Peki nerden çıkartmışlar bunu?.. Elimdeki elyazması eser de diyor ki: "Kur'an-ı Kerim'den çıkmışlar. Çünkü:
(Ve fâkihetin mimmâ yetehayyerûn. Ve lahmi tayrin mimmâ yeştehûn.) diyor Vakıa sûresinde... Yâni, "İstedikleri türlü türlü meyvalar olacak cennette... Ondan sonra çeşit çeşit kuş etleri olacak." Mâdem ki, kuş eti daha sonra söylenmiş; o halde yemekte önce meyva yenmeli; kızartmalar, kebaplar, bıldırcın dolmaları ve sâireler sonra yenmeli..." Müslümanın Kur'an-ı Kerim'i görüşü, anlayışı böyledir.
Şimdi biz Kâbe'nin karşısında, bir kaç arkadaş farz namaza durduk. Karşımızda, şu duvar kadar mesafede Kâbe-i Müşerrefe... İmam selâm verdi, biz de selâm verdik. Baktım yan taraftan, üç dört adam ilerden bir itiraz yükseldi, münakaşa başladı... eğildim baktım. Diyor ki:
"--Niye selâm verdiniz?"
Arkadaş da diyor ki:
"--İmam selâm verdi, onun için selâm verdik."
"--Olmaz!" diyor. Sakallı bir yaşlı zat... Suudlu anlaşılan, Türk değil...
"Olmaz!" diyor.
"--Nasıl olacak?.."
"--İmam bir bu tarafa selâm verecek, bir öbür tarafa selâm verecek.
Siz ondan sonra selâm vereceksiniz."
Şimdi ben tesadüfen veya tevafuken bir iki gün önce kitapta okumuştum o konuyu... Biliyorum. Dedim ki:
--Muhterem efendi! Peygamber Efendimiz buyurumuş ki, "İmama tabi olan cemaat onun yaptığı şeyi aynen yapsın ve sonunda namaz bittiği zaman, (İzâ sellemel imâmü fesellimû) imam selâm verdiği zaman, siz de selâm veriniz!"
Şimdi burda bir "fe" harfi var... Bu birkaç mânâya gelebiliyor Arapça'da... Bir mânâsı, "Hemen onun arkasından, hemen onunla beraber" Bir mânâsı da "O yapsın da, ondan bir müddet sonra" mânâsına gelebiliyor. O mezhep öteki mânâyı almış; bizim alimlerimiz de hemen mânâsına almışlar. "Mâdem rükûa eğilirken beraber eğiliyoruz, kalkarken beraber kalkıyoruz. O halde selâmı da beraber yapmamız lâzım!" diye anlamışlar. Ben bunu anlattım. Yâni dilbilgisine ait bir kuraldan ve tabii daha başka delillerden çıkıyor.
Etrafa birkaç meraklı da toplanmıştı. Dediler ki, "Amca bak, bu bilerek yapıyor, hadis-i şerifi de biliyor." "Bizim mezhebimiz bu!" dedim adama... Adam kızdı, "Peygamber Efendimiz'in zamanında mezhep yoktu." dedi. Mezhep yoktu ama, Peygamber Efendimiz'in sözlerini ve emirlerini yorumlayınca, mezhepler ortaya çıkıyor. Bir şeyi anlamağa, anlatmağa çalıştığınız zaman anlayış farkları ortaya çıkacak. İster istemez olacak. Sen de düşündüğün zaman, sen de bir şey yapacaksın, mecbursun.
Ve herkes bizi haklı gördü. Adama nasihat ettiler filân.
Demek ki, bazen bir kelimeden; yemekten önce meyve yenecek, kebap sonra yenecek... Bazen bir harften hemen imamla selâm verecek, sonra selâm verecek gibi bu kadar Kur'an-ı Kerim'e bağlı müslümanlar. Tasavvuf da ordan çıkmıştır; ayet-i kerimelerden ve ayetlerdeki emirlerden çıkmıştır.
Çok tasavvufî kitaplar var... Benim kütüphanem de dolu, siz meraklıysanız sizde de vardır. O kitapların hemen, aşağı yukarı aynı olan bir iç yapısı vardır. Tasavvufun tariflerini anlatırlar. Yüz tane tarifi, yüzelli tane tarifi ve münakaşaları orda anlatırlar. "Tasavvuf kelimesi nerden çıkmış?" filân... Ondan sonra bir geniş bahis açarlar: Tasavvufa kaynak olan ayetler filân diye...
Ben onları uzun boylu anlatmayacağım ama, "Kur'an-ı Kerim'den çıktığı ispatlanmıştır!" diyorum. Çünkü, biz nihayet tasavvufu burda bir giriş olarak anlatacağız. Ondan sonra Hacı Bektâş-ı Velî'yi anlatacağız ikinci bölümde... Ondan sonra da Hacı Bektâş-ı Velî'nin tasavvuf anlayışını, görüşlerini anlatacağız. Planımız bu... O halde plandaki yeri kadar anlatmamız gerektiğinden kısa geçiyorum.
Kur'an-ı Kerim'den çıkmıştır, kesin... Ben ilâhiyat profesörüyüm, kitaplar literatürde böyle diyor, araştırmalarımız da böyle... Tamam...
Hadis-i şeriflerden, Peygamber Efendimiz'in sözlerinden çıkmıştır. Bu hususta çok hadis-i şerifler var... Kesin yüzlerce, binlerce hadis-i şerif var... Ve Peygamber Efendimiz'in hayat tarzı, --bugünkü kelimelerimizle tarif etmemiz gerekirse-- tamâmen mutasavvıfâne veya tasavvufî bir hayattır. Tabii, Peygamber Efendimiz sonraki bir ceryana kapılmış da, o akıma tabi olmuş da mutasavvıf olmuş değil; demek ki, mutasavvıflar Peygamber Efendimiz'e tam uymaya muvaffak olmuş insanlar demektir. Bu onu gösteriyor.
Tarihte önce olan, arkadan gelenlerce takib edildiğine göre, Peygamber Efendimiz'in hayat tarzını en iyi uygulayabilen insanlardır mutasavvıflar... O halde sünnet-i seniyyeye en uygun yaşam tarzında olan kimselerdir. Yüzlerce binlerce misal verebilirim.
--Peki, sizin bu tarif ettiğiniz çizginin dışında, başka türlü tasavvufî akımlar ve tasavvuf grupları, sufiyye grupları yok mu?..
--Vardır ve çok çeşitlidir. Bu çeşitliliği hoş görmek lâzım!.. Çünkü, bir kere tarihin derinliğinden günümüze kadar 1400 yıllık, 14 asırlık bir zaman boyutu var... Ondan sonra da eski dünyanın üç kıtasına yayılmış muazzam bir mekân boyutu var... Enini boyunu çarparsanız muazzam bir saha, alan çıkıyor ortaya... O kadar geniş sahada, bu kadar derin zaman içinde elbette bölgeler farklar olacaktır. Bilimsel bir şey... Zâten olmasaydı şaşırırdık, hayret ederdik; "Bu kadar beraberlik nasıl olabilmiş? Değişmemiş iklime göre, bölgeye göre..." diye...
Çünkü, saf bir rengi bile alsanız, beyazı bile alsanız, biraz boya çıkartabilen bir şeyle karıştırdığınız zaman, beyaz bile değişir; bej olur, krem olur, kurşunî olur, açık pembe olur... Yâni bulunduğu yerdeki tesirleri alır. İslâm da bir yere gitmişse, Orta Asya'daki İslâmî anlayış ile, Hindistan'daki İslâmî anlayış; Afrika'daki İslâmî anlayış ile, Yemen'deki İslâmî anlayış farklıdır. Çünkü orada bir renk vardır daha önce... İslâm bembeyaz oraya gittiği zaman ya pembeleşmiştir, ya filizî olmuştur, ya gri olmuştur, ya bej olmuştur, ya koyu kara olmuştur... Bu normal...
Tabii çok bildiğiniz bir takım isimleri de söyleyebiliriz. Mutasavvıf deyince, büyük sûfî deyince, tasavvufun büyük mümessilleri, temsilcileri, onu temsil eden isimler; meselâ: Abdülkadir-i Geylânî, Kadirî tarikatının piri... Bahâeddin-i Nakşıbend; ki, mensuplarına Nakşibendî veya Nakşî deniliyor. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî meselâ... Mevlevî deniliyor, Türkler çok iyi bilir bunu... Pakistanlılar bilir, bütün batı da biliyor. Eşrefoğlu Rûmî... Meselâ, hepimizin başımızın tâcı, gönlümüzün sultanı Yunus Emre... Meselâ, Bursa'nın meşhur Emir Sultan'ı... Üftâde'si... Meselâ, Üsküdar'ın meşhur Aziz Mahmud-u Hüdâi'si...
Meselâ, Erzurum'un meşhur İbrâhim Hakkı'sı... Mârifetnâme isimli o muhteşem
eseri yazmış olan, o rengârenk kültürü fevkalâde yüksek ve çeşitli bilgilere
vukufla temas etmiş olan, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü cesaretle
söylemiş olan, astronomi gözlemleri yapmış olan insan... Tillo'da... Siirt'in
Tillo ilçesinde yatıyor, kabri orası...
Meselâ, İsmâil Hakkı Bursevî...
İşte Hacı Bektâş-ı Velî el-Horasanî --yâni Horasan'dan gelme-- bunlardan birisi ve çok meşhurlarından birisi... Buna da bağlı olanlara Bektâşî diyorlar. Ama Bektâşîler Hacı Bektâş-ı Velî'yi tam uygun mu, değil mi; onu konferansımda söyleyeceğim, belirteceğim.
Şimdi neden Marmara Üniversitesinin bu güzel, çok sevdiğim Uluslararası İlişkiler bölümünde --bu sizin dalınızı çok seviyorum, şahsen beğeniyorum-- neden bu konuyu seçmişsiniz veya beğenmişsiniz de salonu doldurmuşsunuz; gelip oturmuşsunuz, merakla dinliyorsunuz?.. Biliyorum merak ettiğinizi... Ben Bektâşî değilim, sünnîyim. Çünkü, orada sünnîliğe uymayan, şeriate göre biraz kabil-i tenkid, tenkid yiyen, münakaşa edilen taraflar var... Ama Bektâşîlik'le Nakşîlik arasında bir ilişki de tarihî bir gerçek... Böyle bir ilişki var, onu söyleyeceğim.
Benim Hacı Bektâş-ı Velî ile doğrudan doğruya ilgilenmem olmayabilirdi. Amma, Ankara İlâhiyat Fakültesi'nde doktora tezimi İznikli Hatiboğlu Muhammed --İznik'li değil, aslında Denizli'nin Honaz kasabasından-- üzerinde yapmıştım. O böyle yüz hadis, yüz hikâye, tefsir kitabı vs. yazmış. Ben onun üzerinde doktora tezimi yaparken bir de baktım ki, bu Hatiboğlu Muhammed, Hacı Bektâş-ı Velî'nin bir eserini de manzum olarak, şiir halinde ortaya koymuş. Ordan meseleye girdim ve o manzum eseri okuyunca, çok hayret ettim. Baktım ki, Bektâşîlerle Hacı Bektaş arasında, bugün Hacı Bektaş'ı seven insanlarla, "Bu bizim pirimizdir, başımızın tacıdır." diyen insanlarla Hacı Bektâş-ı Velî'nin kitabındaki fikirler arasında çok büyük farklar var... O zaman, bu beni enterese etti, ilgimi çekti. Onun üzerinde doçentlik tezi çalışması yapayım diye düşündüm.
İkinci sebebi de, Anadolu'daki Türk edebiyatının 14. Yüzyıl'dan kalmış eserleri çok az... Çok kıymetli o eserler, antika yâni... Onlardan birisi oluyordu bu Hatiboğlu'nun tercüme ettiği eser; yâni Hacı Bektaş'ın makalâtı... O bakımdan ben de onu orjinal bir çalışma olacak diye aldım. Hakikaten de orjinal bir çalışma oldu ve çok büyük etkisi oldu. Bizim bugünkü fikir ortamımızda çok ilgi çekti. Televizyonlarda, gazetelerde, toplantılarda, anmalarda bahis konusu edildi. Yâni, benim ilgimi çektiği gibi, halkımızın da ilgisini çekti.
Peki, sizin için konunun önemi ne?.. Benim için bu hususî bir önem taşıyor, böyle girmişim bu konuya; ama siz nerden ilgileniyorsunuz?..
Bir kere, Hacı Bektâş-ı Velî'den çok bahsediliyor; onun için merak etmiş olabilirsiniz. Ve bazı kimseler Hacı Bektâş-ı Velî'ye diyorlar ki, "Çok hoşgörülü bir insandı, modern zihniyetliydi. Kadın erkek ilişkilerinde çok demokrat idi. Kadın erkek bir arada... İçkiye filân da müsamaha ediyordu. Namaz kılmasa da oluyordu." Allah Allah... Böyle anlatıyorlar. Sonra, "Türkçüydü, anti-Arap bir zihniyete sahipti ve Arap kültürüne bir reaksiyon olarak Kırşehir'de bayrak açmıştı..." filân. Allah Allah... Böyle söyleniyor ve hâlâ platonik, efsanevî ve masalımsı anlatımlar devam ediyor.
Tabii Türkiye'de Alevî vatandaşlarımız da var... Alevî vatandaşlarımızın böyle sarkık bıyıklı dedeleri var, bağlandıkları kimseler var... Sakalı, bıyığı farklı... Onlar da Hacı Bektâş-ı Velî pirimizdir diyorlar, seviyorlar ve bunların da milyonları tutuyor sayıları... Onlar da ilgileniyorlar bu konuyla... O bakımdan benim çalışmam gibi onlar da bu konu ile ilgililer...
Hattâ Kemal Aytaç Bey vardı Ankara'da... Millî Güvenlik Kurulu'nda da
görev yapmış; rektör yardımcılığı yaptı Malatya'da filân... Benim tezimi
merak etmiş, okumuş, henüz tanışmıyoruz; "Bu şahısla tanışmak istiyorum!"
demiş. Fakülteye geldi tanıştık. Ondan sonra da sevgimiz, muhabbetimiz
devam etti. Malatya İnönü Üniversitesi'ne rektör yardımcısı olarak gitti.
Oraya bizi transfer etmek istedi:
"--Buyurun, Ankara İlâhiyat'tan bizim Malatya'ya gelin!"
Ben dedim ki:
"--Ben sakallı bir insanım."
"--Mahzuru yok!" dedi.
"--Biraz kendimin tasavvufla ilgisi var..."
"--Olsun, buraya gelirsiniz, mürid toplarsınız." dedi.
Baktım, ne dersek evet diyor. Sonra bir haber gönderdi. Ordaki Alevî vatandaşlarımız, kardeşlerimiz demişler ki: "Hocamız bu doçentlik tezini ya kendisi bastırsın; ya da müsaade etsin biz bastıralım!.. Bu çok güzel, bunu merak ediyoruz." demişler.
Sonra, askeriyede de bir önemi var Hacı Bektâş-ı Velî'nin; çünkü, yeniçerilerle ilgisi var... Yeniçerilerin 94 tane ordusu var... Orta diyorlar; ordu demek veya bölük demek, askeri birlik demek... Onlardan bir tanesinde baş köşeyi Hacı Bektâş-ı Velî'nin mümessili temsil ettiği için, ordu ile de ilişkili...
Bazı paşalar o bakımdan Hacı Bektâş-ı Velî ile de ilgileniyorlar. Hattâ benim tanıdığım bir albay vardı. Hacı Bektaş kasabasını severek, hürmetle ziyaret etmiş. Yakınımızdı, Allah rahmet eylesin...
Sonra bu yıl, Ahmed-i Yesevî'yi anma yılı oldu biliyorsunuz. Biz önümüzdeki cumartesi pazar da Ahmed-i Yesevî'yi anma sempozyumu tertipliyoruz. Hacı Bektâş-ı Velî, Ahmed-i Yesevî'nin yoluna bağlı... Yeseviye tarikatından...
O bakımdan da bu yıl güncel olan, yâni fikir ortamında ilgi çeken ve bahis konusu edilen Ahmed-i Yesevî ile de ilgili olması bakımından önemli...
Kültür tarihimizde büyük yeri var... Bektâşî tarikatıyla ilgisi var... O bakımdan sizleri de ilgilendirmiştir muhakkak... Çeşitli meraklarla buraya gelenler vardır.
Şimdi Hacı Bektâş-ı Velî'nin hayatı hakkında bazı bilgiler vereyim size...
Ondan sonra, eserleri hakkında bilgi vereceğim. Ondan sonra, görüşleri
ve Makalât içindeki fikirleri hakkında iddialı şeyler söyleyeceğim. Mevcut
bilgileri değiştirecek, altı kırmızı kalemle çizilecek şeyler söyleyeceğim.
Ondan sonra da sorularınız olursa, onları cevaplandırmak için bir zaman
ayırmayı düşünüyorum.
Şimdi bizim doçentlik tezini eksikli kusurlu bastılar, Hacı Bektâş-ı Velî'nin Makalât'ı diye... Bunun tashih edilerek, düzeltilerek yeniden basılması lâzım!.. Hacı Bektâş-ı Velî hakkında onu seven insanların arasında bir takım menkıbeler, daha doğrusu menkabeler var; menâkıb-ı Hacı Bektâş-ı Velî... Menâkıb denilince, tarihi bilgi olmuyor da biraz daha sübjektif, gerçekliği münakaşa edilebilen, bazı konularda insanı biraz kuşkuya da düşürebilen bilgiler demek oluyor.
Onun için biz menkabeleri, Menâkıb-ı Hacı Bektâş budur diye söyleyemiyoruz. Alıyoruz Menâkıbnâme'yi, inceliyoruz. Şurası doğru olabilir, burası olmayabilir. Şurası şu sebepten, şu delilden dolayı, kanıtlardan dolayı doğru değildir diyebiliyoruz.
Hacı Bektâş-ı Velî'nin zamanı ile ilgili dökümanlar, belgeler çok azdır.
Hacı Bektâş-ı Velî Horasan'lıdır. Horasan bugün İran'ın kuzeydoğusuna, Hazar Denizi'nin güneydoğusuna rastlayan mıntıka... Özbekistan'ın, Türkmenistan'ın, Afganistan'ın bir kısmını içine alan bir bölge... Bu bölgede, Nişâpur şehrinde doğduğu rivayet ediliyor. Doğru olabilir. Bunun doğruluğunu eserin içindeki fikirlerin tahlilinden, Hacı Bektaş'ın kültürel yapısının incelenmesinden de te'yid ediyoruz. Böyle olduğu mümkün...
Hacı Bektâş-ı Velî, onu sevenlerin söylediğine göre Arap soyundan, hattâ Peygamber Efendimiz'in evlâdından... Yâni seyyid... Kendileri seyyid diyorlar, çok net olarak... O zaman tabii bir Arab'ın kalkıp da Türkçülük yapması olamaz.
Sonra Arap kültürüne reaksiyon olarak Kırşehir'de Türkçü bir cereyan başlatmış!?.. Bu masal, böyle şey olamaz. Mümkün değil böyle şey olması... Zâten, milliyetçilik cereyanları 19. Asır'da çıkmış. O asırda böyle bir miliyetçilik cereyanı yok... Kavmiyetçilik çok günah, ayıp diye düşünüyor herkes... Birçok kavimler bir potada erimiş, birbirlerini kardeş biliyorlar. Böyle bir şey bahis konusu değil... Şimdiki az düşünen düşünürlerin fantazileri... Mümkün değil...
Seyyid olması mümkün müdür?.. Mümkündür. Çünkü, Nişâpur Arap ordugâh merkezi idi zâten... Arapların fütühat ordularının karargâhı idi. Nişâpur'dan Arap olduğunu bildiğimiz çok alim yetişmiştir. Meselâ, Hâce Abdullah-i Ensârî; yâni ensardan, Medine'den, Medine kabilesinden... Çok net olarak sülâlesini, şeceresini biliyoruz Arap kavminden... Nişâpur'a yakın bir şehirden... Daha pek çok isimler verilebilir. Mümkündür, Hacı Bektâş-ı Velî de seyyid olabilir.
Zâten Makalât isimli eserini Farsça değil, Türkçe değil Arapça olarak yazmıştır. O devirde Farsça çok yaygın ve Hacı Bektâş'ın yaşadığı zamanda bir çok kimse Farsça yazıyor. Divanda, devletin kademelerinde Farsça konuşuluyor. Sonra Karamanoğlu Mehmed Bey, "Bundan sonra bargâhta, dergâhta Türkçe konuşulsun!" demiş de, Farsça'dan öyle vaz geçilmiş. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Konya'da --biliyorsunuz-- Mesnevî'yi Farsça söylüyor. Böyle bir durumda Arapça eser yazıyor. Doğru... Demek ki, Arap ırkından ki, Arapça yazmayı uygun görmüş.
Ne zaman yaşamış?.. Çeşitli rivayetler var, onları inceliyoruz. Burda detayı var, o detaya sizi sokmak istemem, yormak istemem. Mevlânâ ile çağdaş...
Tarikatların tekkelerinde tomarlar vardır. Böyle tomar halinde dürülmüş, deri veya çok sağlam kâğıt üzerine yazılmış şecereler vardır. Yâni, bu makama kim geldi, ondan sonra kim geldi, ondan sonra kim geldi?.. Böyle sıra ile yazılır ve intikal eder. Şeyhinden halifesine, ondan ötekine intikal eder. İşte o tomar denilen bu şecere kâğıtlarında verilen bazı rakamlar var.... O rakamların doğru olması mümkündür. Çünkü, o gibi evrak muhafaza edilmiştir, korunmuştur ve ordan alınmış olması mümkündür.
Altmış üç yıl yaşamış; milâdî 1209'da doğup, 1270'de vefat etmiştir o kayıtlara göre... Biz bunu birtakım vakfiye kayıtlarından da tespit ettik, yanlışları düzelttik. Başka tarihler söyleyenler var... 738'de ölmüştür diyenler var... Mümkün değil; çünkü, ondan kırk elli yıl önce yazılmış vakfiye kayıtlarında merhum gibi ifadelerle bahsedildiğine göre, demek ki ondan evvel ölmüş diye çıkartıyoruz.
Yakın devirde onunla ilgili bilgi veren kitaplara bakıyoruz ve bu verdiğimiz rakamların doğru olduğunu tahmin ediyoruz. Hicrî 606 - 669, milâdî 1209 - 1270 yılları arasında yaşamış ki, bu Mevlânâ ile akran demektir, çağdaş demektir. Zâten menâkıbnâmelerde de onunla çağdaş olduğuna dair, birbirleriyle münâsebetleri olduğuna dair rivayetler var...
Konuşmayı canlandırmak için, o rivayeti anlatayım. Eflâkî diye Menâkıbül Arifîn'i Maarif Klasikleri arasında neşredilmiş olan, Mevlânâ'dan sonra yaşamış, onun torunuyla çağdaş bir yazar var... O Mevlânâ ile ilgili rivayetleri duyarak, çevreden toplayarak o eseri meydana getirmiş.
Diyor ki: Kırşehir'de bir Sulucakarahöyük denilen yerde --şimdiki Hacıbektaş kasabası-- bir şahıs varmış ve Mevlânâ'ya muhalif imiş. Bir müridini, halifesini oraya göndermiş. Demiş ki: "Git o Mevlânâ denilen adama, sor ki: Eğer aradığını bulduysa, Rabbine kavuştuysa, erdiyse, erenlerden olduysa; bu velveleyi, bu gürültüyü kessin!.. Bu gürültü ne?.. Bulmuş, muradına ermiş. Eğer aradığını bulamamışsa, bu gürültü niye?.. Bulamayan insanın bu gürültüsü iddia oluyor, palavra oluyor, gösteriş oluyor, tantana oluyor. O da tasavvufta makbul bir şey değil... Git bunları o zata söyle!" demiş Hacı Bektaş-ı Velî, Eflâkî'ye göre...
Eflâkî tabii, Mevlevî dervişi... Şöyle anlatıyor: Hacı Bektaş-ı Velî'nin
gönderdiği şahıs Konya'ya gelmiş. sormuş:
"--Bu Mevlânâ nerdedir?.."
"--Falanca medresededir."
O medreseye gitmiş, kapısından içeriye girmiş. Mevlânâ o anda semâ' halinde...
Semâ' dediğimiz şey, artık radyodan, televizyondan hepiniz duydunuz, gördünüz, biliyorsunuz ki vecde gelerek dönmek... Tabii, vecdsiz dönüp de sonra vecde ulaşmak tarzında kullanılıyor şimdi... Eskiden tabii olan şekli, vecde geldi mi dönerdi insan... Şimdi döne döne vecde gelmeyi deniyorlar. Tersine bir çalışma...
Mevlânâ meselâ, kuyumcular çarşısında dolaşıyormuş. Selâheddin-i Zertûb'un --altın işçiliği işleyen kuyumcu Selâhaddin'in-- dükkânının önüne gelince... İçerden çekiç sesleri geliyor. Yüzük yapacak, bilezik yapacak altını... "Takka tıkı tıkı... Takka tıkı tıkı... Takka tıkı tıkı..." bir çalışma var. O seslerden Mevlânâ vecde gelmiş, başlamış semâ' etmeğe; yâni, pervâneler gibi dönmeğe...
Pervâne de aslında kelebek adıdır; sonradan yapılan bu elektrikli döner alet değil... Ve şöyle diyor:
Yeki gencî pedîd âmed, der in dükkân-ı zer kûbî,
Zihî sûret, zihî ma'nî, zihî hubî, zihî hubî.
"Şu kuyumcu dükkânından bir hazine gözüme göründü. Şu kuyumcu dükkânından içeriye baktım; bir hazine gözüme erişti. Zuhura geldi ki, ne güzel sûret, --yâni görünüm-- ne güzel mânâ --yâni sîret, iç hali-- Dışı güzel, içi güzel... Ne güzellik, ne güzellik... Yâni orda o Selâhaddin-i Zerkûb'un dükkânına bakmış. Evet, esnaf... Kuyumculuk işi yapıyor, imalâtla meşgul...
O devirde mutasavvıfların ana fikirlerinden birisi de o idi. Kendi elinin emeğiyle helâl lokma kazanıp yemek... Hepsi bir iş sahibidir. Kimisi attardır, kimisi bakkaldır, kimisi bezzazdır... Kimisi böyle zerkûbdur, kuyumcudur... Çalışıyor ama, Allah eri... Allah'ın sevgili kulu durumunda olan bir kimse...
Mevlânâ onu kapıdan görünce... Yüzü güzel, nurlu... İçi güzel; kalbinin, sîretinin, mânevî halinin güzelliğini görmüş Mevlânâ... "Ne güzel yüz, ne güzel iç alemi; ne güzellikler, ne güzellikler..." diye coşmuş, semâa geliyor. Semâ' bu... Yâni böyle vecde gelip, kendinden geçip, aşka gelip dönmek...
Şimdi vecde gelmiş dönüyor Mevlânâ... Bir taraftan da bir rubâî söylüyor. Ama rubâîyi onlar bizim gibi düz okumazlardı. Yâni gazel demek, rubâî demek, o zaman için ses eşliğinde, makamla, bir ahenkle söylemek demek... Düz şiir okur gibi, böyle kaş çatarak söylemek değil...
Bir taraftan dönüyormuş, bir taraftan da bir ilâhî söylüyormuş ki, Türkçe'si şöyle:
Eğer senin yârin, dostun, sevgilin yoksa, neden taleb etmiyorsun?..
Eğer yârını, sevdiğini, dostunu bulup ona kavuştuysan niçin tarab etmiyorsun?..
Tarab etmek, sevinmek demek... Tarabya, Boğazda sevinçli işlerin olduğu yermiş demek ki... "Niçin o zaman da sevinç ızhar etmiyorsun?.. Tenbel tenbel oturmuşsun da, kendi acâip halinin farkında değilsin de, bizim halimize ne kadar acâip hal diyorsun. Halbuki, senin halin acâip... Yoksa kalk talep et, gayrete gel; varsa, sevincinden şıkır şıkır oyna!" demek istiyor Mevlânâ... O zaman Hacı Bektâş-ı Velî'nin tenkidine cevap vermiş oluyor.
Yâni, "Bulduysa otursun yerine!" demişti; "Buldumsa, sevincimden oynayacağım." diyor. "Bulmadıysa, yine otursun yerine!" demişti; "Bulmadıysam, aramak için bir coşkunluk içine gireceğim." demiş oluyor. Tabii bunlar bir meseleye iki ayrı bakıştır; ictihad farkı... Birisi o zihniyette, birisi başka zihniyette... İkisi de haklı olabilir, mümkündür; çünkü, niyetleri temizdir.
İşte böyle münâsebetleri olduğu düşünülüyor. Sizin hatırınızda çok rahat kalabilir ki, biz bir profesörden duyduk diyebilirsiniz, Mevlâna ile çağdaştır Hacı Bektaş-ı Velî... Öyle Orhan Gazi'yi görmüşlüğü, yeniçerilerinin kuruluşunda dua ettiği, kılıç kuşattığı filân yok... Olsa olsa, o işi torunları yapmıştır. Ondan sonra Hacı Bektaş'ın kendisi sanılmıştır. Aslında öyle olmadığı muhakkak...
Menteş adında bir kardeşi olduğu muhakkak... Aşıkpaşazâde diye bir kimse var... Kırşehir'den Kayseri'ye doğru geçerken sol tarafta görmüşsünüzdür; bembeyaz, şahâne, güzel, sevimli bir sanat eseri var... Aşık Paşa'nın türbesi... İşte onun torunu olan bir Aşıkpaşazâde var ki, Osmanlı tarihi yazmıştır. Tarihçilerimiz bilir. İçinizde o bölümde olan var...
Aşıkpaşazâde diyor ki, "Ben bu Hacı Bektaş-ı Velî'nin ve çocuklarının ahvâlini bütün detayı ile biliyorum." diyor kitabında... Biliyormuş ama, söylememiş mübârek... Bildiğini yazsaydın ya... "Tevâtür-ü sahih ile hepsini bilirim." diyor. Kırşehir'lidir, bilebilir, doğrudur. Zaman bakımından arada uzun bir zaman farkı var ama, bilebilir. Diyor ki, "O şeyhlikten, müridlikten uzak, kendi halinde bir büdelâ aziz idi."
Büdelâ demek, evliyânın birisi gidince yeri otomatik doldurulan, sayısı belli, üçler, kırklar, yediler gibi birisi demek... Mânevî makamı vardı demek istiyor. "Kendi başında bir insandı. Öyle şeyhlik, müridlik, silsile, tarikat meselesi yoktu." diyor Aşıkpaşazâde...
Biz şimdi ilim adamı olarak, her tarih kitabında yazılanı kabul etmiyoruz. Müşkülpesendiz, talebeyi terletir gibi böyle yazarları da, eserlerini de terletiriz biz... İnceliyoruz, doğru değil...
--Niye doğru değil, nerden çıkarıyorsun?.. Aşıkpaşazâde Kırşehir'li... Hem ona da yakın bir zamanda yaşamış, sen yirminci yüzyılda yaşamışsın.
--Eseri var elimizde... Hacı Bektaş eserinde şeyhlikten, müridlikten, tasavvuftan bahsediyor. Sen de ilgisi yok diyorsun; doğru değil... Eseri, tekzib ediyor yâni... Biz delilleriyle onun ilgisi olduğunu göstermiş oluyoruz.
Özel hayatıyla ilgili çeşitli rivâyetler var... Adı bile münâkaşalı... Bazı rivayetlerde adı Bektaş... Bazılarında Bektaş isim değil lakab; adı Muhammed... Olabilir. Bektaş çünkü, Türkçe bir isim... Kendisi Arap asıllıysa, Muhammed diye ismi olabilir.
Horasan'dan geldiği kesin... Hacca gittiği kesin...
--Nerden kesin hacca gittiği?..
--Menâkıbnâmeye bakarsanız, inanmayabilirsiniz. Menâkıbnâme'de yazdığına göre, şeyhi Lokmân-ı Perende denilen mübârek zât hacca gitmiş. Hacda Arafat'a çıkmışlar. Arafat'ta müridlerine demiş ki, "Ah, şimdi bizim Nişâpur'da arafe günü... Her evde bir faaliyet vardır. Tavalarda pişi pişirilir." Hanımlar bilirler bu işi... Hamur yapılıyor. Kızgın yağın içinde pişiriliyor. Zeytin yağında pişer, peynirle güzel olur. Lokmân-ı Perende, "Nişâpur'da bugün ne güzel pişi pişmiştir, arafe günü bayram için hazırlık yapılmıştır." filân deyince; Hacı Bektâş-ı Velî evliyalık yoluyla şeyhinin Arafat'ta böyle dediğini duymuş. Horasan'dan almış eline bir tabağı, hoop gelmiş Arafat'a, pişileri getirmiş şeyhine... Tabii bu menkabe, böyle yazıyor Menâkıbnâme... Ondan dolayı adına hacı demişler.