• /
  • Kütüphane
  • /
  • Hacı Bektaş-ı Veli
  • /
  • 101 ilâ 120. sayfalar
81 ilâ 100. sayfalar

Bir de benzetmesi var... İnsan çok muhterem bir varlıktır demek istiyor. Hazret-i Ali'den gelir bu söz... "İnsan küçük alemdir." diyor. "Her bir insan bir alemdir, bir kâinattır. Senin vücudun, bedenin bir kâinattır. Dış alemde ne varsa, o da vardır. İşte dışarda şunlar, şunlar var; senin vücudunda bu var... Bu var... Bu var..." filân diyor. Meselâ, "Yeryüzünde Kâbe var, senin de içinde kalbin var. O da Kâbe gibidir." diyor.

Bu benzetmenin nerden başladığını biraz araştırdım. Tâ, Muhiddin ibnil Arabî Hazretleri'nin eserlerinde görüyoruz bu benzetmeyi... O şeyleri aynen almış.

İnsanın çok muhterem bir varlık olduğunu, kalbinin çok önemli olduğunu, kimsenin kırılmaması, üzülmemesi gerektiğini, toprak kadar mütevazi olmak gerektiğini, yetmişiki millete hor bakmamak gerektiğini güzel ifadelerle anlatıyor.

Bizim bu Makalât'tan faydalanarak Kültür Bakanlığı bir kitap hazırladı; Makalât'ı vulgarize etti, halkın anlayacağı şekle getirdi. Birisi çıktı Makalât'ın fikirlerini sizin anlayacağınız bir dille neşretti. Bilmiyorum piyasada mevcudu var mı?..

101

Sadeleştirdi güyâ ama, Makalâtı bilmek için çok şeyler lâzım, kolay değil... Arapça bilmek lâzım, Farsça bilmek lâzım, Osmanlıca bilmek lâzım... İslâm dinini bilmek lâzım, hadis-i şerifleri bilmek lâzım... Ve tasavvufu çok iyi bilmek lâzım!.. Bir kelimeyi yanlış kullanırsanız, çok yanlış noktalara gidebilir. Oralardan okuyabilirsiniz Hacı Bektâş-ı Velî'nin fikirlerini...

Özetlemek gerekirse, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî'nin çağdaşı olan, Horasan'dan gelmiş, Nişâpur'lu, Peygamber Efendimiz'in sülâlesinden bir seyyid olması kuvvetle muhtemel olan --ben onu kabul ediyorum-- bir sâde, gösterişsiz, mütevâzi, mübârek zâttır Hacı Bektâş-ı Velî... Sizin İslâm ve din anlayışınız, Kur'an ve sünnet anlayışınız gibi, bizim anlayışımız gibi anlayışa yakın görüşleri olan ve ahlâka çok büyük önem veren ama, ibadetleri hor görmeyen, ibadetleri küçümsemeyen, ibadetleri ihmal etmeyen bir gerçek mübârek zâttır. Hakîkaten velî lakabı isabetle verilmiştir kendisine; Hacı Bektâş-ı Velî'dir.

Tabii o öyleyken ondan sonra bu uygulamalar niye onun ana zihniyetinden farklıdır?.. Çünkü Bektâşî tarikatının asıl kurucusu Hacı Bektâş-ı Velî değildir de, Balım Sultan'dan sonra gelişen başka zihniyette insanların katkılarıyla oluşan bir tarikattır. Umumiyetle böyle dinî bilgileri kuvvetli olmayan kimseler oldukları için, işin gerçeğini dinde ve Kur'an-ı Kerim'de olduğu şekilde anlayamayıp, an'anevî olarak işi götürdükleri için, bizim bugün garipsediğimiz bazı şeyler olabilir.

102

Soru:

Peygamberimiz'in devrinde şeriatla tasavvuf bir arada yürütülüyordu. Tasavvufla siyaset iç içeydi. Bizde ise ehl-i tarik dünyadan soyutlanmayı hedef almıştır. Bu konuda görüşleriniz nelerdir?

"Peygamberimiz'in devrinde şeriatla tasavvuf bir arada yürütülüyordu." Doğru, katılıyorum. Tasavvufla siyaset iç içeydi. Yâni dinle siyaset, her şey beraberdi. "Günümüzde ise ehl-i tarik, dünyadan soyutlanmayı hedef almıştır. Tasavvuf erbabı dünyadan el etek çekmiştir, soyutlanmıştır." diyor; hiç öyle bir şey yoktur. Bu söz doğru değildir, bu görüntü doğru değildir. İslâm tasavvufunda bu yoktur.

Dünyadan soyutlanmak İslâm'dan önceki Hristiyan tasavvufunda, yahudilikte vardır. Ruhbanlıktır bu... Yâni, dünyadan soyutlanmak, bir kenara çekilmek, ibadetle meşgul olmak, mağarada yaşamak, dağın başında yaşamak, dağa keşiş dağı adını vermek... vs. Bu hristiyanlıktadır. İslâmlıkta yoktur; çünkü, İslâm ve Kur'an-ı Kerim ruhbanlığı yasaklamıştır. Ayet-i kerime vardır hakkında...

Peygamber Efendimiz hadis-i şerifte:

103

(Lâ rahbâniyyete fil islâm.) "İslâm'da ruhbanlık yoktur."demiştir.

Onun için, böyle dünyayı terketmiş bir İslâm mutasavvıfı yoktur! İddialı söylüyorum. Mutasavvıfların hepsi dünya ile ilgilenmişlerdir; ama, dinî bir vazife olarak ilgilenmişlerdir. Dünyaya değer verdikleri için değil, dünyalık için değil...

Dünyevî şeylerle meşgul olmuşlardır. Hayır hasenat yapmışlardır. Mutfak çalıştırmışlardır, kazanlarla yemek pişirmişlerdir. fukaraya kendi elleriyle dağıtmışlardır.

Savaş olduğu zaman davullarla, bayraklarla şeyhlerinin arkasından cihada gitmişlerdir. Her türlü aksiyonun içinde capcanlı, dipdiri çalışmışlardır. Düşman geldiği zaman, en çok onlar mücadele etmiştir. Kafkasya'da Şeyh Şâmil meşhurdur. Orta Asya'daki tasavvufî tarikatların Rus emperyalizmine karşı nasıl direndiğini, Rus araştırmacılar kitaplar halinde yazıyorlar. Çevrilmiştir Türkçe'ye...

Bugün Bosna-Hersek'te çarpışan kimselerin çoğu tasavvuf erbabıdır, tarikat erbabıdır. Kazeruniyye tarikatı vardır; bayraklarıyla savaşa gitmişlerdir.

104

Meselâ, Haçova Meydan Muharebesi'ne Semseddin-i Sivasî Hazretleri dervişleriyle beraber iştirak etmiştir. Savaşın kazanılmasında büyük payı vardır; tarih kitapları yazıyor. Padişah atına binmiş, gitmek isterken, atının üzengisini tutmuşlar, demişlerdir ki: "Gidemezsin padişahım! Merak etme, biraz sonra zafer olacak; şimdi hezimet gibi görünen şey dönecek, korkma!" demişlerdir ve zafer öyle kazanılmıştır. Yâni, dünyadan soyutlanma yoktur.

Ama şöyle bir durum vardır: Eğitim için bir müddet bir yere çekilmek vardır; buna halvet derler. Erbaîn derler, kırk gün sürdüğü için... Bu da Kur'an-ı kerim'den alınmadır. Hadis-i şeriflerde vardır. Eğitim için kırk gün bir tarafa çekilecek.

Siz dört yıl burda öğrencilik yapıyorsunuz, babanızın kesesinden yiyorsunuz; sizi kimse suçluyor mu, çalışmıyorsunuz diye?.. Siz beleşçimisiniz, soyutlanmış mısınız?.. Hayır... Siz ilerdeki mesleğinizi hazırlıyorsunuz şu anda... Müsaade edin de kırk gün bir dinî eğitim yapsın bu adamcağız... Girsin hücrenin işine, çalışsın.

105

İbrahim ibn-i Edhem Hazretleri gündüz çalışırmış; akşam kazandığını getirir arkadaşlarına yedirirmiş.

Abdullah İbni Mübârek Hazretleri bir sene hac yaparmış, bir sene ticaret yaparmış, bir sene cihada gidermiş. Yok öyle pasiflik...

Halen bugün de öyle... Ben şahsen bir mutasavvıfım; gece uyku uyumuyorum, feleğimi şaşırıyorum, namaza zor kalkıyorum. Dört gün felanca yerde eğitim, beş gün falanca yerde bilmem ne... İflahımız kesiliyor. "Hangi arkadaşımızın davetine icabet edeceğiz, hangi faaliyeti yapacağız diye, zaman yetiştiremiyoruz yâni...

Hristiyanlıkta vardır öyle bir kenara çekilme, müslümanlıkta yoktur. Müslümanlıkta başka insanlara faydalı olmak, en önemli şeydir. Tasavvufta da böyledir. Kuşların kanatlarını sarmışlardır. Uyuz kedilere, köpeklere merhamet edip, merhem sürüp bakmışlardır. Hayvanlara hizmet etmişlerdir, insanlara hizmet etmişlerdir. Ondan sonra, Allah'ın rızasını kazanmışlardır. Çalışmaları hep böyledir. Hiç boş durmamışlardır. kendi elinin emeğini yemişlerdir.

İki sene önce Bahâadin-i Nakşıbend Hazretleri'nin Buhara yakınında Kasr-ı Arifan'daki makamını ziyarete gittik. Orda hocaefendi ile konuştuk. Diyor ki, "Bizim Nakşî tarikatında büyüklerimizin prensibi, herkes bir meslek sahibi olacak, kendi elinin emeğini yiyecek; başkasına faydası olacak, başkasına yük olmayacak!"

106

Tasavvufun güzel tariflerinden birisi vardır, yazın:

Tasavvuf yâr olup bâr olmamaktır,
Gül-i güzâr olup hâr olmamaktır.

Bâr, yük demek... Bâr-ı girân, ağır yük demek... Bârgir, yük taşıyan demek... Beygir olmuş zamanla; yük taşıyan at demek...

Tasavvuf dost olmaktır ama, kimseye yük olmamaktır. Bilakis herkese iyilik yapmaktır. Gül-i gülzâr olup, gül bahçesinin gülü olup, hâr olmamaktır, diken olmamaktır.

Bir insan eğer çalışmadan bir köşede durursa, vebal altındadır. Başkasının sırtından geçinirse, vebal altındadır. Dinî görevlerini yapmazsa, vebal altındadır.

Hacı Bektâş-ı Velî yazıyor: "Cihad da vazifelerin arasındadır, onu yapmazsa olmaz!" diyor.

Emr-i ma'ruf nehy-i münker farzdır müslümana... Mutasavvıf da iyi bir derviş olduğuna göre, emr-i ma'ruf nehy-i münker de yapacak; sağa sola hakkı söyleyecek, hakkı tavsiyede bulunacak.

Cihad farzdır, malıyla canıyla çarpışacak. Kesb ü ticaret helâldir, sevabdır.

Ahmed-i Yesevî Hazretleri ne yapardı, mesleği neydi?.. Kaşık yontardı. Tahtaları alırdı, kaşık yontardı, sepete koyardı. Kendisi çarşıya gitmeğe tenezzül etmezdi. Eşeğini yollardı çarşıya...

107

Eşek de, o zâtın eşeği; uzun kulaklı ama sıradan eşek değil... Çarşıya giderdi. Herkes elini sepetin içine daldırıp, beğendiği kaşığı alırdı, parayı oraya koyardı. Parayı vermezse, eşek o adamın yanından ayrılmazmış. Belki de anırıyordu, ısırıyordu...

Soyutlanma yok muhterem kardeşlerim! Bu bir müdafaa da değil... Gerçekleri inceleyin, tarihten misaller de böyledir. Fiilen çalışan, iş yapan, başka insanlara faydalı olan insanların inceleyin kim olduğunu... Hepsinin, her taşın altından tasavvuf çıkar.

Eğer has müslümana, çalışkan müslümana bakarsanız, göreceksiniz ki, tasavvuf erbabı... Kimi tembel gördüyseniz, bakın ki tasavvuftan nasibi yoktur da ondandır.

Soru:

Düzene karşı alternatifiniz nedir?

Düzene karşı alternatifimiz düzgün düzendir. Her şeyin hakkaniyetle, adaletle olmasıdır. İstismarın, sömürmenin, aldatmanın, haksız kazancın olmamasıdır. Hayalî ihracatın olmamasıdır. Fâizin olmamasıdır. Durduğu yerden sermâyedarın daha fazla para sahibi olması yerine, menfaatin yaygınlaşmasıdır. Çalışanın hakkını almasıdır.

108

Ahlâkın yerleşmesidir. Ahlâksızlığın olmamasıdır. Ceyar gibi heriflerin televizyon oyunlarında çıkıp da milletin ahlâkını bozacak misal olarak arz-ı endâm etmemesidir.

Her şeyin Allah'ın emrine uygun olmasıdır. Kulların Allah'a asi olmamasıdır. Siz herhangi bir kimseye muhalefet edersiniz ama, kâinâtın yaratıcısına nasıl muhalefet edersiniz?.. Nasıl karşı çıkarsınız?.. Nasıl asi olursunuz?.. Mümkün mü?..

Bacılarımızın başörtüsüne karışılmamasıdır. Erkeklerin sakalına karışılmamasıdır. Hürriyetin lafta değil, özde olmasıdır; kalde değil halde olmasıdır.

Alternatifimiz budur, alternatifimiz tasavvuftur.

Soru:

İslâm devleti kurmak için mâneviyat haricinde ne gibi faaliyetleriniz var?

Bizim en büyük, en kuvvetli silâhımız kültürdür. Biz onun için sakalımızla, karşınızda kültürel bir konferans vermek için varız.

Bizin en büyük silâhımız sevgidir. Biz biliyoruz ki, bir komünist konuştuğunuz zaman gerçekleri anlayabiliyor. Bir Alman anlayabiliyor, bir İngiliz anlayabiliyor. Bir caz şarkıcısı iyi bir müslüman olabiliyor.

109

Biz insanların potansiyeli içinde imanın bir çekirdeği olduğunu biliyoruz, onu sulayıp yeşertmeğe çalışıyoruz. Ve başarılı oluyoruz. Dünyanın her yerinde misâlimiz var...

Bizim bu silâhımız çok korkunç olduğu için, Amerika bile karşımızda tirtir titriyor. Avrupa'nın ödü patlıyor. Sırp onun için katliamını yapıyor. Ermeni onun için Azerbaycan'a saldırıyor. "Bu İslâm ne biçim inanç ki, her tarafa yayılıyor, herkes müslüman oluyor." diyor. Ne yapacak?.. Çare, kesmek...

Ama kesilmekle bitmeyiz, kırılmakla tükenmeyiz elhamdü lillâh... Allah'ın yaktığı nuru kimse söndüremez; söndüremeyecek!..

Soru:

Siyasete atılmayı düşünüyor musunuz?

Siyasetin ta içindeyiz, ta önündeyiz. Bütün siyasilerle ilgimiz, irtibatımız vardır. Hepsiyle hakkı söylemek ahdimiz vardır. Allah'a sözümüz vardır ki,

(Efdalül cihâdi kelimetü hakkın inde sultânin câir.) "Cihadın en üstünü, zâlim bir kimsenin karşısında hak sözü söylemektir." diye düşünüyoruz. Onu herkese söyleriz. Siyasetimiz budur.

Soru:

Hacı Bektâş-ı Velî'yi isnad edilen diğer eserleri yalanlıyorsunuz; Makalât'ın ona ait olduğunu nasıl isbat edeceksiniz?

110

Yalanlamıyorum, kimseyi yalanlamak istemem. Ben doçentlik tezim olan Makalât'ın çalışmasını yaparken, beş sene Türkiye'nin her yerindeki yazma eser kütüphanelerinde araştırma yaptım. Bir çok kimsenin bulmadığı şeyi buldum. Benim doçentlik deneme dersinde, en önde oturan cübbeli profesörler, sıra altından not alıyorlardı. Çünkü, benim malzemem başka kitaplarda yoktu. Kendi çalışmamın mahsulüydü.

Ben delilsiz hiç bir şey söylememeğe çalıştım. Bir hakim gibi kim haklı diye düşündüm, kararımı ona göre verdim. Sübjektif karar vermemeğe, belgeleri konuşturmağa gayret ettim.

Makalât'ın ona ait olduğuna dair deliller burada vardır, malzememiz de vardır; ama, zamanımız yoktur.

Soru:

Süleyman Uludağ'ın Marifet Yayınları arasında çıkan "Tasavvuf Terimleri Sözlüğü" hakkındaki mülâhazalarınız nelerdir?

Görmedim. Alayım, inceleyeyim inşallah... Ama, liseden beri bildiğim bir şey var: Tasavvuf hakkında söz söyleyen o edebiyatlar, o edebiyat kitaplarındaki laflar, vahdet-i vücudu anlatımlar, ve sâireler mide bulandırıcıdır, iğrençdir. Bilmeyen insan konuya girmesin!.. Çok yalan yanlış şeyler söylüyorlar, çok abuk sabuk şeyler söylüyorlar. İnsan bilince çok üzülüyor. Bir şeyi tatmayan anlatamaz bilemez. O işin içinde olan bir insan yaşamalı ki, o işleri görmüş geçirmiş olmalı ki, söyleyebilsin...

111

Soru:

Yunus Emre'nin okuma yazma bildiğini söylediniz. Ama, o bazı beyitlerinde, "Ne elif okudum, ne cim!" gibi ifadeler kullanmış.

O şahısların buna benzer ifadeleri vardır da, yalnız başka ifadeleri de vardır. Başka ifadelerinde elifi de cimi de çok iyi bildiği vardır. Belki ordaki eliften cimden maksadı başkadır.

Sonra bir de şöyle derler meselâ bu mübârekler: "Hiç Allah'a güzel kulluk edemedim. Çok günahkârım, pür hatayım. Dün gece çok fena idi durumum... Ne olacak halim?. Sermayesiz, eli boş, yüzü kara kulunum yâ Rabbi!" filân der. Yapamadığı, o gece teheccüd namazına kalkamamıştır. Yanıp yakıldığı budur.

Onlar, olduklarından çok daha aşağıda, bizim onları değerlendirmelerimizden çok daha aşağı seviyelerde görürler kendilerini...

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nin bir sözü var; hayretler içinde kaldım. "Kendimi herkesten aşağıda görüyorum. Çok fenâyım ben..." diyor, Mektûbât'ında var... "Hattâ, kendimi frenk kâfirlerinden bile aşağı görüyorum." diyor. Mü'min kâfirden aşağı olur mu?.. Neden?.. Sebebi var mutlaka, böyle söylemesinin...

112

Ne olabilir?.. Ben düşünüyorum ki, belki diyor ki, "Şu frenk kâfirleri kalkmışlar, Hindistan'a gelmişler. Uğraşıyorlar, misyonerlik faaliyetleri yapıyorlar. Müslümanları hristiyan yapmağa çalışıyorlar. Batıl bir yolda ne kadar büyük bir azimle, gayretle çalışıyorlar.... Nasıl paraları ortaya döküyorlar... Nasıl misyoner memleketinden kalkıp Afrika'ya giderken vali uğurluyor, başkan uğurluyor, elini öpüyor... vs. Nasıl böyle bir gayret içindeler. Biz hak yoldayız, niye böyle gayret içinde değiliz. Onlardan aşağı bir durumdayız. Böyle düşünmüş olabilir.

Sözü iyi yorumlamak lâzım, sözün arkasında yatan mânânın ne olduğunu iyi anlamak lâzım!.. Bir sözle değil de, bütünüyle...

Bazan bir olayda fikirler karşı karşıya gelir. Birisi kapı kapalıdır der, birisi açıktır der. Yâni birbirleriyle uyum sağlaması mümkün olan haberler gelirse, onları uydurursunuz birbirine; te'lifü muhtelifül hadis dedikleri gibi... Kolay... Bazan rivayetler çatışır birbiriyle... O zaman ilim adamı çok daha büyük zorluk çeker; haklıyı haksızdan ayırmak konusunda...

Hakim katili alır karşısına... Katil der ki: "Ben öldürmedim! Vallahi ben mâsumum!" der. Der ama, hakim onu inceler, mahkûm eder. Bilimsel çalışma da böyledir.

Hepinize sevgiler...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!..

27. 4. 1993 - Marmara Üniversitesi

113