelmez bir göç... Hattâ, Tuğrul Bey bile bir ara rahatsız oluyor. "Bunlar iyi geliyorlar ama, bu kadar da olmaz ki! Bunları nereye yerleştireceğiz?" diye bir telaşa kapılıyor. Ama tabii, gelmelerinde de bir hikmet var... İşte, Anadolu'nun fethi onların o gelmelerine dayanıyor.
O gelişlerin sırrını çözmek çok zor... Yâni, sadece gelip oralarda yerleşsinler, rahat yaşasınlar diye değil... Oralara karşı büyük bir meyil duymaya başlıyorlar. Hattâ efsaneleşmiş. Önde bir kurt gibi gidiyor, arkasından gidiyorlar, ve saire, ve saire... Tabii bunlar efsane... Kurt durmak bilmiyor. Kurt durmak bilmeyince, insanlar da durmak bilmiyor. Öyle gidiyorlar. Efsaneleri böyle geçmiş.
Doğudan Anadolu'ya doğru büyük bir akın... Bunun karşısında Bizans'ın tutunması mümkün değil... Bizans'ın tutunması mümkün olmadığı gibi, o bölgelerdeki Gürcü, Ermeni ve diğer kavimlerden olan devletciklerin de tutunması mümkün değil... Kafkasya'da çeşitli devletler var efendim. Onların hepsi, Türklerin bu gücü karşısında, "Acaba bunlarla nasıl uzlaşırız? Bunları nasıl memnun ederiz?" diye düşünmeye başlıyorlar. Sonra bakıyorlar, bunlar çapulcu değil... Geliyorlar, harb ediyorlar, harbde bazı toprakları elde ediyorlar ama, çapulcu değiller... İşte bu, Anadolu'da yaşayan bu insanları çok hayrete düşürüyor. Çok sonraları biliyorsunuz, Bizans'daki hükümdarlar, "Burada kardinal şapkası görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ederiz!" diyeceklerdir.
İşte bu anlayış ta o eski dönemleri dayanıyor ve eski dönemlerden itibaren diyorlar ki: "Buraları Bizans girip de tahakküm edip, bizi ezip, varımızı, yoğumuzu alıp gideceğine; canı sıkılınca gelip, asıp keseceğine, bunlar gelsin! Bunlardan bir zarar yok... İşte sürüleri var, dolaşıyorlar." diyorlar. Tabii, sadece sürüleriyle dolaşmıyorlar, yeri gelince kahramanca, yiğitçe dövüşüyorlar. Ve akıl almaz bir kahramanlık, akıl almaz bir dövüşme, ölümden korkma diye birşey yok... İşte bu hareketler fevkalâde etkili olmuştur.
Anadolu'nun feth edilmesinde, ben bu incelemeler sonucunda şu noktayı tesbit etmiş oluyorum ve diyorum ki Anadolu'nun fethi siyasi bir olay değil, bir kültürel değişimdir. Anadolu'nun kanı kirlenmiş, hayatının devam ettirebilmesi için kanının değiştirilmesi lâzım... İşte müslümanlar geliyorlar, bu kan değiştirme olayını gerçekleştiriyorlar. Onun içindir ki, kendilerine ait olmayan topraklarda yerleşiyorlar ve bir daha da ordan söküp atmak mümkün olmuyor.
Bu söküp atmak mümkün olmuyor noktasının altını çizmek lâzım!.. Söküp atmak isteyen var mı ki?.. Yok mu, olmaz olur mu?.. Bütün Batı, işte asırlar boyu ne yapmak istiyor?.. Anadolu'dan müslümanları söküp atmak istiyor ama söküp atamıyorlar. Öyle sağlam çakılmış ki... O kadar sıkı bir şekilde bağlanmışlar ki bu topraklara; artık, bu toprakların başkalarından alındığı falan unutulmuş, Türk diyarı olmuş, İslam diyarı olmuş.
Demin söylediğim karekterin bunda çok önemi var... Yani çabulcu değiller, Doğu'dan gelen insanlar çapulcu değil... Usûlüne uygun hareket ediyorlar. Asmıyorlar, kesmiyorlar, yiğitçe harbediyorlar. Affediyorlar. Kendilerine çok kötülük yapmış insanları bile harpten sonra kılıçdan geçirmiyorlar, affediyorlar. İşte çok meşhur bir af hadisesi biliyorsunuz, Alparslan'ın Romen Diyojen'i affetmesidir.
Affetmiş de Romen Diyojeni, bir işe mi yaramış?.. Hayır! Aslında affetmekle en büyük cezayı vermiş oluyor. Alparslan ona, nasıl bir ceza vermiş oluyor?.. İtibarını almış oluyor. Ona demiş oluyor ki, "Sen kralım, imparatorum diye geçiniyorsun ama, bu işler o kadar kolay değil... Hele sen bir memleketine git de bak bakalım, neler olacak!" Memleketine gidiyor. "Niye gittin de Türklere yenildin?" diye gözlerini oyuyorlar. Adam ölüyor sonra...
Nerden alıyor Alparslan bu karekteri?.. Alparslan bu karekteri İslâm'dan alıyor. Ama tabii, ruhların derinliklerine inen bir İslâm... O ruhların derinliklerine inme meselesine, yavaş yavaş geleceğiz.
Fütüvvet teşkilâtı diye bir teşkilât var... Fütüvvet hakkında muteber bir kaynaktan aldığım ifadeleri, burda aynen okumak istiyorum. Fütüvvet, yiğitlik anlamına gelen bir kelimedir. Cömertlik, başkalarının iyiliğini kendininkinden önemli görmek, feragat ve fedâkârlıktır. Felâket karşısında metin ve ağır başlı olmak, kusurları bağışlamak gibi iyi huylara sahip oluşu ifade eden bir terimdir. Fütüvvet teşkilatı kurmuşlardı. Bu teşkilatın köylere varıncaya kadar, her yerde şubeleri vardı.
Tabii Fütüvvet teşkilâtının başında, şurada saydığımız karektere; feragat, fedâkârlık, başkalarını kendinden daha çok düşünme, felaketler karşısında yılmama karekterini aşılıyan bir mürşit zat vardı. Demek ki Fütüvvet teşkilatı içerisinde, o zamanki mücahit gurupları tam bir eğitimden geçirilmiş oluyordu. Cepheye ondan sonra gönderiliyordu. İşte Anadolu'ya tasavvufun girişi deyince, sonradan Ahîlik adını almış olan, bu Fütüvvet teşkilâtının mutlaka söz konusu edilmesi gerekiyor. Sadece dokunarak geçmek durumundayız.
Peki bu Ahilik teşkilâtının etkisini nerden biliyoruz. bir kaç örneklerle söyleyelim: Şeyh Edebaliyi hepimiz biliyoruz. Şeyh Edebalinin yeğeni Ahiy Hüseyin var. Orhan Gazi Bursa'yı feth etmeyi giderken yanına almıştı. Bu tarihlere geçmiş. Ahi Hüseyin'i yanına alması demek, Ahi teşkilatıyla irtibatlı gelişmesi demektir.
Bursa'nın fethine iki türlü desteği var Ahi teşkilatının: Birisi moral destek; devamlı telkinlerle yılmamayı, ölümden korkmamayı anlatan, şehadetin önemini anlatan telkinlerle diri tutan, askeri diri tutan bir desteği var... Ahilerin ikinci bir desteği; geride durup da "Koşun yiğitler, atılın, vurun!" demiyorlar, bizzat kılıç ellerinde kendileri de savaşıyorlar. Kendileri o yiğitlerin içindeler zaten... Fütüvvet teşkilatı, yiğitlik teşkilatı demek; yâni kendileri yiğit, başkalarını da yiğitliğe teşvik ediyorlar.
Anadolu'da kurulan zaviyelerden söz etmeden önce, Ribat terimi üzerinde duralım. Zaviye meselesini daha iyi anlıyabilmek için Ribat önemli noktalarda; askeri bakımdan, sıtratejik bakımdan önemli noktalarda kurulan ve çok yiğit insanların, hayatlarını bu yola adamış insanların kaldığı yerlerin adıdır. Sınır boylarında, tehlikeli noktalarda Ribatlar kurulmuştu. Bunu ahiler de kurmuş olabiliyor, diğer müslümanlar da kurmuş olabiliyor. Tabii ahilikle sınırlı değil Anadolu'daki tasavvuf...
Ribatlar var ve bu ribatlarda murabıtlar var... Yani sınır boylarında nöbet tutan, düşmanı gözetleyen insanlar var... O insanların da kaldığı yerler var... Bu ribatlar da, önemli tasavvufi mekânlar olmuş oluyor. Yâni bu ribatlarda yaşayan insanlar da, yine bir şeyhin, bir alim zatın terbiyesinde yetişip kendilerini cihada hazırlamış oluyorlar.
Yine biraz siyasi tarih yapalım ki bağlamış olabilelim. "Alparslan 1071'de Anadolu'nun kapılarının ardına kadar açmıştı." dedik. Kapıları açıktı da, ardına kadar açmıştı. Ondan sonraki dönem, Melik Şah'ın dönemi... Daha sonra, Anadolu'da Anadolu Selçukluları kuruluyor. Bunlar büyük bir medeniyet kuruyorlar. Doğudan bütün alim zatlar buraya geliyor. İlimden hoşlanan insanlar olmaları dolayısıyla, bilhassa Alâattin Keykubat'ın ilim sever bir insan olması dolayısıyla, Doğudan, Horasan'dan alim zatlar buraya gelmiş oluyorlar.
Bu Anadolu Seçuklular dönemi ve beylikler dönemi çok sıkıntılı bir dönem... Çünkü, Anadolu Selçukluları'ndan sonra Doğu'dan büyük bir kasırga halinde Moğol istilası geliyor. İslam Alemi için büyük bir felâket... Tam böyle ayağa kalktınız, Bizans'ı yere vuruyorsunuz, vurdunuz; arkadan bir sel geliyor. O da bir imtihan tabii... O selin önünden tabi, kaçmak durumunda olan insanlar var... Bunlar Anadolu'ya geliyor. Ama hikmet-i ilâhî, çok feyizli sonuçları oluyor. Sonunda, Anadolu bir kültür merkezi halini almış oluyor. İşte Mevlânâ'lar, Hacı Bektâş-ı Velî'ler, Yunus Emre'ler bu dönemde yetişmiş oluyor.
Ömer Lütfi Barkan'dan bir nakil yapmak istiyorum. Şöyle diyor, bu tarihçi: "Osmanoğullarıyla beraber birçok şeyhler gelip Anadolu'nun garp tarafında yerleşmişlerdir. Bu yeni gelen derviş muhacirlerin bir kısmı, gazilerle birlikte memleket açmak ve fütûhat yapmakla meşgul bulundukları gibi; bir kısmı da o civarda köylere ve tamamen boş ve tenha yerlere yerleşmişler. Ve oralarda müridleri ile beraber ziraat ve hayvan yetiştirme ile meşgul olmuşlardır." Aşağı yukarı Anadolu'da tasavvufun etkisini özetleyen bir cümle olduğu için aynen okudum.
Demin Ribattan bahsettim. Şimdi de biraz zaviyeden bahsedeyim: Zâviye ne demek oluyor? Zâviye; hem cihad için, hem de çeşitli kültürel faaliyetler için kurulmuş bir kültür merkezi olmuş oluyor. Zâviye, elbette ki bir mürşid olmadan olmuyor. Bir mürşid o zâviyenin başında bulunuyor. Ordaki insanları eğitiyor. Eğitiyor, harbe gönderiyor... Eğitiyor, onlara ahlâk aşılıyor, insanlarla iyi geçinmeyi aşılıyor. Orda eğitiyor. Ziraatın faydasını anlatıyor. Dünyada faydalı ne varsa, hepsini anlatıyor ve kültürel gelişmemiz için, hatta zirai gelişmemiz için çok önemli birer merkez olmuş oluyor.
Bir şahsi müşahademi anlatmak istiyorum. Ben köyüm de Erzincan'ın Kemah kazasının Koçlar köyü... Orada bizim çocukluğumuzdan beri Hocanın Dutlu diye bildiğimiz bir yer var... Herkes gelir geçer, ordan dut yer. Kimseye ait değil... Yolcular yer, yabancılar yer, köylüler yer, başka köylüler yer... Sonra araştırdık, "Bu nedir? Kimin burası?" diye... Hiç kimsenin değil, köyün ortak malı... "Kim dikmiş bu dutları?.." Hoca dedikleri birisi dikmiş. Mutlaka bir zaviyede şeyhlik, mürşidlik yapan bir insan...