Dini mûsikîye geliyoruz. O da ikiye ayrılıyor: Cami mûsikîsi ve tekke mûsikîsi... Cami mûsikîsi için müezzinlerin camideki ibadet etme esnâsında yaptıkları bütün mûsikî faaliyetleri... Yani ses mûsikîsi... Camide saz yoktur.
Özetle söyleyebilirsek, bir de ramazanda okunan teravih aralarındaki ramazan ilahileri ve tekbir, Salât-ı Ümmiyye gibi diğer unsurlar, cami mûsikîmizin eserleri olarak ortaya çıkıyor.
Tekke veya tasavvuf mûsikîsi olarak da, karşımıza üç tür mûsikî çıkıyor. Bunlardan bir tanesi Mevlevî mûsikîsi: Klasik formda en üstün sanat gücüne sahip eserlerdir. Mevlevî mûsikîşinasların ortaya koyduğu ve Mevlevî ayininin icrası sırasında tekkelerde okunan mûsikî...
Bunun da iki yönü var: Bir ayin dediğimiz kısmı, o daha çok sazla söz beraberdir. Sema'a eşlik eder. Bir de ayinlerin başında Hazret-i Muhammed SAS'in övgüsüne mahsus olan nât okunması... Mevlevi mûsikîsinin iki önemli unsuru budur. Diğer tasavvuf mûsikîsini de sünni tarikatlar olarak, --Mevlevilik de sünni bir tarikattır-- Türk kültüründe Kadirîlik, Halvetîlik ve Rufâîlik ve bunların alt kolları meydana getirirler. Bunların tekkelerinde, dergâhlarında icrâ edilen mûsikî olarak görebiliyoruz.
Şuul dediğimiz, Arapça güfteli biraz daha hareketli, kıyam zikri esnasında okunan ilahiler...
Durak dediğimiz, zikrin devreleri arasında, yani ayakta yapılan zikirle oturularak yapılan zikir arasındaki devrelerde okunan, serbest bestelenmiş kaside gibi bir form... Mûsikîmizin çok kıymetli formlarından birisi...
Ve nihayet; kasideler.
Kasideler; ve batıni tarikat dediğimiz Bektaşilik ve bunun gibi olan tarikatların mûsikîsi ki, Türk kültüründe bu Alevîlik ve Bektâşîlik birbirinin içinde, birbirine karışmış bir vaziyette. Bektaşilerin mûsikîsine nefes diyoruz. Alevilerin mûsikîsine de, o birtakım hareketlerle beraber icra edidiği için ona da semah deniyor.
........................
Güfteler gerek klasik mûsikîmizde gerek tasavvuf mûsikîmizde hemen büyük bir ekkseriyetle tasavvufi mânâya da yorumlanabilen ve şairleri tarafından bu iki nokta göz önüne alınarak söylenen güftelerden bestelenmiştir. Mesela Fuzûlî'nin şu şiirinden bir beyit size arz ediyorum. Diyor ki;
Canı canan dilemiş, vermemek olmaz ey dil;
Ne nizâ eyleyelim, ol ne senindir ne benim.
Burada can-canan, sen-ben meftunları yoruma göre, insanın maddi aşk ile ilgili olursa. Sevdiği kişi ile ile kendisi arasında ve canı arasında olur. Ama ilahi aşk söz konusu olduğu zaman, ilahi aşkın kaynağı olan Allah-u Teâlâ ile kul arasında, bu mânâdaki münasebeti ifade eder. Nitekim bu ve bunun gibi pek çok güftesi, hem beste formunda, hem yörük semâî formunda, hem ilahi formunda, hem de câlibi dikkattir, nefes formunda bestelenmiştir.
Netice olarak bu güfte seçiminde, şairlerimizin hemen pek çoğunun aynı zamanda tasavvuf neşesine sahip olması sebebiyle, tasavvufun mühim tesiri vardır. Bestelerde ise Klasik söz ve saz mûsikî repertuarımızın bütün değişmez form ve ağırbaşlı nağme yapılarının esasına koymada tasavvufun ve bu eserlere derinlik kazandıran mistik ruhun tesiri doğrudan doğruya tasavvuftan gelmiştir. Onlar yani tasavvuf bu eserlerin hem formlarına, hem güftesine hem de nağme yapılarına mühim tesirler icra etmiştir. Cami mûsikîmizde de yine tasavvuf dolayısıyla bazı ilahilerde de aynı şekilde tesiri olmuştur. Tekke mûsikîmizin ve zikir usulünün belirleyici, hakim unsurunu zaten tasavvuf meydana getirmiştir.
Netice olarak tasavvufsuz bir Türk mûsikîsi düşünmek mümkün değildir.
Soru:
--Org çalıyorum; orgla tasavvuf mûsikîsi icra etmek istiyorum, nota bulamıyorum. Ne tavsiye edersiniz?
--Org meselesi bana şunu hatırlattı. Vaktiyle bir Yunus Emre Oratoryosu bestelenmiş, devletin desteği ile... "Biz batı mûsikîsinde de dini eser besteleriz!" iddiasıyla, sahne almak üzere devlet milyonlarını vermiş. Sonra da icra edilmiş. Yahya Kemal'e dinletmişler:
"--Bu Yunus Emre Oratoryosu!.. Nasıl buldunuz bu icrayı efendim?.." demişler.
Şöyle biraz düşünmüş demiş ki:
"--Bir papaz bize teravih namazı kıldırdı(!)"
Şimdi, org kilise mûsikîsinin ana sazıdır. Bugün bazı ufak tefek değişikliklerle, herkesin kullanabileceği bir hale getirdiler. Yâni, "Aletin müslümanı kafiri olmaz!" açısından bakarsak, durum bu... Ancak, bizim mûsikîmiz org aralıklarıyla, ses sistemiyle icrâ edilemez; yâni, tasavvuf mûsikîsi de hakkıyla icra edilemez.
O kardeşimize ben notaları vereceğim, çalışmasını devam ettirsin. Ama uygun bir Türk mûsikîsi sazını da temin etsin!.. Bu hususta da yardımcı oluruz. Benzer arkadaşlara --çünkü artık gitar çalar müslüman kardeşlerimiz de var, bateri çalanlar da, org çalanlar da var-- "Madem ki bizim seslerimizi aksettireceğiz, bizim seslerimizi aksettirme vasıtamız olan sazlarla olsun bu..." diye bir tavsiyede bulunuyorum.
13. 11. 1994 - Eskişehir
MZK ve TASAVVUF SEMPOZYUMU
NEFSİN TERBİYESİ
Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN
Elhamdü lillâhi rabbil âlemîn... Ves salâtü ves selâmü alâ hayra halkıhî seyyidinâ ve senedinâ, habîbullahî ve safiyyihâ muhammedinil mustafâ... Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû biihsânin ilâ yevmil cezâ...
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!..
Muhterem cemâat-i müslimin!..
Allah CC cümlenizden râzı olsun... Etraftaki vasıtalardan görüldüğü üzere, çok uzak şehirlerden aşk ile, şevk ile buraya gelmiş kardeşlerimiz de var aramızda... Ecrinizi Mevlâm fazl u kereminden, gayb hazinelerinden çok bol miktarda ihsan eylesin... Dünya ve ahiretin saadetlerine, hayırlarına, nimetlerine erdirsin...
Burada çok muhterem, çok aziz, çok değerli, çok mübarek Hocamız Muhammed Zâhid Bursevî Hazretleri'nin ruh-i pâki için okunmuş olan Kur'an-ı Kerim hatimlerini, tevhidleri, Yâsin'leri, salât ü selâmları, İhlâs-ı Şerif'leri toplayıp dua yapmak üzere cem olduk.
Allah-u Teâlâ Hazretleri Kur'anı Kerim'inde, bismillâhir rahmânir rahim:
(Ve mâ halaktül cinne vel inse illâ li ya'budûn) (Zariyat 56) buyuruyor. Mükellef olan, tekâlif-i ilâhiyyeye muhatab olan mahlukatın içinde, başta insanoğulları benî Adem olmak üzere, insanların ve cinlerin yaratılış sebebini Allah-u Teâlâ Hazretleri: "Başka bir sebeble yaratmadım; insanları ve cinleri, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım! Bana güzel kulluk etsinler diye yarattım!" diye, şu hayatımızın nasıl geçmesi gerektiğini ve şu hayatımızın gayesinin ne olduğunu bildiriyor. Ve bu ibadetin, bismillahir rahmanir rahim:
(Va'büd rabbeke hattâ ye'tiyekel yakîn)(Hicr 99) "O herkesin başına geleceği kesin olan, şeksiz, şüphesiz olan ölüm başına gelinceye kadar Rabbine ibadete aralıksız devam eyle! Ölümüne kadar, hayatının sonunu kadar, Rabbine ibadet yapmaya devam eyle!" diye buyuruyor.
(Ellezî halakal mevte vel hayâte liyeblüveküm eyyüküm ahsenü amelâ)(Mülk 2) Bu hayatın, ölümün; ölümden sonra tekrar yaşamak olan, ahiret hayatının, tekrar dirilmenin sebebinin: "Ey kullar! Hanginiz daha güzel kulluk yapacak, daha güzel işler peşinde, daha güzel çalışmalar yapacak?" Bunu denemek için, imtihan etmek için, Allah bu hayatı, ölümü var eyledi, halk eyledi; bu sahneyi böylece tanzim eyledi. İnsanlar bu aleme geliyorlar, gidiyorlar; imtihan oluyorlar.
(İnnâ halaknel insâne min nutfetin emşâcin nebtelîhi) (İnsan 2) "Biz insanoğlunu imtihan etmek üzere yarattık." diye Dehr Sûresi'nde de beyan ediliyor.
Hàsılı ayet-i kerimelerden, Allah'ın gönderdiği mübarek insanlar olan peygamberler --aleyhimüs salevâtü vet teslîmâtü vet tahiyyât-- hazretlerinden, vahiylerden, Peygamberlerin tebliğâtından, Peygamber Efendimiz'in hadis-i şeriflerinden çok kesin olarak, kat'î olarak biliyoruz ki, hepimizin asıl vazifesi Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne güzel kulluk yapmak... Ve bu güzel kullukta, "Hangimiz daha güzel kulluk yapacağız?" diye Mevlâmız bizi ikaz ediyor.
Hayırda da gayret göstermek, yarışmak, en güzelini ortaya koymaya çalışmak... Allah-u Teâlâ Hazretleri, her şeyin en güzelini yapmayı müslümana emretmiştir. Yapılan her şeyin en güzeli olduğu gibi, ibadetin de en güzelini yapmaya mü'minin çalışması lâzım!..
Bu gayeyi hepimiz biliyoruz. Müslüman olduğumuz için biliyoruz. Belki bunu bilmeyen insanlar çok dünya üzerinde... Hayatın mânâsını, gayesini, önünü, sonunu, evvelini, ahirini bilmeyen insanlar çok... İran'lı şairin bir tanesi diyor ki: "Bu köhne kitabın baş tarafı da, son tarafı da kopuktur." Yani, "Baş tarafını bilmiyoruz; vardı ama sayfalar kopmuş. Son tarafını da bilmiyoruz; sayfalar kopmuş." diyor. Sayfalar kopmuş amma, Allah'ın gönderdiği peygamberlerle onların bilgisi bize gelmiş.
--Peygamber ne demek?..
--Haber bildiren insan demek...
--Kimden kime haber bildiriyor?
--Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin emirlerini ve insanoğlunun bilmesi gereken bilgileri insana Allah tarafından görevlendirilip bildiriyorlar. Peygamber onun için geliyor.
Arapçadaki nebi kelimesi de, nebe' kelimesinden çıkmış bir kelimedir. Nebe', haber demek... Nebî de, haberi getiren kişi demektir. Yani bilmediğimiz alemlerden, evveliyattan ve sonrakilerden haberleri bize peygamberler getirmiş ki, biliyoruz.
Buna iman ediyoruz, ahiret gününe de inanıyoruz ki, ölümden sonra ebedi hayat var... O ebedi hayatta da, dünya hayatındaki yaşayışında vazifelerini güzelce yapan insanlara çok güzel mükafatlar var... Gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hiç kimsenin gönlüne, hayaline sığmayacak kadar... Bu tabirler Peygamber Efendimiz'den... Yâni, kimsenin hayaline bile, tasavuruna bile sığmayacak kadar muazzam güzellikler var Allah'ın mutî kullarına...
Ve çok müthiş cezalar, belâlar, azablar, ikablar da, Allah'ın kâfir, âsî, mücrim kullarına... Evet biz şeksiz, şüphesiz biliyoruz ve inanıyoruz ki, Allah'a kulluk etmemiz lâzım!.. Buraya geliş vazifemiz bu!.. İbadetlerde, taatlerde kusur etmememiz lâzım!.. Allah'ın emirlerini tutmamız, yasaklarından kaçınmamız lâzım!..
--Peki, niye insanlar bu bilgilerine rağmen, hattâ müslümanlar bu imanlarına rağmen Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne karşı kulluklarını güzel yapmıyorlar da, etrafımıza baktığımız zaman nice âsî, mücrim, günahkâr kul görüyoruz?.. Hatta kendi hayatımızdan, kendimizden bile şikayetimiz var... "Nefsindendir çektiğin!.. Nefsini yenen gelsin!" dediği gibi... Nefis elinden el aman diyoruz, medet diyoruz, aman Allah'ım diyoruz, Yani kendimizin de kusurlarımız, şikayetlerimiz var; neden?.. Neden Allah'ın bize yüklediği vazifeyi yapamıyoruz da böyle günahlar, kusurlar, hatâlar oluyor?..
Tabii Peygamber SAS Efendimiz beş tane düşman sayıyor, bir hadisi şerifinde...
(Elmü'minü beyne hamse şedâid) "Mü'min, beş tane belânın, beş tane düşmanın arasına düşmüştür." buyuruyor.
Bu beş düşman nedir:
1. Önce mü'minden başlıyor: (Mü'minün yahsudühû) Kendisine hased eden, çelme takan düşmanlık eden, sıkıntılar veren, kavga eden, çekişen, çatışan hasetçiler... Etrafındaki, mü'min olduğu halde kendisinin karşısında olan insanlar...
2. (Ve münâfikun yebğuduhû) Bir de, dışı mü'min, içi kafir kalbi inanmamış; içi başka, dışı başka Kur'anı Kerim lisanında münafık denilen insanlar... Doğrudan doğruya karşına çıkıp da sana düşman olduğunu söylemiyor; ama, içinden kızıyor, sevmiyor mü'mini... Mü'min-i kâmili sevmiyor, Allah yolunda yürüyen insanı sevmiyor, onun karşısında... Münafık...
3. (Ve kâfirun yukàtiluhû) Bir de kafirler var... İşte gazeteleri aldığımız zaman, --dünya küçüldü, haberler her yandan geliyor-- her yerde bir acı haber duyuyoruz. Yüreğimiz burkuluyor, kalbimiz hançerleniyor, keyfimiz kaçıyor; mü'min kardeşlerimiz için üzülüyoruz. Ya Bosna-Hersek'ten acı bir haber geliyor, ya Keşmir'den bir acı haber geliyor... Ya Kafkasya'dan bir haber geliyor, ya Afrika'dan bir haber geliyor... Dünyanın bir yerinden, biz mü'minleri üzecek bir acı haber yazılmamış olan bir gün, bir zaman, bir gazete göremiyoruz.
Çünkü, İslâm'ın düşmanları var, Allah'ın düşmanları var, kafirler var... Onlar mü'minleri yok etmek istiyorlar. Her türlü haksızlığı yapıyorlar. Kendilerinin ortaya koymuş oldukları esasları, kanunları, ahlâkî kaideleri bile çiğniyorlar. Çifte standart diyoruz biz... Adamına göre merhamet, adalet, insan hakları ve sâire... Mü'mine gelince insan hakları da yok, adalet de yok, insaf da yok, merhamet de yok!.. Demek ki, azılı, yola gelmez ve hiç göz ardı etmememiz gereken düşmanlardan birisi de kafir...
4. (Ve nefsün yünâziuhû) Bir de insanın kendi nefsi, egosu, insanın kendi içindeki bir varlık... Bu da insanla çekişiyor. (Yünâziuhû) "Çekişir." buyuruyor Peygamber Efendimiz... Yani, sen Allah'a kulluk etmek istedikçe, o da seni günaha çekmeye çalışır... Tembelliğe çekmeye çalışır, hatalı yola çekmeye çalışır... Allah'ın sevmediği, râzı olmadığı tarafa çekmeye çalışır... Namaz kılmağa üşendirir, abdest almaya üşendirir... Zekât vermeğe, elini cebine sokturtmaz... Hayırlı bir işe koşturtmaz... İçkiden, kumardan, eğlenceden geri çektirtmez. Yani nefsi insanın büyük düşmanlarından birisi...
5. (Ve şeytànün yudıllühû) Onu sapıtmaya çalışan bir başka varlık daha var, biz onu görmüyoruz. (İnnehû yerâküm hüve ve fîküm min haysü lâ teravnehû) Bu şeytan denilen mahlûk ve avanesi, yardımcısı, ordusu... Onlar bizi görüyor, biz onları görmüyoruz.
Görmediğimiz çok şeyler var... Elektriği de görmüyoruz, ses dalgalarını da görmüyoruz. Gözümüze ilişmeyen hayatta çok şeyler var... Işıklar söndü mü, şu gördüğümüz şeyleri bile görmüyoruz. Yâni, bunları da ışık sayesinde görüyoruz. Gözümüz bozuk olduğu zaman da görmüyoruz. Dışarıda var ama, görmüyoruz. Felç olduğu zaman da görmüyoruz. Görmüyoruz ama şeytan var...
Alemlerin rabbi Mevlâmız buyuruyor ki:
(İnneş şeytàne leküm adüvvün vettahizûhû adüvvâ)(Fatır 6) "Sizin şeytan diye bir düşmanınız var!.. Size düşmanlık besleyen bir varlık var... (vettahizûhû adüvvâ) Siz de onu düşman belleyin, düşman diye bilin!.. O şeytanın düşman olduğunu bilin, siz de ona düşman olun!.. Çünkü, o sizi kendi tarafına çekmeye çalışır. Şeytan yoluna çekmeğe çalışır. Sizin cehennemlik olmanızı ister. Sizin cehenneme düşmeniz için çalışan bir varlık olduğu için, onu düşman edinmeniz lâzım!.."
Şimdi muhterem, sevgili ve dikkatli kardeşlerim. Peygamber Efendimizin hadis-i şerifinden size naklederek beş tane düşman saydık. Kendimiz bir söz söylemiyoruz. Peygamber SAS Efendimiz'in nasihatlerini size aktarmaya çalışıyoruz.
--Beş tane düşmanın en azılısı ve en tehlikelisi hangisi?..
Yine ayet-i kerimelerle düşünelim: Allah-u Teâlâ Hazretleri şeytan hakkında buyuruyor ki:
(İnnehû leyse lehû sultànün alellezîne âmenû ve alâ rabbihim yetevekkelûn.) (Nahl 99) "Şeytanın vesvese kabiliyeti var... İnsanın aklına, gönlüne birtakım fikirleri vesvese olarak telkin etme işi var ama; iman eden kullara, tevekkül edenlere gücü kuvveti yok..." Demek ki, imanın sağlamlığı burda... Allah'a bağlılığı güzel oldu mu bir kulun, şeytan ona diş geçiremiyor... Şeytan onu eline alamıyor... Şeytan ona bir şeyi zorla yaptıramıyor. Demek ki, o bir bakıma çok büyük düşman değil...
Sonra, başka ayet-i kerimelerde Rabbimiz buyuruyor:
(Lâ yadurruküm men dalle izehtedeytüm) (Maide 105)"Siz Allah'ın yoluna ayağınızı koyarsanız, Allah'ın yolunda yürümeye çalışırsanız, sapıtmış olan insanlar, kâfirler ve münafıklar size zarar veremez!.. Siz hidayet yolunda, Allah'ın emirlerini tutarak yürürseniz, onlar da zarar veremez!" buyruluyor.
Eh münafığın zararı yok... İnsanların da şeytanları olurmuş. (Şeyâtînül insü vel cin) "İnsanların ve cinlerin şeytanları" deniliyor. İnsanlardan da şeytanlaşmış ve şeytanın vazifesini gören, azdırmaya çalışan nice insanlar var; bunların da zararı yok... Münafıkların da zararı yok, şeytanın da zararı yok...
Mü'min... Mü'min kardeşlerimizi Allah ıslah etsin... Mü'min kardeşine müslümanın nasıl olması lâzım?.. Yunus Emre Hazretleri buyuruyorlar ki (cennet mekan, rahmetullahi aleyh):
Döğene elsiz gerek,
Söğene dilsiz gerek!
Yani mü'mine ne yaparsın?.. Dövene el kaldırmazsın; o da bir şey yapmaz. Mücadele etmeyince bir şey yapmaz.
Adamın birisine bir mübarek kimseyi medh etmişler, "Çok güzel ahlâklıdır, iyidir..." diye... Adam da, "Ahlâklıyı size gösteririm!" demiş. Kabadayı adam, pos bıyıklı... Düşmüş peşine adamın...
O adam cuma günü hamama gitmiş yıkanacak. Bu da arkasından hamama gitmiş. O adam bir kurnanın başında oturmuş, besmele çekip abdest alacak, yıkanacak, camiye gidecek... Öteki gelmiş, dikilmiş başına:
"--Kalk buradan, ben burada yıkanacağım, bu kurnada yıkanacağım!" demiş.
"--Peki..." demiş, tası tarağı toplamış oradan...
Yâni, tası tarağı toplamak deniliyor ya... Tasla alınıyor ya su kurnadan... Oradan kalkmış, öbür kurnaya gitmiş. Tam orayı temizlemiş, oturmuş; besmele çekip abdest alacak, yıkanacak... O kabadayı tekrar dikilmiş onun başına:
"--Ben orada yıkanacaktım ama, beğenmedim orayı!.. Burada yıkanacağım, çekil buradan!" demiş.
"--Peki..." demiş yine, tası tarağı toplamış, başka yere gitmiş.
Öbürü yine, üçüncü sefer onun gittiği yere gitmiş. Demiş ki:
"--Ben burada yıkanacağım!.."
"--Peki..." demiş yine, tası tarağı toplamış...
Bakmış ki, kaç sefer kalk dese kalkacak. Yâni, kavga iki kişiyle olur muhterem kardeşlerim!.. Bir tanesi uymazsa, kavga olmuyor işte... Demiş ki sonra:
"--Yahu, seni bana medhetmişlerdi, güzel huyludur diye... Ben de seni denemek için peşine düştüm. Gerçekten iyi huyluymuşsun!" demiş.
Evliyaullahtan birisini anlatırlar: Horasan'ın büyüklerinden mübarek bir zat-ı muhterem... Muhterem, cennetmekân, kaddesallahu sirrahul aziz yine böyle çok mübarek bir insan... Medhedildiği için, ahaliden bir zengin bunu çağırmış:
"--Efendim buyur, akşam yemeğini bizde yiyelim!" demiş.
Hocaefendi de kalkmış, onunla beraber davete icabet sünnettir diye, gitmiş. Kapıya geldiği zaman:
"--Hocam, bir dakika bekle!" demiş. İçeri girmiş, çıkmış:
"--Valla, kusura bakma ben seni çağırmıştım ama, şimdi eve girdim baktım, durum müsait değilmiş. Kusura bakma hocam!.."
"--Peki evlâdım..." demiş, camiye dönmüş hocaefendi.
Sonra tekrar camiye gitmiş adam:
"--Hocam! Ben ev müsait değil dedim ama, şimdi müsait oldu. Buyurun eve gidelim! Akşam çorbasını beraber içeriz!" demiş.
Hoca tekrar:
"--Neyse, peki evladım!" demiş, gelmiş.
Tekrar kapıdan içeri girmiş, dışarı çıkmış:
"--Efendim, kusura bakmayın! Ben hazır dedim ama, hazır değilmiş. Kusura bakmayın kabul edemeyeceğim sizi!.." demiş.
"--Peki evladım..." demiş ve tekrar gitmiş.
Adam tekrar arkasından camiye gitmiş, tekrar çağırmış... Tekrar evinde hayır demiş, müsait değil demiş... Adam her seferinde gidip çağırdığı zaman, "Artık ben sana gelmem!" demiyor. "Kırk defa niye çağırdın? İnsanın burasına gelir, artık patlamaz mı?" diye bir şey demiyor. Tabii her seferinde, "Peki evlâdım..." diyor. Adam sonunda hocanın eline ayağına sarılmış:
"--Hocam, beni affet!.. Ben, senin ahlâkını denemek için böyle yaptım. Seni çok medhediyorlardı; hakîkaten medhedildiğin kadar da varmışsın!.. Çok güzel melek gibi bir ahlâkın varmış, hocam!.." demiş. "Elini öpeyim, ayağını öpeyim müsade et!.." demiş.
"--A evlâdım..." demiş. --Hocaefendinin cevabına bakın, dikenli değil; şeyh efendinin cevabı mühim.-- "A evlâdım, güzel huyluluk neresinde bu işin?.. Benim bu yaptığımı Horasan'ın köpekleri de yapar. Horasan'ın köpekleri, 'Gel kuçu... Kuçu..." dersin gelir; 'Hoşt!..' dersin gider. Köpeklerin bile yaptığı bir şeyi ne diye büyütüyorsun gözünde?.. Mühim birşey değil ki!.. " demiş. Ahlâkın güzelliğine bakın!..
Şunu anlatmak istiyorum: Mü'min ile mü'min kavga etmez, eğer birisi uymazsa ötekisine... Kavga iki kişi ile olur. Tek kişi ile insan kendini yumruklayacak değil ya, iki kişi ile olur. Demek ki, mü'minden zarar gelmez. Dua edersin, dövene elsiz olursun, sövene karşılık vermezsin, gönülsüz olursun, sabırlı olursun, Allah'a havale edersin...
Evliyaullahtan bir zat ile, bir kötü huylu adam bir yolculuk yapmışlar da, ne cefâlar etmiş o kötü huylu adam yollarda... Ne cefâlar, ne ezâlar etmiş. Gık dememiş. Sonra yolculuk bitmiş, ayrılacaklar; "Hadi Allah'a ısmarladık, ben gidiyorum!" deyince, başlamış evliyaullah ağlamaya...
"--Niye ağlıyorsun?.. O kadar ezâ cefâ etti; yolda ağlamadın da, şimdi ayrılırken niye ağlıyorsun?.. Gülmen lâzım!.." demişler. "Oh be, bu adamdan kurtuldum diye yaka silkip sevinmen lâzım. Şimdi niye ağlıyorsun?"
Demiş ki:
"--Bu kadar zaman yanımda durdu, ayrılıp gidiyor da, kötü huyları kendisinden ayrılmıyor. Acıyorum da ondan ağlıyorum!" demiş.
Evliyâullahın merhameti böyle... Kendisini üzene acıyor, bu kötü huylarıyla zarara uğrayacağını biliyor. Peygamber SAS'in hadis-i şeriflerini biliyor: "Cennette bana mekânı en yakın olanınız, ahlâkı en güzel olanınızdır." buyuruyor Peygamber Efendimiz SAS... Cennete Peygamberimiz'e en yakın olmak isteyen kimse ne olacak?.. Güzel ahlâklı olacak!..
Şimdi mü'minden gelen ezâya, cefâya sabredersin sevap kazanırsın. Güzel huy nedir?.. Peygamber SAS Efendimiz'e "Güzel huy nedir yâ Rasullallah?" diye sordu Hazret-i Enes RA... Buyurdu ki:
(Mekârimül ahlâkı indallàhi selâseh, tağfiru ammen zalemeke ve tu'tî men harameke ve tesılü men kataake) "Sana buğzedeni affedersin, sana vermeyene sen verirsin, seninle ilgiyi kesene sen gidersin!" Demek ki, mü'mine karşı Allah rızâsı için, ondan bir karşılık beklemeden iyilikte bulunmaktır.
(İnnemâ nut'imüküm livechillâhi lâ nürîdü minküm cezâen velâ şükûrâ) (İnsan 9) Ayet-i kerimenin bildirdiğine göre, ne demiş Hazret-i Ali Efendimiz: "Biz size o ikramları, taam yedirmeyi, ziyafet çekmeyi sadece Allah rızâsı için yaptık. Şimdi ziyafet ettik, yediriyoruz, içiriyoruz... Neden yapıyoruz?.. Allah'ın rızâsı için; Allah hoşnut ve râzı olsun diye... (lâ nürîdü minküm cezâen velâ şükûrâ) Bir mükâfaat beklemiyoruz, para pul beklemiyoruz. Teşekkür bile beklemiyoruz.
Mü'min ne yaparsa, yaptığı işi Allah rızâsı için yapar, teşekkür bile beklemez ve kötülüğe karşı iyilik yapar. Güzel ahlâk budur. Mü'minin mü'minle problemi olmaması lâzım!.. Neden? Bir taraf olgunsa problem olmaz. İki taraf da sert ise, çarpışırlar; o zaman, iş zor...
Mü'minden zarar yok... Şeytan da doğrudan doğruya --gücü kuvveti yok-- insana zorla birşey yaptırtamıyor. Vesvese veriyor sadece... Teklif ediyor; şunu yap, bunu yap... Yapıp yapmamak insanın elinde... O da bir tehlike değil... Münafık ve kafir de insanın aklını, fikrini insandan çelmeye çalışan kimse de zarar veremiyor. Sen Allah'ın yoluna ayağını koyduğun zaman, o yolda yürüdüğün zaman, onlar da zarar veremiyor. Kâfir mü'mine zarar verir mi?.. Kâfir mü'mine hiç zarar veremez.
--Hocam bu sözü düşünerek mi söylüyorsun?
--Düşünerek söylüyorum: Kâfir mü'mine hiç zarar veremez!.. Neden?.. Kâfir mü'mini öldürürse, mü'min şehid olup cennete gider. Zarar değil ki; cennete gider, cennete gitmesine sebep olur. E öldüremiyor; mü'min onu yenerse, zâten mü'min muradına ermiş olur. Kâfirin de bir zararı yok...
Aziz ve muhterem kardeşlerim!..
Hz. Ömer RA zamanında, eskiden müşrik olan, kafir olan, müslümanlarla çok savaşlar yapmış, bir de peygamberlik davasında bulunmuş bir kimse, sonradan tövbekar olmuş, müslüman olmuş, hacca gelmiş. Hazret-i Ömer RA halife; bu da, eskinin azılı İslâm düşmanı... Peygamberlik davasıyla ortaya çıkmış, nice nice halis müslümanı şehid etmiş bir kimse... Hazret-i Ömer RA demiş ki:
"--Seni sevmiyorum, sana içim ısınmıyor!" Dobra dobra seni sevmiyorum demiş.
Demiş ki:
"--Yâ Ömer! Herkes herkesi sevmeye mecbur değil! Sevmiyorsan sevme, ne yapalım? Böyle bir mecburiyet yok... Evet eskiden mü'min değildim. O zaman bir takım kimseleri öldürdüm ama, onlara zarar vermedim ki; onlar benim elimle cennete gittiler. Ben onları öldürdüm; müşriklerle müslümanların savaşında cennete gittiler. Sorumluluk bende kaldı, kendime zarar verdim ama, bir şey daha var: İslâm, müslüman olmak, hidayete ermek eski günahları da siliyor. Onun da hesabı kalkıyor." demiş.
Binaen aleyh mü'min kardeşlerim, neyi anlatmak istiyorum size?.. Peygamber SAS Efendimizin saydığı beş düşmandan, mü'min zaten düşman olmaz; uymazsın, sabredersin... Şeytan sadece vesvese verir; uymazsın, sabredersin... Münafık zarar veremez; Allah yolunda yürürsen, zararı yok... Kâfir hiç zarar veremez; kafirle her işin senin lehinedir. Kafirle çarpıştıkça, yaşarsan kazanırsan gazi olursun, ölürsen şehid olursun. Kâfir de zarar veremez!.. Ne kalıyor muhterem kardeşlerim bizim düşmanımız, karşımızda kim kalıyor?.. Asıl düşman, nefs-i emmâre'miz kalıyor.