Onun geçeceği yola çıkmış. Hocayı da görünce, Timur çağırmış:
"--Gel buraya!.. Söyle bakayım, ben zalim miyim, mazlum muyum?.."
Nasreddin Hoca demiş ki:
"--Zâlim biziz de, Allah seni bize musallat etti." demiş.
Ne kadar güzel cevap... İşin doğrusu da bu... Mânevî, ilâhî bakımdan, hakkàniyetli değerlendirme bu... "Cezâyı hak ettiğimiz için belâsın sen!" diyor. Yâni "Zalimsin!" diyor ama, "Zâlim biziz ki, Allah seni bize musallat etti." demiş.
Tabii, Yıldırım'ın Allah taksiratını affetsin, kusursuz kul olmaz ama; Timur da Osmanlı İmparatorluğu'nun gelişmesini elli sene, yüz sene geciktirdi. Timur'un darbesi çok perişan etti Osmanlıları... Yoksa Yıldırım alabilecekti.
Yıldırım'dan sonra Çelebi Mehmed uğraştı, didindi; pehlivan yapılı, gayretli hükümdar... Toparladı, II. Murad'a verdi. II. Murad Balkanları fethetti, hazırladı. Fâtih hazır bir ortama geldi. Hazır bir ortamda Fâtih çok güzel çalışarak, güzel sonuçları aldı.
n. Fâtihin Toplumu
Böyle tarihî hazırlıkların, birikimlerin sonucu var, bir de bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum, benim çok önemli gördüğüm noktalardan birisidir bu:
Muhterem kardeşlerim! Toplum, Fâtih'in beraber çalıştığı toplum, Fâtih'in çağındaki insanlar, Fâtih'in çevresi, Fâtih'in teb'ası; toplum tertemiz!.. Dindar, güzel ahlâklı, maddî bakımdan da temiz. Hamamlar her yerde var, Bursa'nın hamamları meşhur; Edine'de, İstabul'da, her yerde var... Akîdeleri ehl-i sünnet akîdesi, pırıl pırıl Kur'an yolu, tertemiz, hiç bozuk, çatlak şey yok!..
Rivayet ederler ki, Fâtih Sultan Mehmed Edirne'de iken, hani Bursa'dan Edirne'ye başşehir nakloldu. Edirne'de daha iyi oluyor, çünkü Balkanlar'a seferler daha kolay gidiyor. Hem de Balkanlar'dan İstanbul'a gelecek yardım da kesilmiş oluyor. O tarafa başşehir gitti Bursa'dan...
Fâtih hazırlanıyor fethe, şöyle bir teftişe çıkmış. Veziri ile beraber kıyafet değiştirmişler, tanınmayacak hale getirmişler kendilerini; çarşıya gitmişler. Osmanlılar'da Fazîlet Mücadelesi diye bir kitapta okumuştum bunu.
Fâtih bir dükkâna girmiş sabahleyin, demiş ki:
"--Bana burdan bir okka peynir ver!"
Dükkâna şöyle bakıyor, "Temiz mi, değil mi?" diye... Adama bakıyor, tartışına bakıyor. Adam güzelce tartmış, fazlasını koymuş, dirhemde hile yapmamış. Peynirin tadı çok güzel. Peynirde hile yok, sütte hile yok, yağı alınmamış...
Adamın karşılayışı güzel, "Hoş geldiniz efendim!" diyerek karşılamış. Bilmiyor karşısındaki müşterilerin kim olduğunu...
Her şeyi beğenmiş Fâtih;
"--Pekiyi, bir de şurdan iki okka un ver!" demiş.
Esnaf boynunu bükmüş, demiş ki:
"--Efendim, size zahmet olacak ama, siz bu alışverişi yaptınız benden,
siftah ettim; karşı komşum henüz daha siftah etmedi; acaba zahmet olmazsa,
unu ordan alsanız olmaz mı?.." demiş, oraya göndermiş.
Ordan bir-iki şey almış. Bakmış yine tertemiz dükkân, mal temiz, katışık yok, hile yok...
Ben Ankara'dan Dışkapı pazarından yağ aldım da... Baktım, köylü tereyağı getirmiş. E güzel; tadı da güzel, görünüşünden de anlıyor insan... Tereyağını aldım, şöyle bir topak, boncuk boncuk üstünde suları var. Tamam köylünün halis tereyağı... İnandım, aldım; eve geldim, içinden patates çıktı. Topak, patatesin etrafını yağla kaplamış; hile...
Orda Fâtih'in devrinde hile yok... Ordan da başka bir tarafa gönderilmiş:
"--Efendim, öteki malı şurdan alın; işte o da siftah etsin!" demiş.
O zaman Fâtih demiş ki:
"--Ben bu güzel ahlâka sahip milletle İstanbul'u değil, cihanı fethederim!"
demiş.
Tek başına Fâtih ateş olsaydı, cirmi kadar yer yakardı. Fethin oluşmasında Fâtih var, ordusu var; mübarek evliyâullah, onlara gerçekleri anlatan insanlar var, komutanların canla başla çalışması var... Çok şeyler var. Bütün ortam, hepsi müsait...
Ben o devri, Osmanlıların Fâtih'e kadar olan devrini, tamamen İslâmî, şeriata uygun, tasavvuf terbiyesi almış insanlardan müteşekkil tertemiz bir devre olarak tesbit ettim, gördüm. O devrin edebiyatına, eserlerine baktığınız zaman öyle, her şeyiyle öyle... Padişah da derviş, asker de...
Bir kitap da okudum ama, tabii hep ana kaynakları karıştırıp yerinden bulmak lâzım! Ulubatlı Hasan'ı yaralamışlar, düşmüş; o kitap öyle diyor. Fâtih yanına gitmiş, kucaklamış Ulubatlı Hasan'ı, sevgi ile "Yiğidim!" demiş. Acıyor onun yaralandığına. Tam ölmek üzere, şehid olmak üzere; surdan düşmüş veya yığıldığı yere varmış Fâtih... Ulubatlı son sözünde demiş ki:
"--Müjde padişahım, Peygamber Efendimiz surların üstünde!" demiş.
Böyle bir kitapta bunu okuyunca, çok hoşuma gitti. Bu bana bizim fakültenin başkâtibi vardı, sekreter deniliyor ya, o anlatmıştı Elâzığ'da bir zâtı: Ölüm döşeğine yatmış, gözlerini kapatmış; konuşamıyor, gözlerini açmıyor, sorulara cevap veremiyor. Ölmedi, henüz daha hayatta ama, ölmek üzere, hâlet-i nezi', vefatına yakın, koma hali dedikleri hal...
Tam öyle iken birden bir ayaklanmış, canlanmış, yatağın içinde bir doğrulmuş,
oturmuş. Edeble:
"--Zahmet buyurdunuz yâ Rasûlallah!" demiş, ruhunu teslim etmiş.
Demek ki Rasûlüllah SAS Efendimiz'i gördü koma halinde... Olur mu?.. Olur.
Bizim Almanya'da bir kardeşimiz var, onun akrabası imiş, yatağa yatmış,
ölmek üzere... Hastanın durumu belli. Demişler ki:
"--Yâ geçmiş olsun, işte inşaallah iyi olursun, geçer, düzelirsin..."
"--Yok, sağolun ama, ben öleceğimi biliyorum." demiş. "Bu hastalıktan
öleceğimi, bu yataktan kalkmayacağımı biliyorum. Biraz sonra şeyhim gelecek,
onunla zikrede zikrede ben ruhumu teslim edeceğim!" demiş.
Arkadaş anlatıyor, ismiyle, cismiyle tanıdığı bir kimse; "Biraz sonra kapı çalındı, mübâreğin şeyhi çıktı, geldi. Oturdu başına:
'--Haydi evlâdım, kelime-i şehâdet getir! Lâ ilâhe illallah, muhammedür-rasûlüllah...' vs. derken, can kuşu ten kafesinden uçtu gitti, adam ölüverdi." diyor.
Bak gelmeden, "Şeyhim geliyor, yolda, gelecek!" diyor. Böyle şeyler olabilir diye düşünüyorum. Bazısı inanmaz böyle şeylere ama, ben kitaplarda böyle şeyleri görünce, hoşuma gidiyor.
Toplum temiz, asker temiz, padişah temiz, ulemâ da vakarlı... Ah vakit olsa da, o devrin ulemâsını anlatsam. O devir, ulemanın topluma hakim olduğu, padişahlara, yöneticilere hakim olduğu bir devir; ulema saltanatı devri... Fâtih'e kadar. Ondan sonra iş değişmiş, meselâ Yavuz Selim'den şeyhülislâmlar filân korkmuş. Ama Fatih devri alimleri, Fâtih'ten korkmamış.
Karşı gelmişler. Karşı gelenlerden birisi, hani benim doktora tezime konu olan Hatiboğlu Muhammed vardı ya, o çok dindar bir adam; onun oğlu... Fâtih'e dobra dobra neler söylediyse, Fâtih kızmış, onu makamından azletmiş. Fâtih genç, kızabilen bir insan, sinirli; kızmış, görevinden almış.
Ötekisi Hatibzâde Muhiddin Muhammed, dobra dobra, biliyorum, aileden
huyları öyle... Molla Gürânî çıkmış Fâtih'in karşısına, demiş ki:
"--Bu adamı görevden aldın ya padişâhım, bunu görevine iade et; haksızsın!"
demiş.
Çünkü o devrin en büyük müderrislerinden biri, görevden attığı kimse.
"--Ya onu tekrar görevine geri getirirsin, ya da biz bütün alimler senin ülkeni terkederiz, alimin kıymetini bilen bir sultanın diyarına gideriz!" demiş.
Padişah geri almış. Molla Gürânî filân öyle insanlar...
Sonra Akşemseddin... Akşemseddin için Fâtih diyor ki:
"--Başka hocalar beni görünce benden dizleri titrer; ben bu zâtı görünce, bunun karşısında benim dizlerim titriyor, dermanım kalmıyor, ne yapacağımı şaşırıyorum." diyor.
Tasavvuf heybeti var, evliyâlık heybeti var. Allah'tan korkan insandan herkes korkar. Devir Hak alimlerinin, Hakk'ı bilen evliyâullahın hakim olduğu devir. Peygamber Efendimiz durup dururken medheder mi?.. Ordu da medhediliyor, sadece Fâtih medhedilmiyor ki... "O ordu ne güzel ordudur." deniliyor.
o. Fâtih'in Fetih Hazırlıkları
Hattâ kolay değil, 6 Nisanda başladı hücum; cuma namazını bir gün önce kıldılar, cumartesi günü başladı. İki aya yakın, 53 gün o duvarları toplar döğdü. O toplar, nasıl toplar biliyor musunuz?.. Beşyüz-altıyüz kiloluk taş gülleler atıyor. Şâhî topları; bilmem kaç metre boyunda, bilmem ne kadar eninde, bilmem kaç tane mandanın çektiği alâmet şeyler...
"Gümmm... Gümmm..." diye kocaman, masa kadar kaya şu duvara gelirse ne olur?.. Gider. Topkapı'yı gördünüz, Edirnekapı'yı gördünüz; nasıl çatlamış duvarlar, nasıl yıkılmış?.. Öyle usturuplu atmışlar ki, bir oraya atmış, bir oraya atmış Yâni büyük bir kütüğü, oduncu kıracağı zaman nasıl belli yerlerine vurur; öyle ustalıkla suru yıkmışlar. Topçuların atışı da bir ustalık...
Surların geçilmesi kolay değil! İlkönce surların önünde yirmibeş metre su hendeği var, nehir gibi su havuzları yapmışlar. Surun dibine kolay gidemiyor. Onu geçtikten sonra, bilmem kaç metre yüksekliğinde birinci suru geçecek. Onu geçtikten sonra yirmi-yirmibeş metre tekrar yürüyecek, birinci surlardan çok daha yüksek ikinci surlar geliyor; onları geçecek...
Yâni kaç defa muhasara edilip de fethedilememesi, alınamaması, İstanbul'un surlarının çok mükemmelliğinden... Bir de yukarıda Rum Ateşi denilen bir silâhları var; attıkları zaman yapıştığı yerden çıkmıyor, yakıyor. Suyla da sönmüyor.
Fâtih o surlara hücum edebilmek için hareketli, tekerlekli kuleler yaptırmış. Mûcid, icatçı yâni Fâtih... Hareketli kuleler yaptırmış, adı kişver küşâ; ülke açan... Kuleleri ittiriyor, düşmanlar da ateş atıyor, bilmem ne yapıyor; kuleler surlara öyle yanaşıyor.
Muazzam şeyler yapmış. Halicin bir tarafından öbür tarafına kayıklardan, bilmem kaç askerin yanyana geçebileceği köprü yapmış. İstihkâm... Karadan gemileri götürmesi mâlûm... Muazzam işler.
O surlardan öylece geçmek ve İstanbul'u fethetmek nasîb olmuş. Kuşatma 53 gün sürmüş. O 53 gün içinde eğer Avrupa'dan bir ordu gelseydi, onunla savaşmak zorunda kalacaktı. Ama Allah-u Teàlâ Hazretleri nasîb etmiş.
Fâtih Sultan Mehmed 6 yaşında Amasya'ya vali olarak gönderilmiş diye bir rivayet var. O tereddütlü olsa bile, 1443'te 11 yaşında iken Edirne'den Manisa'ya vali olarak gönderiliyor. 11 yaşında...
Erken yetişiyor. Yâni insanların yetişmesini çok güzel başarıyordu Osmanlılar, ilk devirde. Küçük çocuk, daha 11 yaşındaki çocuk... Tabii yanına bilginleri katıyor. Bilginlerin eğitiminde uygulamalı yönetim. 11 yaşında vali. Nasıl oturacağını, nasıl konuşacağını, nasıl sabredeceğini; her şeyi öğretiyorlar kendisine lalaları, hocaları, öyle yetişiyor.
11 yaşında vali... Ondan sonra 12 yaşında ilk hükümdar... Babası, "Gel otur!" demiş. "Gel evlâdım, seni seçtim; ben çekilmek istiyorum!" demiş.
Babanın tahtı ona bırakması, dünya tarihinde pek görülmüş bir olay değil. Baba çok mükemmel bir baba da ondan. II. Murad'ın çok güzel ahlâkı var... Çok halim selim, çok iyilik sever, çok güzel meziyetlere sahip, çok dindar, sofu bir insan olduğunu, kendisini ibadete vermek için, savaştan nefret ettiğinden tahtı bıraktığını söylüyorlar.
Tahtı bırakan bazı insanlar var tarihte. En meşhurlardan bir tanesi biliyorsunuz, İbrahim ibn-i Edhem, Belh sultanı imiş. Sarayı bırakmış, ondan sonra derviş olmuş. Bunun babası da derviş, yâni öyle bir eğitim almış.
Tabii vaziyet sıkışınca babasına diyor ki:
"--Gel tekrar tahta geç!"
Babası da diyor ki:
"--Sen padişahsın, ülkeni sen koru!.."
Yâni selâhiyet veriyor çocuğuna, çocuğu başarsın diye. O da demiş ki:
"--Baba bak, padişah bensem, emrediyorum gel ordunun başına! Yok padişah
ben değilsem, sensen; gel, ülkeni kendin koru!" demiş.
12 yaşındaki çocuğun zekâsına bak!.. Buna dilemma diyorlar ya, ikilem, yâni iki ihtimâle göre de sonuç aynı. Mantık oyunu...
Çok güzel tahsil görmüş; her türlü, o çağa göre en çağdaş olan ilimleri okumuş. Kütüphanesi elimizde; Haritaya, coğrafyaya, matematiğe dair eserler var... Yedi dil biliyor: Sırpça, yâni Balkanlarda geçerli dil; Yunanca, Lâtince, Arapça, Farsça, Türkçe... Böyle çok iyi yetişmiş. Hatta bir kitap yazıyor; bir Yunanlı, "O devirlerin en büyük Yunanca bilen alimi durumundaydı." diye Fâtih Sultan Mehmed'i öyle anlatıyor.
18 yaşındayken Edirne'de parlak bir düğünle evlendi. Babası ölünce, 19 yaşında tekrar padişahlık tahtına oturdu. 1451'de tahta geçti, bir sene sonra 1452'de, Anadolu Hisarı'nın karşısına Rumeli Hisarı'nı inşâ etti. İstanbul'u alacak; aklı, fikri İstanbul'u almak... Rumeli Hisarı'nı yaptırdı 1452'de. Ondan sonra 1453'te de, padişahlığının ikinci senesinde, 21 yaşında İstanbul'u fethetti. 857 hicrî tarihinde, Cemâziyel-evvel ayının 20'sinde, salı günü içeriye giriş oldu. Milâdî, 29 Mayıs 1453... (Cemâziyel-evvel; Arapçası cumâdâ el-ûlâ, cumâdel-ûlâ, birinci cumadâ ayının yirmisinde.)
Gevher Sultan adlı bir kızı olmuş, Mustafa adında bir oğlu olmuş, hayatında ölmüş. Beyazıd'la Cem'in mücadelesi, kendisinden sonra acı bir macera olarak ortada, bildiğiniz olaylar.
Fatih Sultan Mehmed hakkında tabii bu saatten sonra sözü çok uzatmak istemiyorum, kısa kesiyorum. Tarihte bir çağı kapatıp, bir çağı açacak olan büyük bir iş yaptı Fâtih. İki tane imparatorluğu, dört tane krallığı, --bunların dökümleri kitaplarda var-- on bir tane prensliği, yâni onyedi devleti yıktı, aldı. İkiyüz küsür şehir ve kale zaptetti. Bir şehrin, bir kalenin zaptı çok zor bir iş.
p. Fâtih'in Meziyetleri
Ondokuz yaşındayken padişah oldu, kırkdokuz yaşında öldü. Otuz senede yirmibeş büyük askerî sefer yaptı, Balkanlar'da muazzam seferler yaptı. Seferlerin bizzat içinde bulundu, komuta etti. Çok cesur, çok atılgan bir insandı. Ben huylarını dedesi Çelebi Mehmed'e benzetiyorum ama, asıl Yıldırım Beyazıd'a benziyor. Fatih de yıldırım gibi yâni...
Yıldırım ne yapmış?.. Haçlılar Niğbolu kalesini muhasara etmiş, Doğan
Bey kaleyi savunma tedbiri almış. Geceleyin bir ses duyuyor:
"--Bre Doğan, bre Doğan!.."
Doğan Bey, bu kalenin muhafızı. Adıyla hitap ediyor birisi:
"--Doğan, bre Doğan!" diye ses duyuyor.
"--Allah Allah, ben bu sesi tanıyorum; Allah, Allah!.."
Sura gitmiş, bakmış, aşağıda padişah:
"--Korkmayasın, geliyorum imdadına... Dayan bre Doğan!" demiş.
Cesarete bak!.. Muhasara edilen bir kaleye geliyor. Yıldırım Bâyezit, yıldırım gibi. Fatihin huyları onun huylarına benziyor ve onun yolunu izlemiş.
Fâtih padişah olduğu zaman, ülke 900 bin kilometrekareymiş. Yâni şimdi Türkiye'nin yüzölçümü 776 bin kilometrekaredir. Şimdiki Türkiye'den büyükmüş. Tabii Karamanoğullarından Adana tarafı filân Mısırlıların o zaman. Mısırlılar tâ böyle Suriye'yi, Adana'yı tutuyorlarmış ellerinde o sırada... Vefatında 2 milyon 214 bin kilometrekareye, yâni ikibuçuk misline çıkartmış. Yâni o kadar genişletmiş.
Biliyorsunuz İtalya'nın güneyinde Otranta kalesini aldı, asker çıkarttı, kale yaptı orada. Oradan İtalya'nın yukarısına doğru gidecekti, Roma'yı da alacaktı. Vefat eder etmez, Otranta kalesindekiler ordan geçtiler bu tarafa, kaleyi teslim ettiler. Fâtih, kendisinin zamanında böyle bir düşmana kale teslim eden askerlerin yediyüzünü birden, hepsini kesmiş. "Teslim etmek var mı?" diye.
Çok meziyetleri var Fâtih Sultan Mehmed Cennet-mekân'ın. Onun hayatını, yetişme tarzını ve hayatında uyduğu kuralları, ahlâk kurallarını, çalışma kurallarını çok iyi öğrenmeliyiz.
Çok iyi yetiştirmiş kendisini. Her gün kitap okurmuş. Hergün... Bu hergün kitap okumak, çok çağdaş bir şey! Alimlerle düşer kalkar, onların meclislerine katılır, onları meclisine davet edermiş. Çok az gülermiş, mütemâdiyen çalışırmış, çok cömertmiş, çok atılgan ve cür'etliymiş. Bunları düşmanları söylüyor, ben söylemiyorum. Düşmanlarının sözlerini böyle yazdım, yazılarını çizdim, işaretledim; onları söylüyorum.
Avrupa'nın mukadderâtı üzerinde Türklere asırlarca süren bir üstünlük kazandırmış. Düşmanları söylüyor. "Tahta çıkar çıkmaz kendisi ve milleti hakkındaki Peygamberinin müjdesini tahakkuk ettirmek için harekete geçti." diyorlar. Nasıl biliyor Avrupalılar, gayet iyi biliyorlar.
Türk tarihin gelmiş geçmiş, en renkli ve en büyük şahsiyeti. O kadar geniş bir kültürü var ki; icadlar yapmış, matematiği çok iyi biliyor, topçulukta, askerlikte keşif sahibi... Yunanlı Kritovolus, kendisinin çok keskin zekâlı bir filozof olduğunu söylüyor Fâtih'in. Ulemâyı, şairleri çok kollamış.
Hesap gününü ve ahireti hatırından çıkartmadığı için, mes'uliyetini üzerine aldığı gazâ vazifesinin ağırlığını müdrik bir insan olarak yaşamış. Bunun için hayatını ve sıhhatini dahi hor görerek çalışmış Fâtih.
Çok mütevâzi ve münzevî bir hayat geçirmiş. Münzevî demek, içine çekilmiş, kendi kendine demek. Kimseyle yemek yemezmiş mübarek; hayâ ve vakar sahibi olduğundan... Çünkü fazla yüz-göz olmak istemiyor yâni. Kitap mütâlâasından ve tefekküründen çok büyük zevk alırmış.
Mu'tekif gibi ömür sürermiş. Mu'tekif ne demek? Ramazanda i'tikâfa giren demek. Ramazanda i'tikâfa girince insan, camide nasıl mahrumiyetli yaşıyor, biliyorsunuz.
Üç yüz bilmem kaç tane cami yaptırmış. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor
ki:
"--Allah rızası için bir cami yaptırana, Allah cennette bir köşk ihsân
eder."
Üç yüz küsür camisi var.
Hukûkî düzenlemeler yapmış. Fâtih Kanunnâmeleri'ni koymuş. O zamanın üniversitesi olan Fâtih Medreseleri'ni, sekiz tane medrese, sahn-ı semân denilen medreseleri yaptırmış. Ayasofya Medresesi'ne en büyük matematikçi Ali Kuşçu'yu tayin etmiş. Devlet adamlarının iyi yetişmesi için, çok müesseseler kurmuş. "Onun saltanatı, adaletin, doğruluğun, hakkın ve ilmin saltanatıydı." diye bildiriliyor.
En sonunda da seferdeyken, sefere çıkmışken vefat etmiş.
Hani, biz şimdi dua ediyoruz, camilerde filân namaz kıldıktan sonra diyoruz ki:
"--Yâ Rabbi, işte şu bizim canımızı ibadet üzereyken, abdestliyken, oruçluyken, hak yoldayken, hac yolundayken, umre yolundayken, cihad yolundayken bizim canımızı al yâ Rabbi!.. Yâni yanlış yolda, günah yolundayken olmasın..." filân diye dua ediyoruz.
Şairin birisi diyor ki:
Tevbe ettim ki, etmeyem tevbe;
Tevbeye tevbe-i nasûh olsun!
Yâni bir kere tevbe etmiş içki içmemeye, ona da pişman olmuş: "Bundan sonra vallà billâ etmem!" demek istiyor. Yâni içerim, devam ederim demek istiyor. Böyle edepsizler var yâni. Meyhanede içki içerken çatlamış, Allah da ona öyle bir ölüm nasib etmiş. Ahirete göçüşü öyle olmuş.
Fâtih Sultan Mehmed de orduyu hazırlamış, cihada giderken İstanbul'dan çıkmış, Gebze'ye gelmiş. Orada hünkâr çadırındayken vefat ediyor. 1481 yılında vefatı. Yâni cihad yolundayken ruhunu teslim etmiş oluyor.
Kânûnî Süleyman da öyle... Kânûnî Süleyman da Avrupa'ya askerî bir sefere gittiği sırada ruhunu teslim etti. Şair Bâkî onun için yazdığı mersiyede diyor ki:
Minnet Hudâ'yâ kim, dû cihanda kılıp saîd,
Nâm-ı şerîfin eyledi hem gàzi, hem şehid.
Yâni gazadayken öldüğü için şehid rütbesiyle, gazi ama şehid rütbesiyle ruhunu teslim etmiş oldu.
Fâtih'i önce kendimiz iyi öğrenelim! Tabii, iyi öğrenmek için, de ben kendimi sorumlu hissediyorum. Fâtih'i çok güzel anlatan bir kitap yazmak lâzım!..
Çocuklarımızı Fâtih gibi yetiştirmeye özen göstermeliyiz! Yâni, Fâtih nasıl 11 yaşında sorumluluğu almış, belki 6 yaşında almış, vâli olmuş yâni. Bu çok önemli... Çocuklara sorumluluk vererek, ama büyüklerin yanında, böyle yetiştirmek lâzım! Hocaların yanına çocukları alması lâzım! Biraz böyle asistan gibi yetiştirmesi lâzım!
Çocuklara dînî ruhu, yâni fetih ruhunu çok güzel öğretmemiz lâzım! Fâtih gibi çalışkan olmayı öğretmemiz lâzım! Okuyan, yazan, çalışan, düşünen, güzel ahlâka sahip bir insan olacak tarzda yetiştirmeye gayret etmemiz lâzım!
Kendimiz de, silkinmemiz lâzım! O güzel hasletlerden ibret alarak, Fâtih gibi hayat sürmeye zorlamamız lâzım!..
Allah-u Teàlâ Hazretleri ruhunu şâd eylesin. Makamını a'lâ eylesin... Bizlere de rızasına uygun, onun gibi o yolda güzel çalışmalar yapmayı nasib eylesin... Nice güzel hizmetler yapmayı nasib eylesin... Nice füyûzât ve fütûhat, bizlere, çocuklarımıza ihsân eylesin.
Sübhàne rabbinâ rabbil-izzeti ammâ yesifûn... Ve selâmün alâ cemîil-enbiyâi vel-mürselîn... Ve âli küllin ecmaîn... Vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn, el-fâtihah!..
28. 05. 1999 - Melbourne / AVUSTRALYA