O öyle oldu.
Evet. Abdullah ibn-i Amr ibnül-Âs RA'dan rivâyet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz'e sormuşlar... Yâni bu haberlerin çok olduğunun bir delili olsun diye okuyorum bunu:
"--Yâ Rasûlallah, şu iki şehirden hangisi daha önce fethonulacak müslümanlar tarafından? Yâni, Kostantiniyye mi daha önce fetholunacak, İtalya'daki Roma mı?.."
Çünkü o da fetholacak, onun hakkında da müjde var, o da fetholacak. "Amma onun etrafını çevreleyecek müslümanlar. Lâ ilâhe illallah, diyecek, tekbir getirecek, tesbih edecekler. Tesbih, tekbir ile öyle fetholunacak orası." diyor Peygamber Efendimiz.
Ne demekse?.. Yâni iknâ yoluyla, iman onu sararak, orası da, Roma da
fetholunacak yâni. Sormuşlar Efendimiz'e:
"--Hangisi daha önce fetholunacak; Roma mı, Konstantiniyye mi?" diye.
"--Herakliüs'ün şehri önce fetholunacak!" buyurmuş.
Böyle kesin ifadeler; muğlâk, kapalı, tereddütlü değil. Bilen insanın, sağlam yerden bilgi alan insanın, sağlam cevapları tarzında... Peygamber Efendimiz'in mucizeleri.
Çok hadis-i şerifler yazdım buraya. Günlerce uğraştım, size güzel bir konuşma malzemesi toplayayım diye. Çünkü, "Konuşmaya hazırlanmak, konuşulana saygındandır." diye duymuştum. Konuştuklarına saygı duyan konuşmacı, hazırlanır diye çok hazırlandım. Öğrenciler gibi uyku bile uyuyamadım yâni. Duâ edin... Bu kadar kısa kesiyorum, çünkü zaman kıymetli.
Meşhur hadis-i şerife gelince, hepinizin duyduğu, belki evimizde levhası olan:
(Letüftehannel-konstantîniyyetü feleni'mel-emîru emîruhâ ve leni'mel-ceyşü zâlikel-ceyş) Birincide (feleni'mel)'de "f" harfi var, ikincide "v" harfi var. Yâni (ve leni'mel) değil birincisi, onu hatırlatayım, yanlışlık yapılmasın.
"Kostantin'in şehri, İstanbul şehri, İslâmpol şehri mutlaka fetholunacak, muhakkak fetholunacak..." diyor Peygamber Efendimiz.
Bu "mutlaka" sözü nerden çıkıyor?.. Arapça'da fiilin sonuna şeddeli nun gelirse, nûn-u te'kîd-i sakîle derler buna. Yâni, işin muhakkak olacağını kesin olarak gösteren nun demek bu. Feteha-yeftehu-teftahu, tüftehu olacak yâni normal şekli. (Fetüftehul-konstantîniyyetü) dese, "Konstantîniyye fetholunacak!" demek olacak.
Ama öyle demiyor, başına bir "le" getiriyor, (Letüftehu) oluyor. Le, muhakkak demek Arapçada. Muhakkak fetholunacak. Bir de sonuna da nûn-u te'kîd-i sakîle getiriyor, (letüftehanne) oluyor. Orda iki tane te'kid olması, "Kesinlikle, şek şüphe yok, muhakkak fetholacak!" demek. Kesin söylüyor Efendimiz.
"Onun emîri ne iyi emirdir." Emir ne demek? Ordunun başında olup da, emir veren en yüksek kişi demek. Kumandan... Kumandan, Fransızcadan geçmiş bir kelime, hiç kullanmak istemiyorum. Komutan... O da ondan uydurma, bakarak yapma, kopya bir kelime, o da güzel değil.
Eskiden serasker derlerdi, bizim kendi dilimizde; askerin başı demek. Daha öz Türkçesi subaşı... Su, eski Türkçede, Anadolu'nun eski devirlerinde su, daha doğrusu sü ne demek?.. Asker demek. Sübaşı ne demek?.. Askerin başı demek. Yâni emir demek.
"Su uyur, düşman uyumaz." diye bir atasözü var. Ben soruyorum:
"--Burdaki su uyur, düşman uyumaz; suyun uyuması ne demek?"
"--Vallà bilmem hocam... İşte rüzgâr esmez, su durgun olur, dalga olmaz
filân." diyorlar.
Değil... Burdaki su, asker demek. Su uyur, düşman uyumaz; yâni, "Bana bak ey hükümdar, aklını başına topla! Senin askerin yorulur, uyur." Her insan yorulunca uyur. Hatta cemaat bazen vaazda uyuyor, hutbede uyuyor. Gündüz uyuyor, ayakta uyuyor bazıları... "Sü uyur ama olmaz, düşman uyumaz; tam böyle herkesin uyuduğu zamanı kollar. Tedbir al, sen nöbetçi koy!" vs. demek yâni.
"Bu şehri fetheden subaşı ne güzel subaşı, o ordu ne güzel ordu..." dersek, böyle doğru düzgün bir Türkçe olacak gibi geliyor bana.
Ben biraz böyle lisân hususunda da dikkat ediyorum. Yabancı kelime kullanmayı
şuna benzetiyorum: Evimize bizim haberimiz olmadan birisi gelmiş, köşeye
oturmuş:
--Yâ sen ne arıyorsun burda?
--İşte ben geldim.
--Çık dışarı bakayım! Benden izin aldın mı, selâm verdin mi? Nerden
geldin, pencereden mi girdin? Öyle şey olur mu?..
Ben istesem, davet etsem neyse ne? Fatih'i ben istemişim gelmiş, hoş geldi, safâ geldi. Ama böyle metod, istasyon vs. bir çok kelime girmiş. Bakıyorum: "Bu bazda..." Ne demek baz? Baz deyince bazlama hatıra geliyor. Türkçe'de baz yok. Base, yâni Fransızcadan, İngilizceden gelme... Onları ayıklamamız lâzım!
Evet, bu hadis-i şerif hakkında kısaca iki cümleyi de söyleyeyim, şöyle hadisçilerin tâbiriyle: İsnâdı sahih bir hadis; senedi muttasıl, yâni munkatı' değil; ricâli sikàt... Yâni ne demek?.. Sened zinciri sağlam, şahıslar tamam, atlamalı değil ve rivâyet eden şahıslar güvenilir kimseler demek. Hadis âlimleri böyle diyor. Zehebî böyle diyor, Hâkim böyle diyor, Ahmed ibn-i Hanbel'in Müsned'inde var, İbnül-Kayyım'ın Mu'cemüs-Sahabe'sinde var, El-Hâkim'in Müstedrek'inde var, Hatîb-i Bağdâdî'nin Et-Terhîsi'nde var, Suyûtî'nin El-Câmiüs-Sağîr'inde var. Sahabe hayatlarını anlatan çok meşhur, kıymetli kitaplardan El-İstiâb, Üstülgàbe, El-İsâbe gibi eserlerde var. Var, var, var...
Onun için birisi bu hadis-i şerife yan bakmasın. Ben buraya yazarken yan bakan bir iki kişiye yazılarımda çatmışım, şimdi size söylemiyorum yâni. Birisi demiş ki:
"--Yâni ben bunu pek beğenmedim!"
E tabii, "Bilmem ne hoşaftan ne anlar?" diye yazdım buraya kızgınlığımdan. Onun için söylüyorum, sağlam bir hadis olduğunu belirtmek için.
"--Bana göre pek sıhhatli görünmüyor." diyor.
Sen kimsin?.. Sen sonradan gelmiş, Yirminci Yüzyıl'da yaşayan bir adamsın. Sana ne oluyor? Yâni bazıları böyle hadise dil uzatıyor. Kur'an'a dil uzatanlar da çıkıyor ya...
e. Fetih Ruhu
Evet, muhterem kardeşlerim! Fetih bu demek. Kelimesini öğrendik; Kur'an-ı Kerim'de var, hadis-i şerifte var. Ülkelerin fethedilmesi Peygamber Efendimiz tarafından müjdelenmiş. Bu bilgileri verdik. Konferansımızın konusu şurda yazılmıştı, silindi: Fetih Ruhu.
Fetih ruhu ne demek?.. Hele böyle yabancı ülkelerde okuyan, yetişen kimselere bazı şeyleri izah etmemiz lâzım! Fetih ruhu ne demek?.. Fetih ruhu demek, yâni fetih zihniyeti, fetih anlayışı, fetih niyeti, fetih fikri, fetih şevki, inancı, fetih mâneviyat kuvveti filân demek.
Yâni fetih hâlet-i rûhiyesi, fetheden insanların gönül dünyasının hâli... Neden bunlar fethedici insanlar oluyor? Niye bunlar fütûhâtı seven insanlar oluyor? Herkes çalgı çalıp oynarken, niye bunlar fütûhâtla meşgul oluyor?.. Herkes canını yongadan, kıymıktan bile korurken, niye bunlar seve seve, gül bahçesine gidercesine böyle savaşa gidiyor, fütûhata gidiyor?.. Nedir bu zâtların zihniyeti?.. Fetih ruhu bu... Bu zihniyet, bu anlayış, bunu benimsemek, böyle bir anlayışı benimsemek, bu anlayışa hayatını vakfetmek, bu anlayışa ömrünü vermek çok önemli!..
Fâtih Sultan Muhammed Han-ı Cennet mekân, ömrünü fetihlere vakfetmiş bir şahıs. Düşünüyorum, bir kaç gündür hatırıma geliyor: Millet geçim için çalışıyor. Bir şey demiyoruz, biz de çalıştık, herkes çalışıyor. Çalışmak günah değil, sevap, güzel... Ama emekli olduktan sonra?.. Emekli olduktan sonra boş. Diyorum ki, acaba bazı kimseler binaları vakfettikleri gibi, paraları vakfettikleri gibi; bazı şeyleri vakfediyorlar ya Allah yoluna, bazı insanlar da canlarını vakfediverse;
"--Ben de bundan sonra vakıfım, kendimi vakfettim. Cenâb-ı Hakk'ın yoluna, dinine hizmet edeceğim!" deyiverse ne iyi olur diye aklıma geldi.
İçimden de bir ses dedi ki:
"--Sen başkasına ne söylüyorsun, ilk önce kendine söyle! Önce kendine söyle, sen kendini vakfet! Ondan sonra başkaları da ederse eder."
Yâni fetih ruhu, bu çok önemli... Fâtihlerin, İslâm fütûhatçılarının ana duygusu, fikri zihniyeti. O aşk u şevk, o temiz, o fedâkâr insanların, bu kuvvetli mâneviyatlarının kaynağı, temeli ne?.. Çok önemli. Bunu herkes bilse herkes alır, herkes kapış kapış alır bunu... Çok kıymetli bir şey, nedir? Bunu kavramak için İslâm'ı iyi bilmek lâzım! İslâm nedir? İslâm'ın öbür dinlerden farkı nedir?..
"--Pek çok din var canım, İslâm da o dinlerden birisi.
Hayır kardeşim! İslâm hiç öteki dinlere benzemez. Pek çok insan var dünyada, milyarlarca insan var. Ama Peygamber Efendimiz hiç onlara benzemez. Pek çok taş çeşitleri var dünyada; işte kaldırım taşı var, çakıl taşı var, kum taşı var, blue stone var... Pek çok taş var ama, bir de kıymetli taşlar var; elmas var, (emerald) zümrüt, (ruby) yakut... E bunlar çok kıymetli, şu kadarcığı çok paralar ediyor. İslâm dini öyle, mücevher gibi bir din.
Mukayese et! En iyi şey mukayese etmek.
--Şu kumaş mı daha iyi, bu kumaş mı daha iyi?
--Getir bir bakayım!
Bir onu ellersin, bir bunu ellersin, bakarsın, anlaşılır. İyi kumaş anlaşılıyor, iyi mal incelediğin zaman anlaşılır. İslâm'ı bilmek lâzım!..
İnsana bu duyguyu veren, bu zihniyeti veren, bu aşkı, şevki veren dindir. Müslüman fütûhatçılara bu aşkı şevki veren, İslâm dinidir. Neden?.. Çünkü biz imanımızla, Kur'anımızla, şeriatimizle biliyoruz ki bu dünya fânidir, bu dünya geçicidir. Asıl olan ahirettir. İstesen de, istemesen de bu dünya bitiyor. İstemeyenler de duramıyorlar yâni, "Ben gitmek istemiyorum!" diyen, ayak diretse bile kalamıyor, gidiyor. Herkes gidiyor. Biz haklıyız.
Asıl olan ahirettir. Dâr-ı ukbâ diyoruz, ahiret diyoruz... Bu dünya imtihan yeridir. Allah bizi buraya imtihan etmeye göndermiş. Biz imtihandayız, siz imtihandasınız. Herkes imtihan görüyor burda... İyi bir hayat sürerlerse âhirette mükâfatlarını alacaklar, imtihanı kazanmış insanlar olarak ebedî saadete erecekler. Hepimiz biliyoruz; cennete girecek, ebedî saadete erecek... Kötülük yapanların da yanına kalmayacak, ahirette cezasını çekecekler onlar da. Suçlular, günahkârlar, kâfirler cayır cayır cehennemde yanacaklar .
Burada biz, Cenâb-ı Hakk'ın bize emirlerine itaat etmeliyiz. Ahlâkın kaynağı dindir, ahlâklı olmalıyız. Başka insanların haklarına saygılı olmalıyız. Kimsenin kalbini kırmamalıyız. İyilik yapmalıyız, fedâkârlık yapmalıyız. Kesemizin ağzını açmalıyız. Hizmete koşmalıyız... Haramlara sapmamalıyız; küfre, şirke, isyâna sapmamalıyız, zulüm haksızlık yapmamalıyız...
Bunların hepsi bize dinimizden geliyor. Bazı dinlerde bunlar yok... Onun için yapıyorlar. Meselâ biz bir ülkeyi fethetmişiz, bir şehri fethetmişiz, İstanbul'u fethetmişiz, ahâlisine eman vermişiz. Eman vermek ne demek?.. Yâni fütûhatla aldıktan sonra, ahâlinin eman vercek durumu kalmıyor. Çarpıştılar. Sen de bastıra bastıra, yıka yıka surları girdin içeriye. Kılıçla fethettin.
"--Hayatlarını bağışladım!" demiştir Fâtih Sultan Mehmed Han Hazretleri.
Askerlere paralarını vererek esirleri onlardan satın almış, salıvermiştir. Yâni hem askerin hakkını çiğnemiyor. "Hadi müsterih olun, size bir kötülük yapmayacağım, evlerinize dönün! Kaçmış olanları da çağırın!" demiştir Fâtih Sultan Mehmed.
Peygamber SAS Efendimiz de Mekke'ye girdiği zaman yıllarca müslümanların zayıflarına kan kusturan azılılar çok korkmuştu da, titreşiyorlardı. Peygamber Efendimiz dedi ki:
"--Kâbe'ye sığınanlara bir şey yapmayacağım! Ebû Süfyân'ın evine sığınanlara bir şey yapmayacağım! Mücâdele etmeyen, karşı koymayanlara bir şey yapmayacağım!" dedi, hepsini affetti.
Hepsi toplandılar, titreşiyorlar...
"--Ne yapacağımı tahmin ediyorsunuz?" dedi.
"--E sen iyi insansın! Kerem sahibisin, soylusun, asilsin!" dediler.
"--Hepinizi affettim." dedi Peygamber Efendimiz.
Fâtih Sultan Mehmed Han da hepsini affetti. Tabii savaşanlardan savaşta ölen öldü, ayrı ama, affetti.
Ama onlar, meselâ Haçlı Seferleri var. Lütfen Haçlı Seferlerini okuyun. Nerden başlamış, hangi şehirlerden? Hollanda'dan, İngiltere'den vs. den, Nerelerden geçerek nereye gelmişler, geçtikleri yerde neler yapmışlar? Tuna vadisinden geçerken oradaki şehirleri, kaleleri bile yağmalamışlar. İstanbul'a geldikleri zaman Bizans'ı, o zaman Bizans'ın elindeyken, soyup soğana çevirmişler. Ayasofya'yı bile soymuşlar.
Antakya'ya geldikleri zaman bütün ahâliyi, kadınları, kızları, çocukları, binlerce insanı kesmişler. Kudüs'ü fethettikleri zaman kesmişler. Hâlâ öyle yapıyorlar. İşte Sırpları görün, işte Bosna savaşlarını görün, başka şeyleri görün. Yâni fark var, çok büyük fark var bizim uygulamalarımızla...
g. İslâm'da Cihadın Önemi
Eğer bazı insanlar bu dünya hayatını zehir ediyorlarsa, kötülük yapıyorlarsa, zulüm yapıyorlarsa, haktan sapıyorlarsa, imana, İslâm'a mâni oluyorlarsa, küfürde kalmakta inat ediyorlarsa, mücadeleyi çıkartıyorlarsa, kavgayı çıkartıyorlarsa; o zaman onları, "Şöyle yolda kalabalık etmeyin!" diye yoldan çekmek gerekiyor, yola getirmek gerekiyor, yolu açmak gerekiyor.
Bu neye benzer?.. Hastalıklarla mücadele gibi bir şey... Mikroplarla, zararlı haşerât ile, uyuşturucu tüccarlarıyla mücadele gibi bir şey. Amansız bir mücadele yok mu bunlara karşı. Bütün ziraat yapanlar zehirleri kullanmıyorlar mı zararlı haşerâta karşı?.. Yazık diyor muyuz?.. Demiyoruz. Çünkü, bu haşerât bu mahsülü yiyor, mahvediyor; onun için bu ilâç kullanılacak diyoruz.
E dünyanın hayatını da haşerat gibi zehir eden, başka insanlara zarar verenlerin de bertaraf edilmesi lâzım! Onun için İslâm'da cihad önemli...
Cihad sadece savaşmak değil İslâm'da... Cihad demek, hizmet demek. Yâni biz şimdi hizmet diyoruz ya, İslâm'a hizmet diyoruz ya; İslâm'a hizmet kelimesi yok Kur'an-ı Kerim'de, cihad kelimesi var. Cihad İslâm'a hizmetin her çeşididir.
Kur'an-ı Kerim'de de öyledir. Meselâ Peygamber Efendimiz'e emrediyor Cenâb-ı Hak, Mekke-i Mükerreme'de inen âyet-i kerimede, Furkan Sûresi'nde buyuruyor ki, --misâl olsun diye söylüyorum, yâni sözüm böyle bir reklâm, propaganda değil gerçek-- bismilâhir-rahmânir-rahîm:
(Felâ tutiil-kâfirîne ve câhidhüm bihî cihâden kebîrâ.) "Kafirlere sakın boyun eğme, itaat etme ey Rasûlüm! Baskı yapıyorlar ya Kureyşliler, sakın ha onlara boyun eğme ve onlarla büyük bir cihad ile cihad et!.." (Furkan: 52)
Mekke'de cihad durumu yok. Medine'ye hicret etmek zorunda kaldı Peygamber Efendimiz. Savaş edecek durumu olmadığı için, hattâ öldürmeye kasdettikleri için, hicret etti. Medine'de de rahat bırakmadılar, oraya da kaç defa ordu sevkettiler. Onun için savaş oldu.
Şimdi burada, (Ve câhidhüm bihî cihâden kebîrâ) diye emrediliyor Peygamber Efendimiz'e, Mekke'deyken. Yâni, "Müşriklerle büyük bir cihad ile cihad et!" buyruluyor.
Bu cihad nedir?.. "Allah'a dayanarak, Allah'ın yardımına dayanarak, Kur'an'a sarılarak, onlara itaat etmemek hususunda büyük bir güç sarfet!" demek yâni. Cehd sarfetmeye cihad derler. "Cehd sarfet, yılma!" demek, "Aman gevşeme, aman onların baskısına boyun eğme!" demek yâni. Cihad bu... Hizmet ve böyle cehd sarfetmek mânâsına geliyor.
Bazıları cihadı ille savaş mânâsına alıyor ve diyor ki:
"--İslâm kılıçla yayılmıştır, yoksa yayılmazdı."
Doğru değil bu söz, gerçekten doğru değil. Tarihî vak'alara uymuyor, Mekke'deki olaylara uymuyor. Peygamber Efendimiz'in devrine uymuyor. Hiçbir devre uymuyor.
İşte bu cihad var ve böyle bir asil hizmeti yaparken tabii tehlike de var. Adamlar azgın... Şimdi meselâ Arnavutlar senden yardım istese, Amerika olmasaydı ne yapacaktın?.. Osmanlı devrindeyiz, Amerika yok, Nato da yok; Arnavutlara Sırplar saldırdı. Ne yapacaktık?.. Yardımına koşacaktık biz, başka çaremiz yoktu.
Eee yardıma koşmak rahat bir şey mi?.. Değil. Ölmek var, yaralanmak var, esir olmak var, işkence var, her ihtimal var... Kolay değil. Ama ölürse şehid olacak İslâm'a göre, kalırsa gàzi olacak. Her iki halde de kârda olacak. Her iki halde de büyük sevap, büyük mükâfat var. Onun için cihaddan kaçmaması lâzım!
Cihadın karşılığında cennet var.
(İnnallàheşterâ minel-mü'minîne enfüsehüm ve emvâlehüm bienne lehümül-cenneh) (Tevbe: 111) "Cenneti vereceğim!" diyor Allah-u Teàlâ Hazretleri.
Peygamber Efendimiz'e Akabe, hani şeytan taşlama yerinde, hacca geldikleri zaman bey'at ettiler Medineliler. Anlaşmanın şartları var:
"--Ben size geleceğim, hicret edeceğim; siz beni kendinizi koruduğunuz gibi koruyacaksınız. Malınızı, canınızı korur gibi beni koruyacaksınız. Tamam mı?" dedi.
"--Evet!" dediler. "Pekiyi bunun karşılığında bize ne mükâfat var?" deyince Allah-u Teàlâ Hazretleri bu âyet-i kerimeyi indirdi:
"--Cennet var!.."
Peygamber Efendimiz'e kucak açan, hizmet edenlere cenneti vaad etti.
Cihaddan kaçınıp da: "Yâ ben gitmem, korkuyorum yâ! Olmaz yâ!" veyahut: "Hanımım, kardeşim karşı tarafta. Çocuklarım, aşiretim istemiyor... Malım mülküm ziyan olacak, evimden barkımdan, rahatımdan ayrılamam!" derse ne olur?..
Haa, böyle şeyler olursa; hani bir yaz çalışmasında size ezberlettiğim âyetler vardı. Tevbe Sûresi'nde Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:
(Kul in kâne âbâüküm ve ebnâüküm ve ihvânüküm ve ezvâcüküm ve aşîretüküm ve emvâlünikterftumûhâ ve ticâretün tahşevne kesâdehâ ve mesâkinü terdavnehâ ehabbe ileyküm minallàhi ve rasûlihî ve cihâdin fî sebîlihî feterabbesû hattâ ye'tiyallàhu biemrih, vallàhu lâ yehdil-kavmel-fâsikîn)
"Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kavim kabileniz, biriktirdiğiniz mallar, bozulmasından korktuğunuz ticaretler, hoşunuza giden evler, köşkler, meskenler size daha tatlı geliyor, onlara zarar gelmesin diye düşünüyorsunuz, onlardan ayrılmak istemiyorsunuz da; Allah'tan, Rasûlünden, Allah yolunda cihad etmekten bunları tercih ediyorsanız, o zaman başınıza gelecek felâketlere hazır olun! Allah fâsıklara yol göstermez, sonu fenâ olur!" diye âyet var. (Tevbe: 24)
Sonra Allah yolunda ölenlerin, şehidlerin ölmediğini bildiriyor Allah-u Teàlâ Hazretleri:
(Ve lâ tahsebenellezîne kutilû fî sebîlillâhi emvâtâ) "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın! (Bel ahyâün) "Onlar ölüler değiller, bilakis onlar dirilerdir; (inde rabbihim yurzakùn) Allah'ın huzurunda, Allah onlara nimet verip duruyor." (Âl-i İmran: 169)
Hattâ öldükleri zaman bu tarafta kalanlara dönüp müjdelemek isterler. "Yâhu korkmayın! Bak biz şehid olduk, burası çok güzelmiş, siz de geçiverin bu tarafa!" diye müjdelemek isterler diye ayet-i kerime var. Bismillâhir-rahmânir-rahîm:
(Ferihîne bimâ âtâhümüllàhu min fadlihî ve yestebşirûne billezîne lem yelhakù bihim min halfihim ellâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn. Yestebşirûne bini'metin minallàhi ve fadlin ve ennallàhe lâ yudîu ecral-mü'minîn.) diye müjdeler var. (Âl-i İmran: 170-171)
İşte bu gibi sebeplerden müslüman bencil değildir. Müslüman toplumunu düşünür, insanlığı düşünür, hakkı düşünür, hayrı düşünür. Bunun için icabında malını ortaya koyar, isterse bedenî emeğini ortaya koyar, gerekirse canını ortaya koyar.
İslâm fatihlerindeki zihniyet işte budur. Fetih ruhu budur. Tarihteki bütün şanlı fetihler bundan dolayı olmuştur.
i. Fatihlerin Zihniyeti
Birkaç misâlle anlatmak istiyorum: Mekke-i Mükerreme'nin fethi olmuş. Fetih gecesinde şehre ashab-ı kiram tekbirlerle, tehlil getirerek girmişler; "Allàhu ekber... Allàhu ekber..." diye diye, "Lâ ilâhe ilallah..." diye diye girmişler, sabaha kadar Kâbe-i Müşerrefe'yi tavaf etmişler.
Ebû Süfyan bu durumu görünce... Ebû Süfyan Mekke'nin başkanı, yâni mağlub
tarafın başkanı. Karısı Hind... Sonra ikisi de müslüman oldular, radıyallàhu
anhümâ... Karısına diyor ki:
"--Mekke'nin bu şekilde fethedilmesine ne diyorsun sen, nasıl oluyor
bu?.. Bunların Allah'tan olduğuna inanıyor musun?.."
O da demiş ki:
"--Evet, Allah'tandır."
Bakın bir olayı anlatıyorum ama, benim çok hoşuma gitti, sizin de hoşunuza gidecek.
"--Allah'tan mı yâni bu, nasıl oldu bu?.. Biz gûyâ Kâbe'nin bekçileriydik, kendi dinimize, putlarımıza sadakat gösteriyorduk. Bak biz yenildik, bunlar yendiler. Bunları biz, 'Dinimizi değiştiriyorsunuz.' filân diye suçluyorduk. Bu Allah'tan mı, nasıl oluyor; Kâbe'nin sahibi olan Allah onlardan taraf mı?.." diye sormuş.
Hanımı da:
"--Evet, Allah'tan olduğu kanaatindeyim. Biz haksızız, onlar haklı!"
demiş.
İnsaflı, zeki bir cevap vermiş. Buraya kadar tabii bir konuşma. Mağlub taraf reisinin karısıyla konuşması...
Amma ertesi sabah Ebû Süfyan, erkenden Peygamber Efendimiz'in yanına gitmiş. Peygamber SAS Efendimiz Ebû Süfyan'a ne demiş biliyor musunuz?..
"--Sen eşin Hind'e, 'Mekke'nin fethinin Allah'tan olduğuna inanıyor musun?' demiştin gece; o da sana, 'Evet, Allah'tandır.' diye cevap vermişti, değil mi?.." demiş Peygamber Efendimiz.
Ebû Süfyan afallamış, şaşırmış. Demiş ki:
"--Gerçekten senin Allah'ın kulu ve rasûlü olduğuna, şimdi ben de şehadet
ediyorum. Çünkü vallàhi benim bu sözlerimi karım Hind'den başka hiç bir
kimse duymamıştı." demiş.
Yanılıyor; hiç bir kimse duymadı olur mu, Allah duyuyor. Allah duyuyor ve Rasûlüne bildiriyor. Rasûlü de, Allah'ın hak peygamberi olduğuna gönlü kànî olsun, mütmain olsun, artık kabul etsin diye, karı ile koca arasındaki özel konuşmayı haber veriyor.
Misalleri çok... Bazıları, dini yarım bilen vaaz kürsüsü sahibi, mevkî sahibi, fetva komisyonu üyesi bazı kimseler; "Gaybı Allah'tan başkası bilmez." diyorlar.
Allah Allah! Sen hiç ayet okumadın mı?..
(Felâ yuzhiru alâ gaybihî ehadâ. İllâ menirtedà min rasûl) (Cin: 26-27) Allah'ın dilediği kimselere, razı olduğu kimselere gaybı bildireceğini bu ayet-i kerime bildiriyor.
Başka ayet-i kerimelerde de Allah-u Teàlâ Hazretleri, bazı kimselere kendisi bildirdiği zaman gaybı bileceğini bildiriyor. Allah bildirince Allah'ın peygamberleri bilir, Allah'ın evliyâsı bilir.
Bir herif daha var, ukalâ... O da şu meseleye takmış: Şeyhin birisi müridine demiş ki; "Sen dün akşam evinde hanımınla şunları şunları konuştun." demiş. Ebû Süfyan RA gibi o da şaşırmış, "Evet, öyle konuşmuştuk." demiş.
Meydanda filân söylenmiş bir şey değil, geceleyin onun özel odasında, yatak odasında hanımla beyin konuştuğu bir konuşma...
Şimdi bizim bu 20. Yüzyıl'daki, Türkiye'deki ukalâ diyor ki:
"--Bu terbiyesiz adamın, öteki adamın yatak odasında işi ne idi?"
Dangalağa bak, işi nasıl tersten tutturuyor, mugalata yapıyor. Bak, Peygamber Efendimiz'den misâli var. Peygamber Efendimiz de, karı ile kocanın konuştuğu şeyi ertesi gün haber veriyor. O da sünnete uygun bir şey yapmış, yanlış bir şey yapmamış.
İşte misâli, şaşkın... Yarım bilginler milleti de kandırıyorlar:
"--Yoktur keramet..." diyorlar.
Var... Allah sevgili kullarına bildirince, var.
Fethin ertesi günü Hind, kocası Ebû Süfyan'a demiş ki:
"--Ben Muhammed AS'a gideceğim, bey'at edeceğim, bağlanacağım!" demiş.