15. ZİKİRLE İLGİLİ SORULAR
a. Zikrin Sırası
Soru: Efendim zikrin sırası var mı?
Nasıl olsa olur, hepsi zikirdir, hepsi kabuldür ama; Hocamız’dan duyduğumuz şekil: Evvelâ Estağfiru’llah, sonra Lâ ilâhe illa’llah, sonra Allah, sonra Salevat-ı Şerife, sonra Kul huva’llah tarzındadır.
Tersten başlasan da, öteki türlü yapsan; o da olur, yani hepsi kabuldür. Neye dayanarak böyle söylüyorsun?
Peygamber Efendimiz:
“—Sübhana’llah, El-hamdü li’llâh, ve Lâ ilâhe illa’llah, va’llàhu ekber… Bunlar çok güzel sözlerdir. Hangisiyle başlasan, ziyan etmez.” diyor.
Oradan, ona dayanarak söylüyorum. Fark etmez ama, Hocamızın söylediği sıra öyleydi. Öyle yaparsanız iyi olur diyorum.
b. Zikrin Faziletlisi
Soru: Sesli zikir mi daha efdal?
Hayır, kalpten olan zikir en efdalıdır.
Zikir üc çeşit olur, seslilik bakımından: 1. Yüksek sesle zikir. Buna zikr-i cehri derler. Cehren, âşikâre zikir.
2. Bir de zikr-i hafi vardır. Hafi, gizli demek. Hafiye, gizliden gizliye bir şey araştırana deniliyor ya, oradan aklınızda kalsın.
O nasıl? Namazda sureleri okuduğumuz gibi. Öğle namazında nasıl okuyoruz? Kimse duymuyor, ancak kulağını yanaştırırsa duyabilir. İşte buna zikr-i hafi derler. Dudağı kıpırdıyor, hafifçe bir ses çıkıyor. Buna zikr-i hafi derler, bu orta derecesi.
3. Bir de zikri kalbi vardır. Dil-dudak kıpırdamıyor, hiç belli olmuyor, kalbi Allah diyor. Allah demeye devam ediyor, kimse anlamıyor. Böyle kıyıda bir kadıncağız. Yahu işte, kim bilir bir şey
mi düşünüyor acaba hacı teyze?
“—Yok, senin haberin yok. O orada kalbinden Allah’ı zikredip duruyor.”
Âşikâre olan zikrin mükâfatı bire yetmiş bindir. Çok büyük sevabı vardır. Allah yolunda para harcamaktan da yüz kat fazladır. Onun sevabı bire yedi yüz. Zikrullahın sevabı, bire yetmiş bin. Yüz kat daha fazla. Kalpten olan zikir de, âşikâre olan zikirden yetmiş kat daha fazla... Yani, insan bir duyulur şekilde Allah dese; yetmiş bin defa Allah demiş gibi, mükâfatı o kadar çok verecek Allah. Bir defa demiş gibi vermeyecek de, o yetmiş bin defa demiş insana verilecek sevap gibi; öyle yetmiş bin misli sevabı çok…
Pekiyi, içinden derse, kalbinden? Hiç kimse anlamadı. O zaman bunun yetmiş katı, yani dört milyon dokuz yüz bin defa demiş gibi sevap verir.
Dört milyon dokuz yüz bin rakamı size kolay gelir ama; dört milyon dokuz yüz bin defa Allah deseniz, görürsünüz bakalım ne zamana biter... Yani kolay değil, o biraz zordur.
İşte kalbinden Allah demenin mükâfatı bu kadar çoktur, o daha üstündür.
c. Kaza Borcu ve Nafileler
Soru: “Hocam. Benim kaza namaz borçlarım var. Ben İşrâk, Duha, Evvabin, Teheccüd namazlarını mı kılayım: kazayı mı ödeyeyim?”
Bu namazları kıl. Neden? Bu namazları kılmadığın zaman, bu namazlar artık ele bir daha girmez; geçti mi, geçti. Sevabı çok ama
geçti. Sabahleyin İşrâk namazı kılsaydı, bir hac ve umre sevabı kazanacaktı. Kılmadı, geçti. Bunun artık kazası yok, ele geçmesi
bir daha yok... Onun için, bu namazlar kılınır. Ondan sonra, borçlar ödemeğe gayret edilir gene...
“—E, ben falanca zaman farz namazlarımı kılmamıştım, şimdi onları ödüyorum.”
Bir farz namazı, vaktinde kılmadığın için zarar ettin, bir de şimdi farz namazları ödeyeceğim derken; sevaplı namazları kılmıyorsun, bir de oradan zarar ediyorsun. İki türlü zarar ediyorsun. Bari bu sevaplıları kaçırma da, öbür taraftan onları ödemeğe giriş.
“—E, ya tamamlayamazsam, ölünceye kadar?”
Zaten tamamlamağa senedin mi var? Zaten tamamlayamazsan, bunları kılmayıp yaparken de tamamlayamazsın; o öyle bir mazeret değil.
O bakımdan, bu oruçları sevabı almak için tutacak. Borç oruçlarını ayrı tutacak... O daha kârlı.
d. Zikir ve Uyku
Soru: Ders çekerken yorgunluktan uyumaya ne dersiniz, uyuyanlara ne dersiniz?
İnsan yorulur, insanlık halidir. Uykusu gelir, zikir yaparken uyuyuverir. Bunlar hakkında Peygamber Efendimiz SAS buyuruyor ki:
“—Böyle vazifelerini yaparken uykusu gelen bir kimse varsa, uyusun, rahatlasın, kalksın ibadetini öyle yapsın!”
Yâni, iki saat yatsın, üç saat sonra yapsın, dinlenmişken yapsın. Yâni, nerede kaldığını bilmiyor, ne çektiğini bilmiyor, ne söylediğini bilmiyor; hem uyuyor, hem zikir yapıyor. Bunun tadı olmaz. Uyusun, ayıklaşsın, berraklaşsın kafası, zikri ondan sonra yapsın...
e. Sohbet Esnasında Zikir
Soru: Camide sohbette zikir edilir mi?
Sohbet de zikir olduğundan, dini konuşmayı dinlemek daha sevaptır.
“—Delilin ne? Neye dayanarak böyle söylüyorsun? Çünkü, her şeyin delil’i olması lâzım, boş konuşmamak lâzım. Çünkü, çıkar birisi başkasını söyler, şaşırır insan.”
Peygamber SAS Efendimiz imam hutbeye çıktığı zaman, konuşmamak gerektiğini; konuşursa, cumanın sevabının kaçtığını bildiriyor. Yani, bir insan cuma günü imam minbere çıkıp hutbe okuyorken konuşursa, cumanın sevabı gider. Elinden gider.
“Hatta…” diyor Peygamber Efendimiz; “Hatta, yanındaki konuşur da, ‘Sus be kardeşim, konuşma yahu; konuşulmaz cuma günü imam hutbedeyken!’ dese; öyle diyenin de sevabı gider.” diyor. Yani, sen konuşulmasın diye söylüyorsun ama öyle desen bile gider diyor.
Sohbet, dini sohbet, vaaz, hutbe gibi şeylerde uygun olan, onu dinlemektir. Onu dinlersiniz, mânâyı kaçırmazsınız. Eğer ilerlemiş bir dervişse bir insan, hem dinler, hem zikir yapabilir... Yani, o da yasak değil. Mânâyı kaçırmıyorsa, kalbi Allah der... Hem de dinler. Hem her sohbeti takip eder, her işi yapar... Hem de kalbi Allah der... Zikre devam edebilir.
f. Feyiz Nedir
1. Soru: Feyiz nedir? Şeytan müride nasıl gider?
Feyiz Allah’ın insana verdiği bir haldir, bir zevktir, bir duygudur. İnsan güzel, sevaplı şeyler yaptığı zaman, o sevaplı şeylerin te’siri insana gelir, insanı etkiler... Buna feyiz diyoruz.
Sevaptan hàsıl olan bir güzel durumdur. Namazda olur, oruçta olur, zikirde olur, Kur’an okumakta olur, sevaplı bir şeyi yaptığı zaman olur, doğru bir şeyi yaptığı zaman olur, mübarek bir insanı ziyaret ettiği zaman olur. Yani, insan onu yaptığı anda tarifsiz bir güzel duygunun içine girer, çok lezzet duyar, çok hoş olur. İşte. Filanca türbeyi ziyaret ettim, çok feyizlere gark oldum... Yani, güzel duygular kendisine gelmiş oluyor, fiilen olan bir şey bu...
Peygamber SAS Efendimiz zamanında sahabe-i kiram diyorlar ki: “—Ya Rasûlallah. biz senin yanındayken ne zevkler, ne şevkler duyuyoruz; senin yanından ayrılıp eve gittiğimiz zaman onları kaybediyoruz.”
Tabii, Rasûlüllah’ın meclisinin feyzi tesir ediyor, güzel haller oluyor... Oradan ayrıldıktan sonra kayboluyor.
Tabii ışıklı yerde insan aydınlanır, ışıksız yere gittiği zaman karanlıkta kalır. Sıcak yerde, kaloriferli yerde sıcacık ısınır. Zemherir ayazında dışarıya çıktığı zaman üşümeğe başlar. İçerisi sıcaktı ama burada sıcaklık yok. Orada feyiz var, burada feyiz yok.
Feyiz olmayan yerde soğukluk olur, hatta böyle bir tatsızlık olur, bir keyifsizlik olur. Hatta vaazlarda, vaiz dinleyen insanların ihlâsına göre güzel konuşur, feyiz alır, dinleyenler de feyiz alır... Dinleyenlerin içindeki bazı kimseler dolayısıyla tatsızlık da olabilir. Çünkü onlar da tatsızlık yayarlar etrafa... Yani, her maddenin, her canlının, her eşyanın kendine göre etrafa tesiri vardır... Soba hararet yaydığı gibi, lamba ışık yaydığı gibi; zararlı şey de radyasyon yayıp da bazı şeyleri tahrip ettiği gibi, bazı şeyler de zararlı olabilir. Feyiz de öyle bir şey...
2. Soru: Doktora gittim, ilaç alıyorum. İlaç alalı dersimi çekemiyorum. Feyiz kalmadı, feyiz alamıyorum. İlacı keseyim mi?
Hayır! Muhterem kardeşlerim. Zikirler, feyiz almak için yapılmaz, keyif almak için yapılmaz. Burada çocuk eğlendirmiyoruz, gönül eğlendirmiyoruz; keyifsiz de yapılır, zevksiz de yapılır.
“—Namazdan hiç zevk almıyorum.”
Daha iyi, daha iyi, namazdan zevk almadan kıl bakalım! Vazife yapmanın sevabını kazan, Allah’ın emrini tutmanın sevabını kazan. Cihad etmek kolay mı sanıyorsun sen? Dağ başlarında yürüyeceksin, ayaklarına kara sular inecek; ayakların acıyacak, aç duracaksın.
Çok mu rahat savaşanlar cephelerde? Sevap kazanıyorlar ama
ızdırap çekiyorlar... Uyku uyuyamıyorlar, günlerce uykusuz kalıyorlar. Düşman kovalıyor, kaçıyorlar. Düşmanı kovalıyorlar, yoruluyorlar. Yaralanıyorlar, inliyorlar, ağlıyorlar, dişlerini sıkıyorlar. Kolay mı? Değil.
Şehid olmak da sevap, gazi olmak da sevap. Bak, hiç tadı yok. Sakın ha, ibadetleri tatla, feyizle ölçmeyin, keyifle ölçmeyin; tatsız olup da, tatsız olsa bile yapmağa kendinizi alıştırın! Çocuk eğlendirmiyoruz, gönül eğlendirmiyoruz; maksat zevk almak değildir. Bizim prensibimiz:
إَلٰـهَي أَنْتَ مَقْصُودَي، وَرَضَاكَ مَطْلُوبَي!
(İlâhî ente maksùdî ve rıdàke matlûbî) “Yâ Rabbi, benim maksudum sensin; ben senin rızanı kazanmak için yapıyorum her yaptığım işi... Benim muradım keyif almak, zevk almak, gönül eğlendirmek filan değil, ben senin rızanı istiyorum!” diyoruz.
Allah razı olsun da, zor olsa da, zor işi de yaparız, zahmetli olsa da yaparız; ölüm de olsa harbe gideriz.
Oruç tatlı bir şey mi? Aç kalıyor insan, dudakları çatlıyor. Tatsız... Geceleyin uykuyu bölmek kolay mı? Sabah namazına çok zor kalktım ben bu sabah. Hanım zor kaldırdı. Niye? Gece iki buçukta yattık, üçte yattık; yoldan geldik, kolay değil yani; insan kalkamıyor, ama kalktık.
Camide herkes böyle uyukluyor, başı böyle yere düşüyor. Neden? Hepsi uykusuz, hepsi yoldan geldi... Kolay değil. Bıraksan hepsi uyuyacak. Zaten fırsatı buldu mu millet, feyiz almak için filan değil, gözünü kapatıyor, kestiriyor. Yani, oturduğu yerden kestiriyor. Yorgun, kestiriyor. İşin doğrusu bu ama uykusu da olsa, camide namaz kılmak sevap diye geliyor gene… İşte böyle olacak...
Feyiz almak, keyif almak esas değildir. Feyiz almasan, keyif
almasan da devam edeceksin. Çünkü Allah yazıyor, melekler biliyor, hiç bir şey gizli kalmıyor. Zerre kadar hayır işleyen, onun mükâfatını görecek. Zerre kadar şer işleyen, onun cezasını çekecek...
Sen zikri yap, Allah sana sevabını versin... İster zevkini al, ister alma… Zevkini alınca zikir yapan, zevkini almayınca zikri bırakır. O tehlikesi var... O da şeytanın bir oyunudur. Zevki almadığın zaman, zor geldiği zaman yaptığın zaman sevabın daha çok olur. Zorlandıkça sevabı artar. Sakın işi zevkle ölçmeyin!
“—Feyiz alamıyorum?”
Feyzi zaten siz anlamazsınız, feyzin ne olduğu öyle kolayca anlaşılan bir şey değil.
Allah hepinizden razı olsun. Allah Aranızdaki kardeşliği daim eylesin, muhabbeti çok eylesin. İki cihan da aziz olun…
Tasavvuf nedir diye sormuşlar da, büyüklerimizden bir tanesi diyor ki:
“—Allah’ın emirlerini, yasaklarını yaparken ıhlaya, ıhlaya zahmetini çekmek, tasavvuf bu...”
Tasavvuf zor yol olduğundan, eskiden birisi gelirmiş şeyh efendiye:
“—Efendim, ben sizin dervişiniz olmak istiyorum.” dermiş.
“—Evlâdım, git işine, bizim işimiz zordur, kolay değildir!” dermiş, ilk önce kapıdan bir kovarmış.
“—Demirden leblebiyi ağzına atsan, çiğneyebilir misin? Çiğneyemezsin, dişlerin kırılır. Bak, bu bizim dervişlik, demirden leblebi çiğnemek gibidir.” demişler.
Kolay değil! Uykuyu bırakacaksın, namaza kalkacaksın, vazifeni yapacaksın, tesbihini çekeceksin... İçinden nefsin bir şey isteyecek, yapmayacaksın, inat edeceksin:
“—Vermiyorum senin istediğini, seni mendebur seni! Alıştın, şımardın, benden hep keyifli şeyler istiyorsun... Vermiyorum!” diyeceksin.
Şeytan onu kandırmağa çalışacak:
“—Gel bak söyle yap, böyle yap! Burada ne kadar çalgı var, eğlence var, güzel zevk ü sefa…”
“—Yok, ben oraya gitmeyeceğim!” diyeceksin.
Nedir bunlar? Nefsin arzusuyla cihad etmek, şeytanla cihad etmek, uğraşmak.. Bunlar hepsi mühim şeyler, zor şeyler.. Dervişlik bu... İnsan bunu yaptıkça sevap kazanır.
Yoksa keyifli olsa, herkes müslüman olurdu. Müslümanlık para kazandırıcı bir şey olsaydı, zevkli, keyifli bir şey olsaydı; dünyadaki insanların hepsi müslüman olurdu. Allah müslümanlıkta güzel şeyleri biraz zahmetli kildiğindan, herkes müslüman olamıyor. Müslüman olsa bile devam ettiremiyor, yarı yolda bırakıyor, zor geliyor.
Müslümanlık zordur, bir bakıma zordur. Fuzuli diyor ki, sair Fuzuli: “İnsanın içi rahatlık ister.” Şiirle söylüyor bunu; onu anlayamazsınız siz diye ben izahını söylüyorum:
“—İnsanın içi rahatlık ister. Koltuğum rahat olsa, şöyle biraz uzansam… Ah biraz esinti olsa…”
Yani, rahat ister insanın canı amma; ibadetlerin hepsi de mihnetlidir, meşakkatlidir.
Hac zordur. Elin Arabı emreder:
“—Şuraya git, buraya çık, sıraya gir, otur, kalk!” bilmem ne...
“—Çekil, geri git!” “—Allah Allah, sen benim memlekette olsan, ben sana gösterirdim. Ayağımın altına alırdım seni ama burada neyse senin ocağına düştüm.” diyorsun.
Arafat’a gidiyorsun, Arafat’tan Mina’ya geliyorsun geceleyin yorgun, argın. Vasıtalar çalışmaz, birbirine çarpar, harareti insanın yüzüne vurur; dumanından insanın burnunun içi kurum dolar, bilmem ne…
Muzdelife’ye ulaşıyorsun, burada yatılacak. Söyle bir taş buluyorsun, Burası biraz yüksekçe; taşa başını koyuyorsun, kuş tüyü yatakta yatıyor gibi yatıyorsun... Kolay değil.
Sıcağı kolay değil, gecesi kolay değil, Arafat’ı kolay değil..
Bayılan oluyor, ölen oluyor. Tavafı kolay değil, izdihamdan sıkışanlar oluyor, “Yandım Allah!” diyenler oluyor, hastahaneye kaldırılanlar oluyor, güneş çarpanlar oluyor…
Savaş kolay değil, o da bir ibadet. Oruç kolay değil, o da zor. Namaz kolay değil… İşte kolay olmadığından herkes kılamıyor. Musa AS’ söylemiş:
“—Yâ Muhammed, ben bu insanları senden önce tanıdım, yapamazlar bunu. Sen git Rabbine söyle: Bu beş vakti de indirsin!”
“—Yok artık! Bundan sonra utanıyorum artık daha indir demeğe…” demiş Peygamber Efendimiz.
Bes vakit namaz zor geliyor, kılamıyor millet. Dairedeyim diyor, okuldayım diyor, bilmem ne diyor ve sâire diyor. Abdest almak zor geliyor, namaz kılmak zor geliyor; günde beş vakit namaz kılamıyor.
Râhat ister tab u mihnettir ibâdet serteser,
Terk-i râhat rağbet-i mihnet kılan mümtâz olur;
Ol sebeptendir ki, küfr âsân olur İslâm sâ,
Arsa-yı âlemde mülhid çok muvahhid az olur.
“İbadetler zordur. İnsanın tabiatı rahatlık ister, ibadetler de zordur. Rahatı terk eden, Allah rızası için mihnetleri tercih eden, makbul kul olur. Onun için, yeryüzünde müslüman azdır, gayrimüslim çoktur.” diyor Fuzuli... Ondan.
Din keyifli olsa, zevkli olsa, herkes müslüman olurdu. Herkes zevkini anlayamıyor. Zevki var, mânevî zevki var... Cüneyd-i Bağdadi diyor ki:
“—Bizim mânevî zevklerimizi şu haydutlar, mafialar, padişahlar bilselerdi; onları bizden almak için üzerimize orduyla gelirlerdi, çarpışırlardı. Bizden bu zevkleri almak için…” diyor.
Tasavvufun çok zevkleri var ama, o zevkler meşakkatin içinde saklı… Mihnetin, meşakkatin içinde saklı... Onun için, sakın ha keyif peşine düşmeyin! Keyfinizi ezmeğe bakın!
Eski insanlar, nefsi ne dediyse, onun aksini yaparak yükselmişlerdir. Mûsâ AS’ birisine demiş ki:
“—Gel bak, imana gel! Bana iman et, Allah’ın yoluna gir, akdine gir!” demiş.
“—Yâ Mûsâ, sen bana bir gece müsaade et! Yarın sana cevap vereceğim.” demiş.
Ertesi gün Musa AS’a gelmiş:
“—Tamam, kabul ediyorum, senin dinine giriyorum.”
Mûsâ AS sormuş:
“—Niye demiş müsaade istedin? Niye dün kabul demedin de, bugün dedin?”
“—Ben prensip edindim, nefsim neyi isterse aksini yaparım. Nefsimin istediğinin aksini yaparım. Prensibim odur. Dün gece nefsime danıştım, müracaat ettim. Baktım ki, sana tabi olmayı hiç istemiyor, dinine girmeyi hiç istemiyor. Anladım ki hayırlı… Onun dediğinin aksini yaptım. Ondan imana girdim, mümin oldum, sana geldim.” demiş.
Öyledir. Yâni, din mihnetlidir, meşakkatlidir, hizmettir, zahmettir, yorgunluktur ama; onun ötesinde sevabı vardır.
Kırk gün halvete giriyor, kapatıyorlar bir yere; hiç gördünüz mü, halvete giren insanların yerlerini? Meselâ, Şeyh Şa’ban-ı Veli’nin Kastamonu’da camisi vardır. Küçücük küçücük odalar yapmış camiye... Bir oraya koyuyor dervişi, kırk gün orada duruyor derviş. Konuşmayacak, gitmeyecek, yemekler mahdud; yirmi bir tane üzümü şu kadarcık ekmekle yiyecek. Akşamleyin bir çorba, sahurda öyle bir şey… Her gün oruç tutacak, kimseyle konuşmayacak.
Hacı Bayram Camii’nin altında hücreler vardır. Kimse bilmez onu Ankara’da. Aşağıdan bir kapıdan girilir, insanların namaz kıldığı yerin altında hücreler vardır... Birer kişilik mezar gibi şöyle; yani bir insan ayağa kalkacak gibi yükseklikte. Secdeye varacak gibi bir şey. Dervişler oraya girer, üstü tavan... Daha doğrusu caminin tabanı, altı toprak, sağı solu toprak; ışık yok, hiç
bir yerden ışık yok… Penceresiz, mezar gibi. Kırk gün orada dervişlik yapacak. Kırk gün tesbih çekecek.
Eşref oğlu Rûmî Hazretleri, Saadeddin-i Hamevî Hazretleri’ne derviş olmağa gitmiş Hama şehrine. Hanımıyla, çoluk çocuğuyla gitmiş.. Çocuk böyle ağlar, zırlar, ihtiyacı vardır. Hanımın ihtiyacı vardır. Gitmiş şeyh efendinin elini öpmus.
“—Hoş geldin evlâdım. Mâşâallah, haydi bakalım halvete gir!” demiş, almış onu tikmiş bir hücreye, karanlık bir yere.
Kırk gün… Kırk gün ne demek? Bir ay, on gün demek. Bir ayın nasıl geçtiğini düşünün... Kırk gün orada aşağıda güneşsiz yerde tesbih çekmiş, çıkmış gelmiş şeyhine kırk gün sonra; sararmış, bıyigi, sakalı birbirine karışmış. Halvetten çıkan insanı görseniz, korkarsınız. Bu, mezar kaçkını mı, nedir bu adam, hapishane kaçkını mı? Çünkü, tıraşlı filan olmadığından, böyle şeydir biraz.
“—Aferin, mâşâallah evlâdım. Pek güzel olmuşsun. Haydi bir kırk gün daha gir”
Bir daha şokmuş. Çıktığı gün bir daha şokmuş, kırk gün daha halvet yapmış, etmiş seksen gün... Seksen gün ne eder? İki ay, yirmi gün eder. Gene çıkmış seksen gün sonra, gelmiş gene şeyhinin elini öpmüş.
“—Mâşâallah, epeyce güzel olmuş durumun... Haydi bir daha gir evlâdım!”
Kırk gün daha, etti yüz yirmi gün. Kaç ay eder? Dört ay. Dört ay kara toprağın altında, karanlık yerde, murakabe, zikir, ibadet, tâat… Ama, ondan sonra Eşrefoğlu Rûmî, Eşrefoğlu Rûmî olmuş, tarihe geçecek bir insan olmuş... Eserlerini okuyun, nasıl seversiniz. Müzekki’n-Nüfûs isimli eserini alın, bakın ne kadar güzel!
Nasıl, ne diyor ilâhisinde:
Ey Allahım, beni senden ayırma,
Beni senin cemâlinden ayırma!
Balığın canı su içre diridir,
İlâhi balığı gölden ayırma!
“Balığın suda yaşadığı gibi, ben de senin muhabbetinin içinde yaşayabilirim. Beni senin bu muhabbetinden ayırırsan, balık sudan çıkınca çırpınır, çırpınır, ölür; ben de onun gibi ölürüm. Beni bu muhabbetinden ayırma yâ Rabbi!” diyor.
Öyle àşık olmuş Allah’a, öyle kâmil insan olmuş, öyle olgun insan olmuş.
Şeyh efendinin birisine adamın birisi geliyor. Müridler şeyh efendinin huzurunda oturuyorlar. Edep var, sükûnet var. Adam
rap rap, rap rap gelmiş, bir mektup uzatmış şeyh efendiye.
Şeyh Efendi açmış zarfı, mektubu çıkarmış, okumuş.
“—Evlâdım, bu iş olmaz!” demiş.
Ne yazıyorsa, “Olmaz bu iş evlâdım!” demiş.
Gelen adam, şeyh efendiye kafa tutmuş: “—Bu iş olacak!” demiş.
Müridler şöyle yerlerinden doğrulmuşlar. Yâni adamı, buğdayın değirmende öğütüldüğü gibi öğütürler, tozunu çıkartırlar, havada savururlar. Şeyh efendi bir işaret etse, “Şu edepsize haddini bildirin!” dese; toz olur adam… Şeyh Efendi şöyle başını eğmis, gözünü kapatmış. Sonra başını kaldırmış:
“—Sabreden mükâfatı aldı, sabredemeyen imtihanı kaybetti.” demiş.
Dervişlik böyle... Kolay değil. Kızılacak yerde kızmayacak.
Dövene elsiz gerek,
Söğene dilsiz gerek,
Derviş gönülsüz gerek,
Sen derviş olamazsın!
Ele geleni yersin,
Dile geleni dersin;
Böyle dervişlik dursun;
Sen derviş olamazsın.
Ummana dalmayınca,
Mürşide ermeyince,
Hak nasib etmeyince,
Sen derviş olamazsın.
Derviş olmak biraz zor…
Zehir ile şol aşı
Yemeğe kim gelir?
Yunus Emre öyle diyor. Zehirli bir aş, kaşık kaşık haydi bakalım nasıl yiyeceksin? Yemek kolay değil ama, zehirli ama şifalı... Zor ama sonu güzel! Meşakkat ama, arkasından olgunluk var. Okul zahmetli ama çocuk diplomayı aldı mı; büyük adam oldu diye anası, babası seviniyor.
“—Benim evlâdım büyük adam oldu; elçi oldu, doktor oldu, bakan oldu, bilmem ne oldu.” filan diye seviniyor.
Okul zahmetli ama, sonu güzel.
Allah bizi sevdiği kul eylesin... Sevdiği yoldan ayırmasın... Allah hepinizden razı olsun…
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llah!
08. 01. 1996 - M. Zâhid Kotku Dergâhı
Sydney / Avustralya.