Fatih Sultan Mehmed Hazretleri, haçlı ordusu gelince, babası II. Murad Hazretleri'ne demiş ki:
"--Gel ordunun başına geç, devletini koru!.."
O da cevap gönderiyor:
"--Ben saltanatı sana devrettim, sen meşgul ol! Devleti sen koru!.." diye cevap gönderiyor.
Fatih tekrar cevap yazıyor:
"--Eğer padişah ben isem; emrediyorum, gel, ordunun başına geç!.. Eğer padişah sen isen; gel, ordunun başına yine geç!.." Yâni, oradan da böyle, buradan da böyle...
Bu bir fantezi midir, gerçek midir, değil midir; ama böyle bir şey nakledilir. Kabul etmesek bile, Eflâkî'nin Mevlânâ ile Hacı Bektâş-ı Velî'yi çağdaş gördüğünü gösteren bir misâl...
Kabul edersek, şu çıkıyor: Hacı Bektâş-ı Velî riyâdan kaçınan, sessiz durup, sakin, derinden giden bir kimse... Ötekisi de yerinde duramayıp, yârini bulmakdan dolayı şevk ü tarâb eden bir kimse... Yâni mîzac farkı var, meşreb farkı var...
Hacı Bektâş-ı Velî'ye ithaf edilen, veyahut ona aittir diye isnad edilen çeşitli eserler var... Maalesef ben itimad edemiyorum; çünkü, itimad edilecek bir şey de yok...
Rüştü Şardağ bir eser neşretmiş. Aradım, taradım; Hacı Bektâş-ı Velî'ye aitliğini gösteren hiç bir delil ve belge yok... İç kritiğini yaptığınız zaman bir şey çıkartamıyorsunuz.
Makalât, Hacı Bektâş-ı Velî'nin midir?.. Doğru cevabını bulmak için, onu dahi soralım kendi kendimize... Evet, Makalât Hacı Bektâş-ı Velî'nindir. Bir kaç delille net olarak belli...
Velâyetnâme'de: "Said Emre, çileden çıktıktan sonra, erbainden çıktıktan sonra hoş bir hale büründü, Hünkâr'ın Makalât'ını Türkçe'ye çevirdi." deniliyor. Menâkıbnâme'de var... Demek ki, Makalât isimli eser Arapça'ymış; Said Emre isimli şahıs bunu Türkçe'ye çevirmiş. Bunu anlıyoruz.
İkinci bir eser var... Hatiboğlu Muhammed tarafından Makalât'ın nazmedilmiş bir şekli var... Hatiboğlu Muhammed, II. Murad zamanı alimlerinden; Fatih'ten önceki devrede yaşamış. Onun nazmen ortaya koyduğu bir Makalât var; Makalât'ın Manzum Tercümesi diyoruz buna... Orda da Arapça ve nesir olduğu, sonradan nazma çekildiği belirtiliyor.
İşte bu Said Emre veya Molla Saadeddin denilen kişi, bunu Arapça'dan Türkçe'ye tercüme etmiş ve yayılmış. Pek çok nüshaları var; fakat güzel, çok eski nüshaları henüz elimizde değil... Benim bu araştırmayı yaptığım zamana kadar, ele geçmemişti. Gölpınarlı'nın söylediği bir nüsha var; onu ben bulamamıştım. Bilmiyorum şu anda nerdedir, o biraz eski olabilir.
Arapça'sını aradım, bir Arapça nüsha buldum. Elimizdeki nüsha, kitabın küçük bir bölümü... Makalât'ın Arapça'sının bir bölümü, bizim çalışmalarımızla ortaya çıkmıştır.
Hacı Bektâş-ı Velî nasıl bir kimsedir?.. Araştırmamızın önsözünde dedik ki: Biz edebiyat tarihçiyiz. Makalât'ını ortaya koyduk. Öbür eserleri şüphelidir. Çünkü, apokrif, ona isnad edilmiş eserler olabilir ama, Makalât onun... Bunu okursanız, Hacı Bektâş-ı Velî hakkında çeşitli kanaatleri ordan çıkartabilirsiniz. Buçalışmaların yapılması lâzım!..
Benim dikkatimi çeken birkaç paragrafı size okuyacağım, ondan sonra izninizle huzurunuzdan ayrılacağım.
Hacı Bektâş-ı Velî diyor ki:
Bir insanın dışarıdan abdest almasıyla temizliği tamam olmaz. İçinde kötü huylar kaldı mı, kötü huylu olması dolayısıyla, makbul bir insan olması mümkün olmaz! Bu neye benzer?.. Bir şişenin içinde içki olsa, bu içki şişesini götürsen, deryanın kenarında on yıl dışını yıkasan, yine temiz olmaz, yine murdardır. Çünkü, içinde içki vardır. O içindeki gitmedikten sonra temiz olmaz. Nitekim, takvâ ehli insanlar demişler ki: Bir kuyunun içine bir damla içki damlasa, necâset damladığı için -- içki necâset-i galîzadır fıkhen-- temiz olsun diye kuyudaki suyu çıkartmak lâzım!.. O çıkarılan suyun döküldüğü yerde ot bitse, o otu koyun yese; takvâ ehli insanlar, "O koyunun etini yemem!" demişler. diyor.
Bu söz Hazret-i Ali Efendimiz'e atfedilir. "Oraya minare yapısalar, orada ezan okumam!" dediğine dair rivayetler vardır.
Bu rivâyetlerin sıhhatinden önce, bizim düşünmemiz gereken nokta şudur ki, Hacı Bektâş-ı Velî kitabına bunu alıyor. Mühim olan, bizim anlatmak istediğimiz, Hacı Bektâş-ı Velî'nin zihin ve kalp yapısını, dinî mantalitesini ortaya koymak için, bu önemli bir ipucu bizim için... Yâni, "İçki ona göre haram mı, helâl mi?.. Kırmızı şarap mı içeceğiz, beyaz şarap mı içeceğiz?.. Rakı mı, votka mı?.." meselesine bakalım nasıl yaklaşıyor?.. Onu anlamak bakımından, önemli gördüğüm için buradaki ifadeleri aynen kendi ifadesiyle okuyacağım:
(Pes imdi azîz-i men) Azîz-i men, azîzim demek... (gey sakınmak gerek kim, kişide yaramaz fiil olmaya;) İnsanın işe yaramaz, kötü fiilleri olmamasına çok dikkat etmek lâzım!.. (ve dâim tahâret üzere olmak gerek!) Bir insanın devamlı temiz olması gerek!.. (Adam arısuz olduğuna sebep budur ki, onun içinde şeytan fiili ola) Bir insanın temiz olmamasının sebebi, içinde şeytânî huyların, fiillerin olmasıdır. Yâni, bir insanın içinde şeytanın sevdiği, kışkırttığı kötü ahlâk, fiiller, düşünceler varsa; o adam arısuzdur, temiz değildir.
(Eğer inanmaz isen, bir kaba süçi koy) Süçi, içki demek... (ve ağzın berkit) Ağzını sımsıkı kapat! (ve deniz içine ko, ve ol kabın daşrasın yu!) O kabın dışını istediğin kadar yıka!.. (tâ haddî on yıla değin) İstersen on yıla kadar yıka dur. (hemen geri bayağı süçidür ve murdardır.) On yılın sonunda da içkidir ve murdardır.
"İçki murdardır." diyor. Bizim için önemli olan, acaba içkiye cevaz veriyor mu?.. "Işkını açmaya mey nûş edeler." deniyor ya; "Muhabbetullahı açmak için içki içilir mi, içilmez mi?" meselesinde Hacı Bektâş-ı Velî'nin kanaatini arıyoruz.
(Ve bir ma'ni dahi budur kim:) Bir misâl daha veriyor: (Bir kuyuya bir damla süçi damsa) Bir kuyunun içine bir damla içki damlasa; (ol kuyununsuyunu bir kezden çıkarsalar, yabana dökseler ve ol su döküldüği yirde ot bitse ve ol otı koyun yise; pes takvî ehli kavlında ol koyunun eti haramdır. Niçün? Anınçün kim, süçi haramlığı ve murdarlığı şeytan fi'linden oldığı için. Nitekim Hak Taâlâ buyurur kim, kavlühû teâlâ:
Yâ eyyühellezîne âmenû innemel hamru vel meysirü vel ensâbu vel ezlâmü ricsün min ameliş şeytâni fectenibûhu lealleküm tüflihûn.)
Ayet-i kerime getiriyor. Şeytan fiili dediği de âyetin tercümesidir. (min ameliş şeytân) Tam olarak, aynen tercüme ediliyor.
(Pes imdi azîz-i men! Bir damla süçi bir kuyuya damdugiçün, takvî ehli kavlınca o kuyunun suyunu hep arıtmak gerek imiş ve ol suyun döküldüği yirde biten otı koyun otladuğiçün eti haram oldu; niçün? Sebebi, içinde şeytan fi'li olduğıçündür.
Pes vay sana kim, içünde kibr ü hased, buğz u adâvet, tama, öyke ve kahkaha ve maskaralık; bunlardan maadâ daha nice dürlü şeytan fi'li içünde olsa, suyıla yunub nite arınasın?) İçinde bu kötü huylar varken, dışarıdan yunmakla nasıl arınabilirsin? diyor. (Makalât, s. 9-10)
Bu benim göstermek istediğim paragraflardan birisi...
Hacı Bektâş-ı Velî bir mutasavvıf, bir s™fî... Tasavvuf terbiyesi görmüş ve başkasını yetiştirmiş bir insan... Net olarak eserinden bu anlaşılıyor. Âşıkpaşazâde, "Kendi başında bir insandı. Şeyhlikle, müridlikle alâkası yoktu." diyor; doğru değil... Kitabı, alâkası olduğunu gösteriyor.
(Kul Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne ericek) Erenlerden olacak, evliyâdan olacak. Nasıl olacak?.. (Dört kapıyı aşıcak, kırk makamdan geçicek, elvâsıl ilallah olacak.) Yâni, Allah'a ulaşmış has kullardan, evliyâullahtan olacak. Bu kırk makamın onu şeriat kapısı içindedir, onu tarikat kapısı içindedir, onu ma'rifet kapısı içindedir, onu hakîkat kapısı içindedir. diyor. Bunu bilmezseniz, Yunus'u da anlayamazsınız. Yunus'un şiirlerinde de bu var aynen...
(Pes kırk makam budur kim...) Kırk makam nedir, bunları sıralıyor: Namaz kılmak, gazâ etmek, cehŒbetlikten gusül abdesti almak, oruç tutmak... vs. Bunların hepsini sıralıyor. Tarikattaki makamları; tevbe etmek, sabır, tevekkül vs. sıralıyor. Ma'rifetin, hakîkatın makamlarını sayıyor; kırk makamı sıralıyor.
Sonra, şu sözleri söylüyor:
(Pes kırk makam budur kim dedük.) Kırk makamı yukarıda anlattık, söyledik. (Bu kırk makamın birisi eksik olursa hakîkatlık tamam olmaz. Zirâ kim şartı eksik olur.) Yâni, bu kırk makamdan birisi eksik olsa, iş tamam olmaz. Çünkü şartlardan birisi noksan olduğundan, meşrût tahakkuk etmez. diyor.
Bu da önemli!.. Ne bakımdan önemli?.. "Şeriatın içindeki on makamda; namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek, zekât vermek olduğu için, onlarsız Allah'a ulaşmak olmaz!" dediğinden önemli; Hacı Bektâş-ı Velî'nin ibadet anlayışını gösterdiği için...
Gerçi doğrudur; ma'rifet ehli mutasavvıflar, şeriat ehlini aşağı seviyede kalmış insanlar olarak görmüşlerdir. Hacı Bektâş-ı Velî de öyle diyor. Yâni, "İnsanlar sırf bu seviyede kalırlarsa, yetmez. Kırk makamı geçmeden sonuca ulaşılmadığı gibi, aşağıdaki makamları da yapmasa olmaz, yukarıdakileri de yapmasa olmaz. Şeriat seviyesinde kalır; tarikatın, ma'rifetin, hakîkatın makamlarını geçemezse... O güzel huyları benimsemiş, o eğitimi görmüş olmazsa vasıl olamaz. Şeriatın işlerini yapmazsa, yine vasıl olamaz!" diyor.
Binâen aleyh, namaz kılmayan, oruç tutmayan, ibadet yapmayan tipten ayrı bir ibadet anlayışı ile karşı karşıya olduğumuz, çok net olarak ortaya çıkıyor; bu da önemli bir nokta... Hacı Bektâş-ı Velî Efendimiz'in bu sözü önemli...
(Meselâ:) diyor, açıklıyor: (biregü) Kişi, birey demek şimdiki tabiriyle... (diliyile iman getürse ve gönlüyile inanmasa veyâhud öşrü zekâtı tamam virmese veyâhud hacca varurken yoldan giru dönse veyâhud Tanrı Taâlâ hükümlerinden birin bâtıl dutsa) "Allah'ın farzlarından birisini bâtıldır diye inanmasa, gitti gümbürtüye!" diyor, basit anlatmak gerekirse... (veyâhud Muhammed-i Mustafâ'ya inkârla baksa veyâhud Muhammed'ün sahabelerinün birin nâhak bilse) Buyurun, en önemli şey!..
Benim hazırladığım baskıda 32. sayfa... (veyâhud Muhammed'ün sahabelerinün birin nâhak bilse) Ne tevellâ-teberrâ var, ne Ebûbekr-i Sıddîk ve Ömer'ül Fâruk Efendimiz'e sövmek var, ne ötekilere... (dükeli işledügi amelleri hebâen mensûrâ olur.) İşe yaramaz. diyor. Bu önemli bir nokta...
(Pes imdi azîz-i men! Bu kırk makamun birisi eksük gerekmez; zirâ kim bu kırk makamdan hiç nesne eksük yokdur.) Bu kırk makam çok önemlidir, bunlar eksik olursa olmaz! diyor Hacı Bektâş-ı Velî Efendimiz Hazretleri...
Bizim bir şey daha yapmamız lâzım!.. Benim şahsen üzerime vazife olmuş oluyor: Bu Makalât'ın dili eskidir. Herkes süçinin içki olduğunu bilmez, diğer terimleri tabirleri anlamaz. Anlaşılır bir dille yeniden yazmamız, anlaşılır hale getirmemiz, vulgarize etmemiz veya bugünkü Türkçe'ye çevirmemiz gerekiyor.
Şimdi muhterem kardeşlerim!.. Biz XX. Yüzyıl'da yaşıyoruz, modern bir çağdayız. Çevremiz ve şartlarımız ortada... Ben kendim şahsen, hiçbir bilimsel çalışmada zamanımdan kopmayı uygun görmedim. "Tarih içinde bir araştırma yap, günümüzle ilgili olmasın ve orada kalsın..." Böyle bir şeyi hiç uygun görmedim. Daimâ günümüzle ilgili, canlı meselelerle meşgul olmayı tercih ettim. Onun için bu konuyla meşgul oldum. Bir tezadı gözünüzün önüne sermiş oluyorum ki: Bir Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri var, bir de Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'ni seven kardeşlerimizin hâl-i hazır durumu var...
Ben kimseyi üzmek de istemiyorum; kurnazlıklar yapıp da, bir takım insanları bir yerden bir yere transfer etmek de istemiyorum. "Sen bizim tarafa gel! Bizim taraf 2-1 galip olsun, bizim adedimiz artsın..." Böyle bir şeye ihtiyacım yok... Mevkiim ve makamım dolayısıyla da, böyle bir şeyi hiç bir zaman benimsemedim. Yalnız, bir bilim adamı olarak, bir kardeşiniz olarak, tesbit ettiğim bir gerçeğin mütalâasını rica ediyorum sizden: İşte Hazret-i Ali Efendimiz, işte Ca'fer-i Sâdık Efendimiz!.. İşte İranlı kardeşlerimizin namazlı niyazlı Ca'ferî mezhebi, işte bizim Hanefî mezhebi!.. İşte Hacı Bektâş-ı Velî Efendimiz'in hayatı, işte kitabı, işte kendi ifadeleri!.. İşte şimdiki Bektâşilerin durumu...
Şimdiki Bektâşilik'le meşgul olmadım, meşgul olmağa fırsat bulamadım. Bu hususun mütehassısı Prof. Dr. Abdurrahman Güzel kardeşimizdir. Hattâ ben konuşmamın adını da Hacı Bektâş-ı Velî ve Bektâşilik bile koydurmazdım, haberim olsaydı... Çünkü, Bektâşilik'te onun bilgisi var...
Ben bir hususu ilim adamı olarak, bir kardeş olarak, Türk Edebiyatı çalışmalarında karşılaştığım bir olayı, günümüzün olaylarına bağlama sadedinde, birtakım gerçekleri ortaya koyuyorum. Allah huzurunda emr-i ma'ruf nehy-i münker vazifemi yapmak, ikaz ve irşad vazifemi yapmak sadedinde ve hiç bir önyargı, art yargı, menfaat duygusu gözetmeden, samîmî olarak, hakîkaten bütün insanların kardeş olduğuna inanıyorum. İman ve küfür farkını bilerek, kâfirin mü'min olmasını temenni ederek, onları kardeş olarak görüyorum. Ve bu sünnî, şîî, alevî vs. tarihin eski yaralarının, mikroplarının bugün getirilip aşılanmasını doğru görmüyorum.
Bir takım gazetelerde bir takım senaryolar var... Günümüzün içinde yaşıyoruz ve çevremizle ilgiliyiz. Hayatımız devam edecek; 92, 93, 94, 95... Birisi demiş ki: "Türkiye'nin 2000 yılına kadar ayakta kalacağına inanmıyorum." Bir rektör demiş ki, bundan otuz yıl önce: "Türkiye'nin 50 yıl daha ayakta kalacağına inanmıyorum." Amerika Stratejik Araştırmalar Enstitüsü bir senaryo yazmış; "1993 yılında Türkiye'nin içinde karışıklıklar çıkacak, harp olacak... vs." diye... Bizim nazarımızda kâhinler, istikbalden haber verenler makbul değildir, merduttur.
Ama ben şunu belirtmek istiyorum ve diğer konuşmacı kardeşlerimiz de çok net olarak vurguladılar. Hele sayın Diyânet İşleri Başkanımız'ın konuşması beni şükran duygularına garketti. Biz bir arada kardeşçe yaşayabiliriz, birbirimizle anlaşabiliriz. 50 milyonluk bir İran var, 50-60 milyonluk bir Türkiye var... Biz eski kardeşleriz. Eskiden beri bir arada yaşamışız. Hatâlar neyse düzeltilsin, ortadaki ihtilâflar kalksın. Allah'ın huzurunda hesap verecek kimseler olarak, birbirimizle kardeşler olarak yaşayalım!..
Bir de düşmanların oyununa gelmeyelim!.. Yâni, bizim ülkemizde Kürt'ten bakan mı yok?.. Kürt'ten başbakan mı yok?.. Hattâ Turgut Bey, soyu içinde Kürt olduğunu dahi söylüyor. Reisicumhur'da da böyle bir şey olabilir, hepimizde de olabilir. Benim çok sevdiğim, çok hürmet ettiğim, benden mânevî bakımdan çok çok daha yüksek Kürt kardeşlerim var...
Ben geçen sene gezdim, Güneydoğu Anadolu'yu... Güneydoğu Anadolu benim nazarımda Nakşibendistan'dır. Gezin, göreceksiniz. Tillo'ya, Siirt'e, daha başka yerlere gidin; Nakşî meşâyıhının türbeleri var... Orada yetişen mollaları, alimleri sorgulayın, "Kimden ders gördünüz?" diye sorun; anlayacaksınız.
Bunlar bizim kardeşlerimiz... Yüzyıllarca beraber yaşamışız. Milletvekili, bakan, başbakan demişiz, daha başka mevkilere getirmişiz. Bu çekişmelerin temeli yoktur. Bunlardan biz kâr etmeyiz, başkaları istifade eder. Bilimsel veriler de, bizim bu çekişmelerde haklı olduğumuzu gösteren verileri vermiyor. Bilimsel çalışmalar, kardeş olduğumuzu hatırlatıyor. Onu arz ederim.
Hepinize en derin saygılarımı, sevgilerimi sunarım.
Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..
7 Kasım 1992 - Ankara
Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN
Çok değerli kardeşlerim!..
Allah'a hamd ü senâlar olsun... Ciddî konulara, millî kültürümüze gençler arasında büyük ilgi var... Bize teklif edilen konu: Hacı Bektaş-ı Velî ve Tasavvuf.... Ben bunu müsaade ederseniz, şöyle oturarak anlatayım, bildiğim kadarıyla....
Tasavvuf günümüzde hem Türkiye'de hem Batı'da çok ilgi gören bir konudur. Tarihte de böyle olmuştur. "Tasavvuf nedir?" diye soracak olursak ve tarifleri toplamak istersek --bunu bizden önce yapanlar olmuş-- yüzlerce, hattâ binin üstünde tarif toplayan bilim adamları var... Ama bu büyük rakam sizi korkutmasın!.. Tariflerin çokluğu zevk farkından, bölge ve devir farkından; seviye, meşrep ve zihniyet farkından doğuyor.
Ayrıca da tarif edenler bütününü, bilimsel bir tarifi düşünmüyorlar da, en önde gelen vasfı ne ise kendilerine göre, onu söylemiş oluyorlar. Bu bakımdan tarifler çok...
Zâten sosyal bir kavramın çok kesin sınırlarla, küçük bir cümle içinde tarifi de kolay olmuyor. Bunu ortaokuldan, liseden, üniversiteden bilirsiniz ki, kültür ve medeniyetin de yüzlerce tarifi vardır.
Ahlâk üzerine üniversitede çok değerli konferanslar vermiş ve bir kitap yazmış olan Prof. Hayim Zoet, kitabına "Ahlâk Denen Bilmece" adını vermiş. Evet herkes biliyor ama, mahiyetini düşündüğü zaman, bir bilmece gibi... Bir çok yönlerini anlatmak gerekiyor.
Tasavvuf İslâm'dan önce de var olmuştur. Muhtelif dinlerin tasavvufumuza benzeyen, derunî, iç hayatı yaşayan mensupları tarih boyunca her devirde görülmüştür. Batı'da bizim tasavvuf kelimesine yakın bir kavram olarak, mistisizm kelimesi vardır ama, mistisizm tam bizim tasavvuf kelimemizi karşılamaz. Mistik sözü de, tam bizim sufî sözümüzü karşılamaz. Bunun sebebi, her kültürün medeniyetin kelimelerinden, kelimelerin doğuşundan, hattâ harf değerlerinde ve kavramlarında farklılık olmasındandır.
Meselâ bizdeki "s" harfi, Almanlarda "z" gibi okunur. Bölgeye göre de değişir. Bizdeki "v" harfi Almanlarda "f" okunur. Arapça'nın ayın harfini başka milletler çıkartamadığı için, bir Arap müellifi kendi milletini, "Ayın harfini söyleyebilen millet..." diye tarif etmiştir. Çünkü mümkün değil, biz yapamayız. Gerçi ayın çatlatmak diye özentiler olmuşsa da, yine Araplar kadar güzel ayın söylemeyi kimse başaramıyor.
Bizim meselâ, selâmlama için kullandığımız "Selâmün aleyküm!" bile, bugün Türkçe'de kullandığımız günaydın; veya Almanca'sı gutentag; veya İngilizce goodmorning, veya hello, gibi sözler aynı değildir. Biz selâmün aleyküm derken bir mü'min-i kâmil olarak karşımızdakine hem dünyadaki hem ahiretteki huzuru ve mutluluğu ifade eden, cenneti ifade eden bir temennide bulunmuş oluyoruz. Yâni, "Hem dünyada esen ol, mutlu ol; hem de ahirette selâmete er, cennete gir, nimetleri gör!" gibi bir mânâ söylemiş oluyoruz. Başka hiç bir dilde bunun karşılığı yoktur.
Günaydın... Aydınsa aydın... Hava bulutlu olursa, biraz karanlık olur. Tünaydın, hiç doğru değildir. Tün (gece), karanlıktır ama, karanlığın da kendine göre romantikliği vardır. "Allah'a ısmarladık!" da "Bay bay"la bir değildir. "Allah'a ısmarladık" demek, "Ben senden ayrılıyorum ama, sen Allah'a emanet ol!.. Ben seni Allah'ın korumasına havale ediyorum, ona bırakıyorum." demiş oluyoruz.
Onun için, tasavvuf deyince ne eski mistiklerin mistisizmine benzer; ne vahdet-i vücut deyince, bizim anladığımız mânâ Yunanın panteizmine benzer... Ne biz iktisat dediğimiz zaman, Batı'nın ekonomisine benzer. Ekonomi, ev idaresi demek Yunanca... İktisat, orta yol demek, itidalli yol demek... Çok farklar vardır.
Bu böyledir daima... Harfler bile farklıdır. Alfabeler aynı gibi görünse bile Arab'ın harfi ile, İranlı'nın harfi; Türk'ün harfi ile Alman'ın Fransız'ın, İngiliz'in harflerinin birbirlerine karşı durumları da farklıdır.
Bizim "v"mizi Araplar bilmezler. Biz Arabistan'a gittiğimiz zaman alışveriş yapacağız, soruyoruz: (Kem hâzâ yâ ahiy?) "Ey kardeş bu kaça?" diyoruz. O Türkçe "uç..." diyor, "beş..." diyor. Arap satıcı ama, bizim Türk olduğumuzu anlıyor. Nerden anladı?..
Birisi geldi bana, Hocaefendi, Türk, anlaşılıyor tipinden... Benim ne olduğumu da anlayamamış. Çünkü, orda bu kıyafetle değil, başka kıyafetle dolaşılıyor. Bana diyorki:
"--Eyne kapalıçarşı yâ ahiy?" diyor.
Ben dedim ki:
"--İşte şu karşıdaki dükkanlar..."
"--Nerden bildin benim Türk olduğumu?.." diyor.
"--Sen kapalıçarşı diyorsun, farkında değilsin. Eyne --nerede-- demekle Arapça olmuş olmuyor." dedim.
Birisi diyor ki:
"--Nereden bildi, bizim kem hâzâ dediğimiz zaman, Türk olduğumuzu?.."
--Çünkü Arap "kem" demez, "kŠm" der. Ordaki kŠm ile Türkün kemi arasında fark var... Biz "ve" diyoruz, onlar "vŠ" diyor. Biz "ve hüve" diyoruz, onlar "vŠ hüvŠ" diyorlar. Aynı yazılışı okuyuşumuz bile farklı oluyor. Bunları misal olsun diye verdim.
Bizim tasavvufumuz başka bir yerde bulunan bir kıymet değildir. Emsalsiz bir kıymettir. Onu anlatmak istiyorum.
Peki İslâm tasavvufunu anladık; Hint tasavvufundan, Yunan tasavvufundan, Yahudi tasavvufundan, Neoplatonizmden farklı... Ama ne?..
Kısaca tarif etmek gerekirse: "İslâm dininin ve imanının özge bir yorum ve yaşam şekli..." diyebiliriz, sizin kelimelerinizi de kullanarak. Yâni, kendine mahsus, başkasından farklı bir dinî hayat sürüş şekli... Demek ki, dinî hayatın muhtelif yaşanma şekilleri vardır. Tasavvufî tarzda dindar olmak, başka türlü bir yaşamdır.
Bunun bariz vasfı, işi lafta bırakmamaktır, davranışlarında göstermektir. Onun için, tasavvuf kàl değildir, haldir. derler. Kàl Arapça'da söz demek... Hal de durum, vaziyet, insanın görünümü, mevcut şekli demek...
Onun için ihlâs dediğimiz şey; hâlis muhlis, samîmî bir niyetle bir şeyler yapmak, çok önemlidir tasavvufta... Bunun karşıtı riyâ, yâni başkası görsün, beğensin, alkışlasın diye, reklâm ve propaganda maksadıyla yapmak, o tasavvufî değildir. İhlâslı olmak tasavvufîdir.
Yâni, iki namaz olsa, dinî birer dış form, hareket... Ayakta duruyor, sonra eğiliyor, yere yatıyor, kalkıyor... İkisi namaz kılıyor ama birisi asıl maksadı namaz kılmak değil de pabuç çalmak... Cemaatle beraber yatıp kalkıyor ama, biraz sonra selâm verince, gidecek, pabucu çalıp kaçacak. Şekil tamam ama bunun namazının kıymeti yok... Ama ötekisinin namazı, göz yaşıyla, karşısında Kâbe'yi düşünerek, Allah'ın huzurunda olduğunu hissederek, titreyerek, ürpererek, huşu içinde namaz... İşte o tasavvufî namazdır. Yâni birisi söz ve form; ötekisi hal ve gidiş ve davranış...
Onun için tasavvuf, derunî, hâlisâne bir yaşam şekli... Tabii tasavvuf hep böyle bizim söylediğimiz gibi derûnî midir, bunun lafı yok mudur?.." derseniz, bunun lafı da vardır. Buna teorisi diyorsunuz. Eskiden nazarî derlerdi teoriğin yerine... Nazarî tasavvuf veya tasavvufun felsefesi, veya felsefî tasavvuf denilen bir tarafı da vardır. Kitaplarda yazılan, enine boyuna kavramları münakaşa edilen, geliştirilen bir tarafı da vardır. Bir de yaşanan, amelî, pratik tasavvuf vardır tabii... O da tekke dediğimiz, tarikat dediğimiz yolda ve tekke dediğimiz yerde görülür.
Demek ki, bir tasavvufun ilmi vardır, bir de tasavvufî hayat vardır. Bunun sebebi şudur. Mevcut olan bir şey üzerinde araştırma yaptığımız zaman, onunla ilgili bilgileri topladığımız zaman, onun ilmini yapmış oluyoruz. Tasavvuf her ne kadar hal ilmi de olsa, bunun üzerinde düşündüğümüz zaman, tarifler yapmak istediğimiz zaman, hudutlarına çizmek istediğimiz zaman, içeriğini, muhtevasını tespit etmek istediğimiz zaman, ister istemez söz tarafına kayıyoruz. Başkasına anlatmak için, geliştirmek için, düzenlemek için, felsefesini yapmak için, tefekkür etmek için...
Sûfî kelimesini duymuşsunuzdur, mutasavvıf sözünü duymuşsunuzdur. İşte tasavvufa bağlı, o hayat tarzı içinde olan kimselere bu kelimeler verilmiş. Sûfiyye demek, erbâb-ı tasavvuf demek.... Tarikat, tasavvufun özel bir metoda göre uygulanış yolu demek... Tasavvufî liderlere şeyh deniliyor, mürşid deniliyor. Onların öğrencilerine, talebelerine mürid deniliyor, derviş deniliyor Farsça... Arapça fakir deniliyor. Fakir, derviş kelimesinin Arapça'sıdır. Derviş, kapı kapı dolaşıp da bir şeyler isteyen demek... Fakir de, muhtaç demek...
Tekke denilen yerleri var... Tekkelerin büyükleri küçükleri var... Âsitânesi var, zâviyesi var, ribatı var... Bunları duymuşsunuzdur.
--İslâm tasavvufu, kendi kendine varlığı olan, kendi başına bir ayrı tasavvuf mudur?..
--Evet, İslâm tasavvufu kendi kendine, başka hiç bir yerde emsâli görülmeyen, eşsiz, emsalsiz, ayrı bir tasavvuftur. Hiç benzemez Hint tasavvufuna... Hiç benzemez Yunan tasavvufuna... Hiç benzemez İskenderiye'deki tasavvufa...
--Nerden çıkmıştır İslâm tasavvufu veya daha önceki tasavvuflar nerden çıkmıştır?..
--Dinî emirler üzerinde düşünmekten ve onları uygulamağa çalışmaktan çıkmıştır.
O halde İslâm'da tasavvufun kaynağı Kur'an-ı Kerim'dir. Çünkü, Kur'an-ı Kerim Allah'ın emirlerini toplayan bir kitaptır. Allah'ın emirlerini tutmak isteyen insanlar, Kur'an-ı Kerim'in harfini bile değerlendirmişler. Niye şu kelimeyi önce kullandı, niye bunu sonra kullandı?..
Bir misalle anlatayım: Diyor ki bir âdâb kitabında... Çeşitli işleri en güzel tarzda yapmaya âdâb diyoruz, o işin âdâbı diyoruz. Yemek yemenin âdâbı... Yemeği nasıl yiyeceğiz? Yemeğin içeriğinde neler olacak?.. Elimde bir elyazması eser var, orda yazmış, diyor ki: "Önce meyva yemek lâzım, sonra yemek yemek lâzım!" Bu modern bir şey, güzel bir şey... Şimdiki ilim adamları da aynı şeyi söylüyorlar: Meyvayı önce yemeli, mide dolmalı; öteki yemekleri yemeğe pek vakit kalmamalı!.. Böylece aşırı yeme önlenmiş olur vs. Bugünün doktorlarının tavsiye ettiği bir şey...