Aşağı yukarı Anadolu'nun bütün köylerinde bu var... Bazı yerlerde zaviyelerin kalıntılarına rastlıyoruz. Anadolu'yu dolaştığımız zaman, köy isimlerinden anlıyorum. Şeyhli vs. gibi köy isimleri var... Bu şekilde zaviyelerin Anadolu'nun her tarafına yayıldığını anlıyoruz.
Şimdi aklıma birşey geldi. Onu da sizlere nakledeyim. Üstad Necip Fazıl ne diyor, şiirinde;
Nerede kardeşlerin cömert Nil, yeşil Tuna
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?
dedikten sonra yani, ardına çift çift kubbeler serpen ecdatdan bahsediyor. Demek ki, ordularımız çil çil kubbeler serpmişler arkaya... Öne de bir şey lâzım!.. İşte öne de zaviyeler yapılmış. Yani önce zâviyeler yapılmış. Hem oraları imar etmek bakımından, hem de oraların halkına İslâmiyet'i az çok tanıtıp, onların kalplerini feth etmek bakımından zaviyeler birer öncü kuvvet olmuştur. Ondan sonra ordular gelmiştir.
Hatta ordular geldiği zaman, onlardan yol sormuşlardır. Yani filan yere nereden gideceğiz diye... Osman Gazi gelip sormuştur. Bir zaviyenin şeyhine, "Filân yere nerden gidelim? Şurdan mı gitsek daha iyi, şurası mı kestirme, burası mı?.." diye yol sormuşlardır.
Notlarımda başka şeyler var ama, vaktimiz yetmediği için ben bu konu da önemli bir makale yazmış olan Ömer Lütfi Barkan'ın bir ifadesiyle sözlerimi bitirmek istiyorum. Diyor ki: "Bu şayan-ı dikkat dînî cemaatlere, hemen her yerde tesadüf edilmekteydi. Onların tercihen boş topraklar üzerinde kurdukları zaviyeleri, bu surette büyük kültür, imar ve din merkezleri haline geliyordu. Bu zaviyelerin ordulardan daha evvel hudut boylarına gelip yerleşmiş olması, orduların harekatını kolaylaştıran sebeplerden biri oluyordu."
Şöyle bir ifade de var; bana önemli geldiği için nakletmek istiyorum: "Ortaçağ Hristiyan hukukuna karşı yeni bir sosyal nizam ve adalet telakkisi taşıyan ve esrarengiz bir din tebliği şekline bürünen misyoner Türk dervişlerinin telkinleri, ordularla birlikte ve hatta ordulardan evvel fütuha çıkmış ve karşı tarafı daha evvel manen feth etmiş bulunmaktadır. Bu dervişler yeni bir dünyaya gelip yerleşen, halk yığınları için içtimai ve siyasi büyük bir rol oynamış büyük kahramanlardır. Bu hengâmeli devirde, halkın içinden yetişmiş mümessil şahsiyetlerdir."
Teşekkür ediyorum.
13. 11. 1994 - Eskişehir
MZK ve TASAVVUF SEMPOZYUMU
MEHMED ZÂHİD KOTKU (RH.A) HAZRETLERİ'NİN SİYASÎ GÖRÜŞLERİ
Seyfi SAY
Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri, yakın dönemde ülkemizin siyasî hayatını etkilemiş bir alim ve şeyh olarak, İslâmî kesim dışındaki çevrelerin de dikkatini üzerine çekmiş bir isimdir. Bununla birlikte siyaset onun asıl meşguliyet alanı değildir ve Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) denilince akla gelen ilk kavram, bu sempozyumun isminde de olduğu gibi tasavvuftur. Kendisi geleneksel bir eğitim almış ve asıl kişiliğini Osmanlı döneminde kazanmıştır.
Onun bu özellikleri, siyasi görüşleri konu edinildiğinde, yanlış birtakım kanaatlerin zemini olmaya son derece elverişlidir. Çünkü, günümüzde birtakım kategoriler ve etiketler revaçta bulunuyorlar ve bunlar şahıslara teşmil edilmiş durumdalar. Bu kategorileri ve etiketleri, gelenekçi İslâm-yenilikçi İslâm, siyasal İslâm-kültürel İslâm, elitist İslâm-popülist İslâm, sivil İslâm-resmi İslâm gibi ayrımlarda görmekteyiz. Bu kategoriler ve oluşturulan kavramsal çerçeveler gerçekte Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri gibi zatlar sözkonusu olduğunda yanıltıcı olmaktadır.
Neden yanıltıcı oldığunu anlamak için İslâm siyaset düşüncesinin temellerine bakmak gerekir. İslâm siyaset düşüncesinin tarih içindeki gelişimine bakıldığında, siyasî görüşlerin mezheplere göre farklılıklar taşıdığını ve esasen bu mezheplerin oluşumunun yaşanan siyasî olaylarla çok yakın ilgisi olduğunu görüyoruz. Özellikle Ehl-i sünnet dışında kalan mezheblere bakıldığında, bunların siyasî olaylara gösterilen farklı tepkilerin Kur'an ve Sünnet'e dayandırılma çabasıyla oluştuğunu görmekteyiz. Ehl-i Sünnet'in ise, Mürcie gibi mevcut iktidarı meşrulaştırmaya çalışmaktan da, Haricîler ve Şia ölçüsünde kemikleşmiş bir düşmanlık ve muhalefetten de kaçındığını görüyoruz. Ehl-i Sünnet, siyasi görüşünü oluştururken, yaşanan siyasî çatışmaların duygusal olarak etkisinde kalmamaya özen göstermiştir.
Hicrî ilk asırlarda yaşanan olayların, siyasî düşüncelerin şekillenmesinde belirleyici öğe oluşuna benzer şekilde, son iki asırdır İslâm dünyasının Batı karşısında yaşadığı siyasî, askerî, ekonomik ve kültürel başarısızlıklar, müslümanların siyasî görüşlerinde birtakım değişmelerin yaşanmasına yol açmıştır. Günümüzde Ehl-i Sünnet ve Şia gibi ümmetin bütün tarihini kapsayan ayırımlara itibar etmeyen, öte yandan gelenekçi-yenilikçi gibi ayrımları daha bir belirleyici gören yaklaşımlar türemiştir. Bu gelişme son derece tabiîdir. Çünkü, uzak geçmişte yaşandığı gibi, ortaya çıkan siyasî tablo, siyasî görüşlerin oluşumunda belirleyici olmaktadır. İnsanlar, yaşanan olayların etkisinde kalarak önce bir siyasî görüşler bütünü oluşturmakta, sonra da buna Kur'an ve Sünnet'ten dayanaklar aramaktadırlar.
Yakın tarihte bir mağlub sıfatıyla Batı'yla tanışan İslâm dünyasında ortaya çıkan ve, modernist ve yenilikçi diye adlandırılan hareketler böylesi bir gelişmenin bir ürünü kabul edilebilirler. Bu hareketler bir ölçüde Batı'daki anlayışların tesiriyle oluştuğu için, kavramsal çerçeveleri de Batı'daki kavramsal modellerden alınmadır. Bunun en tipik örneği, gelenekçi-yenilikçi ayrımıdır ve bu kategoriler Batı'daki dinden bağımsız, yani seküler bilimlerin kavramlarına dayanmaktadır.
Batı karşısında yaşanan başarısızlığın bir sonucu olarak oluşan bu akımlar İslâm dünyasında klasik mezheplere bağlı olarak devam eden "taklit" olgusununun yönünü değiştirmişler, kimi zaman yöntem çerçevesinde, kimi zaman da Batı'daki hakim eğilimlerle çatışan İslâmî hükümler bazında Batı'yı taklit etmeye başlamışlardır. Batı'daki anlayış biçimlerini İslâmî düşünceye taşırken karşılaştıkları teorik engelleri de, hadisler sözkonusu olduğunda rasyonaliteyi temel alan sorgulayıcılıkları ile, Kur'an-ı Kerîm sözkonusu olduğunda ise, vahyi, Peygamber Efendimiz SAS'in uygulamasından bağımsız olarak ele almak suretiyle aşmayı denemişlerdir.
Yenilikçi-gelenekçi gibi kategoriler, kendilerini bu kategoriler içinde tanımlayan modernist akımları tanımak için uygun bir araç olabilir, ama, biraz önce de belirttiğimiz gibi Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri gibi alimler sözkonusu olduğunda, bu ayrım bilgilerimizi kısıtlayıcıdır. Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) zaten bu ayrıma yabancıdır. Onun için, yenilikçi olmak ya da gelenekçi veya gelenekselci olmak tartışmaya değen bir konu değildir ve esasında bu kavramları kullanmaz da...
Onun siyasî düşüncelerini anlamaya çalışırken aydınlatıcı olacak noktalardan biri, fikirlerinin hadis temelli oluşudur. Hayatı boyunca düzenli olarak Ramuzü'l Ehâdîs dersleri vermiştir ve kitaplarında başka hadîs külliyatlarından da çok yoğun biçimde badîs nakletmiştir. Onun hadîslerle olan ilgisinin boyutları kitaplarının muhtevası kadar, adlarından da anlaşılabilir: Eserlerinden birisinin adı "Hadislerle Nasihatler"dir. Bir diğer kitabı, "Hadislerle İlim" altbaşlığını taşır. Siyasî görüşlerini de çoğu kez, konuyla ilgili hadîsleri açıklarken dile getirir. Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A)'in söylemiyle, geleneği sorgulamaktan ve kaynaklara dönüşten söz edenlerin söylemi arasında özde hiç bir ortak nokta bulunmamasına rağmen, o, kaynaklara yönelmiş bir alimdi. İslâmî bilgilerin öğrenilmesi konusunda şunları yazmıştır:
"Bunlar Türkçe kitaplardan öğrenilebilirse de Arapça'yı güzelce öğrenip Kur'an-ı Azimüşşan'dan, hadîs-i nebevîlerden ve fıkıh kitaplarından doğrudan doğruya öğrenmek daha evlâdır. Suyu menbaından içmek başka ve bir de onu şişelerden alıp içmek başkadır." [1]
Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A)'in siyasî görüşlerini değerlendirirken bize ışık tutacak ikinci önemli nokta şudur: O, siyasî görüşlerini, belli bir bütün olarak kaleme almadığı gibi, tartışılagelen siyasî görüşlerin tenkidi mahiyetinde de yazmamıştır. Bu yüzden, konuyla ilgili görüşleri, müşahhas olaylar hakkında yaptığı değerlendirmeler olarak kendini göstermektedir. Onuın ilgi alanını kelime ve kavramlar değil, yaşanan hayat oluşturmaktadır. Bu yüzden Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) demokrasi, cumhuriyet, saltanat, laiklik gibi kavramların muhtevalarını tartışmaz. Bunun bir istisnası vardır, o da hilâfet kavramı...
Hilâfet kavramı etrafında yazdıkları, onun neden gelenekçi, yenilikçi gibi bir ayırımın konusu olamayacağını da ortaya koymaktadır. Gelenekçi olmanın işaretlerinden biri olarak genellikle, geçmişi sorgulamamak gösterilmektedir. Yenilikçi olduklarını söyleyenlerin yöntem olarak seçtikleri seçmecilik de buna işaret etmektedir. Yani gelenek olarak kendini gösteren birikimi sorgulayıp, beğendikleri unsurları kabullenmeyi yöntem olarak seçmişlerdir.
Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) için geleneğin bütünüyle kabulü sözkonusu değildir. Hilâfet kavramı çerçevesinde şunları yazmıştır:
"Zavallı Sultan Selim! Mısır'ı zaptedip, hilâfeti alıncaya kadar kimbilir ne kadar can, mal telef olmuş; bunun hesabını kimbilir nasıl ödeyecek? Halbuki asıl hilâfet ulemâ-i kirâmın hakkıdır. Halife olup da saltanat sarayında oturup çalım satmak, "Ben de halife-i müslimînim!" diye övünmek, herhalde doğru bir şey değildir. Halife-i müslimînim der, öte tarafta Avrupa'nın kanunlarını alır, giyim tarzını alır; süs, saltanat ve israfa boğulan koca koca sarayları yaptırır. İçinde de enva-i çeşit günahlarla; nadide, güzel, kibar saray hanımları, cariyeleri, hizmetkârları... Acaba bunların hangisi halifeye ve hilâfete yakışır?..
Halife demek, Peygamber'in eşyasına sahip olmak demek değildir. Belki onun yaşayış ve harekâtını benimsemek ve sonra da buyurduğu sünnet yolundan ayrılmamaktır." [2]
Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A)'e göre, Raşid Halifeler dönemi, hilafet-i hakîki'nin yürürlükte olduğu dönemdir. Konuyla ilgili olarak şunları yazmıştır:
"Hilafetleri altı sene olmakla, hilafet emri Hazret-i Ali Efendimiz'le hitam bulmuştur. 2 sene 4 ay Hazret-i Ebu Bekir, 10 sene Hazret-i Ömer, 12 sene Hazret-i Osman, 6 sene de İmam Ali, toplam 30 sene 4 aydır ki; 'Benden sonra hilafet 30 senedir' hadîs-i şerîfi ile hilâfet-i hakîkî tamam olmuştur. Ondan sonraki Emeviyye, Abbasiyye ve Osmaniye hilâfetleri, hilâfet-i kâmile ve hakîkiyyeye hamledilmiştir." [3]
Konuyla ilgili olarak yine şunları yazmıştır:
"Bu hilafet İslâm ulemasının hakkı iken, ipin ucunu kaçırmışlar ve idareleri güçlü kuvvetlilerin ellerine bırakmışlar." [4]
Bütün bunlar O'nun, Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri'nden yaptığı çok uzun bir iktibasta yer alan şu ifadeyi benimsediğini göstermektedir:
"Hakikatte ulül-emr mürşid-i kâmildir." [5]
Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A)'in görüşler bütününü ele alırken, gözönünde tutmamız gereken bir başka temel nokta, onun asıl vurgusunun ahlâk üzerinde oluşudur. Daha önce sözünü ertiğimiz ve günümüzde bazı çevrelerde revaç gören kategoriler ise, seküler bilimlerden ithal edilmiş oldukları için ahlâkî bir muhteva taşımazlar. O, ahlâk olgusuna verdiği önemden dolayı, hilâfeti temsil noktasından eleştiriye tabi tuttuğu Yavuz Sultan Selim'i, başka özellikleriyle övgüyle anar:
"Padişah [Yavuz Sultan Selim] bazı memurların yanlış hareketlerine kızmış, bunlardan 150 tanesinin idamına hükmetmiş. Zenbilli Ali Efendi, padişaha gidip hem nasihat eylemiş hem de bu yüzelli kişiyi affettirmiş. Koca bir padişahın böyle tevazû gösterip, şeyhülislamını kırmayışı ve aynı zamanda bu mücrimleri affedişi çok, hem de pek çok takdire şâyandır. Bu da bize insanlık nümûnesidir. Muhterem zât Mekke-i Mükerreme'yi fethettiği zamanda, hatip hutbesinde Yavuz Sultan Selim'i [Hâkimü'l-Haremeyn diye] methederken "Hâdimü'l-Haremeyn, de!" diyerek hatibi ikaz eylemiştir. [6]
Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri'nin siyasî görüşlerini anlamak için, göz önünde tutulması gereken bir başka nokta, onun her zaman ideal olanı, daha doğrusu İslâm hukukuna uygun olanı ortaya koymayı bir görev bilmesi, fakat fiilî [de facto] durumu da dikkate alıyor oluşudur. Bu yüzden, hilâfet konusunda yazdıklarıyla dolaylı olarak saltanatı benimsemediğini ortaya koymakla birlikte, yeri geldiğinde olumlu yanlarıyla Osmanlı padişahlarını takdir etmektedir. Onun bu yönü, şu ifadesinde kendisini daha açık olarak göstermektedir:
"Müslüman devletine, milletine ve işine sadıktır."
Bu cümlenin devamı olarak yazdıkları ise, o'nun, Batı'da belirli ekonomik, siyasî ve sosyal olayların bir sonucu olarak ortaya çıkan demokrasinin kurum ve kurallarını benimsemediğini gösterir:
"Müslüman devletine, milletine ve işine sadıktır. Grev bilmez. İşine gelmiyorsa başka yerde iş arar. Adamın fabrikasını kapatmağa, onun fabrikasını dağıtmağa kimin hakkı var? Mutlaka istediğimi ya vereceksin veya senin fabrikan çalışmayacak. Davul, zurna, burada grev var... Şimdiye kadar bunu hangi müslüman yapmış? Ama hakkı verilmiyormuş... İş her yerde var... Ama bunu anlatmaya imkan yok." [7]
Şüphesiz bu ifadeleri, onun işçilere kıymet vermiyor oluşundan değil, Batı'daki işçi-işveren münasebetlerinin bize aktarılmasını İslâm'la bağdaştırmamasından kaynaklanmaktadır. Bunu, şu ifadeleri ortaya koymaktadır:
"İşte müslümanlığın çökmesine en büyük amil, müslümanların hakiki müslüman olmayıp servet ve bilgilerine mağrur olarak, fukara ve zuafanın, bahusus işçinin hakkına riayet etmeyip, onlara İslamî ve insanî muamele yapmadıklarından dolayı; hem ahiret saadetlerinden mahrum olurlar, hem de İslâmiyet'in çökmesine sebep olduklarından, en büyük kabahat bunlara teveccüh eder." [8]
Sendikalaşma ve grev hakkı Batı demokrasilerinin vazgeçilmez kurum ve kuralını oluşturmaktadır. Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) demokrasi kavramını ve bunun muhtevasını değil, yaşanan bir olay olarak müşahhas bir durumu tartışma konusu yapmaktadır. O'nun, Batı'dan aktarılan kavramsal çerçeve ve modellere kıymet vermediğini, yaşanan olayları kendi kavramsal modeli içinde değerlendirmeye tabi tuttuğunu görmekteyiz.
Demokrasinin temel kuralı olan seçim ve oy verme olgusuyla ilgili olarak yazdıkları, O'nun bu özelliğini çok açık biçimde yansıtmaktadır:
"Muaviye RA da, 'Bir kişi rey sahibi olamaz, ta hilmi cehline galip olmadıkça...' diyor. Demek ki, hakikat-i re'yin yaşın on sekiz olmasıyla değil, aklın kemale gelmesiyle gerçekleşmiş olacağını bildiriyorlar ki, pek mühimdir ve üzerinde durulmaya değer. Daha sonra da şunları ilâve ediyor: 'Sabrı da şehvetine galip gelmesi gerekir.' Tabii bu da pek kolay değildir, ilmindeki kuvvet ve kemale vabestedir.
Şu halde re'y sahibi demek, hilmi cehline, sabrı da şehvetine galip olan demektir ki, o da ancak ulema-yı zevil ihtirama mahsustur. Bugünün re'yi, mâlum olduğu vechile on sekiz veya yirmi yaşını dolduran kadın erkek her insana, gerek cahil, gerek alim, gerek hasta, gerek ihtiyar, gerek sakat herkese şamildir. Halbuki bu zavallıların çoğu, evinin idaresinden bile aciz, aklı hiç bir şeye ermeyen kimselerdir. Kim nereye çekse o tarafa gitmeğe meyyal; hani akan suyun içindeki ufak taş, kumların suyun önünde yuvarlandığı gibi, idarecilerin önünde yuvarlanıp giderler ki, böylelerinin memleket için çok büyük zararlar îrâs edeceğinden şüphe yoktur." [9]
Ancak Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) oy verme konusunda fiilî durumu da dikkate alır ve şunları yazar:
"Seçim zamanı kullandığımız reyler bizim hangi tarafın adamı olduğumuzu açıkça göstermektedir. Hiçbir müslüman açlıktan öleceğini bilse bile, bir Allahsıza, bir dinsize, hir masona ve bir caniye katiyyen rey veremez ve onların tarafını tercih edemez." [l0]
Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri, oy konusuna yaklaşımı yanında, parti kurumuna yönelttiği eleştirileriyle de, Batı demokrasilerini beminsemediğini ortaya koymaktadır:
"Particilik müslümanlığa yakışan birşey değildir. Müslümanlık bizden daima vahdet ve birlik ister." [11]
"Evvela partiler hiç de doğru olmayan bir teşkilattır. Zira birinci zararları, memleketteki vahdeti, birliği bozmaktır. Herkes kendi mensub olduğu partiye, onu müdafaa sadedinde çok gayret sarfeder. Bunlar arttıkça, büyük bir nehir birçok kollara ayrıldığı zaman nasıl zayıflarsa, işte milletler de böyle bölündükleri zaman öyle zayıflarlar." [12]
Parti kurumuna bağlı olarak, bürokrasinin iktidarlara bağımlı olmasını da son derece zararlı bulur:
"Her gelen idarecinin ilk vazifesi, iş başındaki eski sakıt idareye mensub, senelerin tecrübesine sahip iş adamlarını hemen değiştirmek ve yerlerine kendi adamlarını oturtmak oluyor ki, çok yanlış bir zihniyet olsa gerektir. Çünkü hiçbir memurun, hiç bir idarenin adamı olmaması ve yalnız milletin işlerini görmeye matuf, seçilmiş, tecrübeli ve ahlâken temiz kimselerden olması gerekir." [13]
Grev ve oy konusunda yazdıkları, onun hak ve özgürlükleri kaale almadığı anlamına gelmez. Daha doğrusu o, bizim demokratik diye nitelendirdiğimiz hak ve özgürlükleri, demokrasiyle olan ilgisi bağlamında ele almaz. O, tartışma konusu yaptığı müşahhas olay ve durumları, demokrasi ile ilgisi noktasından görmez. İnsan hakları konusunda şunu söyler:
"Memleketimizde insan hakları beyannamesinin mer'iyette olmasına rağmen, giyim hürriyeti yoktur. Kisve kanunu vardır." [14]
Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri'nin hak ve özgürlükler noktasından Osmanlı dönemini Cumhuriyet döneminden üstün bulduğunu görmekteyiz. Daha önce Yavuz Sultan Selim'le ilgili olarak alıntıladığımız övgüsünü şöyle sürdürür:
"Allah-u Teâlâ cümlesinden razı olsun, seyyiatlarını da hasenata tebdil eylesin. Vurduğu kırdık, kırdığı kırdık, kendini bilmez sarhoşların, huysuzların şerrinden de cümlemizi muhafaza buyursun." [15]
Cumhuriyet döneminin hak ve özgürlüklerle ilgili uygulamalarını şu sözleriyle yerer:
"Bu hilâfet İslâm ulemasının hakkı iken, ipin ucunu kaçırmışlar ve idareleri güçlü kuvetlilerin ellerine bırakmışlar. Onlar da bizim elimizden bütün hürriyetlerimizi almış, mektep, medrese ve tekkeler kapatılmış ve birçok ulema-yı kirâm, Şeyhülislam Sabri Efendi, Zâhid Kevserî ve emsali zevat memleketten kaçmış ve birçoğu da kovularak bir daha memlekete sokulmamıştır. Bu acı azmış gibi, hocaların sarıklarını cami dışında sarmamaları emredilmiş, hatta bir vakitler Kur'anı Kerîm'i okuyan ve okutanların tecziyesine kadar gidilmişti. Lehülhamd o günler geçti, İslâmiyet yine ayakta." [16]
Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri, müslüman halkın hak ve özgürlüklerine sahip çıkmasını, tepkisiz kalmamasını savunur:
"Bir taraftan müslümanız diye iftihar ederken, diğer taraftan Allah'ın emirlerini yerine getirmeye çalışanları ve öğretenleri zindanlarda çürütmek ne oluyor? Artık müslümana bu kadar gaflet yeter. Uyanmalısın, yoksa sen sustukça daha ağır hakaretlere maruz kalacaksın." [17]
"Emr-i bil ma'ruf ve nehy-i anil münker müslümanın, namaz borcu gibi borcudur. Mutlaka elinden gelen herkes, dilinin döndüğü kadar dinini müdafaa edecek ve onu başkalarına çiğnetmeyecektir." [18]
Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri, ülkemizin tam anlamıyla bağımsız olması için ekonomik ve askerî bakımdan son derece güçlü olması gerektiğine inanır:
"Şimdiki cihad ise mâlum; din ve dünya ilimlerine, sanat ve ticarete tamamı ile hakim olmadıkça hürriyet hasıl olmaz." [19]
Bu nedenle de güçlü ve kuvvetli olmak için her çareye başvurulmasını ister:
"Artık nüfusun çokluğunun hatta cesaretin de kıymeti yoktur. Düşmana düşmandan daha fazla kuvvet ve kudrette olmak ve bunları onlardan almak sureti ile değil, bilfiil daha iyisini ve daha güzelini ve daha kuvvetlisini, onlardan daha çok ve daha muntazam bir şekilde yapmakla üstün gelinir." [20]
Batı'nın politikalarını şu cümlesiyle özetlemektedir:
"Amerika ve Avrupa'nın çılgın ve şımarık halkı, ister zengin, ister fakir olsun, hepsi nefislerinin esiridir. Gayeleri harp darp ve meşakkatlerle insanları ızdıraba düşürüp, top, tayyare, silah vesair malzeme-i harbiyeleri satıp para kazanmağa ve bütün milletleri elleri altına alarak iktisaden bunaltmaya ve kendilerine pay çıkartmaya bakıyorlar. [2 l]
Müslümanlar için temennisi ise, tam bağımsızlıklarını kazanmaları ve bir İslâm birliğinin kurulmasıdır:
"İnşaallah az bir müddet sonra hristiyan ellerinde esir bulunan diğer müslümanlar da hürriyetlerine kavuşur ve sonra da hep bir araya gelip elele verirler de dünyanın en muazzam ve yıkılmaz bir devleti olurlar." [22]
Sonuç olarak şu söylenebilir: Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri, siyasî görüşlerini oluştururken Batılı düşünce akımlarından etkilenmemiştir. İslâmî anlamda hukukî ve ideal olanla, fiilî olanı ayırmış ve her ikisini de dikkate almıştır. Görüşlerini teorik tartışmalar bağlamında değil, müşahhas olaylarla ilgili değerlendirmeler şeklinde ortaya koymuştur. Bu yüzden verimsiz ve kısır tartışmaların dışında kalmıştır.
İslâm ülkeleri için, siyasî alanda güçlü olmanın yolunun ekonomik ve siyasî güç sahibi olmaktan geçtiğini görmüş ve bunu tam bağımsızlığın şartı kabul etmiştir. Müslüman ülkelerin birliğini bir hedef olarak ortaya koymuştur.
Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A), hürriyet kavramını iktisadi bağımsızlıkla birlikte ele almıştır. O bakımdan özellikle çok sık ekonomik konuları işlemekte ve "Biz iktisaden paraya hakim olmadıkça, ve düşmanların yaptığı silahların teknolojinin daha iyisini yapmadıkça, tam hürriyete sahip olamayız." demektedir.
Böylece burada sözlerimi bitiriyorum. Beni dinlediğiniz için, başta hocalarımıza hürmetlerimi arzediyorum, hepinize teşekkür ediyorum.
13. 11. 1994 - Eskişehir
NOTLAR:
[1] M. Zâhid Kotku, Hadislerle Nasihatler, Seha Neşriyat, İstanbul 1984, c.1, s. 249
[2] M. Z. K. Cennet Yolları (Hadislerle İlim), Seha N. İstanbul 1985, s. 205, 206
[3] M. Z. K. Ehl-i Sünnet Akaidi, Seha N. İstanbul 1991, s. 232
[4] M. Z. K. Cennet Yolları, Seha N. İstanbul 1985, s. 207
[5] M. Z. K. Tasavvufî Ahlâk, Seha N. 4. Baskı, c. 1, s. 11
[6] M. Z. K. Ana Baba Hakları, Seha N. İstanbul 1985, s. 59, 60
[7] M. Z. K. Cennet Yolları, Seha N. İstanbul 1985, s. 176, 177
[8] M. Z. K. Mü'minlerin Vasıfları, Seha N. s. 17
[9] M. Z. K. Tasavvufî Ahlâk, Seha N. 4. Baskı, c. 1, s. 149
[10] M. Z. K. Hadislerle Nasihatler, Seha N. İstanbul 1984, c.1, s. 191
[11] M. Z. K. Cennet Yolları, Seha N. İstanbul 1985, s. 221
[12] M. Z. K. Mü'minlerin Vasıfları, Seha N. s. 118
[13] M. Z. K. Tasavvufî Ahlâk, Seha N. 4. Baskı, c. 1, s. 149
[14] M. Z. K. Tasavvufî Ahlâk, Seha N. 4. Baskı, c. 2, s. 111
[15] M. Z. K. Ana Baba Hakları, Seha N. İstanbul 1985, s. 60
[16] M. Z. K. Cennet Yolları, Seha N. İstanbul 1985, s. 207, 208
[17] M. Z. K. Tasavvufî Ahlâk, Seha N. 4. Baskı, c. 2, s. 82
[18] M. Z. K. Cennet Yolları, Seha N. İstanbul 1985, s. 362
[19] M. Z. K. Hadislerle Nasihatler, Seha N. İstanbul 1984, c.1, s. 179
[20] M. Z. K. Hadislerle Nasihatler, Seha N. İstanbul 1984, c.1, s. 177
[21] M. Z. K. Cennet Yolları, Seha N. İstanbul 1985, s. 146
[22] M. Z. K. Cennet Yolları, Seha N. İstanbul 1985, s. 207
MZK ve TASAVVUF SEMPOZYUMU
MEHMED ZÂHİD KOTKU (RH.A) VE CİHAD
A. Akın ÇIĞMAN
Eûzü billâhi mineş şeytânir racîm...
Bismillâhir rahmânir rahîm...
Elhamdü lillâhi rabbil âlemîn... Vel akıbetü lil müttakîn... Ves salâtü ves selâmü alâ rasûlinâ muhammedin ve ashabihi ecmaîn...
Çok muhterem hazırûn!
Burada direk olarak cihad anlatılmış herhalde... Biz yalnız bir giriş yapmak mecburiyetindeyiz. Girişi şöyle bir ibareyle yapmayı istiyorum:
(Lemmâ kânel cihâdü zirvete senâmil islâmi ve kubbetehû ve menâzilü ehlihî a'lel menâzili fil cenneti kemâ lehümür ref'atü fid dünyâ fehümül a'levne fid dünyâ vel âhireh)
Bunu okumamın sebebi şu; biliyorsunuz bizim için ölçü Hazret-i Muhammed SAS'dir. Bunu Kur'anı Kerim'den öğreniyoruz. Cihad mevzuunda da tabii, her mevzuda olduğu gibi ölçü Hazret-i Muhammed SAS'dir.
Allah'ın Rasûlünde güzel örnekler olduğu mâlûm... Öyle olunca da, bizim mevzuumuz Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri'nin cihad anlayışı olunca, bu ifade benim biraz tuhafıma gidiyor. Biraz açıklamak mecburiyetinde kalıyorum. Bir kere yanlış bir anlamaya sebep olmamalı bu... Yâni acaba Mehmed Efendi'nin cihad anlayışı bu, Mevlânâ'nın cihad anlayışı bu, Hacı Bayrâm-ı Velî'nin ki bu, Ebu Hanife'ninki bu gibi binlerce cihad anlayışı mı ortaya çıkacak?.. Bu ifade, böyle bir düşünceyi çağrışım yaptırıyor gibi geliyor bana...