21 ilâ 40. sayfalar

O da demiş ki:
"--Ama sen her zaman eskiden İslâm'a karşıydın, inkâr ediyordun!"
"--Şimdiye kadar öyleydi ama, Allah'a yemin ederim ki, bu geceden önce bu Mescid-i Haram'da, bu Kâbe'nin çevresinde Allah'a bu şekilde hakkıyla, samîmiyetle kulluk ve ibadet edildiğini hiç görmedim. Şu samîmiyete bak!.." demiş. Duygulanmış yâni.

Halbuki başka ordular gelse, bir şehri zabt etselerdi neler olurdu, bir düşünün!.. Olmuşlarla bir mukayese edin!.. Mübarekler aşk ile, şevk ile sabaha kadar Kâbe'yi tavaf ediyorlar. Aşk ile, şevk ile ibadet ediyorlar. Hayran kalıyor, "Ben de gideceğim, Muhammed'e bağlanacağım!" diyor. Gidiyor, bağlanıyor.

Ebû Süfyan da bağlanıyor sonra, o da müslüman oluyor. Geç oldular; neler neler yaptılar, ondan sonra müslüman oldular.

Fatih Sultan Muhammed Han Hazretleri de, İstanbul'u fethedince ne yaptı?.. İçeri girince secde-i şükre kapandı.

"--Yâ Rabbi! Bana Peygamber Efendimiz'in müjdelediği, medhettiği komutan, emir, subaşı olmayı nasib ettin." diye, atından indi secdeye kapandı, toprağa secde etti.

41

Secde kulun Allah'a en mütevazi, en güzel tavrıdır. Sonra Ayasofya'ya gitti. Ayasofya'da toplanan ahaliye konuşma yaptı:

"--Müsterih olun, evlerinize gidin, size bir zarar olmayacak!" dedi.

Zühdü Hoca cuma hutbesinde de okudu, ne kadar güzel. İşte fatihlerin ahlâkları, zihniyetleri böyle...

j. Sa'd ibn-i Ebî Vakkas ve İran Ordusu

Sa'd ibn-i Ebî Vakkas RA, Aşere-i Mübeşşere'den bir mübarek zât... Ne demek Aşere-i Mübeşşere?.. Peygamber Efendimiz'in daha sağlığında, "Sen de cennetliklerden birisin!" diye açıkça yüzüne karşı, başkalarına karşı söylediği, müjdelediği mübarek kimseler.

Camilerde böyle isimleri yazılıyor: Ebûbekir, Ömer, Osman, Ali, Sa'd, Saîd, Talha, Zübeyr... İşte Aşere-i Mübeşşere onlar, cennetle müjdelenmiş on kişi var böyle. Cennetlik olduğunu hal-i hayatında duymuş mübarekler. Ne güzel...

Hiç kimse bilemez yarın ne olacağını. Onun için Süleyman Çelebi ne diyor:

Yâ ilâhî, saklagıl imanımız;
Verelim imân ile tâ cânımız!

42

"Koru imanımızı yâ Rabbi!" diyor, o mübarek zât, o Süleyman Çelebi; korkuyor. Korkacak ve korumağa dikkat edecek. Ne olacağı belli olmaz.

Sa'd ibn-i Vakkas'a İran komutanı Rüstem sormuş:

"--Yâhu niye saldırıyorsunuz bize, niye savaş oluyor?" demiş.

Bu Rüstem, Zaloğlu Rüstem değildir. Zaloğlu Rüstem, efsanevî bir şahıs, çok eskilerde yaşamış. İşte o çok meşhur olduğundan bunun da babası, o efsânevî şahıs gibi olsun diye, buna da Rüstem adını vermiş. Zaloğlu Rüstem eski İran efsanevî pehlivanlarından biriymiş. Boyu şu kadarmış, eni şu kadarmış, bir oturuşta kaç tane kuzu yermiş... Böyle efsânevî bir kişi.

Bu Rüstem, İslâm ordularının karşısındaki Sâsânî ordusunun başkomutanı. Anlayamıyor. Bakıyor ki, kılık kıyafetleri perişan fukaracıkların. Kumaş yok, süs yok, zînet yok, perişan... Ama Allah yolunda savaşıyorlar, kalbleri pırlanta gibi, içleri güzel... Sayıları da çok değil. Şaşırıyor:
"--Bunlar herhalde bizim gücümüzü, kuvvetimizi bilmiyorlar. Nasıl böyle saldırabilirler?" diyor.

43

Meselâ ben şimdi kalksam, çok büyük bir devlete savaş ilan etsem, "Seni alaşağı edeceğim, sana harb ilân ediyorum!" desem; gülerler değil mi bana?.. Veyahut bu salondaki hepimiz birden meydan okusak; gülerler. "Neyin var? Topun mu var, tüfeğin mi var, zırhlın mı var, uçağın mı var, bomban mmı var?.. Nedir bu?" derler.

O da şaşırmış. Kocaman Sâsânî İmparatorluğu'nun ordusu, burda da birkaç bin mücahid... Allah Allah!..

"--Niye böyle cesaret edip de saldırıyorsunuz?" demiş.

O Aşere-i Mübeşşere'den o zât diyor ki, --zamanım çok olsaydı, bunların Arapçalarını bulup, oturaklı tercemelerini yapmak isterdim; o imkânlarım olmadığından sadece naklediyorum:

"--Bizim arzumuz dünya değil, biz ahireti istiyoruz. Bizim dinimiz hak dindir. Ondan yüz çeviren hiç kimse yoktur ki, zillete uğramasın; ona bağlanan hiç kimse yoktur ki, izzete kavuşmasın!.. Gayemiz insanları kulların zulmünden kurtarmak, kulu kula kulluk etmekten kurtarıp, Allah'a kul ettirmektir." demiş.

44

k. Osmanlılarda Fetih Ruhu

Hani fetih ruhu nedir diyoruz ya, işte bu zihniyet; yâni Allah'ın emrini yerleştirmek... Onun bir adı da nedir: i'lâ-yı kelimetullàh... İ'lâ ne demek, a'lâ etmek, yükseltmek demek. Allah'ın sözünü yüceltmek, buyruğunu saygınlaştırmak, tutulur hale getirmek demek. Bunun için çalışmışlar. İşte cihadın ruhu budur.

Osman Gazi oğlu Orhan'a demiş ki:

"--Oğlum, kuru mücadele, kavga, çatışma ile cihangirlik; bu bize yakışmaz. Yâni, ben en kuvvetli imparator olayım, ben en çok mülke sahip olayım; bu bize yakışmaz. Bizim asıl maksadımız, Allah ve İslâm yolunda cihad etmektir."

Yâni toprak, hükümdarlık filân istemiyor. Zâten Osmanlı hükümdarlarının şöyle ilk devresini okuyunca insan, ağlıyor, gözleri yaşarıyor. Öyle mübarek insanlar ki, öyle samîmî insanlar ki, mal mülk dâvâsında değiller. Kazançlarını hayrâta sarfetmişler. Orhan Gazi imârethânede kendi eliyle fukaraya aş dağıtmış İznik'te... Mütevâzi, halkın içinde, halkla beraber, halkın derdiyle dertlenen, onlara iyilik yapan, müesseseler kuran insanlar.

45

Yâni biz burda konuşma yapmak için şu salonu tutmuşuz. Kendi salonumuz olsa, orda konuşurduk. Bir salonun olması bile bir mazhariyettir, bir varlıktır.

Bir ülkeyi alıyorsun, hiç bir şey yok... Camiler yapılmış, medreseler yapılmış, aşhàneler yapılmış, hastaneler yapılmış, her şey yapılmış. Ondan sonra da o binaların hepsi bize verilmiş, vakfedilmiş. Şu hizmette kullanılsın diye, adam kendi malını bize vermiş. Çok büyük hizmet, çok büyük fedâkârlık... "Sen yaptın mı?" diye düşün, anlarsın.

Sen paracıklarından ne kadarını ayırdın, ne yaptın bakalım?..

Meşhur bir şiir var: "İmtisâl-i câhid-ü fillâh oluptur niyyetim. / Dîn-i İslâm'ın mücerred gayretidir gayretim." diye başlıyor. "Ey Muhammed, mu'cizât-ı Ahmed ü Muhtar ile, / Umaram gàlib ola, a'dâ-yı dîne devletim." diye bitiyor. Beş beyitlik bir şiir.

Sultanlardan Muhammed isminde birisi yazmış ama, hangi Muhammed yazmış?.. Benim incelemelerime göre, okumalarıma göre, bu Fatih Sultan Muhammed değil, Avcı Mehmed denilen IV. Mehmed yazmış bu şiiri ama, mantık aynı, zihniyet, cihad ruhu aynı. Diyor ki:

46

İmtisâl-i câhidû fillâh oluptur niyyetim.
Dîn-i İslâm'ın mücerred gayretidir gayretim.

"Câhidû fillâh emrini tutmaktır niyyetim. Kur'an'da Allah, 'Allah yolunda cihad edin!' dedi ya, niyetim onu tutmaktır." diyor. "Benim yaptığım çalışmalarda bütün bu telâşım, İslâm içindir." diyor.

Fazl-u Hakk u himmet-i cünd-i ricâlullah ile,
Ehl-i küfrü serteser kahreylemektir niyyetim.

İki şey söylüyor: "Bir, Cenâb-ı Hakk'ın fazl ü keremiyle; iki, evliyâullah olan askerler sayesinde... Allah'ın fazlıyla ve Allah eri erenlerin himmetiyle, ehl-i küfrü kahreylemek istiyorum. Küfrü kaldıracağım, imanı hakim kılacağım." diyor.

Enbiyâ vü evliyâya istinâdım var benim,
Lütf-u Hak'tandır hemen ümmîd-i feth u nusratım.

"Ben peygamberlerin hizmetindeyim, onlara dayanmışım; evliyâların yolundayım, onlara dayanmışım. Zaferi Allah'ın lütfu nasib edecek, biliyorum onu!" diyor.

Evet, Allah nasib ederse, zafer olur; nasib etmezse büyük ordular küçük ordular karşısında yenilir. Çok güzel anlamış İslâm'ı...

47

Nefs ü mâl ile nola kılsam cihanda ictihad,
Hamdü lillâh, var gazâya sad hezâran rağbetim!

"Malımla, canımla cihad etsem ne iyi olur, ne güzel olur. Allah'a hamd olsun ki, içimde yüzbinlerce arzu var cihad etmeye..." diyor.

Şu hale bak, şu mübareklerin sözlerine bak!.. Mübarek sözlere bak!...

Ey Muhammed, mu'cizât-ı Ahmed ü Muhtar ile,
Umaram gàlib ola, a'dâ-yı dîne devletim.

"Ahmed ü Muhtar Peygamber Efendimiz'in müjdeleri sayesinde, ümid ederim ki, din düşmanlarına benim devletim gàlip gelir."

İşte cihad ruhunu özetlemiş şiir. Bunu Dördüncü Mehmed, Avcı Mehmed yazmış. Çünkü Fatih şiirde Avnî mahlâsını kullanırdı. Şiirleri var; Farsça şiir divanı var, Türkçe şiir divanı var... Ömrü cihadla geçmiş ama, bütün şirleri aşk ve sevgi üzerine...

Gençken, 18 yaşında evlenmiş... 12 yaşında tahta geçmiş. Ondan sonra düşmanlar çok saldırıp karışıklıklar çoğalınca, babası tekrar yardıma geliyor. Babası ölünce 19 yaşında yine taht kendisine kalıyor.

Bu yaşlarda bizim çocuklarımız neyler, ne yapar?.. 12 yaşında, 15 yaşında, 17 yaşında, 19 yaşında... Bir bizim çocukları düşünün, bir de onu düşünün!

48

Onun için, Arif Nihad Asya'ya Allah rahmet eylesin... Çok iyi ahbaplığımız oldu. Derviş insandı, Mevlevî dervişi idi. Çok güzel şiir yazmış. Diyor ki:

Sen niye bilmem hâlâ oyunda oynaştasın;
Fâtih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın!

Yâni oyunla, oynaşla ömrü hebâ ediyoruz, hebâ ettiriyorlar. Sörf, rüzgâr sörfü, dalga sörfü, yüzme, koşma, oyun... Benim amcam, "Ülen, böyle boş yere ırgat gibi koşacağına, bir fakirin tarlasını çapalasa da sevap kazansa ya!" diyor. Öyle boş yere emek harcamak amcamın aklına girmiyor.

Fatih koşturmuş ama, ülkeden ülkeye koşturmuş. Kaç tane ülke almış. Koşturma başka türlü olacak, cihad ruhuyla olacak, Allah yolunda olacak!

Süleyman Gazi... Süleyman Gazi kim?.. Çok Süleyman gaziler vardır da, bu Süleyman Gazi Orhan Gazi'nin oğlu. Gelibolu'ya geçmiş. Çanakkale Boğazı'ndan Trakya'ya geçiyorlar. İstanbul Boğazı, ortada Kostantinopolis olduğu için geçiş kolay değil; Çanakkale Boğazını geçiyorlar. Bak, o Süleyman Gazi mübârek ne demiş!

49

Çanakkale Boğazını geçince, gaza arkadaşlarına sordu:

"--Buraya niçin geldiğinizi biliyor musunuz?.."

Boğazı geçtiler sallarla... Çanakkale Boğazı İstanbul Boğazı'ndan çok daha geniştir, esintilidir, rüzgârlıdır, geçiş zordur ama, bir çaresini bulmuşlar, sallarla geçmişler.

Biz ilkokulda iken Boğaziçinde bir Boğaziçi Lisesi vardı, ahşap; onun duvarına meşhur bir ressam, Süleyman Gazi'nin, mücahidlerin sallarla Rumeliye geçişini resmetmiş; çok güzel bir levha vardı. Şimdi ne oldu bilmiyorum.

"--Buraya neden geldiğimizi biliyor musunuz?" diye sormuş gazâ arkadaşlarına.

"--Bilmiyoruz, hayır!" demişler. Belki ne görevle geldiğimizi soruyor filân diye düşündüler.

"--Biz buraya mal mülk edinmek, servet ve şöhret sahibi olmak için gelmedik. Gayemiz i'lâ-yı kelimetullahtan başka bir şey değildir." demiş.

İ'lâ-yı kelimetullah ne demekti?.. Allah'ın sözü hakim olsun diye, onu yüceltmek için demek.

Yavuz vefat edeceği zaman... Sırtından çıban çıkmış, cerahatı gitsin filân diye sıkmışlar. Kan çıbanı gibi görünüyormuş ama, kan çıbanı değilmiş, kansermiş. İyi olmamış sırtındaki çıban, ölümüne sebep olmuş.

50

Tabii gittikçe fenâlaşıyormuş. Yanındaki yakınları, dâimâ sohbetinde bulunan kimselerden Hasan-ı Can diye birisi varmış.

"--Sultânım şimdi Allah'la beraber olmak vaktidir. Yâni kelime-i şehâdet getir, ölmek üzeresin, Allah'la beraber olmak zamanıdır." demiş.

Yavuz Selim'den hiç tahmin etmiyordum, cevaba bak; diyor ki... Şöyle bir ters ters bakmış bunu söyleyen:

"--Ya sen bizi kiminle beraber bilirdin?" demiş.

Yâni, "Zâten Allah'la idik, zâten onu zikrediyorduk mânâsına, hatırlatmaya lüzum yok!" demek istiyor.

Yaman adamlar, yavuz adamlar; biliyorlar işi...

Kosova'da düşmanlarla karşılaşmak kesinleşti. I. Kosova Savaşı, 1389. Savaş olacak. Ordusu az, çok az; karşı taraf çok kuvvetli... I. Murad dua etti, dedi ki:

"--Yâ Rabbi, benim ordum az, karşı taraf çok kuvvetli!... Eğer biz burada yenilirsek, bu diyarlardan bizim kökümüz silinir; artık buralarda bir daha sana ibadet edilmez, senin adın anılmaz yâ Rabbi!.. Beni mahcub etme, beni mağlub düşürme yâ Rabbi! Ordum gàlip olsun, ben şehid olayım yâ Rabbi!.. Yaşamak değil gàyem, ama müslümanlık burdan silinmesin!.. Buralardan senin adın silunmesin, ezanlar bir daha okunmaz duruma gelmesin!" dedi.

51

Mehmed Akif boşuna demiyor:

Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli,
Ebedî yurdumun üstünde benim, inlemeli!

Oralardan İslâm dini silinip geri gitmesin diye dua etmiş, şehid olmayı istemiş. Bunu nazmen Solakzâde tarihinde şiir haline getirmiş tarihçi. Diyor ki:

Râh-ı din içre ben fedâ olayım,
Siper-i asker-i hüdâ olayım!
Din yolunda beni şehid eyle,
Ahirette beni saîd eyle!..

"Din yolunda fî sebîlillah ben fedâ olayım! Hidayet yolunun askerlerinin paravanı ben olayım! Gelecek bana gelsin, onlara gelmesin. Din yolunda ben şehid olayım!" diyor. Hükümdar bu...

--Osmanlı hükümdarları ne yapar?..

--Haremleri varmış hocam, kaç tane cariye varmış, çengi çalgı varmış...

Öyle değil işte bak!.. Hiç olmazsa bir zamanlar öyle değil, belki hiç öyle değil... Belki başka hükümdarların öyledir de, Avrupalıların, kralların, bilmem nelerin...

Ben İran'a gittim de, Tahran'da bize İranlı hükümdarların saraylarını gezdirdiler. Niyâveran Sarayı mıydı, neydi, bir saraya götürdüler, bahçesinde öyle büyük havuzlar var ki!.. O kadar su, o kadar havuzlar, buralarda hiçbir yerde yok... Böyle su bir yerden bir yere, bir yerden bir yere akıyor, gidiyor.

52

Hocam, "Perdeler som altından!" dediler. Gittik, baktık, kıpırdamıyor bile... Perdeler som altından...

Osmanlılarda yok öyle bir şey... Topkapı Sarayı filân bir şey değil... Burdaki malikânelerin yanında filân daha sade kalır. Avrupa'daki sarayların hepsinden çok sadedir. Çok basit yapılardır.

Diyor ki: "Ben şehid olayım da, ahirette beni saîd eyle!" diyor.

Mülk-ü İslâm'ı pây-i mâl etme,
Menzil-i fırka-i dalâl etme!

"İslâm diyarını ayaklar altında ezdirme yâ Rabbi! Buraları dalâletteki heriflerin oturma yeri yapma! Elimizden çıkıp da onlar oturmasınlar." diyor.

İşte fetih ruhu bu... Ölümü seve seve istemek, Allah yolunda cihad etmek, rahatı düşünmemek...

Fatihin mizacını, huylarını yazarken, kitaplar diyorlar ki: "Eğlenceye, zevke sefâya hiç meyli yoktu. Huyu öyleydi." diyorlar.

l. İstanbul'un Fethi Süreci

İstanbul'un fethi olayı ve bu fethi yapan Fatih Sultan Muhammed Han-ı Cennet-mekân pat diye, zamanın akışı içinde, ortaya birden çıkıvermiş varlıklar değildir. Bunlar sürecin, bir devamlı oluşumun sonucudur.

53

--İstanbul'un fethi nasıl olmuştur, ne zamandan başlamıştır?..

İstanbul'un fethi Peygamber SAS'in "İstanbul fethedilecektir; İstanbul'u fetheden çok iyi bir komutandır." diye müjdelemesinden başlamıştır. Onun için daha Hazret-i Osman zamanında İstanbul'a bir sefer düzenlenmiştir, Antalya'ya kadar gemiler gelmiştir.

Boğaza kadar gelemediler. Ama ondan sonraki devrede Emevîler birkaç sefer yaptılar, İstanbul'a kadar geldiler, kuşattılar. Hem de cami filân yaptırdılar. İstanbul fethedilmediği halde Arap Camisi diye, Mesleme Camisi diye camiler var.

Yâni bir arzunun, bir ülkünün, bir gayenin olması için çalışıla çalışıla, öyle olmuştur bu... Şairin demin söylediği gibi, iş Allah'ın lütfundandır, Allah'ın yardımındandır. Çünkü, Allah'ın yardımı olmazsa, Peygamber ordusu bile gàlip gelemiyor.

Allah'ın yardımındandır. Peygamber Efendimiz'in duası bereketindendir, işaretindendir. Fethi yapacak insanların mâneviyatının kaynağı İslâm dinidir. İstanbul'u fetheden İslâm'ın kendisidir, İslâm dinidir. İslâm dini fethetmiştir.

54

Eğer İslâm dini olmasaydı, İslâm inancı, ülküsü olmasaydı, bizim dedelerimiz Orta Asya'da dururlardı. Koskoca ülkeler... Ne yapacak orayı bırakıp da, bu tarafa gelip de?.. Orası da bir yer, burası da bir yer; herkes otursun oturduğu yerde...

Ne Arap Endülüs'e giderdi, ne Türk Orta Asya'dan Balkanlar'a geçerdi, ne Sultan Mahmud Hindistan'a giderdi; herkes oturduğu yerde dururdu.

Bu İslâm'dan, İslâm'ın bereketi, İslâm'ın emri... İyilik hakim olsun diye İslâm'dan ve Peygamber SAS'den...

Arapların seferleri var, Selçukluların seferleri var... Hani Malazgirt zaferini kazandıktan sonra, Romenos Diyojenes'i yok ettikten sonra, bizim ecdadımız o zamanlardan İstanbul'a kadar dayanmışlar. Ama 1071'den 1453'e kadar, kaç asır daha olmamış bu iş... Çalışılmış ama, olmamış. Selçuklular çalışmışlar, olmamış.

Osmanlılar gelmişler, Selçukluların hududunda bir yere yerleştirilmişler. Domaniç yaylası, Söğüt, şöyle Tunçbilek santralının olduğu yaylalar, Bursa'ya doğru yaylalar... Oralara yerleştirmiş Selçuklu Sultanı. Küçücük bir beylik...

55

Osman Gazi diyor ki:
"--Oğlum, ben buraya bir zayıf karınca gibi geldim." diyor.

Mûr, karınca; mûrçe, karıncacık demek Farsça... "Ben buraya bir mûrçe-i zayıf gibi geldim." diyor. Mütevâzi bir şekilde geldiler, ama o fetih ruhu var ya, o anlatmağa çalıştığım o cihad ruhundan nasibleri çoktu.

Çok temiz insanlardı, çok saygılı insanlardı. "Bu Allah'ın kitabı!" diye sabaha kadar elpençe divan durmuş, yatmamış yatağa... Evliyâullahın duasını almışlardır. Onlar giriştiler.

Öteki beylikler birbirleriyle çarpıştı, çarpıştı, çarpıştı; bunlar cihadla meşgul oldu. Müslümanın müslümanla çarpışması günahtır. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki, ilginç bir hadis-i şerif:

"--Müslüman müslümanla çarpışırsa, ölen de cehenneme gidecek, öldüren de cehenneme gidecek!"

Diyorlar ki:
"--Yâ Rasûlallah, öldürenin cehenneme gideceğini, tamam, anlayabiliyoruz ama; ölen zâten ölmüş, mağdur duruma düşmüş. Bir de ahirette o da niye cehenneme gidecek?" diye soruyorlar.

56

Peygamber Efendimiz diyor ki:
"--Niyeti ne idi?.. Onun da niyeti karşı tarafı öldürmekti ama, o öldüremedi, bu öldürdü."

Niyet öldürmek olunca, o zaman iyi olmuyor.

Fâtih Sultan Mehmed Balkanlar'da gazâ ile meşgul iken, arkadan kendisine çok suikasdler, aleyhte çalışmalar yaptılar Anadolu'nun beylikleri... Karamanoğulları, Zülkadiroğulları, Germiyanoğulları... vs. Bazı beyler anlayamadılar. Gittiler, Uzun Hasan'ın yanına hepsi yığıldılar, Uzun Hasan'la Fâtih'i birbirine düşürdüler.

Sonunda Otlukbeli savaşında Uzun Hasan'la Fâtih çarpıştı, mecbûren... Venediklilerle sulh akdetti, bu tarafta geldi bu fitneyi durdurmak için çarpıştı. Yendi ama zulüm yapmadı, affetti. Aldığı esirleri iade etti, çünkü İslâm ordusu... Müslümanlara yumuşak davrandı.

Karamanoğlu'nu kaç defa affetti. Sözünü kaç defa bozdu adamlar; söz verdi, sözünde durmadı. O affetti. Onun için bereket vardı Osmanlılarda, Osmanlılar ilerlediler.

m. Osmanlıların Kuşatmaları

57

Osmanlılar İstanbul'un fethine yedi defa teşebbüs ettiler. Bunun dört tanesini Yıldırım Bayezit Han yaptı. Yıldırım Bayezid Han, yıldırım gibi bir insandı, hareketli bir insandı. Tavsiye ederim, Osmanlı tarihini çok güzel okuyun! Roman kadar heyecanlı ve çok ibretli... Dikkatli okuyun yalnız!

Bana kalsa, vaktim olsa, Allah imkân verse, ben bu kitapların hepsini yeniden yazarım. Hiç doğru düzgün yazmamışlar, gürültüye boğmuşlar. Asıl önemli noktalara işaret etmek lâzım, ibret derslerini çıkartmak lâzım!..

Fâtih için doğru düzgün bir kitap yazmak lâzım, bu cihad ruhunu filân güzel anlatmak lâzım! Bu insanları hep batılıların yazdığı gibi entrika düşüncesiyle, "Şöyle oldu da, böyle yaptı da, bilmem ne de, bilmem ne de..." diye tarihi öyle yazıyorlar. Bunların cihad ruhunu, fetih ruhunu anlayamıyor pek çok kimse...

Yıldırım Bayezid dört defa ciddî teşebbüs yaptı. Yıldırım çok ciddî idi, bayağı istedi fethetmeyi, ama Allah ona nasib etmedi. Çünkü kusurları vardı. Yıldırım'ın bir kusuru vardı, ona ne demiş Emir Sultan mübârek?..

58

Ulu Cami'yi yaptırmış. Bursa Ulu Camisi yirmi tane kubbeden müteşekkil, yirmi camiyi bir araya getirmiş kadar büyük. Yanında Orhan Gazi Camisi, öbür tarafta başka camiler mâlûm; onların yirmisi gibi, yirmi kubbeli bir cami. Kocaman bir cami yaptırdı. Ondan sonra da Emir Sultan'a sordu:
"--Nasıl hocam, güzel mi cami?.."
"--Güzel ama eksiği var sultânım!" dedi.
"--Nedir eksiği?.." dedi
"--Dört tarafına dört tane de meyhane yapacaktın; lâzım olacak sana..." dedi.

Yâni iğneledi biraz. O huyundan dolayı Allah nasib etmedi.

Muhterem kardeşlerim, lafların hepsi gelir geçer, şu sözü hiç unutmayın! Bu konferanstan bir bu kalsa yeter:

"Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne karşı kulluğu çok titiz yapmak lâzım! Yapmadığı zaman insan bir şeyler kaybedebilir, olmaz nasîb..."

Yıldırım dört defa teşebbüs etti, hem de çok da güzel tedbirler aldı. Boğazın Anadolu yakasına Anadolu Hisarını kurdu. Fâtih de daha sonra karşı tarafa Rumeli Hisarını kurdu. Böylece boğazı kilitlediler.

59

Anadolu Hisarı, ben burayı fethedeceğim, burada askerlerim dura dursun, karşıya geçeceğim zaman kolaylık olsun diye hazırlıktı. Edirne tarafından da fetihler tamamlanmıştı. Timur gelmeseydi, o işi yapacak gibi hazırlanıyordu ama; Allah ona nasib etmedi, aksine Timur'u musallat etti.

Hani Nasreddin Hoca'nın fıkrası var. Bu ciddî konferansta şöyle uyku dağılsın diye anlatalım. Timur'la Nasreddin Hoca'yı sanki beraber yaşamış gibi gösterirler ya, Timur soruyormuş ahaliye:
"--Ben zalim miyim, mazlum muyum?.."
"--Efendim, sen mazlumsun!" diyene;
"--Sus, dalkavuk! Bu kadar astım, kestim, mazlum olur muyum; niye doğruyu söylemiyorsun?" diyormuş, cezalandırıyormuş.

Bunu gören bazıları de kendilerine sorulunca;
"--Zalimsin efendim..." diyorlarmış.
"--Vay küstah, bilmem ne!" diye onu da cezalandırıyormuş.

Aciz kalmışlar, ne cevap vereceklerini bilememişler. Nasreddin Hoca'ya gelmişler. Fıkra ama, sonundaki cümle önemli...

"--Hocam böyle diyor; zalimsin deyince de cezalandırıyor, mazlumsun deyince de cezalandırıyor. Bu adamın hakkından gelemedik, cevaptan aciz kaldık. Gel şuna bir çare bul!" demişler.
"--Tamam, beni götürün o tarafa doğru..." demiş.

60
61 ilâ 80. sayfalar