Ama biz eserini incelediğimiz zaman, hac yapılan yerlerle ilgili o kadar canlı tasvirlerde bulunuyor ki, o diyarları gezmiş olduğu anlaşılıyor. Bir kaç defa da hac yapmıştır hattâ... Hem de şunu söyleyeyim, şu zamanda hacılık kolaydır amma, o devirde hacılık çok zor olduğundan, çok kıymetli bir unvandır. Herkes hacca gidemez. Osmanlı padişahlarından hacca giden bir tek fert yoktur. Belki vekil göndermişlerdir amma, kendisi gidememiş. Herkesin gitmesi kolay değil...
Şu bizim bir asır öncesine, vapurun ve otomobilin olmadığı devreye gittiğiniz zaman, birisinin adının başında hacı ünvanını gördüğünüz mü, gözünüzde büyüsün o... Yâni, kolay bir iş değil... Hem parası çok demektir, hem de çok zor bir işi başarmış bir insan demektir. Çünkü, yollar tehlikeli, çöller büyük, bata çıka gitmek zor... Sıcaktan ölmek kaderde var... Hacıların çoğu telef oluyor. Hacı Bektaş-ı Velî bu işi başarmış bir kimse...
Şeyh olduğu da, mürid yetiştirdiği de, tasavvufu bildiği de kesin olarak ortada...
Nesli var mı, yok mu?.. Bazıları diyor ki, "Evlenmedi. Yol evlâdıdır, Hacı Bektaş'ın evlâdıyım diyenler." Tabii bu bir söz, laf... Evlenmesi normaldir. Bazıları da diyorlar ki, "Evlendi ve çoluk çocuğu oldu. İşte o sülâle, onlardan gelenlerdir." Onun evlâdından olduğunu söyleyen bazı kimselerle de görüştük.
Hacı Bektaş-ı Velî'nin bağlı olduğu tarikat Yeseviye tarikatıdır. Altını kırmızı ile üç defa, beş defa çizerek kesin olarak söyleyebilirsiniz. Bütün münakaşaların ötesinde kesin bir gerçektir. Neden?.. Ahmed-i Yesevî'nin Fakırnâme'sini bulduk. Ahmed-i Yesevî'nin Fakırnâme'si ile Hacı Bektâş-ı Velî'nin Makalât'ının bir bölümü tamamen aynı. Bin kelimeden sekiz on kelime farklı; o kadar aynı... Ötekiler de nüsha farkıdır, kâtibin hatasıdır filân. Ufak tefek değişiklikler...
Demek ki, tamamen Ahmed-i Yesevî'nin fikirlerini bu tarafa getirmiş bir kimse... Yeseviyye dervişi olduğu muhakkak... Ama, Ahmed-i Yesevî ile kendisinin arasında uzunca bir zaman var... Bu arada silsilenin halkasında kimler vardı?.. Bir Lokman-ı Perende ismi geçiyor. Perende Farsça, uçan demek... Peri de, kanatlı uçan şeylere deniyor; melek mânâsına... Lokman-ı Perende demek ki, evliyalık yoluyla uçan bir kimse olduğu için o ismi almış.
Fikir yapısı bakımından tamamen Ahmed-i Yesevî'ye bağlı... Ahmed-i Yesevî de biliyoruz ki, Abdülhalik-ı Gücdevânî Hazretleri'nin halifesi... Yâni Nakşiliğin ilk devresi olan Hacegâniyye tarikatından... Nakşî diyebiliriz Ahmed-i Yesevî'ye... Tabii Bahaddin Nakşıbend daha sonra yaşadığı için, Nakşîlik ismi sonra çıkıyor ama aynı kökten... Abdülhalik-ı Gücdevânî'den... O zaman Hacı Bektaş-ı Velî de Yeseviye tarikatından olunca, Nakşîlerle amcazâde oluyor, akraba oluyorlar, yakın oluyorlar; kesin...
Onun için, yeniçerileri kaldırdığı zaman padişah İkinci Mahmud, Bektaşî tarikatını da kapatmış ve ondan sonra da, "Bu Bektâşîler namaz kılmıyor." diye, Bektaşî tekkelerine Nakşî şeyhler tayin etmiş. Yâni onlar işi aslına döndürsün diye... Onun üzerine bazı Bektâşî babaları da biz Nakşîyiz diye müracaat edip, aslında Bektâşî olduğu halde Nakşî imiş gibi, tekkelerini alanlar da olmuş.
Bu namaz kılmama meselesi gerçekten var... Hacıbektaş kasabasına gittim, kütüphanelerini inceledim. Dergâh... Mevlânâ'nın Konya'daki dergâhı neyse, onun gibi; şahâne, çok güzel mimarisi olan, iç içe avluları, havuzları olan çok güzel bir yer...
İki tane cami var... Birisi dergâhın içinde sonradan yapılmış; onun için, Nakşıbendî camii deniliyor. Bir de aşağıda cami varmış; orda namaz kılınmıyordu benim gittiğimde... Dergâh içinde kılıyorduk biz vakit namazlarını... Altı kişi kılıyorduk, onu bildireyim size: Birisi bendeniz, ben fakir; ikincisi imam, üçüncüsü müezzin, dördüncüsü savcı, beşincisi hakim, altıncısı da Toprak Mahsulleri Ofisi müdürü Elazığ'lı Mehmet Bey... Hani beldenin Hacı Bektaş'ın çevresindeki ahalisi?.. Kimse camiye gelmiyordu yâni... Bizim gördüğümüz o...
Şiilik ve batınîlik isnadı var Hacı Bektâş-ı Velî'ye... "Hacı Bektâş-ı Velî Alevî idi; Şia akîdesine, tevellâ ve teberrâya kail bir insandı." Tevellâ demek, Hazret-i Ali Efendimiz'e ve onun evlâdına dost olmak... Teberrâ da onun muhaliflerine düşman olmak; Ebûbekir ve Ömer ve Osman'ı (rıdvânullahi aleyhim ecmain) defterden silmek, aleyhinde olmak filân gibi bir takdir, uygulama... İran'da var bugün...
Böyle olduğunu söylüyor Ord. Prof. Fuat Köprülü söylüyor. Gel de inanma, koca ordinaryüs profesör söylemiş diye... Ama doğru değil!.. Çünkü inceliyorum ben... Nerden söylemiş, araştırıyorum. Diyor ki: "Makalât'ın manzum tercümesinin başında böyle bir ifade var... Bakıyoruz aslında yok... Sonradan başkası oraya bir şeyler yazmış, böyle sanılmış. Hadi o sonradan ilâve ama, yine aslında acaba böyle bir görüş olabilir mi?..
Eserine bakıyoruz; eserinde Sahâbe-i Kirâm'ın hepsine hürmet var, ayırım yok... Namaz var, oruç var, zekât var, hac var... Helâli helâl biliyor, haramı haram biliyor. Şeriatin emirlerine bağlı olduğunu açıkça ifade ediyor. "Bunlardan birisi eksik olursa, insan Allah'a ulaşamaz!" diye açıkça söylüyor. Daha başka şeyler de söylediğini biraz ilerde anlatacağım.
Demek ki, doğru değil!.. Bunun da altını çizerek, kesin olarak, patentli, ispatlı söyleyebilirsiniz ki, öyle değil... Şeriatin ahkâmına bağlı, saygılı, namazlı niyazlı bir kimse olarak görünüyor, eserinde... Video kalmamış ki onun zamanından, bilelim. Eserini en önemli kaynak olarak görüyoruz. Başkalarının sözlerini duyduğumuz zaman, incelemek kaydıyla alıyoruz. Eserindeki fikirlerini önemli görüyoruz.
Hacı Bektâş-ı Velî'nin Eserleri:
1. Kitâbül Fevâid:
Ben asıl kütüphanemden başka kitaplar da getirecektim ama, oraya gidemedim. Hacı Bektâş-ı Velî'nin eserleri arasında Kitâbül Fevâid var... Bunun birkaç elyazma nüshası var; birisi küçük, birisi büyük... Ben bunlardan bir tanesini görebildim.
Bizim bu sahada, her araştırıcı gördüğü şeyi söylemez. Bir yerde bir yazma buldu mu, saklar onu... Sır olarak gizler, başkası bilmesin diye... İşte şurada şu var diyemez yâni... Onun için siz ararsınız, göbeğiniz çatlar; sırtınızdan, alnınızdan terler boşanır. Bulursanız bulursunuz, bulamazsınız kalır. Şu yerde der, üniversite kütüphanesinde der. Üniversite kütüphanesinin altını üstüne getirirsiniz, ince elekle elersiniz; yok... Konya'da çıkar. Şaşırtmacalı söylerler.
Kitâbül Fevâid'de benim gördüğüm... Fevâid, faideli bilgiler demek... Kitâbül Fevâid de böyle güzel, faideli bir takım paragrafların içinde bulunduğu bir eser demek... Bu paragraflara bakıyoruz, bazılarında Hacı Bektaş'tan sonra yaşamış insanların bile sözleri var... Demek ki, Kitâbül Fevâid onun değil... Ama bazı paragraflara bakıyoruz, Hacı Bektaş'ın kesin eseri olan Makalât'taki bazı bilgiler, orda aynen var... Demek ki Kitâbül Fevâid onun olabilir; ama sonradan ilâveler yapılmıştır, karıştırılmıştır.
Biliyorsunuz, Yunus'un divanına karıştırmalar, eklemeler yapılmıştır. Böyle tam yazarın, müellifin kaleminden çıkmış eseri bulmak çok kıymetlidir. Biz böyle bir yazarın kendi eliyle yazılmış --hatt-ı desti derler eskiden, otoograf deniliyor Batı'da da-- bir nüshayı bulduk mu kütüphanede bayram yaparız ve bomba gibi patlarız. Gazetelerde, dergilerde makaleler yazarız; filânca kimsenin elyazısıyla kendi eseri bulundu filân diye...
Diğer yazarlar ilâveler yaparlar. Meselâ, hepinizin bildiği Süyman Çelebi'nin mevlidi... Bugün mevlidlerde okunulan pasajların bir kısmı, Süleyman Çelebinin ağzından, kaleminden çıkmış değildir. Daha sonraki asırlarda yazılmıştır ama, mevlid okuyanlar sevmişler onu, kendi mevlit nüshalarının arasına, iskambilleri karar gibi sokuşturmuşlar. Bu sefer Süleyman Çelebi'nin mevlidi ile, başka mevlidlerin şiirleri, ilâhiler karışmıştır. Mevlidler büyümüştür. Süleyman Çelebi'nin mevlidi 60 kilo ise, yirminci yüzyıldaki bir mevlid nüshası 150 kilo olmuştur. Şişmanlamış; o fidan gibi ise, bu tosun gibi kocaman olmuştur. İlâveler olmuştur.
Tabii biz edebiyat tarihçileri olarak mesleğimiz bu... Biz müellifin yazdığını bulmağa çalışırız, ilâveleri atmağa çalışırız. Asıl nüshayı bulamazsak, dedektif gibi onu kurmağa çalışırız. İpuçlarından, küçük mozaik parçalardan birleştirmeğe çalışırız. Araştırmama göre, Kitâbül Fevâid'in bir kısmı Hacı Bektâş-ı Velî'nin olabilir diyorum.
2. Fatiha Sûresi Tefsiri:
Tire Kütüphanesi'nde var dediler. Ben fakir de o kadar zahmet çektim, --hakîkaten o zaman da fakirdim, asistandım. Otel parası vermek, otobüs parası vermek zor geliyordu.-- Tire'ye gittim. Kütüphaneyi aradım taradım, bulamadım. Yok... Başka güzel şeyler buldum ama, onu bulamadım. Sonradan birisi bu eseri neşretti. Aldım okudum. Ama, bu Fatiha tefsirinin Hacı Bektaş'a ait olduğunu gösteren hiç delil yok... Hiç bir delil yok!..
Şimdi eski yazma eserlerde, adam bir eseri yazar bitirir; bitti mi sonuna bitti diye bir kayıt koyar... Sayfalar çok, başka bir eser daha yazar. Onu da bitirir, onun da sonuna bitti diye bir kayıt koyar, başka bir esere başlar. Böylece bir cildin içinde sekiz tane eser olabilir. Biz o zaman bu gibi eserlere "mecmuatür resâil" deriz. Yâni risâlelerden, kitaplardan meydana gelmiş bir kolleksiyon demek... Tek bir eser değildir.
Bir kolleksiyonda hiç Hacı Bektaş'a aitliği belli değil; tutmuş Hacı Bektaş'ın demiş. Yanlış... Edebiyat tarihçisi olarak ben reddiyorum, onun Hacı Bektaş'a ait olduğunu kabul edemiyorum.
3. Şathiyye'si var... Şathiyye demek, herkesin anlayamayacağı gizli, esrarlı bir takım sözleri tekerleme halinde söylemek demek... Böyle bir eseri var... Ama o da çok küçük, yâni bir sayfalık bir şey... Onun da açıklaması filân tarzında... Onun da yerini söylemedikleri için ben bulamadım, doçentlik tezi yaparken... Onu bulan, şahıs Gölpınarlı... Gören şahıs yerini söylemediği için, biz bulamadık. Ama muhtevası çok bir şeyler getirmiyor bize... Kendisi nihayet bir sayfalık bir şey... Onun üzerine açıklamalar yapılarak, bir eser meydana gelmiş. Başkasının eserinin içinde bazı satırlar halinde...
4. Hacı Bektâş-ı Velî'nin Nasihatleri:
Yok böyle bir şey... İnceledim, hepsi apokrif, gayr-i mevsuk, ona isnad edilmiş eserler oluyor.
5. Makalât-ı Gaybiyye Kelimât-ı Ayniyye diye bir eseri olduğu söyleniyor. Şiirleri olduğu söyleniyor; inceledim, Hacı Bektâş'ın devrine ait dil ve uslûb değil... Her gördüğü sakallı insanın dedesi midir?.. Değildir. Her Bektaş ismi yazılı şiir Hacı Bektâş-ı Velî'nin midir?.. Değil... Her Yunus diye yazan şiir, Yunus Emre'nin midir; şu Tapduk Emre'ye odun taşıyan Yunus'un mudur?.. Hayır... Bir çok isim olabilir.
Bugün ben hatırlıyorum, Türkiye'de kaç tane Mehmet Aydın var... Kaç tane Lütfü Doğan var... İsim benzerliği olabilir.
Yunus'u bir kere çok net olarak biliyoruz ki, bir Mevlânâ'dan biraz sonra yaşamış bir Yunus var;
Cennet cennet dedikleri,
Birkaç köşkle birkaç huri...
diyen, biraz böyle iddialı Yunus... Bir de,
Şol cennetin ırmakları,
Akar Allah deyu deyu...
diyen Bursalı Yunus var... Çok net, çok kesin... Birisi Derviş Yunus, Aşık Yunus; ötekisi Yunus Emre... İsim benzerliği olabiliyor.
Hasılı, Hacı Bektaş'ın şiirleri diye söylenenler, --yurt içindeki, yurtdışındaki kaynakları inceledim-- onun değil...
6. Makalât:
Hacı Bektâş'ın elimizde bir tek eseri var... En geniş ve fikirlerini tam görebildiğimiz eseri Makalât... Makalât-ı Hacı Bektâş-ı Velî el-Horasânî...
Makalât biliyorsunuz, makaleler demek... Makale de, filânca gazetenin başyazısı mânâsına, fikir yazısı mânâsına makale değil; bir konuda söylenmiş bazı sözler, fikirler demek... Makalât da, Hacı Bektâş-ı Velî'nin çeşitli konulardaki fikirlerini toplayan bir eser... Ama kompilasyon değil, toplama değil; eserin bir bütünlüğü var... Çünkü, bazı bölümlerde diyor ki, "Şimdi şu konuda bunu kısaca söylüyorum, ilerde anlatacağım." diyor. Demek ki eserin, yazarın kaleminden çıkmış bir bütünlüğü var...
Makalât'ın aslı Arapça imiş. Kütüphanelerde incelediğimiz zaman, Makalât'ın Türçe tercümesinin iki şeklini görüyoruz: Birisi manzum tercüme... O Denizli'nin Honaz kasabasından gelip, İznik'e yerleşmiş olan Hatiboğlu Muhammed'in nazma çektiği, manzum olarak, şiir olarak yazdığı Hacı Bektâş-ı Velî Makalâtı... Bir de, düz yazı halinde, mensur olan Makalât-ı Hacı Bektâş-ı Velî...
Düz yazı halindeki Makalât'ın nüshaları çok... Her kütüphanede birkaç tane bulabilirsiniz ama; hepsi cahil, ümmî, bilgisi az insanlar tarafından yazılmış ve daha sonraki asırlarda olduğu için güvenilir durumda değil... Tabii biz hangisi güvenilir durumda, hangisi ilâveli, hangisi tam, hangisi doğru; onu araştırdık. Dört beş senemizi harcadık, onu ortaya koymağa çalıştık. Bazı nüshaları karışmış, sayfaları karışmış vs.
Ord. Prof. İsmail Hikmet Ertaylan, Bahrül Hakayık diye tutmuş, manzum tercümeyi bulmuş Manisa kütüphanesinde... Hemen fotokopisini, faksimilesini çıkarmış, bastırmış... Sayfaları darmadağın... Bir incelememiş yâni... Kitap çok muntazam, meşin bir cilt içinde... Çok kaliteli kâğıda yazılmış, yazısı da güzel... Amma, sayfalarını okumağa başladığın zaman, burdaki konu öteki sayfayı tutmuyor, başka tarafa atlıyor. Demek ki, güzel yazmış hattat ama; eskilerin bir sözü vardır --hattatlar bizi affetsin-- :
"Küllü hattâtin câhilün."
(Her yazan kâtip biraz cahildir.)
O kendisini güzel yazıya vermiştir, sanatkârdır. Onun için mühim olan güzel yazmaktır. Ama, eserin iç yapısı o ayrı bir bilimsel iş olduğundan, onunla uğraşmaz o... Bir oraya bakar, bir buraya bakar, yazar; gerisini düşünmez.
Ordinaryüs Prof. İsmail Hikmet de, cildi güzel görünce --meşin, güzel bir cilt-- içindeki yazı da güzel; fotokopisini çekmiş, faksimile etmiş, basmış. Karma karışık... Canım çıktı sayfaları yerli yerine getirip, konuları birbirlerine bağlayıncaya kadar... Bütün sayfaları yırtacaksınız. Ondan sonra arada, hem de sayfa halinde değil, orta yerde değişiyor konu... Ordan keseceksiniz, öbür tarafa ekliyeceksiniz. Bunun için de elinizde delil olacak, havadan yapamazsınız. Yâni, karmakarışık bir şey... Ama onu düzenledik elhamdü lillâh... Ortaya koyduk, basılması lâzım!..
Bu şiir halindeki makalâtın basılması lâzım, çünkü önemli bir vesika... Onu basamadık. Bu bizim vazifemiz, basmamız gerekiyor. Ama düzyazı olanı, nesir olanı bastık. Çok uğraşarak, çok çeşitli nüshalarını birbirleriyle karşılaştırarak bastık. İşte elimizde bu var... Bunun da çok dizgi hataları var... Benim tashih etme imkânı bulamadığım bir zamanda oldu. Yeniden düzeltilerek basılması lâzım, ama oldukça güzel..
Şimdi Hacı Bektâş-ı Velî hakkında kimisi diyor ki: "Bu Hacı Bektâş-ı Velî sarkık bıyıklı bir şamandı. İçki içerdi, şöyleydi, böyleydi... Tam orta Asya'nın şamanizmini getirmiş, Kırşehir'de uygulamıştır." Kimisi de diyor ki: "Hayır, o Hacı Bektâş-ı Velî idi. Hakikaten evliyâdan bir kimseydi, namazlı niyazlı bir kimseydi." diyor. Senin delilin ne, senin delilin ne?..
Ben üniversitede ders verirken çocuklarla diyaloglu ders anlatırdım. Bir şey yazardım, bu hususta fikriniz nedir? Şudur. Delilin ne?.. Hayır o değildir, şudur. O halde senin delilin ne?.. Her şeyde bir delil, kanıt arardık.
Şimi Hacı Bektâş-ı Velî hakkında, "Nasıl bir insandır, onu anlamak için bir Makalât'ı var elimizde... Makalât'ını iyice okursak, iyice tahlil edersek; Hacı Bektâş-ı Velî'nin nasıl bir insan olduğu ortaya çıkar. Ben de öyle yaptım. Hattâ ilk başta bunu bazı gazetelerde makale olarak yazdım.
Komik bir şey anlatayım size: Hacıbektaş kasabasına gittim. İlkönce bizi öğretmenler lokaline filan davet ettiler. Sonra baktılar ki, sakallı filân... Pek şey olmadı. Nihayet ofis müdürü Mehmet Bey bize yakınlık gösterdi. Ben bir lokantaya gidiyorum, yemek yiyeceğim; kırmızı şaraplar, beyaz şaraplar, votkalar, rakılar... Her masada var... Kasketli adam, yamalı elbisesiyle geliyor, onlardan içiyor. İçki kokusundan boğulacaktım, peynir ekmekten başka bir şey yiyemedim.
Ofis müdürü geldi diyor ki, --kulakları çınlasın sağsa, öldüyse Allah rahmet eylesin-- "Hocam, zâten Bektâşîlerle Hacı Bektâş-ı Velî aynı değilmiş. Hacı Bektâş-ı Velî içki içmezmiş, içkinin aleyhindeymiş. Ben Tercüman gazetesinde okudum." diyor. Ben hiç ses çıkarmıyorum, "O yazıyı yazan benim!" demiyorum. Desem, başkaları da bilse, belki iyi olmaz diye...
Hacı Bektâş-ı Velî, bizim sünnî inancımızı sergiliyor bu kitapta... Şiî olduğunu, Alevî olduğunu gösteren bir şey yok... Namaza saygı var, hacca saygı var... Haccı çok ballandıra ballandıra anlatıyor. Görmüş bir insanın canlı anlatımıyla anlatıyor. Zekâtı, cihadı, şeriatin emirleri neyse onları güzelce anlatıyor. Yâni, şeriatçı... Bazıları üzülecek ama, Hacı Bektâş-ı Velî şeriatçı... Yunus Emre nasılsa, Mevlânâ nasılsa, o da öyle bir kimse... Yâni üçü arasında bir fark yok...
Bazıları şöyle bir temâyül içinde, davranışları şöyle: Yunus Hacı Bektaş'ın dervişiydi veya onun yanına gitmişti, gitmemişti... Yok, gitmemiştir; Yunus başka bir insan!.." Yunus'u Hacı Bektaş'tan uzaklaştırmak istiyorlar, Bektâşîlikle ilgisi olmadığı için... Halbuki, Yunus'la Hacı Bektaş arasında çok net bir benzerlik var... Yunus'un şiirleri, Makalât'taki fikirlerin manzum şekli... Hele hele Yunus'un olduğu sonundaki imzasından ve tarihinden belli olan Er-Risâletün Nushiyye'si, tamâmen Makalât'ın bir bölümünün manzumudur. O kadar... Ve Yunus'un kullandığı terminoloji, tabirler, terimler tamâmen Makalât'ın aynıdır. Makalât'ı okumayan, Yunus'u anlayamaz.
Geçen sene Yunus yılıydı ya, ben Yunus'u anlatanlara bakıyordum, gülüyordum. Yunus'u anlamak için, Hacı Bektaş'ın kitabını okumak, bilmek lâzım!.. Dört kapı nedir, kırk makam nedir, üç yüz altmış menzil nedir?..
Şeriat, tarikat yoldur varana,
Ma'rifet, hakîkat andan içeru...
Buyur bakalım anlat hocaefendi!.. Anlayamaz. Peki, sayın Profesör sen anlat!.. Anlayamaz. Neden?.. Makalât'ı okuyacak, o zaman anlar. Tamâmen bu kadar bir fikir bağlantısı var... Hacı Bektâş-ı Velî ile Yunus hakîkaten birbiriyle ilgili...
Hakîkaten gitmiş olabilir Hacı Bektâş-ı Velî'nin yanına Yunus... Ama Yunus da öyle, bir fakir oduncu gibi de görünmüyor. Parasız pulsuz, buğdayı da yok... Bilmem alıç yüklemiş, oraya gitmiş... "Alıcın parasını mı vereyim, buğday mı vereyim karşılığı olarak; yoksa himmet mi edeyim?" deyince, "Ben himmeti ne yapayım, buğday ver!" demiş filân... Öyle bir kimse gibi de görünmüyor. Yunus da tahsilli, bilgili, görgülü, yüksek, etrafından saygı görmüş bir insan; şiirlerinden onu anlıyoruz.
FKM'deki konferansımda misallerle de gösterdim, zamanında saygı görmüş, itibar görmüş yüksek bir şahsiyet, bilgili bir şahsiyet... O şiirleri, o mânâları tasavvufu iyice bilmeyen, hadisi tefsiri, dini iyi bilmeyen bir ümminin, oduncunun söylemesi mümkün değil...
Söyler ama, ben oduncuların hademelerin --bizim fakültede bazı böyle kimseler vardı-- şiirlerini biliyorum. Kültürünün azlığı dolayısıyla ya vezin bozuktur, ya kafiye düşüktür, ya fikirde bir insicamsızlık vardır, sakatlık vardır. Şıp diye anlaşılır, alimin sözüyle cahilin sözü bir olmaz.
Yunus alim bir insan... Yunus'un her sözü bir cevher, oturaklı bir söz...
Bizim profesör vardı, rahmetli Necâti Lugal Bey... Biz Fuzulî'den dersler verirdik. Fuzulî'nin bazı şiirlerini yazacağız, talebeye anlatacağız. Koca profesör, çok şahane, çok derin bilgisi olan bir kimse... Bana derdi ki, "Aman Esad, dikkat edelim, bu Fuzûlî'den korkulur." derdi. Yâni, öyle mânâlar kasdeder ki, siz o şiirde onu anlatırken anlatmazsanız, atlamış olursunuz. Şairin kasdettiği mânâyı yakalayamamış olabilirsiniz. Ondan korkuyor, koca profesör...
Yaşlı, ak sakallı, dersiâm olarak, Arapçayı Farsçayı şahâne bilen bir kimse olarak yetişmiş, Almanya'da 17 yıl kalmış bir profesör titriyor Fuzulî'den... Neden?.. Çünkü, Fuzûlî bilgili bir insan... Onun her sözünün, kullandığı her kelimenin bir değeri var... Su gibi akıyor. Vezin güzel, kafiye güzel, mânâ güzel, her şeyi güzel... Fuzûlî çok büyük bir şahıs...
Yunus da öyle... Ümmî olamaz, bilgili bir insan... Onun için Hacı Bektaş'a tabii bir derviş de değildir; bu da net olarak anlaşılıyor. Ona denk, onunla fikir yapısı aynı olan bir kimse... Demek ki, aynı yerden feyz almışlar. Yunus'u da biliyoruz, Yesevî dervişi... Yunus da Ahmed-i Yesevî'ye bağlı bir insan...
Yunus ve Hacı Bektâş-ı Velî'nin müşterek tasavvufî anlayışına göre, dinî konuda dört kademe vardır, dört kategori vardır. Dindarlar dört sınıfta toplanabilir: Birinci sınıf, ikinci sınıf, üçüncü sınıf, dördüncü sınıf... Veya bunu ilkokul, ortaokul, lise, üniversite diye söyleyebiliriz. Dört kapı var, dört kademe var diyor, birincisi şeriat... Yunus da bunu söylüyor, Hacı Bektaş da bu eserde çok geniş olarak aynı şeyi söylüyor. Şeriat ehli olan insana, abid derler. Yâni şeriatın ahkâmına göre ibadet yapıyor, ibadetine bağlı bir insan...
İkincisi tarikat... Yâni bir tarikata girmiş, bir şeyhe derviş olmuş, mürid olmuş, tarikat çalışması yapıyor. Buna da zâhid derler. Zahid de, dünyaya sırtını dönmüş, fakrı ihtiyar etmiş, ahirete kendini vermiş bir kimse...
Üçüncüsü ma'rifet... Veya irfan... Ma'rifet deyince hüner mânâsına filân da geliyor da, farkları anlayın diye başka kelimeler de söylüyorum. Bunlara da arifler denilir. Bunlar Allah'ı bilen insanlar, Allah'a ermiş insanlar...
Dördüncüsü hakîkat... Hakîkat ehli... Bunlar da aşıklar...Veya Arapçası muhib... Veya Türkçesi emre... Emremek, sevmek demek, aşık olmak demek... Yunus Emre demek, aşık Yunus demek...
Demek ki, seviye olarak abid var, zâhid var, ârif var, muhib var... Onun için, Yunus kendisine Aşık Yunus diyor. Onun için,
Aşk imiş her ne var alemde,
İlim bir kîl ü kal imiş ancak!
diyor. Onun için Fuzûlî,
Aşk derdiyle hoşem, el çek ilâcımdan tabib,
Kılma dermân kim, helâkim zehri dermânımdadır.
diyor. Aşkı en yüksek makam olarak söylüyorlar. Hepsi felsefe bakımından aynı... Fuzûlî de, Yunus'un Osmanlı tipidir. Ötekisi Selçuklu tipi, bu Osmanlı tipidir. Fikirleri aynı...
Hacı Bektâş-ı Velî diyor ki: Kul Allah'a kırk makamda erer. Bu kırk makamın onu şeriattedir, yâni ilkokul... Onu tarikattadır, yâni ortaokul... Onu ma'rifettedir, yâni lise... Siz anlayasınız diye, onlar liseyi filân bilmezlerdi; siz biliyorsunuz. Onu da hakikattedir, yâni üniversite, yüksek tahsil... Diyor ki, "Bu kırk makamın birisi eksik olsa, iş tamam olmaz. Kırkının da eksiksiz, tam takım mevcut olması lâzım!.." Buna bastırarak söylüyor Hacı Bektâş-ı Velî...
Ve misal veriyor: "Bir insan bir farzı inkâr etse olmaz!" diyor. "Haccı kabul etmese olmaz!" diyor. "Namaz kılmasa, oruç tutmasa olmaz!" diyor. Şimdi sen buna nasıl şaman diyebilirsin?.. Bu fikirleri böyle bastıra bastıra söyleyen bir insanı, nasıl başka bir yafta ile lekeleyebilirsin?..
--Efendim, Bektâşîler içki içiyorlar...
Hacı Bektâş-ı Velî'yi anma gününde kupalar yetmiyor, kova ile şarap dağıtılıyor. Kırmızı şarap mı istersiniz, beyaz şarap mı istersiniz?.. Kova kova, maşrabayı daldır, küp küp...
Ben bakkaldan peynir alacağım. Bakkalın arka tarafında iki tane küp var; kırmızı şarap küpü, beyaz şarap küpü... Çocuk geliyor, "Amca şarap ver!" diyor. Hangisini isterse onu dolduruyor. Böyle bir yer...
Hacı Bektaş diyor ki bu kitabında, "Bir kuyunun içine bir damla süçi damlasa..." Süçi ne demek?.. İçki demek, eski Türkçe... Eskiler süçi içip, esirirlerdi. Esirmek, sarhoş olmak demek... Osmanlılar da şarap içip, sarhoş oluyorlardı. Kimisi küfelik olmak üzere... Tabii hepsi değil de... Kelimeler devirlere göre değişiyor.
"Bir kuyunun içine bir damla içki damlasa, kuyunun bütün suyunu murdar eder; çünkü haramdır." diyor Hacı Bektâş-ı Velî... Ne yapmak lâzım?.. Kuyunun suyunu dışarıya çıkartmak lâzım!.. Kova kova dökeceksin dışarıya, kuyunun suyunu boşaltacaksın. "Ve..." diyor, bakın içki hakkındaki kanaatine: "Ve bu suların dışarıya döküldüğü yer yeşerse, çimen bitse ordan ıslak olduğu için... Ve o çimenden koyun yese, takva ehli insanlar o koyunun etini bile yemezler!" diyor. Ben demiyorum, Hacı Bektâş-ı Velî diyor. Ben desem normal, sakallıyım ben... Ama, Hacı Bektâş-ı Velî diyor!..
Aslında hangi otu otlarsa otlasın, --başkasının tarlasından otlamamak şartıyla, haram olmamak şartıyla-- koyunun eti helâl olur. Ama takvânın mübalağasını söylüyor, haramlığını net olarak ifade ediyor.
Sonra Hacı Bektâş-ı Velî'nin çok üzerinde durduğu şey, güzel ahlâk... "İnsan ahlâklı olmalı!" diyor. Güzel ahlâkı da; tevâzudur, sabırdır, şükürdür ve sâiredir diye sayıyor. "İnsanın içinde güzel ahlâk olmalı, kötü huylar insanın içinden çıkmalı!" diyor. "Hased gibi, buhul gibi, cimrilik gibi, gazab gibi --hani sinirlilik, asabîlik, hop inmek, hop binmek, patlamak, tabakları çanakları havada uçurup kırmak vs.-- huylar da kötü huylardır. Bunlar insanın içinde olsa, dışını kaç defa abdest alıp yıkarsa yıkasın temiz olmaz, yine murdardır." diyor Hacı Bektâş-ı Velî...
"Bu kötü huyların insanın içinden çıkması lâzım!.. Murdar olur bunlar çıkmazsa..." diyor. "Çünkü," diyor, misal veriyor okuyucuları anlasınlar diye: "Bir şişenin içine içki koysalar, ağzını berkitseler, --berkitmek, sımsıkı kapatmak demek-- sımsıkı kapatsalar, deryanın kenarına götürseler yıkasalar, yıkasalar, yıkasalar... İsterse on yıl yıkasınlar, yine temiz olmaz. Çünkü içi içkidir, murdardır." diyor. İçki hakkındaki görüşü bu... Yâni, en önemli şeylerden birisi...
İşte Hacı Bektâş-ı Velî'nin tasavvuf anlayışı bu... "Sadece namazı, orucu, haccı, zekâtı yapmak yetmez; sadece dünyaya sırt çevirip, ahirete rağbet edip, tarikatta zikir çekip ibadet tâat yapmak yetmez; insanın ma'rifet ehli olması lâzım!.. Allah'ı tanıması, Allah'ı tanıyan bir insan olması lâzım; ondan sonra da Allah'ı seven, Allah aşıkı bir kimse olması lâzım!" diyor. tamâmen Yunus'un dediği şeyi söylüyor, tamâmen Mevlânâ'nın dediği şeyi söylüyor. Ve aşkı tasavvufî makamların en yükseği olarak zikrediyor.
Tabii fikirleri hakkında daha söylenecek çok şeyler var ama, ben galibâ zamanı yavaş yavaş doldurdum, harcadım. Sizin de sorularınız olabilir.