Şimdi Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri'nin cihad anlayışı deyince, biliyorsunuz bizde İslâm büyüklerini, İslâm büyüğü yapan şey, Hazret-i Muhammed SAS'e bağlanmalarıdır. Ona ne kadar bağlanmışlarsa, o kadar büyük olmuşlardır. Ölçü bu... Hazret-i Mevlânâ, onun yolunda gittiği için Hazret-i Mevlânâ olmuştur. Yoksa, bazılarının zannettiği gibi, Hazreti Mevlânâ çok toleranslı bir insanmış, "Bazâ, bazâ! Eger putperesti bazâ!" demiş. "Gel! Ne olursan ol, gel!" demiş. Belki yanlış ifade olabilir. Ona böyle bir şey isnad da edilmiyor bazılarınca... Fakat, onu dillerine dolamış birtakım insanlar var... Sanki hâşâ Hazret-i Mevlânâ Hazret-i Allah'tan daha toleranslı, Hazret-i Muhammed'den daha merhametliymiş gibi bir mânâ çıkıyor burdan... Öyle anlamak istiyor bazı gruplar, bir kısım insanlar... Şimdi şu, "Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A) Hazretleri'nin cihad anlayışı" sözü de bana böyle birşeyi hatırlatıverdi, birdenbire... Bunu bir kere izah etmek lâzım!..
Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri de, Hazret-i Muhammed SAS'in getirip haber verdiği cihad anlayışının aynısını savunmuştur. Eğer ondan başka bir anlayış ortaya koymuş olsaydı, itibarı olmazdı. Biz ona bir kıymet vermezdik. Bir kere bu ölçüyü iyi tesbit etmek lâzım... Bunu böyle sulandırıp da şunun anlayışı, bunun anlayışı demek yerine; İslâm'ın anlayışı, Kur'anın anlayışı, Hazret-i Muhammed'in anlayışı demek ve bunu böyle bilmek lâzım!..
Konuya çok kısa bir giriş yapacağım: Cihad kelimesi Arapça bir kelime olup cehd veyahut cühd kelimesinden türetilmiştir. Lügatta; güç ve gayret sarfetmek, meşakkat, amelde mubâlağa etmek, zahmet gibi mânâlara gelir.
Fakat İslâmî mânâda, istihlahî mânâda mânâsı şöyledir: İslâm'ın yükselmesi, korunması ve yayılması için, her türlü çalışmada bulunmak... Bunu kısıtlayamayız. Sadece kâfiri karşınıza alıp da kılıçla, topla, tüfekle veya bomba ile olan değil; uğraşmak, gayret sarfetmek ve bu yolda sıcak ve soğuk savaşa girmek... Daha açık bir ifadeyle; Allah tarafından kullarına verilmiş olan bedenî, malî ve zihnî kuvvetleri Allah yolunda kullanmaktır.
Konuşmamın başında kısaca okumuş olduğum Arapça ibarelerin mânâsı şöyle:
"Cihad İslâm'da, İslâm'ın en yüksek yerinde yer alır. Yâni İslâmın tam kubbesidir, tepesidir. Cennetin de en yüksek dereceleri, bu cihadla elde edilir. Ve onlar, dünyada da ahirette de cihad eden kimseler yüksek nâiliyetlere ererler."
Cihadın çeşitli yönleri vardır. Fakat, cihadın en yükseğini muhakkak ki Hazret-i Muhammed SAS yapmıştır. O zâten örnektir. Ondan sonra gelecek hiç kimse onun şanına, topuğuna erişemeyecektir. Bu bir gerçek, şimdiden bunu belirtmek lâzım!.. Zaten önder, ölçü odur. Ona göre diğerleri değerlendirilecektir. Yani Hz. Muhammed SAS'e nisbetle kim ne kadar yapabilmiş, ne kadar yaklaşmışsa; o biraz daha fazla cihad etmiştir. Ölçü budur, tam kâmil ölçü budur. Mesele budur.
Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'inde, birçok ayet-i kerimelerde cihadı emrediyor. Tabii ayet-i kerime okumazsak olmaz. Bir tane de ayeti kerime okuyalım:
(Ellezîne âmenû yukàtilûne fî sebîlillâhi vellezîne keferû yukàtilûne fî sebîlit tàğti fekàtilû evliyâeş şeytàni inne keydeş şeytàni kâne daîfâ) Sadakallàhul azîm. (Nisa 76)
Bu konuda ayet-i kerimeler çok ama, birkaç tanesini de alsak teberruk olur. Hem okumuş olalım. Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri buyuruyor ki: "O kimseler ki, Allah yolunda savaşırlar..." İnsanlar iki gruptur zaten: Ya Allah yolunda savaşacaklar, ya da tağutun yolunda savaşacaklar. Veyahutta nefislerinin yolunda, şeytanın yolundadırlar; farketmez. Savaş deyince, illâ sıcak savaş şart değil...
Şimdi bizler elhamdülillah müslümanlar olarak, Allah'ın yolunda savaşmak isteyen insanlarız. Kendi nefsimize göre, kendi çapımızda bir savaş yapmak istiyoruz. Herkesin kendisine göre değişir.
Bu savaşın çeşitli şekilleri var, illa düşmanla harp şekli değil... Ama burada bilhassa: "Allah yolunda savaşırlar." ifadesi var... "Kâfirler ise kâfirin, putun, Allah'ın dininin dışında kalan şeylerin yolunda savaşırlar." Bu tağut kelimesi çok manalı olup, tuğyandan gelir.
Cenab-ı Hak diyor ki: "Şeytanın dostlarıyla savaşın! Muhakkak şeytanın hilesi, cengi zayıftır korkmayın!" Bizler demek ki, cihad etme durumunda bulunuyoruz. Fakat, tabii ki cihadın da değişik şekilleri var; harple var, davet yoluyla var, kılıçla var... Bugün kılıcın yerini işte bombalar, silahlar almıştır.
(Yürîdûne en yutfiû nûrallàhi bi efvâhihim ve ye'ballàhu illâ en yütimme nûrehû velev kerihel kâfirûn. Hüvellezî ersele rasûlehû bil hüdâ ve dînil hakkı liyuzhirehû aled dîni küllihî velev kerihel müşrikûn)(Tevbe 32-33)
"Allah'ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki, kâfirler hoşlanmasa da Allah mutlaka nûrunu tamamlayacaktır. Bundan başka bir şeye râzı olmaz.
Müşriler hoşlanmasa da, dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere, elçisini hidâyetle ve hak dinle gönderen Allah'tır."
Şimdi tabii ki bizim asıl konumuz, Mehmed Efendi Hazretleri'nin cihad anlayışı olduğu için, direkt olarak oraya girmek mecburiyetindeyiz. Ama birkaç da hadis-i şerif okuyalım. Okuyalım ki, buralar hadisi şeriflerle, güzel sözlerle çınlasın. Çünkü bazıları kasden Allah demiyor, Rasûlüllah demiyor; kàle filân diyor. Efendim filânın nereye gittiğini çoğu bilir. Herkes hemen hemen anladılar. Bugünlerde biraz tehlike arzediyor, bunları açık açık ifade etmek. Onun için böyle kapalı geçiyoruz. Zaten buradakiler ariftirler anlarlar.
Hadisi şerif şöyle:
(İmânün billâhi ve rasûlihî sümmel cihâdü fî sebîlillâh, sümme haccün mebrûrün kàlehû lemmâ süile eyyül amelü efdalü)
Resulullah SAS''e soruldu;
"--Yapılan işlerden, amellerden hangisi daha üstündür, daha faziletlidir?" dediler.
"--Allah'a ve Resulüne iman..."
Bir kere başta bu, bundan daha üstün birşey yok...
"--Sonra hangisidir?" dediler.
"--Sonra, Allah yolunda cihad etmektir." buyurdular.
Daha sonra da, "Şartlarına uyularak yapılan, makbul olan hacdır." buyurdular.
Şimdi hoca efendinin cihad taksimine bir göz atalım tabii bu cihad taksimini sadece Hoca Efendi yapmıyor. Başka yerlerden alarak yapıyor. Yani yeni birşey getirmiş değil aslında... Fakat İslâm'ı iyi anlamış; şimdiki tabiriyle iyi özümsemiş, ruhuna sindirmiş, yaşamış bir insandı. Zaten dâvâ İslâm'ı ruha, kalbe sindirmektir.
Hoca Efendi yaptığı taksimatta cihad şöyledir:
1. Küffara karşı cihad
2. Mülhidlere karşı cihad
3. Hak ve hakîkate çağrı için cihad
4. Nefisle cihad
5. Şeytana karşı cihad
6. Kötü adet ve alışkanlıklara karşı cihad
7. Cehalete karşı cihad
8. İyiliklere sahib olmak için cihad
Hocaefendi'nin aynen kendi ifadesiyle, "Müslümanlıkta düşmanla dövüşmeye cihad denir." Müslümanlıkta hrıstiyan papazların yaptıkları gibi dağlara çekilip, ruhbaniyet dediğimiz şey, sade ibadetle meşgul olmak yasaklanmıştır. Müslümanlıkta ruhbanlık yoktur. Yani hristiyanlar gibi bir köşeye çekilip, yalnızca ibadetle meşgul olmak bid'attır.
Bizde cemaat vardır. ibadetlerimizi cemaatle edâ etmeye çalışırız ve onlardan daha çok sevap alırız. Müslümanların ruhbanlığı cihaddır. Cihad da çok mânâlı bir kelimedir. Cihadın en efdali, Allah'a en sevgilisi, zalim bir hükümdara ve bir büyüğe karşı hak sözü söylemektir."
Bu çok önemlidir. Hak söz söylenmeyince batıllar revaç buluyor, bir takım yanlış şeyler yayılıp gidiyor. Yani bu hususta tabii, alimler çok mesuliyet taşıyorlar. Ben hatta bazen çok üzülüyorum. "Niye falanca hocayı çıkarmıyorlar da ekranlara, bu açık oturumlara; şu hocaları çıkarıyorlar? diye... Böyle namertleri çıkarıyorlar da, mert adamları, hakkı söyleyecek insanları çıkarmıyorlar diye... Çıkıyorlar, orada olur olmaz konuşuyorlar. Ben orada çatlıyorum, ekran başında... Hakkı söylemek lâzım tabii... Yerine göre taşı gediğine koymak lâzım.,, Zamanı, zemini de iyi ayarlamak lazım!..
"Meselâ bizde, alevîler vardır bizim içimizde... Bunlar çok ihmal edilmiş." diyor, serzenişte bulunuyor. Bizim sorunlarımızdan birisidir bu... Onlar o tarafa, bu tarafa çekilmek isteniyor. Kullanılmak isteniyor. Bunu hepimiz biliyoruz. Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri de bu mevzuya temas ediyor ve "Bunları biz çok ihmal ettik." diyor. "Bunları biz yurtlara almalıydık, öğretmeliydik. Bunlar nihayet müslümanım diyen insanlar... Bize yakın, en azından müslümanız diyorlar. Kur'an-ı tanıyorlar. Ama şöyle tanıyorlar, ama böyle tanıyorlar... Osmanlı devrinde Hristiyanlar alınmış ve terbiye edilmiş, müslüman yapılmış ve İslâma hizmet ettirilmiş." diyor. Yani bu tarihen sabittir. Vakayı böyle dile getiriyor. "Biz niye böyle yapmıyoruz?" diyor.
Ve tabii burada basın meselesine geliyor. "Bizim üçüncü cihadımız, hakka hakikate çağrı..." diyor. Bu mevzuda da günümüzde dille yapılacak, cihadın şumulü içine girecek yapılması gereken şeyleri şöyle sıralıyor:
"Birincisi, İslâmi kitap..." Kendisi bunu yapmıştır. Bir sürü kitaplar bırakmıştır, arkasından giderken. Allah rahmet eylesin...
Yazmak bröşür dağıtmak... Tabii bu arada gazete, dergi... Şimdi elhamdülillah Müslümanlara ait gazeteler, dergiler çoğaldı. Bu şayanı şükürdür. Elhamdü lillâh çünkü artık karşı taraf meydanı boş bulamıyor; önemli bir şey... Eskiden hücum ediyorlardı, hücum ediyorlardı; ses gelmiyordu. Şimdi karşı taraftan ses geliyor. Bu daha kuvvetli olsun inşallah...
Önemli bir şey ve tabii ki efkarı umumiyeyi yönlendiren bir şey... İnsanlar ona göre kamu oyu oluşturuyor. Bu çok önemli, gazetelere göre düşünüyor, yani bakınız hepiniz farkındasınızdır, bunun...
Bir insan hangi gazeteyi okuyorsa, ona göre konuşur. Ya fikri öyle olmuştur, ya o gazeteyi okumuştur. İki durum olabilir. Ya o fikre, o fikriyata daha çok bağlanmıştır. Ya da gazeteleri okuya okuya o fikre dönmüştür. İkiside olabilir, birbiriyle zıt şeyler değil. Yani bellidir, konuştuğu zaman bakıyorsun ki falanca gazetenin baş yazarına göre konuşuyor. Hani beyin yıkama olayı diyorlar ya. Adam gazeteye göre düşünüyor, artık kendi aklıyla düşünmüyor. Maalesef, cemiyette böyle bir şey var. Gazeteye tamamen adapte oluyor. Tabiri caizse gazete ne demişse, o da onu diyor. Böyle birşey var. Onun için çok önemli, insanları çok etkiliyor. Televizyon daha etkili oluyor. Tabii hem görüntü, hem ses, her şeyiyle işte...
Bu gazete ve dergi çıkarmak, vaaz ve konferans gibi şeyler, dini bildirecek tebliğdir, peygamber vazifesidir. Bütün peygamberlerde bu sıfat var... Tebliğ sıfatı da, resullerin sıfatlarından birisi. Biliyorsunuz tebliğ, Allah'tan aldığını insanlara ulaştırmaktır.
Peygamberlerden sonra:
(El ulemâu veresetül enbiyâ') "Muhakkik alimler, peygamberlerin varisleridir." Son peygamber Hazret-i Muhammed SAS ile birlikte peygamberlik kapısı kapandığı için, bu vazifeyi ulemamız yapacak. Öyle olunca da, onlara çok iş düşüyor. Peygamberlik vazifesidir. Zaten bunların hepsi tebliğdir. Herkesin bildiği şeyler var... Bazı şeyleri bazı yerlerde söyleyemiyoruz, ketum oluyoruz ister istemez... Ama özel toplantılarımız olup da, sohbet ehli insanlarla toplanıp bir araya geldiğimiz zaman, işte içimizi açarız. Deşarj oluruz, deşarj ederiz, boşaltırız. Onun için özel sohbetlerin ayrı bir yeri var ve birtakım insanlar bazı mevzularda, özel sohbetlerde aydınlatılır. Bu da önemli.
Tabi bir de televizyon var, radyo var... İşte demin de arz ettiğimiz gibi Mehmed Efendi Hazretleri'nin masonlar hakkında, "Onlar münafıktır." dediğini biliyorsunuz. Hoca Efendi bir de şöyle mevzuya giriyor: "Partiler milleti birbirine düşürmekte, bölmektedir. Herkes mensub olduğu partiyi öne sürüp müdafaa etmekte çok gayret sarfetmektedir. Muhalifi olan partiyi de devirmek ve onu hakir, küçük düşürmek, haksız çıkarmak için çalışmaktadır."diyor. Bu doğru... Maalesef, bizim ülkemizde de bu çok yapılıyor.
Meselâ, cihad meselesinde diyor ki: "Eskiden atılan bir ok kâfi idi diyor. Lâkin bugün oku bilen bile yoktur. Ne olduğunu bilen yoktur bugün... Atom bile yetmiyor. Binâen aleyh, bunları zamanında hazırlamayan kavimler, milletler, cemiyetler mahkum durumundadırlar." diyor. Bunu da tesbit ediyor. Tabii, bu da Kur'andan alınmıştır. "Onlardan daha çok kuvvet hazırlayın!" emri var ya!..
Basın meselesinde de çok teşvikçi bir tavır takınmış; 1960'lı yıllarda Şevket Eygi gazete çıkartırken, müslümanların iyi bir gazete sahibi olması için yapılan teşebbüsleri teşvik etmiş. Kendisi, gazete çıkarılması için o zamanın parasıyla bin lira veriyor. Yani bugün için bin lira bir şey değil ama, o gün için 1960'lı yıllarda bir şey ifade ediyor.
Cihadı işlerken, asker mevzuunda da, mâneviyatsız askerlerin hiç bir şeye yaramayacağını söylüyordu.
Bir de tabi demin, "Partiler bölücüdür." dedi. Ama seçimi de ele alıyor, "Seçimin kıymetini de fırsat bil! İslâm haricinde yaşayanları sakın seçme!.. Bu da bir cihaddır. Sonra pişmanlık elbette fayda vermez." diyor.
Devletle ilgili görüşleri de var... "Asıl mühim olan, devlet sahibi idarecilerin, iman sahibi ve İslâm'ı benimsemiş olmaları lâzımdır!" diyor. Mühim olan idarecilerin müslüman olmaları ve halkı ona göre yetiştirmeleridir diyor. İdarecilerin müslümanlığı ise, ilk tedrisattan itibaren son tedrisata kadar, yâni ilkokuldan üniversiteye kadar, fertleri dini ilim ve amellerle techiz etmelerini gerektirir. Ona göre hareket etmelidir, diyor.
Eğitimin önemine de değiniyor. Ve tabi eğitim çok önemli ve bugün bu memlekette böyle eğri düşünenler, İslâm dışı düşünenler, İslâma karşı cephe alanlar, "Şeriatı getirtmeyeceğiz, yobazlar geliyor!" diyenler, eğitim kurbanlarıdır. Meseleyi anlayamamışlardır, kavrayamamışlardır. "Kişi bilmediğinin düşmanıdır." diye bir söz vardır. Efendim onlar da düşmanıdır İslâmiyet'in... Bilseler İslâm'ın dostu olacaklar; ama bilmedikleri için, hem "Müslümanız!" diyorlar; hem de arkasından "Biz şeriatı istemiyoruz!" diyorlar. Ehil hocalarımız, şeriatın ne olduğunu çok iyi bilirler. İslâmiyeti çok iyi biliyorlar.
Bu neden kaynaklanıyor?.. İşte bu 70 yıllık eğitim sisteminden kaynaklanıyor. Devamlı, "Şeriat hortlayacak, şu olacak, bu olacak..." diye söylendiğinden kaynaklanıyor.
Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri, nefsi ile mücadele etmiş, aynı zamanda bize nefisle mücadelenin yollarını göstermiştir. Bu tekkeler edeb yuvalarıdır. Bugün çok eksiğimiz var, bu yuvalara çok ihtiyacımız var... Bu müesseselerin reisi diyelim, başkanı diyelim, önderi diyelim, şeyhi diyelim, ne derseniz diyelim; bizlerin de öyle, mücahid kişilerden olmamızı Allah-u Teâlâ'dan tazarru ve niyaz ediyorum.
Esselâmü aleyküm!..
13. 11. 1995 - Eskişehir
MZK ve TASAVVUF SEMPOZYUMU
TASAVVUF VE MóSİKÎ
Doç. Dr. Mustafa UZUN
Muhterem hocalarım!
Değerli dinleyiciler, misafirler!..
Besmele ile edelim feth-i kelâm,
Feth oluna tâ bu muammâ-yı enâm
diyerek söze başlayalım. Mevlevîlerin toplantılarına başlarken çok sık tekrar ettikleri, benim de rahmetli Halil Can Hoca'dan çok sık duyduğum bir söz var; onlar hadis derler: "Salih kişilerin anıldığı yere rahmet yağar."
Rahmet-i Rahmânı niyaz ederek, ben de sözlerime bir hatıra ile başlayacağım. Bu hatıranın bir mukaddimesi olarak bunu söyledim. Her ne kadar hatıra nakledecek yaşta değilsem de, rahmete vesîle olur ümidiyle... Dünden beri devam eden bütün konuşmalarda olduğu gibi, bu hatıramı naklatemek içinden geldi. Ben çok küçük yaşlarda Mehmed Zâhid Kotku Hocaefendi'nin camiine, yakınına babamla beraber pek çok gidip geldim. Ve babam zaman zaman bize Hocaefendi'nin huzurunda aşırlar okuturdu. Biz gitmesek, Hocaefendi de "Nerede çocuklar?" diye sorarmış. Çünkü, evimiz çok yakındı Zeyrek'e... Bu sebeple devamlı giderdik. Her gittiğimizde de hem okurduk, hem de durumuna göre mükâfaatımızı alırdık.
Sonra babamın bir arkadaşı var idi. Pastacı Tevfik Dede ismiyle bizim o zamanki tanıdığımız bu zat, okumuş, yazmış bir derviş adamdı. Kelimenin tam mânâsıyla dervişti. Ahir ömründe, her gün öğleye kadar pasta yapar, öğleden sonra o yaptıklarını satardı. Bunu kendi nefsinde tatbik eder idi. Babamla bunlar bir araya geldikleri zaman bizim evde; şöyle kafa kafaya verip, kulak kulağa verip, ilahiler okurlar idi. Ben de onlardan duya duya bazı ilahiler öğrenmiştim.
Bir gün Hocaefendi, böyle çok taltif edince:
"--Dede, bir de ben ilâhi okuyayım mı?.." dedim.
"--Oku bakalım!" dedi, her zaman ki yumuşak tonton babacan sesiyle...
Bizim için şeklen de, fiilen de, ses sedâ itibarıyla da öyle idi. Bir ilâhi okudum. Babama dedi ki:
"--Hâfız! Buna başka ilâhiler de öğret!.."
İşte biz o gün bu gündür, ilâhilerle haşır neşir oluyuruz. Şimdi Allah'tan Hocaefendi'ye rahmet, babama rahmet ve benim ilk hocam sayılabilecek Pastacı Tevfik Dede'ye de rahmet niyâzıyla hatıra kısımını bitiriyorum.
Mûsikî nedir?.. Mûsikînin pek çok tarifi var... Bizim son devrimizin nadide simalarından, nev'-i şahsına mahsus tiplerinden İbnül Emin Mahmud Kemâl diye bir zat var; son devir fuzelâsından, zurefâsından, ehl-i kemâlden... Adı da zaten Mahmud Kemâl İmer... Onun "Hoş Sedâ" diye, bizim mûsikîmizin son devrinde yetişmiş üstadlarının hayatına dair bir kitabı var... Bu kitabın baş tarafında mûsikî hakkında, mûsikînin dinle, diyanetle, ruhi hayatımızla ilgili yorumunu çok güzel yapan birkaç satırı var. Bir nadide tarif ve duruma uygun bir tarif olarak onu sizlere nakletmek istiyorum. Bu İbnül Emin için Yahya Kemal bir beyit söylemiş, onu şöyle tanıtıyor:
Hezar gıpta o devr-i kadîm efendisine,
Ne kendi kimseye benzer, ne kimse kendisine!..
Böyle nadide bir zat idi. Allah rahmet eylesin ona da... Diyor ki:
"Et'ime cesedin gıdası olduğu gibi, gınâ da ruhun gıdasıdır." Yâni, yemekler cesedin gıdası olduğu gibi, mûsikî de ruhun gıdasıdır. Bunu araştırıcılar, ehl-i tedkik, tahkik böyle tesbit etmiş.
"Gınâ fehme saffet verir." Yâni, anlayışa berrraklık kazandırır. Zihne rikkat, yâni keskinlik verir. "Cebîne cesaret aşılar, korkağa cesaret verir. Bahile sehavet bağışlar, cimriye cömertlik ikram eder."
Demişlerdir ki diyor; "Bütün tecrübeler bu hakikati isbat etmektedir." Devam ediyor; "Mûsikî aşkın lisanıdır. Konuştukça, ruhumuzu geldiği kudsî aleme yüceltir ve ezeli güzellikleri seyretmişcesine can u cânânımızı ihyâ eyler. Bu sebeple eski eserlerde mûsikîye, ilm-i şerif denmiştir. İlm-i şerif-i mûsikî tabiri kullanılmıştır.
Buraya ufak bir not koymuş, çok calib-i dikkat... Diyor ki; "Şerâfetini muhafaza için nasıl hareket etmek gerekeceğini, iz'an sahipleri tâyin eder." O ölçüler işte bu iz'an sahiplerinin tespit edeceği ölçülerdeir. Bir farsça beyit söylüyor, zaman bakımından onun mânâsını söyleyeyim size: "Hubb-u ezelî, yâni aşk-ı ilâhi, yani aşk-ı hakiki, bütün eşyaya sârî olmasa ve mahlûkatı cûş u hurûşa getirmese; ne bülbül feryad eder, ne gül güler, ne rengârenk çiçekler açılır, ne etrafa binbir güzel koku saçılır, ne rüzgar inler ne sular çağlar, ne denizler çoşar, ne aşık niyaz, ne mâşuk naz eder... Ne nayin enini, ne tamburun tağini işitilir, kavranır. Şüphe yok ki bütün mahlûkatı name söz ettiren, dillendiren ilahi aşktır. İlahi güzelkileri de bize aksettiren ruhlara nüfûz ettiren ilahi nağmelerdir." Bir şiirle bu kanaati te'yid ediyor:
Bezm-i ezelîde guş-u câne aksetmiş idi nevâ-yı dîdâr,
Feryad-ı keman, tağin-i tambur eyler bize ol nevâyı ihtar.
Yani, "Ezel aleminde can kulağına didârın, sevgilinin, yâni Allah-u Teâlâ'nın nevâsı aksetmiş idi. Kemanın feryadı, tamburun tınlaması, tağini, bize daima o bezm-i ilâhîde kulağımıza akseden nağmeleri ihtar eder, ihtar etmelidir."
"İnsanda basar u basiret lazımdır ki hakîkatı görsün. Gören göz lâzım... Hassas bir kulak lâzımdır ki, Hakkın sedâsını işitsin. Mûsikînin tesiri, dinleyenin istidadına göre tezahür eder."
Hocam buna işaret etmişti. "Dinleyici vardır ki, bir nağmeden mebdeini düşünür. İlahi aşk ile gaşyolur. Biri vardır ki sonunu düşünmez, beşerî aşk içinde yuvarlanır gider." Bu mânâda Gazâlî'nin İhyâ'daki şu sözünü de söyüyor. Gazâlî İhyâ'da buyuruyor ki: "Baharın, çiçeklerin, udun nağmelerinin tesir etmediği kimsenin mizacı o kadar bozuktur ki, ilâcı yoktur."
Mûsikî, söz anlamayan bebeğe ve yaratılıştan aptal olan hayvana bile, bir hayvan olan deveye bile tesir eder. O kadar müessirdir ki, mûsikî dinleyen çocuk susar, uyur. Ninni, bunun en güzel misâlidir. Deve, taşıdığı ağır yüke aldırmayarak sürücünün söylediği nağmelere uyup, uzun mesafeleri kolayca kateder, aşar. Hattâ ecdad, mûsikiyle delileri bile tedavi etmiş. Demek ki, delilere bile tesiri var...
İşte, bizim bahsettiğimiz mûsikî Türk mûsikîsi ki, onun esasını tasavvuf ve tasavvuf mûsikîsi meydana getirir. Bu özelliklere sahip bir mûsikî idi. Öyle olmaya da devam etmek mecburiyetindedir. Bizim bu mûsikîmizi Yahya Kemal birkaç beyitinde, mısralarında çok güzel anlatıyor. Onları da size arzetmek istiyorum. Diyor ki;
Çok insan anlayamaz eski mûsikîmizden,
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden!..
Mûsikîlerimizden anlamayan, bizden, bizim medeniyetimizden, İslâm medeniyetinden, İslâm kültüründen, Türklerin bu kültür ve medeniyete yaptığı hizmetlerden pek fazla şey anlamaz. Devam ediyor:
Açar bir altın anahtarla grub ufuklarını,
Hemen yayılmaya başlar sedâ ve nur akını...
Ve seslenir büyük Itri, semâyı örten ruh
Peşinde dalgalanır bestesiyle Seyyid Nuh...
O mutlu devrede Itri'ye en yakın bir dost,
Işıklı dantelalar bestekârı Hafız Dost...
Bu neslin ortada dahîcedir başardığı iş,
Vatan nasıl karışır mûsikîyle göstermiş.
Bu sayılan insanlar ki, bizim bestekârlarımızın hemen hemen büyük çoğunluğu ya imamdır, ya müezzindir, ya müderristir, ya kazaskerdir, ya şeyhül İslâmdır. Bunların ortaya koyduğu bu mûsikîyi, vatanın mûsikîyle nasıl karıştığını, birleştiğini gösteren bir ölçü olarak almış, Itri'yi ve bu saydığımız bestekarları düşünürsek, son mısrayı "Din nasıl karışır mûsikîyle, göstermiş." şeklinde söylemekte bir beis yok...
Süleymaniye'de Bayram Sabahı şiiirinde bizim mûsikîmizin bir başka yönünü şöyle anlatıyor:
Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyorum,
Ben de bir varisin olmakla bugün mağrurum
Bir zamanlar hendeseden abide zannettimdi,
Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi...
Senelerden beri, rüyada görüp özlediğim,
Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim.
Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını,
Büyük Allah'ı anarken bir ağızdan herkes
Nice bin dalgalı tekbir, oluyor bir tek ses...
Yüksek bir nakaratın büyüyen velvelesi,
Nice tuğlarla karışmış nice bin at yelesi...
Yahya Kemal'in bu mısrâlarını, bizim dahi bestekarımız Itrî'nin hatırasına yazdığı, ona ithaf ettiği şiirinden seçilmiş bir iki beyitle tamamlayalım. Itrî biliyorsunuz, bizim tekbirimizin bestekârı... Bu tekbirin nağmelerini dinleyenler, duyanlar --yerli, yabancı-- bunun fevkal beşer bir mûsikîye sahip olduğunu, bir mûsikî değeri bulunduğunu, her yerde her zaman söyleyip yazıyorlar. İşte Yahya Kemal, özellikle bu tekbir bestekârı olması bakımından Itrî'yi şöyle değerlendiriyor:
Mûsikîsinde bir taraftan din, bir taraftan bütün hayat akmış,
Her taraftan boğaz, o şehrayın mavi Tunca'yla gür Fırat akmış
Nice seslerle gök ve yerlerimiz, hüznümüz, şevkimiz zaferimiz,
Bize benzer o kâinat akmış.
İşte mûsikî bir medeniyettir. Hakim vasfını veren unsurlardan biri halinde tezahür ediyor. Mûsikîmizin yapısına bakınca karşımıza şöyle bir şema çıkıyor. Türk mûsikîsi ikiye ayrılıyor. Birinci kol; lâdînî dediğimiz, doğrudan doğruya dini tesirlerle ortaya konmamış, vücud bulmamış eserler; yoksa, dinden uzak, din dışı değil... Bu eserleri üç farklı grupta toplayabiliyoruz: Birisi, klasik mûsikîmiz dediğimiz klasik şairlerimizin eserlerini yine klasik bestekarlarımızın, klasik ölçüler içinde klasik formlar içnde bestelenmesinden meydana geliyor. Bunları malesef açmaya hiç vaktimiz yok.
İkincisi, sanat mûsikîsi dediğimiz, özelliklerini, ana vasıflarını klasik mûsikîmizden almakla beraber, güfte ve nağme yapısında biraz daha orta karar olan, biraz daha geniş kitleleri hedefleyen bir mûsikî ki, "Aziz İstanbul" Yahya Kemal'in bu mûsikînin güzel örneklerinden birisidir.
Yahya Kemal'in bu "Aziz İstanbul" şiirini Münir Nurettin 25 sene önce bestelemiş. Üzerinde çalışmış, çalışmış, çalışmış; ortaya bir türlü çıkarmaya cesâret edemiyor. Ve hep, "Bir şey eksik bu nağmelerde... Bu güfteyi tamalayacak bir takım nağmeler lâzım!" diye düşünüyor. Sonunda, bir sabah Cihangir tepelerinde oturuyormuş. Oradan duyduğu ezan ve o ezana katılan komşu evden gelen bir ninni sesini duyunca, bu ikisini ki ninnilerde "Huuu... Huuu..." diyerek, nakarat böyledir. Hanımlar daha iyi bilirler. Bu çocuklarımızın kulağına Allah adının bir başka şekilde fısıldanması, söylenmesi tekrar edilmesiyle, yine Allah isminin Ezan-ı Muhammedî'deki tecellilerini güftenin başına ilk nağmeler olarak yerleştiriyor. Ve bu nağmelerle eserini tamamlayıp ortaya çıkarıyor ki, bu hakikaten sanat mûsikîmizin zirvelerinde bulunan bir eserdir.
Dinin nasıl mûsikî ile iç içe olduğunu bu basit pek çok misalden de burdan da görmek mümkün. Bir de ladini mûsikînin içine mehter mûsikîsi giriyor. Mehter mûsikîsi de bizim askerimizi çoşturan, cenge teşvik eden, cihada teşvik eden bir mûsikî olarak hâlâ bugün bile dinlediğimizde aynı duyguları hissetmemize sebep olan bir büyük mûsikî...