Hacıbektaş kasabasına da gittim. Orda Otel Cabbar'da kaldım geceleyin... Karnım acıktı, aşağıya yemek yemeğe indim. Masalar içki dolu... Kasketli kasketli köylüler oturmuş, votka şişelerini önüne getirmiş... Beyaz şaraplar, kırmızı şaraplar... "Ben burada yemek yiyemeyeceğim. Çünkü, içki haram İslâm'a göre!.. Net bu, bunu kimse inkâr edemez. Bakkaldan peynir ekmek alayım, onu yiyeyim bundan sonra..." dedim. Üç-beş gün kütüphanede çalışma yapacağım.
Bakkalda küplerle şarap satılıyor; kırmızı şarap şurda, beyaz şarap burda... "Allah Allah!.. Acaba Hazret-i Ali Efendimiz mi buna müsaade etmiş?!.. Acaba İmam Ca'fer-i Sâdık Efendimiz mi buna müsaade etmiş?!.. Acaba Hacı Bektâş-ı Velî Efendimiz mi buna müsaade etmiş?!.. Araştıralım!" diye düşündüm.
Sonra orda civarda beni gezdirdiler. Dediler ki: "Mübarek Pirimiz şurada çile çıkarmış, erbaîne girmiş, kırk gün ibadet etmiş. Dağın kenarında, kayanın içinde bir mağara... Hakîkaten Hicaz'daki Hira dağındaki mağaraya da gittim ben... O da öyle, kayanın içinde...
--Bu nedir?
--Bunun adı Hira mağarası...
Biraz ilerde duvarla çevrili güzel bir pınar vardı, birkaç kavak ağacı vardı.
--Bunun adı ne?..
--Zemzem pınarı...
--Eh olur ya, pekâlâ...
Sonra ortada iri iri, yumruk yumruk taşlar var, yığılmış öbek öbek...
--Niye bunlar yığılmış buraya?..
--Bunlar şeytan taşlamak için...
Bizim Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay kardeşimiz var... Onlar Hacı Bektâş-ı Velî'nin anılması için, bir toplantıya gitmişler. Birisi soru sormuş, demiş ki:
--Pirimizin kabrini ziyaret eden hacı olur mu?.. Burada zemzem pınarı var, Hira mağarası var, şeytan taşlama var... Burayı ziyaret eden, horoz keserse hacı olur mu?..
Kardeşimiz tabii ilim adamı, fikir adamı... Karşı taraf da bunlara inanıyor ki, yapıyor. Çok güzel düşünen bir felsefeci kardeşimiz, Allah selâmet versin... Felsefe insanın zihnini güzel terbiye ediyor, mantıklı düşünmeyi güzel öğretiyor.
--Bakın kardeşlerim, size bir şey söyleyeyim; Hacı Bektâş-ı Veli kimin torunu?..
--Hazret-i Muhammed-i Mustafâ SAS Hazretleri'nin torunu...
--Tamam... Değil Hacı Bektâş-ı Velî'nin kabrini ziyaret etmek; Peygamber Efendimiz'in kabrini ziyaret etse bir insan, hacı olamaz!.. Değil Peygamber Efendimiz'in kabrini ziyaret etmek, Kâbe-i Müşerrefe'yi hac mevsiminin dışında ziyâret etse, yine hacı olamaz!..
Şevvalde, rebîül evvelde, recebde, şabanda gitse ziyaret etse hacı olur mu; olamaz!.. Bunun ayetle belli tarifi var, şekli var... Hacı olmanın şartı; Arafat'ta vakfe, farz tavafı, vacibleri var... Ancak öyle olacak.
Burayı ziyaret etmekle hacı olmak bahis konusu edilmiş.
Sonra tabii, bir soğukluk var... Ben soğukluk diyorum, soğukluk kelimesi hafif kalıyor. Zaman zaman çatışmaya dönen bazı sıkıntılar var Türkiye'de... Zaman zaman da körüklenen bir takım ateşler var gönüllerde... Haklı taraf kim ise, onun tarafı tutalım; hep birlikte ne yapmak gerekiyorsa, onu yapalım!..
Onun için, bu meseleler dikkatimi çektiğinden, Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'nin hayatını incelemeye geçtim. Konu benim kendi seçmemdir. Ben zâten öksüz bir üniversite mensubuyum. Üniversitedeki hocam vefat ettiği için, bütün işleri kendi başıma, kendi kafamla düzenledim. Elime de fırsat geçmişti. Hacı Bektâş-ı Velî Efendimiz'i doçentlik tezi olarak seçtim.
Şimdi, Hacı Bektâş-ı Velî hakkında bilgi az... Bektâşî Edebiyatı var... Bektâşîlikle ilgili, yerli ve yabancı kaynaklarda çeşitli araştırmalar görüyoruz. Kitaplar neşredilmiş, çeşitli eserler var... Almanca, Fransızca, İngilizce makaleler var... Biliyoruz bunları... Ama Hacı Bektâş-ı Velî kim, fikirleri ne?.. Acaba bunu bîtaraf ölçülerle ortaya koyabilir miyiz?.. Müsbet belge az... Arşivlerde bu konuda çok az bilgi mevcut... Gezdiğim yerlerde kolay bulunmuyor.
Ansiklopedilerde yazılan yazıları inceliyorsunuz; belli şahısların söylediği sözlerin tekrarı... Abdülbâki Gölpınarlı merhumun, Fuad Köprülü merhumun birkaç sözü... Onlar nereden almış?.. Onlar nass-ı katı' değil ki, onlar da bir yerden almış olmalı... Eğer bir vesika varsa, bizim de öpüp başımız koyacağımız bir vesikadır. Ama vesika değilse, elbette o zaman vesika aramak durumundayız.
İşte böyle bir zihniyetle, bu işin içinde beş-altı sene araştırma yaptım. Çeşitli eserlerini aradım.
Bu mübârek şahıs hakkında iki tane görüş var... Belki daha fazla da detaylandırılabilir bu görüşler ama, şöyle iki grupta toplanabilir:
a. Bazı kimseler onu Kur'an-ı Kerim'e, Peygamber Efendimiz'in yoluna bağlı olgun bir mutasavvıf, bir büyük alim olarak görüyorlar ve böyle anlatmak istiyorlar.
b. Bazıları da bu anlatıma kuşkuyla bakıyor. "Bu, devletin meseleyi çarptırmasıdır. Meseleyi kapatmak için, ortaya attığı yakıştırmadır. Aslında Hünkâr Hazretleri, öyle değildi. O, batınî fikirlere sahib bir alevî babasıydı. Hattâ şeriat emirlerine karşı lâkayttı. Aslında İslâmî boyaya boyanmış bir şaman rahibi gibiydi." diyorlar. Onu bu tarzda görenler, böyle anlatmak isteyenler var... "Türkçülüğü himaye eden, koruyan, kollayan bir kimseydi." diye anlatmak isteyenler var...
Yeniçerilerin piri olmuş, gazîlerin serdarı, kutb-u âlem diye tanınmış, hünkâr diye nam almış bu şahıs acabâ nasıl bir kimse?.. Hangi zihniyetten bir insan?.. Ben müsbet vesika, yazılı vesika aradığım için, eserlerine baktım. Eserlerinin cinslerini, yazma eserleri, ona ait olup olmadığını, muhtevâlarını inceledim. Beş-altı sene, az bir zaman değil... Bu uzun araştırmaların sonucunda tezimizi ortaya çıkarttık. Münakaşaları yapıldı. Sonra da muhtelif zevât-ı muhtereme lütfettiler, çok büyük teveccüh gösterdiler.
Malatya'dan Alevî kardeşlerimiz demişler ki: "Hocamız bu kitabı bassın! Yoksa, basmazsa biz basacağız, mutlaka basılmasını istiyoruz." demişler. Bir profesör arkadaşımız geldi, "Tezi hazırlayan şahsı tanımak isterim!" diye... Tanıştık. Teşvik ettiler. Sonunda eserimiz de basıldı ama, birçok dizgi hataları var... İnşallah daha güzel bir baskısı yapılır. Yapılabilirse iyi olur.
Meşhur şahısların bir tarihi şahsiyetleri oluyor, bir de menkabevî şahsiyetleri oluyor. Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'nin de hayatı üzerine yazılmış bir eser var ortada... Hacı Bektâş-ı Velî Menâkıbnâmesi deniliyor buna... Velâyetnâme-i Hacı Bektâş-ı Velî diye de isimlendirilir. Kütüphanelerimizde çeşitli tarihlere ait bir çok elyazması nüshası var... Türkiye'de birkaç defa neşredilmiş, Almanca'ya da çevrilmiş bir eser...
Bunun bir kısmı manzum şekilde, bir kısmında nazım ve nesir karışık... Bunların incelenmesi ve araştırılıp neşredilmesi uygun olabilirdi ama, bunlar Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'nin hayatı hakkında otantik bilgiler demek değil; kim yazmışsa, onun bilgileri demek...
Bir de araştırmalarım esnasında, Farsça bir velâyetnâme olduğunu da tesbit ettim. Bazı beyitleri elimizde ama, ben bu araştırmayı yaptığım zamana kadar bütünüyle ele geçmemişti. Bendeniz üniversiteden ayrılınca --dört-beş sene oluyor-- bulunmuşsa, bazı araştırıcılar bulmuşlarsa bilmiyorum ama, ben bulamamıştım. Bunu sonradan Ali Nihânî isminde bir başka şahıs, yeniden nazma çekmiş. İki defa nazmedilmiş yâni... Birisi eski dilde, arkaik dilde; birisi de yakın zamana ait olmak üzere, iki şekli var... Bunun yazarının Firdevsî-yi Tavil (Uzun Firdevsî) diye bir şahıs olduğu anlaşılıyor araştırmalarımızdan...
Bu Uzun Firdevsî, II. Bayezid zamanında yaşamış. Süleymannâme gibi eserleri de var... Osmanlı sahasını terkedip İran'a gitmiş, orada vefat etmiş bir kimse... Bu velâyetnâme onun eseri ama; içindeki bilgiler gönlümüze yerleştirebileceğimiz, kabul edebileceğimiz, kabul edilebilir, sağlam, güvenilir bilgiler tarzında değil...
Bunun dışında başka, Hacım Sultan adına yazılan velâyetnâmede, Âlî'nin Künhül Ahbâr'ında, Abdal Mûsâ Velâyetnâmesi'nde, Seyyid Ali Sultan Velâyetnâmesi'nde de Hacı Bektâş-ı Velî ile ilgili menkabevî bilgiler var...
Bunlara göre, Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri Hazret-i Ali Efendimiz'in soyundandır. Nişâpur şehrinde dünyaya gelmiştir. --Arapça'da p harfi olmadığı için, Araplar Neysâbur diyorlar--Orada yaşamış, Lokmân-ı Perende adlı bir mutasavvıf tarafından yetiştirilmiş ama, Ahmed-i Yesevî Hazretleri'ne bağlı... Onun işaretiyle Anadolu'ya gelmiş. Sulucakarahöyük denilen kasabaya --şimdiki Hacıbektaş kasabası-- yerleşmiş. Burada pek çok derviş ve halife yetiştirmiş. Bunları çeşitli irşad görevleriyle etrafa göndermiş. Orada ahirete irtihal eylemiş, kabr-i şerifi orada...
Bu Velâyetnâme'de geçen başka şahısların kimler olduğu önemli... Kutbuddîn-i Haydar, Hacım Sultan, Akçakoca, Sarı Saltuk, Karaca Ahmed, Tapduk Emre, Yunus Emre, Seyyid Mahmud-u Hayrânî, Osmancık --yâni, Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi-- Alâeddin-i Keykubat, Kırşehir emiri Nûreddin ibn-i Cece... Velâyetnâme'de bunların ismi geçiyor. Bunları şu bakımdan sıralıyoruz ki; bu velâyetnâmeyi yazan şahıs, onunla ilgili isimleri zikrediyor. O şahıslar hangi devirde yaşamışsa, anlayacağız ki Hacı Bektâş-ı Velî o civarda, o devrede yaşamıştır.
Çünkü, kabir taşı yok, bulamadık. Vefat tarihi bir vesika olarak elimizde olmadığına göre, bunlardan faydalanacağız.
Hacı Bektâş-ı Velî'nin ismi, Seyyid Muhammed ibn-i Musâ-yı Sânî deniliyor. Bektâş sözü lakabıdır, ismi değildir deniliyor; bizim de kanaatimiz o... Bu bektâş kelimesi be–deş ve beğdeş şeklinde, kef harfiyle yazılıp hem yumuşak g, hem de kâf-i nûnî telaffuzuyla, Türk edebiyatında o devirlerde görülen bir kelime... Selçuklular zamanında da kullanılmış. Hattâ İran'da da, Hacı Bektâş-ı Velî'nin yaşadığı devre tekaddüm eden zamanda da kullanılmış bir kelime... Bu benzemek kelimesiyle ilgili. Be–deş, benzeyen mânâsına geliyor.
Hünkâr kelimesi, hüdâvendigâr kelimesinin kısaltılmışıdır. O da bir lâkab... Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî diyoruz. Hüdâvend, Farsça efendi demek... Hüdâvendigâr lâkabı, sultan gibi büyük bir ünvan; hem I. Murad'a verilmiş, hem de mânevî hayatın büyüklerine bu isimler verildiği için, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretlerine de o devirde bu lâkab verilmiştir. Ona Molla Hünkâr derler; yâni, Mevlânâ Hünkâr demektir. Molla, Mevlânâ'nın kısaltılmışı... Hacı Bektâş-ı Velî'ye de Hünkâr lâkabı veriliyor.
Bu şahıs Türk asıllı mı, şaman kökenli mi; yoksa Menâkıbnâme'nin belirttiği gibi Peygamber Efendimiz'in soyundan, Hazret-i Ali neslinden bir seyyid mi?..
Kabul edenler kabul ettik derler de, bu bir rey meselesi değildir. Araştırmayla bulmak lâzımdır. Biz bunun için, bu konuda ne bulabiliriz diye delil aradık. Hicrî 744, milâdî 1343 yılında ölen Vâsıtî isimli bir alim var... Onun eserinde Hacı Bektaş kaydedilmiş. 1343 bir hayli eski, önemli bir tarih... Orada tarikat silsilesi verilmiş ve seyyid denilmiş. Demekki 744 hicrî tarihlerinde seyyid olarak tanınıyor bir kere... Şeref kazansın, itibar görsün diye sonradan yakıştırılmış bir isim değil... O zamandan o sıfatı taşıdığını ve öyle şöhret kazandığını, buradan anlıyoruz.
--Peki bir insan Horasan'dan gelir de seyyid olabilir mi?..
--O kadar çok misâli var ki... Çünkü, Araplar fütûhat için, İslâm'ı yaymak için oralara zâten gitmişler ve ordugâhlar kurmuşlar. Bunlardan Arap ordugahının bulunduğu şehirlerden birisi de, Nişâpur şehri... Arap kökenli olduğunu çok net bildiğimiz, oradan yetişmiş pek çok kimse var... Meselâ, Ebû Abdurrahman es-Sülemî aynı şehirden... Benî Süleym kabilesinden ve Arap kökenli olduğu şeceresiyle sabit... Şeceresi korunabilmiş, muhafaza edilebilmiş. Daha başka kimseler var...
--Neden oralara gitmişler?..
--Cihad için gitmişler. Merkezdeki yönetimin, "Bunlar Peygamber Efendimiz'in soyundandır. Halk bunlara itibar eder, başa geçirir." diye baskı yapmasından dolayı, baskının uzak olduğu yere gitmişler. Tazyik altında kalmamak için, İslâm'ı yaymak için gitmişler.
Geçen sene Taşkent'i, Semerkand'ı, Buhârâ'yı ziyaret etmek nasib oldu. Semerkand'da çok güzel bir kabristan var... Hasret-i Abbas Efendimiz'in çocuklarından nice sahabe mevcut... İran'ın ve Horasan'ın nice şehirlerinde böyle sahabe mevcut... Bu olur, normal bir olay... Tarihen kabul edilebilecek bir şey...
Yâni, Hazret-i Ali Efendimiz'in soyundan geldiğini kabul etmek için, şartlar müsaittir. Madem kaynaklar açıkça böyle söylüyor, o halde şamandı falan demeye lüzum yok... Hattâ bizim doçentlik jürimizde Prof. Dr. Neşet Bey dedi ki: "Yâhu Esat!.. Bu Türkçü... Milliyetçi akımları desteklemiş..." falan... "Hocam, bunlar XIX. Yüzyıl'da çıkmış. O zaman daha Türkçülük, Kürtçülük diye bir şey yok!" dedim. O zaman insan soyla övünmüyor zâten... Bir insan, sülâlesi Peygamber Efendimiz'e bağlıysa, ordan itibar görüyor.
Zâten kendisi de Makalât'ı Arapça yazmış deniliyor. Demek ki, Arap soyundan da onun için Arapça yazmış. Türk olsaydı belki yazamazdı bile... Yazmak isteseydi bile yazamazdı. Açık, çok net olarak onun öyle olduğunu gösteriyor.
Sıradan bir insan olmadığı muhakkak... Çünkü sıradan bir insan, etrafında bu kadar sevgi, saygı halkası, asırlara uzanan bir hareket meydana getiremezdi. Olağanüstü meziyetleri olan bir kimse olduğunu buradan çıkartabiliriz.
Velâyetnâme'de ne zaman doğduğu belli değil... Şakaik-ı Nûmâniyye'yi yazan Taşköprülüzâde, tabaka tabaka Osmanlı alimlerini anlatırken, onu I. Murad devri ricâlinden sayıyor. I. Murad devri 1362-1389, bir hayli uzak bir devir; bu doğru değil... Halbuki 1343'te vefat etmiş olan Vâsıtî, daha önce Tiryâkul Muhibbîn'de ondan seyyid diye bahsediyor.
Künhül Ahbâr sahibi Âlî, Orhan Gazi devri (1326-1362) adamı diyor. Tarih vermeden söylüyor bunu... Ekseriyetle öyle kabul edilmiş, Orhan Gazi devri adamı sayılmış. Şöyle bir rakam atmışlar ortaya: Hicrî 646 (1258)'de doğmuş, 680 (1281)'de Anadolu'ya gelmiş, 738 (1337-38)'de vefat etmiş diyorlar. Tabii, hiç bir belge yok...
Buna mukabil Velâyetnâme'de adı geçen görüştüğü, konuştuğu, temas ettiği şahısların hepsi, bundan önceki devirlere ait kimseler... Hattâ 718-754 (1318-1358) yılları arasında kaleme alınan, Eflâkî Dede'nin Menâkıbül Arifîn'i, onu Mevlânâ'nın çağdaşı olarak gösteriyor. Yaşadığı devri de söylüyorum ki, önceki iddiaların yanlış olduğu anlaşılsın. Yakın zamanın adamı, onu Mevlânâ'nın çağdaşı olarak gösteriyor. Bu doğru ama, ötekiler çok geç tarihlerdir ve bizim diğer mâlûmatımıza uymuyor.
Kırşehirli Âşıkpaşazâde de, Sulucakarahöyük Kırşehir'in yakınında olduğu için, Hacı Bektâş-ı Velî hakkında bilgiler veriyor. Osmanlılar'a yetişmediğini ve onlardan hiç bir kimseyle telâkisi olmadığını açıkça söylüyor. Âşıkpaşa'nın türbesi var Kırşehir'de... Onun evlâdından tarihçi Âşıkpaşazâde oralı... Oranın an'anelerini, sözlü rivayetlerini bilen bir kimse... "Osmanlılar'a yetişmemiştir." diyor. Doğru olan budur; yâni, Osmanlılar'dan önce yaşamıştır.
Ebûbekr-i Vâsıtî'nin, kitabında onun silsilesini de vererek kaydetmiş olması; tarikatının yerleşmiş, şöhret kazanmış, tâ Vâsıt'a --Irak'a-- kadar gitmiş, orada tanınmış olduğunu gösterdiği için, yaşadığı devir hakkında bize karar verme selâhiyetini veriyor.
Bir takım vakıf kayıtları var... Bir takım tekke tomarları vardır, tekkede rulo halinde bulunan kâğıtlar vardır. An'anevî olarak sandık içinde, şeyhten şeyhe intikal eder. Herkes orada kendi adını, kimlere hilâfet verdiğini yazar. Böyle bir şecere aşağıya kadar gelir. Tabii, bunların bir kısmı sonradan yazılmış olabilir ama, kopya olduğu için sonradan yazılmıştır. Aslında bir önemi vardır.
Böyle tomarlardan ve birtakım vakıf kayıtlarından anlaşıldığına göre, Hacı Bektâş-ı Velî'nin umumiyetle kabul edilen tarihi şöyle: 1209'da doğmuş, 1270'lerde vefat etmiş. Yâni hicrî 606-669... Hicrî yıla göre 63 yaşında vefat etmiş oluyor ki, 63 rakamına dikkat edin!.. Bazı evliyâullahın o yaşlarda vefat etmiş olması, hayatlarında da Peygamber Efendimiz'in yaş sünnetine uyma gibi bir şeyi gösterir. Ben bunun gibi 5-6 tane misâl hatırlıyorum.
Biz bu tarihleri doğru kabul edebiliriz. Çünkü, hakîkaten Menâkıbnâme de öyle diyor.
Hacca gittiği kesin; çünkü, hacı diye anılıyor. Ayrıca eserini okuduğunuz zaman, hacla ilgili o kadar güzel bilgiler veriyor ki; hacca giden bir insanın gözünün önünde, hac fiilleri canlanıyor. Haccın ef'âli ve erkânını çok iyi bildiği, bilmeden söylemediği anlaşılıyor. Hacca gittiği muhakkak...
Anadolu'nun Amasya, Kayseri, Sivas gibi şehirlerine gittiği, gezdiği muhakkak...
Hacı Bektaş, Yeniçeriler teşkilâtını kurmuş olamaz; çünkü, Osmanlılar'ı görmedi. Ama Yeniçeriler'i kuran, onlara dua eden mübârek şahıslar, Hacı Bektâş'ın yetiştirdiği kimseler olduğu için, bu isim yanlış olarak söylenmiş olabilir.
Hacı Bektâş-ı Velî'nin tarikat silsilesi hakkında çeşitli kaynaklar var... Velâyetnâme'deki ifadeden ayrı, Şeyh Ahmed Lütfî el-Bursevî'nin Tûmâr-u Selâsil'de verdiği bir silsile var... Selânikî Molla Muhammed ibn-i Osman'ın bir rivâyeti var... Verilen isimler de doğru düzgün okunamamış, kayd edilememiş... Nereden nasıl alındığını ve kıymetini te'yid edemiyoruz.
Yalnız, Hacı Bektâş-ı Velî'nin Ahmed Yesevî ile ilgisi kesin... Bunu bilimsel olarak isbat edebiliyoruz. Ahmed Yesevî de, Abdülhâlik-ı Gücdevânî gibi Yusuf-u Hemedânî Hazretleri'nin halifelerindendir. Şimdi Kazakistan'da türbesi onarılıyor. Çok şahâne bir türbesi var... Nakşî tarikatı büyüklerinden sayılıyor. Bu bakımdan Nakşibendî tarikatı ile akrabalığı var, Bektâşî tarikatının...
Tiryâkul Muhibbîn'de Ahmed-i Yesevî'ye bağlı olduğu söyleniyor. Ama Ahmed-i Yesevî'nin vefat tarihi ile Hacı Bektâş-ı Velî'nin vefat tarihi arasında bir isim eksik... Onu bilemiyoruz. Lokmân-ı Perende deniliyor; onun hakkında da geniş bir bilgi yok...
Ayrıca bunu te'yid eden bir husus var: Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin kaleminden çıkmış Fahrnâme var... Fahrnâme ile --ki, bu neşredildi-- bizim üzerinde çalıştığımız Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'nin Makalâtı, muhtevâ bakımından birbirinin aynı... Orda kırk makamdan bahsediliyor, burda da o kırk makam var... Neden?.. Aynı terbiyeyi almış, aynı bilgiyi, aynı an'aneyi devam ettiriyor. Demek ki, Ahmed-i Yesevî'nin yolundan...
Yunus Emre ile ilgisi var mı, yok mu meselesinde de çok sözler söylenir. Bendeniz Çemberlitaş'ta Yunus Emre ile ilgili bir konferans verdim geçtiğimiz aylarda... Orada belirttim: Yunus Emre ile Hacı Bektâş-ı Velî arasında çok net bir ilişki var, inkâra mecal olamyan bir ilişki var...
Yalnız, iki tane Yunus Emre var... Daha pek çok Yunus Emreler vardır da, bizi ilgilendiren iki tane büyük Yunus Emre var... Bir tanesi Bursalı Yunus... "Şol cennetin ırmakları...", "Canım kurban olsun senin yoluna / Adı güzel, kendi güzel Muhammed!.." gibi, şimdi bestelerini dinlediğimiz ilâhileri yazan Bursalı Yunus var... Bir de daha evvelki yıllarda yaşamış, bundan en az 100-150 yıl önce yaşamış asıl Yunus var...
Bu asıl Yunus'a, Gölpınarlı merhum "Eskişehirlidir." dedi... Karaman'da Tapduk Emre Hazretleri'nin bir kabri var; Karamanlılar "Karamanlı..." dediler... Tarih kitaplarında "Sivrihisarlıdır." deniliyor. Onun için "Eskişehirlidir." diye tutturdular; mümkün değil...
Bu Yunus Emre, evet Sivrihisarlıdır ama, Eskişehir'e bağlı Sivrihisar'dan değil... Bu Niğde'ye bağlı bir Sivrihisar'dır ve Hacıbektaş kasabasına çok yakındır. Gelip, gidip münâsebetleri sürdürebilecek bir mesafededir. Öbür taraftaki Sivrihisar'dan, buğday almak için bu tarafa 300 km yol gidilip gelinmez.
Türkiye'de Sivrihisar birkaç tanedir. Belki başka yerlerde de vardır. İkisi de Kızılırmak suyunun kenarındadır. Kızılırmak yayının içinde olmasından, o Niğde'ye bağlı Sivrihisar'dandır. Bunu çok isabetli ve çok doğru olarak, Albay Refik Soykut isbat etti. Bir de kitap neşretti ama, sanıyorum pek tanınmadı. Tanınmadığı için, edebiyat sahasında da akis bulmadı galiba...
Asıl Yunus oralıdır, o Sivrihisarlıdır ve Hacı Bektâş-ı Velî ile ilgilidir. Gitmiştir, gelmiştir; ona derviş olmuştur, şiirler söylemiştir.
Hacı Bektâş-ı Velî'nin eseriyle fikren mukayese ettiğimizde, çok net alâkaları vardır. Âdetâ bu eski Yunus, şiirlerinde Hacı Bektâş-ı Velî'nin Makalât'ını nazmetmiştir. Aynı konuları işlemiştir. Hattâ ben şunu söyleyeceğim: Hacı Bektâş-ı Velî'nin Makalât'ını okuyup anlamadan, Yunus'u tam olarak anlamak mümkün değildir.
Yunus Emre'yi anlamak kolay değil... İslâm'ı bilecek, tasavvufu bilecek!.. Türkçe'yi bilecek, Farsça'yı bilecek, Arapça'yı bilecek!.. Bir şartım daha var benim, bir de Makalât'ı bilecek!.. Makalât'ı bilmeden Yunus'u doğru bilemezler, bilemediler. Koca bir Yunus Emre yılı geçti, Yunus'u doğru bilemediler. Şerh de edemezler; yâni, şiirlerinin gerçek mânâsını tam anlayamazlar!..
Bu eski Yunus dört kapıdan, kırk makamdan, üçyüzaltmış menzilden bahsediyor... Vücut şehrinden bahsediyor... Tam Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'nin kitabının konularıdır.
"Acaba bu şiirler sonradan mı yazılmış." diye biris itiraz da edemez; çünkü, Yunus Emre'nin Risâle-i Nushiyye'si var... O tamâmen Makalât'la aynıdır. Birisi manzum, birisi mensur... Demek ki, Yunus'la Hacı Bektâş-ı Velî'nin ilgisi var...
--Bundan ne çıkar?..
--Bundan birkaç türlü sonuç çıkar: Yunus neyse, Hacı Bektâş da odur. Hacı Bektâş neyse, Yunus da odur. Mevlânâ neyse, Yunus da odur. Hacı Bektâş neyse Mevlânâ da odur. Hepsi aynı ekolün insanlarıdır. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Farsça yazıyor, aşk konularını Farsça ifade ediyor... Hacı Bektâş-i Velî Hazretleri mensur ifade ediyor... Yunus Emre de Türkçe ifade ediyor. Ama muhtevâ, şiirlerin içeriği aynı...
Hacı Bektâş-ı Velî nasıl bir kimsedir?.. Eflâkî'nin Menâkıbnâmesi'nde geçiyor. Ona güvenemeyiz; çünkü, bazı hilâf-ı hakîkat beyanları içine alan bir kitaptır. Güvenilecek bir eser değildir. Bilimsel olarak itimad edemezsiniz, Eflâkî'nin Menâkıbnâmesi'ndeki her şeye...
Yalnız, orda diyor ki: Hacı Bektâş-ı Velî, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretleri'ne bir halifesini göndermiş. "Git şuna söyle, ortalığı velveleye verdi. Nedir bu gürültü, patırtı?.. Eğer aradığını bulduysa, otursun uslu uslu... Eğer bulamadıysa, bu gürültü patırtı hilâf-ı hakîkat oluyor, gösteriş riya oluyor; yine yapmasın!.." diye...
İşte o halife gitmiş. Mevlânâ Hazretleri'ni aramış, bir medresede görmüş. O kapıdan girerken, Mevlânâ Hazretleri semaa kalkmış. Dönerken, bir taraftan da bir şiir --biz ilâhi diyelim-- söylüyormuş. Diyor ki ilâhisinde:
"--Eğer yârin yok ise, neden taleb etmiyorsun; eğer yarini buldunsa, niçin tarab etmiyorsun?.."
Tarab; zevk, safâ, eğlenmek, neşelenme, düğün, bayram demek... "Yârini bulamadıysan, niye bir yâr aramıyorsun; yârini bulduysan, niye tarab etmiyorsun?.." diyor.
Halife:
"--Haa, ben cevabı aldım!" diyor, geri dönüyor.
Yâni, "Senin bana getirdiğin mesajda, 'Aradığını bulduysa, tamam; yâr ile hemhâl olsun, sessiz sakin bir köşede otursun! Bulamadıysa; gürültü patırtı çıkartmasın, hilâf-ı hakîkat şâşaa, debdebe yapmasın!..' diyor o bana; ama, ben o maksatla yapmıyorum. Aslında bir insan bulamadıysa, aramak için faaliyet gösterecek; bulduysa da tarab için, eğlenmek için bir faaliyet gösterecek." demek istiyor.
Ebû Hanife Hazretleri'nin dilemması gibi... İkilem diyoruz; öyleyse öyle, böyleyse böyle... Ebû Hanife Hazretleri kadı olmayı kabul etmiyor, "Ben kadılığa lâyık değilim!" diyor. Halife "Yalan söylüyorsun!.." deyince, "Eğer yalan söylüyorsam, yalancı kadı olur mu?.. Doğru hüküm çıkartamaz. Demek ki, kadı olamam!.. Doğru söylüyorsam; demek ki, kadılık yapacak durumda değilim." diyor.