16. TAKVÂ SAHİBİ OLUN!
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm.
Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn… Hamden kesîren tayyiben mübâreken fîhi alâ külli hâlin ve fî külli hîn… Kemâ yenbagî li- celâli vechihî ve li-azîmi sultànih… Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ tâci ruûsinâ ve tabîbi kulûbinâ ve habîbinâ ve habîbi’llâhi muhammedini’l-mustafâ… Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’l-cezâ... Emmâ ba’d…
a. Receb ve Şa’ban Ayı
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Peygamber SAS Efendimiz, Receb ayı girdiği zaman buyururdu ki:58
اللههُمه بَارَكْ لَنَا فَي رَجَبٍ وَشَعْبَانَ، وَبَـلِّغْـنَا رَمَضَانَ (طس. هب.
حل. كر. والديلمي عن أنس)
(Allàhümme bârik lenâ fî recebe ve şa’bân, ve belliğnâ ramadàn) “Yâ Rabbi, bize Receb ayını, Şa’ban ayını mübarek eyle. Bu ayların bereketinden istifade etmemizi nasib eyle. Bizi Ramazan’a ulaştır. Selâmetle, saadetle, devletle Ramazan’a ermeyi nasib eyle...”
Ramazan çok önemli bir ay ama, Receb ayında, ve Şa’ban ayında da çok mühim özellikler var… Çok güzellikler, mükemmellikler var. Onun için, “Receb ayını, Şa’ban ayını bize
58 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.259, no:2346; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.IV, s.189, no:3939; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.375, no:3815; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VI, s.269; Bezzâr, Müsned, c.II, s.290, no:6494; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXX, s.57; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.485, no:1985; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.161, no:309; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.138, no:18049; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.211, no:554; RE. 532/10; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXXIII, s.24, no:35704, 36125.
mübarek eyle ve Ramazan’a eriştir!” diye dua ederdi.
Receb ayı, Şa’ban ayı, Ramazan’a hazırlık ayıdır. Ramazan’da Ramazan’ın muazzam ikramlarından istifade etmesi için insanın, hazırlık yapması lâzım. İmtihana girecek insan, hazırlanmadan imtihana girerse; sıfır alır, çıkar. İmtihana hazırlanmak lâzım, çalışmak lâzım. Receb ayı, bu çalışmaların başladığı aydır.
Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş ki:59
رَجَبُ شَهْرُ الِلَّ، وشَعْبانُ شَهْرَي، وَرَمَضانُ شَهْرُ أُمهتَي
(أبو الفتح في أماليه عن الحسن مرسلاً)
RE. 289/2 (Recebü şehru’llàh) “Receb Allah’ın ayıdır. (Ve şa’bânü şehrî) Şa’ban benim ayımdır. (Ve ramadànü şehru ümmetî) Ramazan da ümmetimin ayıdır.” buyurmuş.
Allah’ın ayıdır ne demek? Her şey Allah’ın da, Receb ayı Allah’ın ayıdır demek; insan Receb ayında Allah’a yönelirse, Allah’ın kullarına çok rahmet ettiği, tevbesini kabul ettiği, affettiği, mağfiret ettiği aydır demek.
Şa’ban da, Peygamber Efendimiz’in ayı olduğundan; insan tevbe etmeli, Cenab-ı Mevlâ’ya yönelmeli, dönmeli, hak yola girmeli. Ama hak yolda yürümenin şeklini, şemailini bilmezse bir insan…
“—Tamam, ben Allah’a döndüm. Allah’ın iyi kulu olmak istiyorum ama Allah’ın iyi kulu nasıl olunur? Ne yaparsam, Allah’ın iyi kulu olurum? Hangi yoldan gidersem, Cenâb-ı Hakk’ın rızasına erişirim?” denilecek olursa; Allah’a güzel kulluk etmenin yolu, Peygamber Efendimiz’in sünnetine sarılmaktır. Çünkü Allah’a, Peygamber Efendimiz’den daha güzel kulluk etmiş bir insan yoktur.
En güzel kulluğu, Allah’ın en hoşuna gidecek şekilde ibadeti,
59 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.275, no:3276; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.114, no:210; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.374, no:3813; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.556, no:35164; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.341, no:1358; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XIII, s.109, no:12682.
taati, kulluğu, sabrı, şükrü, zikri Rasûlüllah yapmıştır. Dini en iyi bilen, Rasûlüllah Efendimiz’dir. Onun için, insanın Allah’ın sevgili kulu olması için yol, Peygamber SAS Efendimize uyması yoludur. Rasûlüllah’ın izinden giderse, onun yaptığı gibi yaparsa; onu anlayıp, onun talimatını, emirlerini, tavsiyelerini kavrayıp çalışırsa; Allah’ın rızasına erişir.
Onun için Şa’ban, Peygamber SAS Efendimiz’in sünnetine sarılma ayıdır diyebiliriz, bu usulleri öğrenme ayıdır diyebiliriz. Çünkü Ramazan’da ibadet edeceğiz. Allah’a. Asıl mükâfatları kazanacak güzel ibadetler Ramazan’da gelecek. Ramazan’ın gecesi, gündüzü şâhâne, muhteşem, muazzam sevaplarla dolu... Gündüz oruç tuttukça, sevap kazanacak. Ama orucun usulünü bilmek lâzım. Gece ibadet ettikçe, sevap kazanılacak. Teravih kıldıkça, Teheccüde kalktıkça, sahur yemeğine kalktıkça sevap kazanacak. Ama bunların usulünü bilmesi lâzım insanın…
Onun için, (Şa’bânü şehrî) “Şa’ban benim ayımdır.” demesini, ben böyle değerlendiriyorum. Peygamber Efendimiz’i iyice tanımağa çalışmalıyız. Kendi kendime de söz verdim, bu Şa’ban ayı mademki Peygamber SAS Efendimiz’in ayıdır. Bir hadis kitabını başından sonuna devredeyim. Başından sonuna bir okuyayım söyle, tamam olsun bu Şa’ban ayı içinde; mademki Peygamber Efendimiz’in ayıymış, Peygamber Efendimiz’in söyle sözlerini, şemailini, emirlerini, tavsiyelerini bir tekrarlamış
olayım diye düşündüm. Allah düşündüklerimizi yapmağa da muvaffak eylesin...
Onun için, hadis-i şeriften okuyacağım. Size birkaç hadis-i şerif okuyacağım bugün; fakat siz de aynı şekilde, Peygamber Efendimiz’in hayatıyla ilgili, okuyabileceğiniz kalınlıkta; Peygamber Efendimiz’in hadisleriyle ilgili okuyabileceğiniz kalınlıkta bir kitabı devirin...
Devirin ne demek? Çelme takın, yere düşürün demek değil. Devirin demek, başından sonuna sayfalarını çevirin de öyle devirin demek. Yani, o sayfayı bu tarafa devirip, o sayfayı bu tarafa devirip, okuyup, bitirip hatmetmek demek.
Bitirin ki, şöyle bilgileriniz bir tazelensin. Haa, tamam, küçükken bunu okumuştum. Ha, bak şimdi daha iyi kavradım.
Tamam, bu hadisleri duymuştum da, hah şimdi daha iyi oldu diye şöyle bir devretmek, çevirmek, tekrarlamak iyidir.
Biliyorsunuz, Peygamber Efendimiz SAS her sene Ramazan’da Kur’an-ı Kerim’i devrederdi. Yani devirirdi, yani çevirirdi, yani hatmederdi. Kiminle? Cebrail AS’la… Peygamber Efendimiz SAS biliyor, Kur’an-ı Kerim kendisine inmiş ama devretmekte fayda var...
b. Babanın Evlâdından Kaçması
Biz de hatim okuyoruz. Artık, kimimiz bir ömürde bir hatim yapıyor. Altmış sene yaşıyor, bir hatim ya yapıyor, ya yapamıyor. Ondan sonra hadi ben ahirete gidiyorum. Kalkıyor gidiyor. Yani, şöyle Allah’ın kitabını bir defa okuyabilmiş olamadan gidenler var...
Bu neden oluyor? Tabii, eski yazı bilmiyor. Ne yapayım Hocam Bir şey anlamıyorum ki, işte o öyle, bu böyle ama derken zaman bulamıyor, öğrenmeye fırsat bulamıyor. Babasına kabahat buluyor, babam okutmadı diyor.
Ahirette de öyle yapacak. Ahirette de babasının yakasına yapışacak, evlâtlık babalık muhabbeti kalmayacak. Sizin evlâtlarınız da sizin yakanıza yapışabilir. Diyecek ki:
“—Ya Rabbi!” diyecek, çekecek Allah’ın huzuruna…
Hadis-i şeriflerde bildiriliyor bu, ayetlerde bildiriliyor, davacı olacak... Davacı olacağını bildiği için de, birbirlerinden kaçmağa çalışacaklar, firar edecekler. Baba evlâdı uzakta gördü mü, firar edecek.
يَوْمَ يَفَرُّ الْمَرْءُ مَنْ أَخَيهَ. وَأُمِّهَ وَأَبَيهَ. وَصَاحَبَتَهَ وَبَنَيهَ. لَكُلِّ امْرَئٍ
مَنْهُمْ يَوْمَئَذٍ شَأْن يُغْنَيهَ (عبس:٤٣-٣٧)
(Yevme yefirrü’l-mer’ü min ahîh. Ve ümmihî ve ebîh. Ve sàhibetihî ve benîh. Li-külli’mriin minhüm yevme izin şe’nün yuğnîh.) [O gün kişi kardeşinden, annesinden ve babasından, hanımından ve çocuklarından kaçar. O gün herkesin kendine
yetip artacak bir derdi vardır.] (Abese, 80/34-37) Kimden kaçacak? Kardeşinden kaçacak. İki kardeş birbirleriyle mirası iyi taksim etmemişler, birisi ötekisinin hakkını yutmuş, yemiş, yalamış, bitirmiş. Haa, karşıdan kardeşini görünce; firar edecek.
Yefirru ne demek? Firt, kaçmak. Nereye kaçıyorsun? Ahirette nereye kaçacaksın? Nereye saklanacaksın? Dünyada kaçarsın… Millet Türkiye’de suç işliyor, Avustralya’ya kaçıyor. Türkiye’de suç işliyor, Almanya’ya kaçıyor. Ama ahirette nereye kaçacaksın?
(Yevme yefirru’l-mer’u min ahîhi) “O gün kişi kardeşinden kaçacak.” Ya can kardeşi, kan kardeşi, ana-baba bir kardeşi, ondan kaçacak. Çünkü, kardeşin kardeşi üzerinde hukuku var.. Ya da, din kardeşinden kaçacak. Din kardeşine karşı görevlerini yapmamış. Başka kimden kaçacak?
(Ve ümmihî ve ebîh) “Anasından ve babasından kaçacak.” İnsan canı ciğeri annesinden kaçar mı? Kaçar. Çünkü annesine karşı dinî vazifelerini yapmadı, babasına karşı dinî vazifelerini yapmadı, kaçacak. Bak, ayet söylüyor: (Ve ümmihî ve ebîh) Anasından, babasından kaçacak.
Hii, babacığım filân diye boynuna sarılmak değil, gördü mü haydii... Ama kaçamayacak tabii. Allah’ın hesabından, mahkeme-i kübrâsından kaçmak mümkün değil,
(Ve sàhibetihî ve benîhi) Sàhibe ne demek? Sàhibe, sohbet ettiği kadın demek. Yani, karısı demek. “Karısından kaçacak.” Hayatta hayat arkadaşıydı ya...
“—Hanım, bugün ne yemeği yapacaksın? Hanım, Bugün çarşıdan ne alıp getireyim?”
Sohbet ediyorlar ya... İşte hayat arkadaşı, hayat yoldaşı… “Bu benim eşim, zevcem, hayat arkadaşım, refika-i hayatım!” derlerdi eskiden. Refik, yolda refakat eden demek. Ahirete doğru giden yolda refikası, yani refakat edeni, beraber gidiyorlar ahirete... Herkes ölecek, hepimiz öleceğiz, ahirete gidiyoruz işte...
“—Nasıl gidiyoruz, durduğumuz yerden ahirete gidilir mi?”
Evet, her şey ahirete doğru gidiyor... Yavaş yavaş. Dünyamız gitmiyor mu? Güneş sistemi gitmiyor mu? Duruyor sanıyoruz da, gitmiyor mu? Yirmi dört saatte böyle dünyanın etrafında
dönüyoruz. Bu sırada göğe baktığımız zaman, şurada gördüğümüz yıldızı şöyle döndüğümüz zaman şurada görüyoruz... Sonra görmüyoruz, sonra doğuyor gibi görüyoruz. Yani, dönüyor dünyamız... Demek ki, dünya üzerinde dönüyoruz aslında; seyahat ediyoruz. Söyle anlatsak, öteki yıldızdakilere el sallayacağız:
“—Merhaba, hello, çüs…”
Selâmlaşma şekilleri... Burada yok mu? Almanya’da çüs... Biz ilk önce çüş sandık filan. Böyle biraz da acaibimize gitti. Hay var. Öyle yapardık yani. Böyle oh, dönme dolapta döner gibi. Veyahut böyle Lunaparktaki trende döner gibi el sallardık... Dönüyoruz.
Ha, bir de böyle Güneş gidiyor beraber. Etrafındaki yıldızlarla beraber, feza da beraber bir yerlere doğru gidiyor. Onu hiç sezemiyoruz. Bunu biraz seziyoruz. Ayın, Güneş’in doğması, batması ne? Biz dönüyoruz da, doğuyor batıyor sanıyoruz; yoksa Güneş orada duruyor. Bir de, ahirete gidiyoruz hepimiz… Gecede, gündüzde, uyurken, uyanıkken; yolculuk devam ediyor. Bizim Türkiye’den-Avustralya’ya gelinceye kadar, uyuyup-uyanıp yolculuk ettiğimiz gibi, Okyanusları geçtiğimiz gibi, hepimiz dünya hayatından ahirete gidiyoruz.
Refika-i hayatımız, eşimiz, yol arkadaşımız; ömrü beraber geçirmişiz, en samimi olduğumuz insan; gecemiz, gündüzümüz beraber geçmiş, bir yatakta yatmışız, bir yastıkta kocamışız filan. (Ve sàhibetihî) “Adam karısından kaçacak, (ve benihi) evlâdından kaçacak.” Evlâdına karşı vazifesini yapmadı, karısına karşı görevini yapmadı filan diye.
Onun için, hepimizin Allah’ın sevdiği kul olmağa çalışması lâzım. Ahirete gideceğiz, ahirette Allah’ın huzuruna çıkacağız
c. İnsanların En Soylusu
Şimdi, Peygamber Efendimiz SAS’le ilgili bir hadis-i şerifi okumağa devam edeyim... Bu girişten sonra:
عَنْ أَبَي هُرَيْرَةَ، رَضَيَ الِلّ عنه، قَيلَ: يَارَسُولَ الِلّ، مَنْ أَكْرَمُ النهاسَ؟
قَالَ: أتْقَاهُمْ . فَقَالُوا: لَيْسَ عَنْ هَذَا نَسْألُكَ، قال: فَيُوسُفُ نَبَيُّ الِلّ،
ابْنُ نَبَيِّ الِلَّ، ابنَ نَبَيِّ الِلّ ، ابنَ خَلَيلَ الِلّ . قالوا : لَيْسَ عَنْ هَذَا
نَسْألُكَ، قال: فَعَنْ مَعَادَنَ الْعَرَبَ تَسْألونَي؛ خَيَارُهُمْ فَي الْجَاهَلَيهةَ،
خَيَارُهُمْ فَي الإسْلاَمَ، إَذَا فَقُهُوا.
(An ebî hüreyrete radıya’llàhu anhu: Kile: Yâ rasûla’llah, Men ekremi’n-nâs?)
Ebû Hüreyre RA’dan rivayet edildi ki, Rasûlüllah’a söyle soruldu: Ey Allah’ın elçisi, yâ Rasûlallah, insanların en Kerim’i kimdir? En kerim...
Kerim ne demek? Soylu, asaletli, güzel sıfatlı, kıymetli demek. Kerim, cömert demek. Ama soylu demek aslında, soyu asaletli demek. İnsanların en soylusu kimdir? Yani, Ahlâken en güzeli kimdir?
Şimdi insanların en asaletlisi deyince, en şereflisi deyince, en cömerdi, zengini deyince; hep paralı, pullu, köşklü konaklı insanlar hatıra gelir. Çünkü dünyada onlar itibar görüyor. Yani, adamın giyimine kuşamına bakıyorlar, muamele ona göre değişiyor.
Nasreddin Hoca ziyafete gitmiş, sen kenarda dur. Oturma oraya, of, uff. Kalk oradan, kalk, kalk, kalk... Allah Allah. Niye oturmayacağım? Oraya şeyler gelecek. İçeriye dahi sokmamışlar, böyle ters muamele…
Nasreddin Hoca mahzun, evine dönmüş. Giyinmiş, kuşanmış, kürkünü de giymiş, tekrar gitmiş oraya. Yeni elbiseler, kürk filan… Uzaktan görünce:
“—Oooo, efendi buyurun! Nereden geldiniz, kimsiniz? Söyle başköşeye geçin. Soframıza buyurun. En yukarıdaki sofraya almışlar. Yemeklerden buyurun!” demişler.
Güzel tabaklarla getirmişler önüne… Eteğini toplamış, kürküne:
“—Ye kürküm yemeği ye! Ye kürküm ye!” demiş. Buyur sen ye... Çünkü demiş, ben demin yine bendim. Buraya geldim, hiç kimse itibar etmedi. Şimdi seni giydim, itibar bana değil sana demiş, sen ye... Demin beni kovuyorlardı, kapıdan içeri almak istemiyorlardı.”
Biz öyle düşünürüz. Yani, umumiyetle geçerli olan; zengin mi, meb’us mu, yakasında kırmızı rozet var mı, arabası çok pahal cins bir araba mi? Giyimi-kuşamından belli olur. Elbisesi iyi bir terzinin elinden mi çıkmış? Ayakkabısı çok güzel deri-kösele bir ayakkabı mı? Kravatı pahalı mı, kravat iğnesi elmas mı, altından mı ve sâire, filan. Belli olur uzaktan adam.
Zaten zengin gelişinden belli olur. Zenginin yürüyüşü, garibanın yürüyüşünden farklıdır. Yürüyüşler çeşit çeşittir. Zengin, bir dükkâna girdiği zaman başka türlü girer. Gariban başka türlü girer Zengin bir başka türlü sorar malın fiyatını, gariban bir başka türlü sorar.
Şimdi, “İnsanların en soylusu, en kıymetlisi, en şereflisi, en asaletlisi kimdir?” diye soruyorlar.
Peygamber Efendimiz diyor ki:
(Etkàhüm) “En takvâlı olanları…” Allah’tan en çok korkan kimse, takvâsı en yüksek olan kimse; en şerefli, en soylu, en kıymetli işte o… Şimdi, bu takvâ nedir?
Takvâ; düşünüp, taşınıp, Allah’tan korkup, tedbirini alıp, Allah’ın iltifatını kazanmak, Allah’ın gazâbına uğramamağa çalışmaktır. Korkuyor. Neden korkuyor? Ya sevmezse Allah, ya atın bunu cehenneme derse, ya azaplandırırsa...
Dünyada da bazen, yani ahirette cehenneme kalmadan; dünyada da.
“—Al Kur’an’ı, koy yere, bas ayağınla üstüne!”
Yapar mıyım hiç, çarpılırım.
Kur’an’ın bir sayfası kopmuşsa, yere düşmüşse; öpüyor, başına koyuyor, kaldırıyor. Yerde bir yazı görse üzerine basmıyor. Yani niye basmıyor? Korkuyor çarpılırım filan diye.
Dünyada da insan korkuyor. Tabii asıl korkmak ahirette. Dünyada da Allah insanı çarpar, belasını bulur adam.
Bir yeri anlatayım, neresi olduğunu söylemeden: Camide ibadet başlıyor, adam radyosunu sonuna kadar açıyor. Ooo gazeller, şarkılar, bilmem neler… Yahu camide ibadet edilecek. Ezanla beraber radyoyu açıyor. Karakol, şikâyet, jandarma para etmiyor. Adam belâlı, herkes yaka silkiyor. O, oradaki insanlar yaka silkiyor.
Nasıl öldü? Genç yaşında öldü, geberdi. Nasıl oldu? Bir gece içmiş rakıyı susuz cinsinden, nasıl içtiyse içmiş. Tutuşmuş içi, yanmış. Hem sarhoş iyice, hem de içi cayır cayır yanıyor. Nasıl yanıyorsa… Yataktan kalkmış geceleyin, caminin önü çarşı, meydan…
“—Komşular, yetişin!” diye feryadı basmış, yardıma çağırmış.
“—Her halde gene bugün kafasını buldu, böyle yapıyor.” demişler. “Gene bir oyun!” demişler.
Hani yalancıya, evi yanmış da, kimse inanmamış misâli, kimse gitmemiş.
Belki bir samimi dostu olsaydı, arabaya atsaydı, hastaneye yetiştirseydi, midesini yıkarlardı. Belki bir tedbiri vardır, bilmiyorum. Böyle alkol komasına giren, ciğeri cayır cayır yanan; böyle içkiyi çok kaçıran bir herifin çaresi belki vardır. Bilmiyorum ama kimse gidememiş, cesaret edememiş. Cami burada, kapı arkada… Sokağı dolaşacaklar, oradan eve girecekler. Böyle elbiselerini kendisi tırnaklarını takarak yırtmış, yüzünü gözünü parçalamış, ölmüş. Ölümü öyle olmuş yani.
Neden? Allah dünyada da insanın cezasını, belâsını veriyor da ondan. Dünyada da bırakmıyor. Yani, ettiğinin cezasını hem dünyada veriyor, ahiretteki cezalar silinmemek üzere, ahirette de vermek üzere; dünyada da veriyor.
Tamam, insanların en soylusu, Allah’tan en çok korkandır. Çünkü bunlar olabilir. Hepimiz Allah’ın kuluyuz, hepimiz faniyiz, hepimiz aciziz. Evet, bugün sıhhatli görünüyoruz, oturuyoruz kalkıyoruz ama bir hastalık gelse, gözümüz görmez olabilir. Allah etmesin. Bir adım ötede ayağımız felç olabilir. Bir adım ötede, bir saat sonra bir kriz gelebilir. Kalp krizi, bilmem ne krizi, bilmem şu hastalık, bu hastalık; her şey olabilir. Trafik kazası, bilmem ne
filan. Yani, hiç güvenilecek bir tarafımız yoktur. İşte, Allah’ın lütfuyla yaşıyoruz. Tamam. Lütfunu keserse, kahrını murad ederse, kurtuluş yok diye korkarız. Bunu bilmek lâzım, bunun böyle olduğunu bilmek lâzım, Allah’tan korkmak lâzım!
Kimisi korkmuyor. Böyle insanları bizim eğitim sistemimiz yetiştirdi. Allah’tan korkmayan insanlar yetiştirdi. İmtihana giderken herkes abdest alır, namaz kılar, dua eder, Kur’an okur.
Talebeler bize geliyor şimdi vaazımıza pazar günü; kâğıtlar gönderiyorlar, soru kâğıdı, bilmem ne filan. Bazısı da diyor ki:
“—Hocam, yarın imtihana gireceğiz, bize dua edin!”
Dua istiyorlar. Neden? Allah kolaylık versin diye ümid ediyorlar.
Öyle herifler vardı ki, bizim çağımızda daha başladı bu. Ben altmışa merdiven dayamış bir kardeşinizim. Bizim ortaokuldaki zamanımızda başladı. Öyle talebeler vardı ki, dinden imandan nasibi yok; Allah’ı inkâr ediyor, gusül bilmez, cünüp olarak imtihana girer. Böyleleri vardı. Yani Allah’tan hiç korkmuyor.
Kimisi Allah’a inadına inat… Giriyorsun minibüse, plak koymuş. Allah’la inatlaşma şarkısı, laflar maflar…
“—Durdur yahu şu arabayı! Durdur be, ineyim. Senin arabanda ben bunu dinlemek zorunda mıyım? İneyim!” diyorsun.
Yani, öyle plaklar var ki, kimler dolduruyorsa onu? Dinsizler, imansızlar, Allah’tan korkmayan insanlar... Böyle bir iki cümlesi kulağınıza gelince, ödünüz patlıyor, korkuyorsunuz. Korkmayan insanlar var.
Korksa da, korkmasa da, sonunda ölmeyecek mi? Çok korkmayan adamları gördü bu dünya, çok Allah’ı İnkâr eden münkirleri gördü, çok dinsizleri gördü, çok Nemrutları gördü, çok Firavunları gördü, çok zalimleri gördü; hatta öyle zalimleri gördü ki bu köhne ihtiyar dünya; ben tanrıyım diyen zalimleri gördü.
Bana tapınacaksınız diyen, benden gayrı tanrı tanımıyorum; ancak bana tapınacaksınız. Bana tapınmazsanız, sizi asarım, keserim diyen herifler yaşadı şu dünyada… Kendileri namlarına tapınaklar yaptıran, piramitler yaptıran, heykel diktiren herifler yaşadı. Korkmayanlar var. Korkan da gitti, korkmayan da gitti. Yalnız, Firavun’un sonu ibretlidir. Benim demin anlattığım içerek
böyle cayır cayır, yüzünü gözünü parçalayıp, elbiselerini yırtıp, öyle olan gibi.
Firavun, Mûsa AS’ı kovaladı ordusuyla... Mûsa AS’ın önünde sular açıldı, ordusu sudan geçtiler. Kuru bir yerden geçtiler karşı tarafa. Firavun ve ordusu o kuru yerin bu tarafından girdiler Onların arkasından giderken, giderken, Musa AS’ın ashabı, kendisi karşı tarafa çıkınca; sular kapandı, Firavun ve ordusu boğuldu. Kur’an-ı Kerim bildiriyor.
Bunun nerede olduğunu pek iyi bilmiyoruz. Nil nehrinde mi oldu, Kızıl Deniz’de mi oldu; bir yerde oldu bu. Firavun ordusuyla beraber boğuldu. Yalnız, boğulurken Firavun’un sözü çok enteresan, ilginç, diyor ki:
لاَإَلَٰـهَ إَلاه الهذَي آمَنَتْ بَهَ بَنُو إَسْرَائَيلَ وَأَنَا مَنَ الْمُسْلَمَينَ (يونس:٠٩)
(Lâ ilâhe ille’llezî âmenet bihî benû isrâîle ve ene mine’l- müslimîn.) “Benî İsrâil’in inandığı Allah‘a ben de şimdi inandım, ben de müslümanlardanım!” (Yunus, 10/90) dedi. En sonunda, tam öleceği zaman…
Tabii öleceği zaman, insan niye diyor bunu? Öleceği zaman insanın gözünden perde kalkıyor da, gerçekleri görüyor. Ahireti görüyor, cenneti cehennemi görüyor. Ondan… Kıymeti yok, şimdi görmüyor, öleceği zaman görüyor. Artık bu dünyadan ümidi kalmayınca görüyor. Ama, iş işten geçmiş oluyor.
Takvâ ehli olan da ölüyor, Allah’ı inkâr eden de ölüyor. Ama, takvâ ehli olan ahiret saadetini kazanmış olarak imtihanı bitirmiş oluyor. Ötekisi de cehenneme odun olarak, cehennemlik olarak ahirete göçmüş oluyor. Dünya hayatını başaramamış oluyor.
“Allah’tan en çok korkanıdır.” diye cevap alınca, Peygamber Efendimiz’den…
فَقَالُوا: لَيْسَ عَنْ هَذَا نَسْألُكَ . قال: فَيُوسُفُ نَبَيُّ الِلّ، ابْنُ نَبَيِّ
الِلَّ، ابنَ نَبَيِّ الِلّ، ابنَ خَلَيلَ الِلّ .
(Fekàlû: Leyse an hâzâ nes’eluk) Dediler ki: “Yâ Rasûlallah, bunu kasdetmiyoruz, bizim sormak istediğimiz bu değil. Yâni, insanların en şereflisi derken, kasdımız bu değil!” dediler.
(Kàle) O zaman dedi ki, Peygamber Efendimiz:
(Feyûsufü nebiyyu’llàhi’bnü nebiyyi’llâhi’bni nebiyyi’llâhi’bni halîli’llâh) “Allah’ın Halil’i olan İbrâhim AS’ın oğlu, peygamber oğlu, peygamber oğlu peygamber Yusuf’tur.” dedi, Yusuf AS’ın ismini verdi. Yâni, “Yusuf AS insanların en soylusu, en şereflisi, en güzel ahlâklısıdır.” dedi.
Neden? Yusuf AS’ çok güzeldi, şımarmadı, hovardalığa sapmadı, kadın kız peşinde koşmadı, namusuna gölge düşürmedi. Kadınlar talip oldular, istediler, peşine düştüler... Hapse girmeyi tercih etti. Üstüne saldırdılar, kaçtı. Ahlâkı güzeldi, yüzü güzeldi, huyu güzeldi, hali güzeldi. Yusuf AS’ı Kur’an-ı Kerim methediyor.
“O zaman” diyor, “yâni Allah’tan en korkanıdır diye umumi bir cevap istemiyorsanız, bir misal istiyorsanız; en soylu insan peygamber oğlu, peygamber oğlu peygamber olan, İbrâhim Halilullah’in sülalesinden, soyundan gelmiş olan Yusuf AS’dır.”
قَالُوا: لَيْسَ عَنْ هَذَا نَسْألُكَ، قَالَ: فَعَنْ مَعَادَنَ الْعَرَبَ تَسْأَلونَي؛
(Kàlû: Leyse an hâzâ nes’elük) “Bunu da kasdetmemiştik
sorumuzdan yâ Rasûlallah!” dediler.
(Kàle: Fean maàdini’l-arabi tes’elûnî) “Arapların madenlerinden mi soruyorsunuz bana?”
Yani, Araplarda bir huy var: Araplar soyla övünmeye çok önem verirlerdi. Sülâleyle, soyla, nereye bağlıysa; övünmeye çok önem verirlerdi, kabileler bunun için birbirleriyle kavga ederlerdi.3 Senin kabilen benim kabilemden daha üstün. Benimki seninkinden daha üstün... Çekerlerdi kılıçları, harp ederlerdi. Benimki daha soylu diye yani böyle bir kabilecilik vardı, kavmiyetçilik vardı, öyle taraf tutmaca vardı, çok önemliydi bu.
Hatta, Kâbe’yi tamir etmişlerdi. Peygamber Efendimiz’in
gençliğinde Kâbe-i Muşerrefe’nin taşlarını indirdiler. Duvarları çatlamıştı, sel altını oyduğu için; taşları indirdiler, yeniden tamir ettiler. Temel duvarları Hacerü’l-Esved’in hizasına gelince, Hacerü’l-Esved’i koyacaklar. Birisi dedi ki:
“—Bunu benim koymam lâzım! En şerefli, en kerim, en soylu kabile benim kabilem!” dedi
Ötekisi dedi ki:
“—Nereden öyle oluyormuş? Benim kabilem seninkinden daha üstün, benim koymam lâzım!” dedi.
Ötekisi:
“—Benim koymam lâzım!” dedi.
Kılıçlarına sarıldılar. Halbuki onların inançlarında da Kâbe’nin çevresinde savaş yoktu. Ama harb edecek noktaya geldiler. Neden? Kabile taassubundan. Benim kabilem seninkinden daha üstün
Birisi dedi ki:
“—Yahu, burada kavga etmek olmaz. Kapıya bakalım, Babü’s- Selâm’dan kim gelirse içeriye, onu hakem seçelim. O hakem olsun. Birimizi görevlendirsin, taşı yerine o koysun!”
Bak, taşı yerine koymak bir şeref olduğundan; benim kabilem daha şerefli, senin kabilen daha şerefli diye kavga çıkıyor, koyamıyorlar. Arapların mantığını göstermesi bakımından, önemli bu. Beklediler şimdi. Kâbe-i Müşerrefe’nin kendisi var, etrafında tavaf edilen kısmı var, etrafı duvarla çevriliydi. Bir duvar vardı, bir kapı vardı. Kapısı kilitliydi Kâbe’nin, etrafındaki bu duvarın kapısı vardı, Babü’s-Selâm derlerdi, orası da kilitliydi. Orayı açarlar, öyle girer tavaf yaparlardı. O kapı açık şimdi. Böyle bakalım kim gelecek diye beklemeğe başladılar. Kavgayı bıraktılar, hakem bekliyorlar. Beklerken, beklerken, karşıdan Peygamber SAS Efendimiz çıktı, geldi.
Tamam dediler, çok uygun bir kimse geldi. Tamam, biz bunun hükmüne razıyız, bu en uygun olanı söyler. Dediler ki:
“—Yâ Ebe’l-Kasım!”
Peygamber Efendimiz’in künyesi böyle, lakabı böyle.
“—Yâ Ebe’l-Kasım! Biz Hacerü’l-Esved’i yerine koymakta ihtilaf ettik. O dedi: ‘Benim kabilem daha soylu, benim koymam lâzım!’ Bu dedi ki: ‘Hayır, benim koymam lâzım!’ Sen hakem ol!”
Peygamber Efendimiz, SAS Efendimiz üzerinden, omuzuna aldığı ridasını çıkarttı, yere koydu. Hacerü’l-Esved’i onun üstüne koydu. Her kabile reisine dedi ki:
“—Tutun bunun bir ucundan!”
Hepsi örtünün bir ucundan tuttular, kaldırdılar, hepsi tutmuş oldu, hepsi kaldırmış oldu Hacerü’l-Esved’i oraya... Köşedeki yerine kadar yükseltilmiş olan, oraya kadar getirilmiş taşı, Peygamber Efendimiz yerine yerleştirdi. Tamirden sonra, yerine Peygamber Efendimiz yerleştirdi.
Bunu niçin anlatıyorum? Araplarda kabile taassubu, “Benim kabilem daha şereflidir!” diye düşünmek çok önemliydi. Onu soruyorlarmış demek ki.
“—Haa, siz bana Arap kabilelerinin hangisi mi daha şerefli diye soruyorsunuz?” dedi.
İlk önce:
“—Allah’tan en çok korkandır.” dedi.
“—Yok, onu kasdetmiyoruz yâ Rasûlallah!” dediler.
“—Yusuf AS’dır.” dedi.
“—Onu da kasdetmiyoruz, yâ Rasûlallah!” dediler.
“—Haa, siz Arap kabilelerinin mi daha soylusu hangisi diye soruyorsunuz?” dedi.
Dedi ki; tabii Peygamber Efendimiz’in her sözü çok güzel:
خَيَارُهُمْ فَي الْجَاهَلَيهةَ، خَيَارُهُمْ فَي الإسْلاَمَ، إَذَا فَقُهُوا.
(Hıyâruhüm fi’l-cahiliyeti, hıyâruhüm fi’l-islâm, izâ fakuhû) “Cahiliye devresinde, İslâm gelmeden önce en hayırlıları hangileriyse, İslâm’da da en hayırlıları olabilirler; (izâ fakuhû) dinlerini güzel öğrenirler, dinleri hakkında bilgi sahibi olurlarsa…” diye cevap verdi.
Şimdi belki onlar istiyorlardı ki, “Şu kabile daha şereflidir. En şereflisi odur!” desin, ama öyle demedi Peygamber Efendimiz. Ama bu sözü çok doğru. Biz kendimiz cevaplandıracak olsak, ne dememiz lâzım? Biliyoruz biz. Rasûlüllah’ın mensub olduğu kabile en şerefli… Zaten Kureyş kabilesi diye hepsi de itibar ediyorlar.
Peygamber Efendimiz buyurdu ki:
“—Ben Hazret-i Adem’den beri, ta ilk insandan beri, Adem AS’dan beri, bu güne gelinceye kadar, insanların daima en şerefli kolundan geldim. İnsanlar kabilelere, kollara, boylara ayrıldıkça; daima en şerefli soydan geldim. Yani, Allah, Peygamber Efendimiz’in soyunu ta Adem AS’ dan itibaren, Peygamberimize gelinceye kadar, en şereflisi kıldı.
Peygamber Efendimiz’e kadar gelen yoldaki ana noktalardakilerin hepsi peygamberdir. Meselâ, İbrâhim AS’dir, İsmâil AS’dir, filan. Böyle gelmiştir. Peygamber oğlu, peygamber oğlu peygamber… Böyle gelmiştir. Ama, Peygamber Efendimiz, Arapların o soyuyla övünmek adetini, hakkı olduğu halde söylemedi. Kureyş kabilesidir demedi, benim kabilemdir demedi. Belki onu soruyorlardı.
“—Yâ Rasûlallah, senin kabilen en üstün değil mi? Söyle de, bitsin bu iş!” demek istiyorlardı belki ama öyle demedi.
“—Cahiliye devrinde en hayırlıları olanlar, İslâm’da da en hayırlıları olabilir; dinlerini iyi öğrenirlerse…” dedi.
Bu sözün altında bizim kasdettiğimiz mânâ da saklı zaten...
Cahiliye devrinde en hayırlısı kimse, İslâm geldikten sonrada gene o. İşte, Kureyş evvelce en hayırlıydı, gene de en hayırlı. Fakat bir şart koşuyor, o bizim için önemli:
(İzâ fakuhû) “Dinlerinde bilgi sahibi oldukları takdirde, dinlerini iyi kavradıkları takdirde; o zaman olurlar.”
Dinde fakih olmak, muhterem kardeşlerim. Bu en önemli şeydir. Yani, insanın İslâmî bilmesi, son derece önemli bir olaydır. Sizin için de öyle, bizim için de öyle… Yeni doğan çocuklarımız, yetişmekte olan gençlerimiz için de öyle. Dini iyi bilmemiz lâzım! Hangi şey haramdır, günahtır; hangi şey sevaptır, iyidir. Hangi şeyi yapmalıyız, hangi şeyi yapmamalıyız; bunları bilmemiz lâzım! Bazılarını biliyoruz.
Al eline kâğıdı, çıkar cebinden kalemi. Geç bakalım sıraya otur, yazılı imtihan var... Söyleyin bakalım, kaç tane sevaplı şey biliyorsunuz? Yazın bakalım! En çok bilene Mercedes var. Doksan yedi model, sıfır kilometre, beş yüz Mercedes kapıda bekliyor. En çok yazabilene, birinciye mükâfat var desek; kaç tane yazarsınız? Sevaplı şeyler nelerdir, günahlı şeyler nelerdir? Yazın bakalım!
Sevaplı şey Hocam. Sevaplı şey, sevaplı şey? Ensemizi kaşırız, düşünürüz, kalemi ağzımıza alırız, tavana bakarız filan. Yazarız:
Hacca gitmek sevap. Tamam. (Bir)
Başka? Namaz kılmak sevap. Tamam. (İki)
Kur’an okumak sevap. Tamam. (Üç)
Kaç tane sayarsın? Kaç tanesini bilirsin? Hepsini bilmen lâzım. Hayatta her yaptığın işten ya sevap kazanacaksın, ya da günaha gireceksin. Onun için, hayatta her yaptığın şeyin iyi mi, kötü mü olduğunu bilmen lâzım. Yani, fakih olman lâzım. Dinde bilgi sahibi olman lâzım.
Şöyle oturmak sevap mı, günah mi? Şöyle konuşmak sevap mı, günah mı? Şöyle davranmak sevap mı, günah mı? Falanca adam geldi, bana söyle bir para teklif etti. Bunu almak sevap mı, günah mı? Bileceksin bunların hepsini... Hava parası almak sevap mı, günah mı? Piyangodan çıkan ikramiyeyi almak sevap mı, günah mı? İş böyle, gittikçe çatallaşır, gittikçe zorlaşır, gittikçe teferruatlı olur filan.
Eh, işte dinlerini bildikleri zaman, en hayırlıları olabilirler.
Dinini bilmeyen ne olur?
مَنْ لَمْ يَعْرَفَ الشهره يَقَعُ فَيهَ
(Men lem ya’rifi’ş-şerra yakau fîhi) “Şerri bilmeyen, bilmeden onun içine düşer.”
Bilmediği için düşer. Bilmediği için, hatalı işi işler. Onun için, bu yolun başlangıcı nedir? Bu yol dediğimiz ne? Cennete gitmek yolu… Hepimiz cennete gitmek istemiyor muyuz?
“—Ya Rabbi, beni cehennemden azad et! Beni cehennemde yakma, beni sevdiğin kullarla beraber cennetine dahil eyle! Lütfuna mazhar eyle!” diye dua etmiyor muyuz hep?
Buna benzer. Herkesin kelimesi değişebilir ama “Aman yâ Rabbi!” diye dua ettiğimiz bu değil mi? Cenneti istiyoruz, cehennemden korunmak istiyoruz.
Bunun ilk adımı nedir, ilk yolu? Dini öğreneceksin.
“—Nasıl öğreneceğim?”
En küçük kitaptan başlayacaksın. Kütüphanendeki en küçük, en özlü kitaptan başlayacaksın, onu okuyacaksın. Sen okudun, hanım okumadı, olmaz. Sen ileri gidersin, hanım geri kalır. Sen bir tarafa çekersin, hanım bir tarafa çeker. Hanımla beraber giderseniz, iyi olur. Yani, arabanın tekeri, birisi bir tarafa döner, birisi bir tarafa dönerse olur mu? Dört çekicili arabada bile, dört tekeri çekicili de bile; hepsinin uyumlu olması lâzım. Birisi fren yapsa olur mu? Her halde var böyle bir arıza değil mi. Fren kampanalarına basıyorsun. Birisi az tutuyor, birisi çok tutuyor. Ne olur? Araba döner. Sağ teker az fren tuttu, sol teker çok fren tuttu. Ne tarafa döner? Sol’a vijjjt diye döner araba.
Onun için, arabanın frenlerinin de uyumlu olması lâzım. Ailenin gidişinin de uygun olması lâzım. Çifte motorlu bir uçak, bir motoru çalışıyor, bir motoru çalışmıyor. Ne olur? Pilot değiliz, uçağımız yok ama; yani bir şeyler olur, bir anormal bir şeyler olur. Çoluk çocuğumuzla, hanımımızla öyle yetişeceğiz.
Öyle insanlar biliyorum ki, bütün çocuklarını hafız yetiştirmişler mübarekler.
Mekke’de birisiyle tanıştık, Peygamber Efendimiz’in
sülalesindenmiş. Kendisi hafız, hanımı hafız, oğlanları hafız, kızları hafız; ne güzel yetiştirmiş. Alim, her akşam böyle bir şeyler okuyorlar. Açıyorlar, hadis okuyorlar, ayet okuyorlar. Evleri medrese gibi, Üniversite gibi, her gün ilim irfan, ibadet taat ile meşguller.
Türkiye’de de böyle insanlar var. Çocuklarını hafız yapmış, alim yapmış. Kızı hep başı örtülü büyümüş, oğlu hiç babasına, anasına asi gelmemiş. Yaramazlık, huysuzluk yapmamış, filan. Eh, Allah Hepimizin evlâtlarını hayırlı evlât eylesin... Yani, ailece, topluca uyumlu olmak için; küçükten onu okuyarak başlamak lâzım, çoluk-çocuğa da öğretmek lâzım!
Benim rahmetli annem, kitabı açardı, hepimize kitap okurdu. Onun kitabı şeydi: Mecmaü’l-Âdâb. Çok kitaplar okurdu da, Mecmaü’l-Âdâb.
“—Mecmau’l-Âdâb aşağıda var mı? Âdâb kitabı olan parmak kaldırsın, Mercedes vereceğim.”
Mecmaü’l-Âdâb, çok güzel bir kitap. Hadislerden, ayetlerden faydalanılarak, bir Osmanlı müftüsü tarafından yazılmış eser. Özelliği ne? Meselâ, yemek yemenin âdâbını anlatıyor. Bir bölüm. Yemek nasıl yenilir? Yemeğe oturmadan evvel el yıkanır, sünnettir. Yemeğe Besmele’yle başlanır. Sünnettir, sağ eliyle yenilir. Sünnettir. Önünden, tabağın önünden alınır. Ötekisinin önünden alınmaz, sünnettir filan. Bunları anlatıyor. Nedir bu?
Yemeğin adabı. Yemek şu kadar yenilir, yemekten sonra şöyle yapılır, böyle yapılır. Başka? Ticaretin âdâbı, evliliğin âdâbı, talebeliğin âdâbı, hocalığın âdâbı, her şeyin âdâbını koymuş. Çok güzel bir kitap, çok faydalı bir kitap, çok lüzumlu bir kitap. Belki ondan başlasanız da, en iyisi o... En iyisi ben size bir tır, bir konteynır (container) kitap göndereyim. Tır gelmez, batar. Bir konteynır Mecmau’l-Âdâb göndereyim. Önce bir onu okuyun!
Çünkü hazır, müftü zaten iyi yetişmiş adam; Çarşamba müftüsüymüş mübarek, almış Mecmaü’l-Âdâb’ı yazmış. Harekeli, eski yazı bir kitaptı, sonradan basıldı, böyle bir cilt işte. Rahmetli annem onu okurdu.
“—Aman evlâdım, şöyle yapın! Aman evlâdım, böyle yapın! Aman, oynarken arkadaşlarınıza uymayın evlâdım... Aman, başkasının bahçesinden erik-ceviz-elma aşırmayın! Aman, şöyle
yapmayın. Aman, böyle yapmayın!” derdi.
Bu bir şey işte, (izâ fakihû) fakih oldukları zaman; yani dini bilecek. İlk iş bu. Siz de bileceksiniz, çoluk çocuğunuz da bilecek, hanım da bilecek…
Hangi kitabı tavsiye ettim? Mecmaü’l-Âdâb’ı tavsiye ettim, en güzeli o, onu okursunuz. Sonra bir de tekrar ettirirsiniz.
“—Hanım, ne anladın sen bundan? Çocuklar ne anladınız, söyleyin bakalım? Mükâfat vereceğim!” dersiniz.
Tabii siz benim kadar veremezsiniz, ben Mercedes veriyorum. Beş Yüz Mercedes veriyorum. Doksan yedi model. Siz o kadar veremezsiniz ama cebinizde biraz bir şey bulunursa; bir şeyler verirseniz sevinir.
Bak, arkadaş anlatıyor: Polis, yolcuların arasında köpekle dolaşıyormuş. Köpek kimde afyon varsa, hap varsa; gidip buluyormuş onu, kokluyormuş, onun yanına geliyormuş. Gel bakalım, içeriye alıyorlarmış. Buluyorlarmış, yani gümrükte. Ama bulduktan sonra ne yapıyormuş? Polis köpeği mükâfatlandırıyormuş, başını okşuyormuş, bir şey veriyormuş. Köpek de, “Ha, bir şey yaptım!” diye seviniyor. Bir dahaki sefere canla başla yapacak o işi.
Biz burada, See world’a götürdüler bizi arkadaşlar. Gold Coast’taydı galiba, See World diye bir yer... Orada Yunuslar ve Balinalara gösteri yaptırıyorlar.
Dikkatimi bir şey çekti orada: Her gösteriden sonra, kovayla balık getiriyor, ağızlarına ikram ediyorlar. Eğitimde ikram önemli. Yani, bir şey yapınca, başarınca; vereceksin bir şey ki, çocuk bir dahaki sefere daha başka bir şey yapmağa şevk kazansın. Şevki olmazsa, aşkı olmazsa, sevgisi-muhabbeti olmazsa; o işten hayır gelmez. Aşk ile, şevk ile yapılan işten hayır gelir.
“—Aşk olmayınca, meşk olmaz!” derler.
Yani, aşk olacak insanda, bir arzu olacak. Bizim Çanakkale den birisini anlatırdı babam: Babası zenginmiş, bölgenin en zenginiymiş. Çocuğunun odasının elektriğini kapatırmış:
“—Yahu, çalışma! İstemiyorum senin çalışmanı…” dermiş, elektriği kapatırmış. “Yat uyu, istemiyorum çalışmanı, okusan ne
olacak, okumasan ne olacak. Malımız var, mülkümüz var, fabrikalarımız var; geçersin başına… Okuma!” dermiş, elektriği kapatırmış.
Babasından korkusundan, elektriği bir daha açamazmış çocuk; sabahtan gizli mum alırmış, mum ışığında geceleyin çalışırmış. Tahsili öyle tamamlamış.
Yâni, ne babalar var. Ne evlâtlar var. Baba, tahsil yapmasın oğlu diye zorluyor. Çocuk da, elektrik kapansa, mum ışığında tahsilini tamamlıyor. Yüksek bir adam olmuş mum ışığında...
Bu neden olur? Aşk olunca olur. Yani, şiddetli sevgi ve arzu olunca olur. O şiddetli sevgi ve arzuyu çocuklara küçük yaşta vereceksiniz.
“—Aferin evlâdım, mâşâallah, ne kadar güzel olmuş, aferin. Bak, başını örtmüşsün, al sana şunu!”
Hemen koşa koşa annesinin yanına gidecek.
“—Anne, babam bana başımı örttüm diye bunu verdi.”
“—Haa iyi, aferin kızım! Bak, sen hep başını ört!”
Çocuk bir namaz kıldığı zaman, aferin. Halbuki, bacaklarından arka tarafı seyrediyor. Ayakta böyle duruyor, ayaklarını köprü yapıyor, aşağıyı seyrediyor. Öbür tarafı seyrediyor. Çocuk oynuyor yani namazda... Aferin, mâşâallah. Namaz kılıyorsun, çok iyi filan. Ondan sonra, al sana mükâfat. Böylece şevklendireceksiniz, çocuk onu sevecek.
Ankara’da biz mahallemizde bir Kur’an kursu açtık, özel... Daha hiç bir yerde yoktu, o zaman böyle bir şeyler. Dedik ki, biz bu müessesemizde İmam-Hatip okulundaki dersleri öğreteceğiz çocuklara… İmam-Hatip’e gitmeden biz öğreteceğiz. Sonra giderler, İmam-Hatipte imtihanı verirler, geçerler dedik. Kendi kızlarımızı okuttuk. Mahallemizde böyle bir teşkilat kurduk; kız hocalar tuttuk ve İmam-Hatipte sene sonu imtihanları diyorlar, onlara soktuk, diploma aldırdık.
Amma, bizim teşkilatımızda okuttuğumuz çocuklar, İmam- Hatipte okuyanlardan daha ileri gitti, daha iyi oldu, daha üstün oldu. Daha başarılı oldular, daha yüksek notlar aldılar, daha bilgili, daha görgülü oldular. Neden? Şevk vardı, aşk vardı. Böyle aşk ile, şevk ile çalışıyorlardı. İdeal diyoruz ya, ideali var, arzusu
var; o zaman çalışır. Arzusu, ideali olmayınca, topla, tüfekle zorlasan, çalışmaz.
Dinde fakih olacak. Fakih olması için de, teşvik görecek. Güzel şeylerden dolayı mükâfat verecek.
Ben gene kendimden misal vereceğim, izin verirseniz. Çünkü insan kendi hayatını biliyor en çok. Şimdi benim rahmetli annem, beni cuma günü giydirirdi, en güzel elbiselerimi giydirirdi. Bayram günü gibi, beni böyle küçük bir çocukken yıkardı, giydirirdi, tarardı, donatırdı.
“—Haydi evlâdım, cuma namazına git!” derdi.
Daha ben çocuğum, cuma namazına gidecek çağda değilim. Cuma bana farz olmuş değil, küçükken. Ondan sonra derdi ki: Evlâdım, ben çok seviyorum.
“—Hoca ne dediyse, onları bana iyice dinle de anlat!” derdi.
Ben de camiye giderdim, anneme anlatacağım diye imamı pür dikkat dinlerdim.
Çocuk, küçük çocuk yani, okula gitmeyen bir çocuk düşünün. Camiye gelmiş, pür dikkat imamı dinliyor, vaizi dinliyor, hatibi dinliyor. Hiç gördünüz mü böyle bir şey? Ben görmedim. Sonra eve gelirdim, anlatırdım. Ne dedi evlâdım? Şöyle dedi, böyle dedi. Hepsine bir aferin, hepsine bir bilmem ne… Teşvik ederdi annem. Bir dahaki cuma olsa da, gene gitsem de, bilmem gene bir şeyler hatırlasam da ve sâire...
Şimdi düşünüyorum. Yahu, işte bu kitap. Bir tane varmış. Bunu şimdi seksen parça edelim, her parçasını bir cemaat alsın... Sufîzâde Seyyid Hulusi, Çarşamba müftüsü, Mecmaü’l-Âdâb...
Ezanın âdâbı, bak meselâ. Ezanın âdâbını biliyor musun? Ezan okununca ne olacak? Bu çok güzel, bir başka yerde bunu görmemiştim. Namazın âdâbı, Haccın âdâbı, kabir ziyaretinin âdâbı, ana babaya itaat etmenin âdâbı, kadının kocasına karşı âdâbı, komşunun âdâbı, musibet ve belâya uğrayanın âdâbı, cenaze için, cenazenin âdâbı ve sâire…
Erkeklerin yıkanması, hamama gitme, girme âdâbı. Tırnak kesme, koltuk, etek tıraşı âdâbı, tıraş olma âdâbı, selâm verme âdâbı… Güzel değil mi? Çok güzeldir. Yani, baştan aşağı her şey var… Çok güzel bir baskı. Ben bu baskısını görmemiştim, fazla
varsa bir tane de ben alayım. Ama herhalde çarçabuk bitecek.
Dinde fakih oldukları takdirde, en üstün oluyor insanlar. Ona göre, aziz ve muhterem kardeşlerim. Önce dinimizi öğrenelim. Sizi tebrik ediyoruz. Sizi nisbeten, teşvik olsun diye tebrik ediyoruz; yani olmayan bir şey değil ama kâfi olmadığını da söylüyoruz. Söyleyelim.
Sızı tebrik ediyoruz ki, yabancı bir diyarda olduğunuz halde, dininizi bırakmamışsınız; bırakanlar çok... Dinden, imandan haberi olmayanlar, tamamen kopmuş olanlar, başka fikirlere kaymış olanlar, başka inançlara düşmüş olanlar veya inançsızlığa düşmüş olanlar çok. Siz dininize bağlısınız, çalışmalar yapıyorsunuz. Böyle bina almışsınız, mescid yapmışsınız, kitabevi çalıştırıyorsunuz. İşte çok güzel bir kitap dedik; aşağıdan gidip buldunuz geldiniz, işte budur dediniz, gösterdiniz filan. Bunlar güzel! Ama, tabii bilinmesi gereken her şeyi bilmek lâzım!
Çok büyük bir kitap değil, şu kadarcık bir kitap. Hem de, kalın harflerle basılmış. Böyle yani aslında yazısından dolayı çok kalın. Yani, bunun iki sayfası, bunun bir sayfasına sigar. Yani, bunun yarısı kadar düşünebilirsiniz. Zaten Osmanlıcası şöyle bir şeydir, küçük bir şeydir.
Çok geniş yazmış. Hazırlayan da iyi bir, tecrübeli bir alim. Bunu okursanız baştan sona, işte aşağı yukarı iyi bir müslümanın bilmesi gereken şeyleri bilmiş olursunuz. Bundan başlarsınız. Ondan sonra, gittikçe daha teferruatlı kitapları okurusunuz.
Bilmek birinci adım, birinci tabaka, birinci sınıf; yetmez.
İki; bildiğini insanın uygulaması lâzım! Yalan söylemenin günah olduğunu bilen insanın, yalan söylememesi lâzım! Bildiğini uygulamak önemli.
Üçüncüsü; bildiğini uygulamak da yetmez. Bildiğini uygularken, ihlaslı olmak lâzım. Niyetinin temiz olması lâzım. Ona da dikkat edecek. Tabii, bu ihlasın elde edilmesi veya sağlanması, veya ihlâssızlıktan korunmak kolay değildir. Bazen gizlice insan farkına varmadan, ihlâssızlık durumuna düşebilir. Bileceğiz, bildiğimizi ihlâsla uygulayacağız. Ondan sonra da, ibadetimize gene güvenmeden, ömrümüzün sonuna kadar çalışmaya devam edeceğiz.
d. Dünyadan Korkun!
Bir hadis oldu, bir tane daha okuyalım sayfadan. Ebû Said el- Hudri Hazretleri’nden, Peygamber Efendimiz’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiş:60
إنه الدُّنْيَا حُلْوَة خَضَرة ، وإنه الِلَّ مُسْتَخْلَفُكُمْ فَيهَا فَيَنْظُرُ كَيفَ
تَعْمَلُونَ، فَاتهقُوا الدُّنْيَا، وَاتهقُوا النِّسَاء؛ فإنه أَوهلَ فَتْنَةَ بَنَي
إسرائيلَ كَانَتْ في النِّسَاءَ (م . حم. عن أبي سعيد)
(İnne’d-dünyâ hulvetün hadıratün, ve inna’llàhe mustahlifüküm fîhâ feyenzuru keyfe ta’melûn, fe’tteku’d-dünyâ, ve’tteku’n-nisâ, feinne evvelu fitneti beni isrâîle kânet fi’n-nisâ) Peygamber Efendimiz buyurdu ki:
(İnne’d-dünyâ) “Şüphesiz ki, muhakkak ki dünya, (hulvetün) tatlıdır, (hadıratün) şenliklidir, yeşildir, güzeldir. (Ve inna’llàhe mustahlifüküm fîhâ) Allah sizi bu dünyaya sahip kılacak. Bu dünya sizin elinize geçecektir.”
Ashabına böyle buyurdu. Nasıldı ashabı? Parasız, pulsuz, giyimsiz, kuşamsız, fakir, yoksul, Ashab-ı Suffe... Bölge kurak bir bölge, yani burası gibi böyle yeşil değil, meyvalık değil ve sâire filan. O zaman söyledi:
“—Dünya size verilecek. Bu dünyaya siz sahip olacaksınız!” dedi Peygamber Efendimiz.
Çünkü, Allah bildiriyor. İstikbalde ne olacağını biliyordu, Peygamber Efendimiz. Nasıl gelişeceğini işin biliyordu.
(Feyenzuru keyfe ta’melûn) “Bakalım, elinize dünya geçtiği
60 Müslim, Sahih, c.XIII, s.286, no:4925; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.22, no;11185; İbn-i Hibban, Sahih, c.VIII, s.16, no:3221; Beyhaki, Şuabü’l- İman, c.IV, s.361, no:5412; Beyhaki, Sünenü’l-Kübra, c.VII, s.91, no:13301; Nesei, Sünenü’l-Kübra, c.V, s.400, no:9269; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.
Kenzü’l-Ummal, c.III, s.210, no:6197.
zaman nasıl hareket edeceksiniz?” diye Allah size bakacak. Dünyayı verecek.
“—Dur bakalım, şu müslüman kullarıma dünyayı vereyim. Parayı, pulu, zenginliği, malı, mülkü, serveti, nimeti, bolluğu, ferahlığı, refahı vereyim bakayım bunlara... Bakalım bunlar bunu elde ettiği zaman, nasıl hareket edecekler?” diye Allah bakacak diyor Peygamber Efendimiz.
Evet, zenginlik de bir imtihandır, muhterem kardeşlerim. Bakalım parasıyla zengin nasıl hareket edecek diye bakacak. Yani, “Dünyalık gelecek elinize ve Allah size bakacak!” diyor Peygamber Efendimiz
Hakikaten, Peygamber Efendimiz’in Ashab-ı Suffesi, böyle sabah akşam aç durmaktan karnı sırtına yapışmış, kemikleri böyle sayılacak gibi insanlardı. Şu Afrika’da açlıktan böyle kupkuru zayıflamış insanları görüyorsunuz ya, öyle insanlardı. Karınları içine çöküktü. Bizim gibi böyle dışa doğru değildi. Böyle balonla şişmiş gibi değildi, içe doğru çöküktü, açlardı.
Bazen bir hurmayı emerlerdi, yutmazlardı. Yutsa, ötekisine kalmayacak. Kardeşini de seviyor, ne yapsın? Hurmayı biraz emerdi, ondan sonra, öbür kardeşine verirdi. O da biraz emerdi, ondan sonra ötekisine, ondan sonra ötekisine… Bir hurmayı yutamazlardı.
Onun için, Peygamber Efendimiz diyor ki:61
61 Buhàrî, Sahîh, c.V, s.230, no:1328; Müslim, Sahîh, c.V, s.196, no:1689; Neseî, Sünen, c.VIII, s.326, no:2505; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.256, no:18279; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.VII, s.43, no:2804; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.IV, s.176, no:7532; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.II, s.39, no:2333; Dârimî, Sünen, c.I, s.478, no:1657; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.III, s.110, no:9900; Adiy ibn-i Hàtim RA’dan.
Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.137, no:25101; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.395, no:678; Hz. Aişe RA’dan.
Dâra Kutnî, Sünen, c.II, s.125, no:10; Ebû Hüreyre RA’dan.
Ebû Ya’lâ, Müsned, c.V, s.97, no:85; Câbir RA’dan.
Bezzâr, Müsned, c.I, s.26, no:82; Câbir RA’dan, o da Hz. Ebû Bekir RA’dan.
Ebû Ya’lâ, Müsned, c.I, s.86, no:2707; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XII, s.163, no:12771; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
Bezzâr, Müsned, c.II, s.299, no:6619; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.IV, s.73, no:3644; Enes RA’dan.
اتهقُوا النهارَ وَلَوْ بَشَقِّ تَمْرَةٍ (خ. م. حم. عن عدي بن حاتم)
(İtteku’n-nâr velev bi-şıkkı temretin) “Yarım hurmayla bile olsa, cehennem ateşinden kendinizi koruyun!”
Yani, yarım hurma bile verecek olsan ver:
“—Al kardeşim. Bir tanecik hurmam var, yarısı senin!”
Böyle bile olsa, yarım hurma bile olsa ver! Çünkü sadaka Allah’ın gazabını söndürür, Allah’ın rahmetine insanı erdirir, cehennemden koruyabilir. Onun için, “Yarım hurmayla bile olsa, kendinizi cehennemden koruyun!” diyor.
Aç idiler, yoksul idiler, fakir idiler, kıtlıklar içinde yaşadılar, güneşin altında yaşadılar, su bulamadılar; su da kuyruğa girerlerdi. Ben şimdi bakıyorum böyle evde su şaldır, şaldır, gürül gürül akıyor. Bizim Anadolu’nun bazı yerlerini düşünüyorum. Bırak oraları düşünmeyi sen, Peygamber Efendimiz’in zamanını düşün!
Su yoktu, yahudi suyu parayla satıyordu Medine’de.
Hazreti Osman gitti yahudiye dedi ki:
“—Şu kuyuyu sat bana!”
“—Satmam.”
“—Çok para vereceğim.”
“—Çok para versen de satmam.”
“—Pekiyi dedi, yarısını sat hiç olmazsa… Çok para vereceğim, Yarısını sat!”
Yahudinin gözü açıldı, düşündü; hem tamamı elinden gitmeyecek, hem de çok para gelecek. Buna razı oldu, tamam dedi. Peki, kuyunun yarısı bir adamın, yarısı öteki adamın olursa; çare ne? Hazreti Osman dedi ki:
Bezzâr, Müsned, c.I, s.483, no:3226; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.398, no:683; Nu’man ibn-i Beşir RA’dan.
Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.396, no:679; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.
Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XVIII, s.161, no:354; Umran ibn-i Husayn RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.VI, s.339, no:15938; Câmiü’l-Ehàdîs, c.I, s.325, no:515.
“—Bir gün sen kullan suyu, bir gün ben kullanayım.”
Tamam, öyle anlaştılar. Hazreti Osman kendi zamanı geldi mi, kapıları açıyordu, buyurun kuyu emrinizde... Bütün müslümanlara suyu parasız veriyordu. Ertesi gün yahudi geliyordu, hiç kimse su almağa gelmiyordu. Yahudinin geliri Böylece tamamen kesilmiş oldu. Yarı fiyatına kuyu suyu hep müslümanlara yaramağa başladı. Bunun üzerine yahudi öbür yarısını da sattı.
Yani, su yoktu, su kıttı. Böyle giyim yoktu; böyle pamuklu kumaşı nereden bulsunlar? Pamuğu nereden bulacak da, pamuklu kumaşı bulsun? En kıymetli kumaş pamuklu kumaştı. En ucuz örtü de post idi. Çünkü hayvanı kesiyorlar, postu kalıyor. Onu biraz şey yaptı mı, üstlerine kullanırlardı. Tüylü, müylü böyle şeyler, deri bürünmüş insanlardı. Yağmur yağdı mı, o deriler, yünler kokardı.
Zenginler beğenmezlerdi, o fukarayı. Şurasını örtse, üstünü örtse, dizleri açılırdı. Sırtını örtse, dizlerini kapatmağa kalksa, sırtı açılırdı, yani yoksulluk vardı. Dünya sizin elinize geçecek ama, bakalım geçtiği zaman ne yapacaksınız diye Allah sizi kontrol edecek diyor, takip edecek diyor Peygamber Efendimiz.
Hakikaten, o yoksul kimseler, bir hurmayı bulamayan kimseler, ondan sonra her birisi vali oldu bir yere... Vali oldular, konaklar sahibi oldular, ordular sahibi oldular. Bakacak Allah, baktı.. Onlara baktığı gibi, bize de bakacak. Bize de bakıyor. Bizim de ne yaptığımızı, Paramızla, pulumuzla ne yaptığımızı biliyor, görüyor, yazıyor.
(İtteku’ddünyâ) “Dünyadan korkun!” diyor, Peygamber Efendimiz. Yani, dünyaya kapılmaktan korkun.
Ya, bu dünyadan korkulur mu?. Ne kadar güzel. Bak, manzarası, havası, suyu, türlü türlü nimetleri aldatır insanı. Dünya insanı aldatır. Aldanır insan dünyaya, kapılır, havasına girer, hevesinin peşine düşer, ahireti unutur; dünya insanı aldatır. Onun için, dünyadan korkun diyor Peygamber Efendimiz. Dünya, hilekâr bir varlık olarak şey yapılmıştır. Aldatıcı, vefasız bir aldatıcı olarak tasvir edilmiştir. Hilekar bir kadın şeklinde tasvir edilmiştir.. Dünyadan korkun diyor Peygamber Efendimiz. Biz
dünyadan korkmuyoruz. O halde, dünyadan korkmayı da öyle öğrenmeliyiz. Dünya korkulacak bir şey. Para-pul, ev-bark, zenginlik, mevki-makam; Mebus oldum, Bakan oldum. O zaman sen kork, titre bakalım. Yarın hesabı var. Zengin oldum. Ooo, oh, param-pulum çok. O zaman kork bakalım. Hesabı var. (Fe’tteku’d- dünyâ) Dünyadan korkun diyor Peygamber Efendimiz. Biz korkulacak şeyi istiyoruz,
(Ve’tteku’n-nisâ) “Kadınlardan da korkun!” diyor, erkeklere.
Çünkü muhterem kardeşlerim. İnsanın içinde bir takım duygular vardır, insanı yönetir bu duygular. Karnı acıkan insan yiyecek arar. Tilki meselâ, karnı aç; dolaşır, av arar. Bir tavsan, bir kaplumbağayı, bir şeyi bulur; parçalar yer. Yani açlık duygusu insanı, o duyguyu tatmine götürür. Kuvvetli bir duygudur, açlık duygusu, Aç olan insan çalar. Gözü kararır, gider manavdan bir şey çalar. Süper Markete girer, çıkar, bir şey çalar filan. Yani neyse, komşunun tarlasına, bağına, bahçesine girer. Açlık kuvvetli bir duygu.
İnsanın içinde sevgi duygusu vardır, nefret duygusu vardır, kin duygusu vardır ve sâire... Bunların hepsini şimdi sıralamaya girmeyelim. Bir de cinsel duygu vardır. Bu da duyguların en kuvvetlilerinden biridir, insanı berbat eder. İnsanı günahlara sokar, insanı cehenneme düşürür. Ekseriyetle insan bu duygudan cehenneme girecek. Duygunun kendisinden değil, duygu onu kötülüklere sürüklediği için, cehenneme girecek.
Bu duygudan dolayı ilk günah, harama bakmaktır. İlk defa gözünden günaha girer insan, harama baktığı için. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: gözler de zina eder, eller de zina eder. Yani, uzaktan baktığı zaman bile, televizyona baktığı zaman bile; dergiye, mecmuaya baktığı zaman bile, günaha girer.
Şimdi biz Türkiye’den sekiz on tane gazete aldık, baktık haberlere… Yanımıza aldık, getirdik. Malezya, Kuala-Lumpur’a kadar uçakla geldik, oradaki arkadaşa verdik. Türkiye haberleri, bunları okuyun. İyi ama, içindeki müstehcen resimler ne olacak? Keşke onları kesseydik. Uçaktayken keşke kesseydik.
Çünkü gazeteciler tirajı arttırmak için, mutlaka müstehcen resim koyuyorlar. Tirajı arttırmanın yollarından birisi, bize göre
çok günah olan resimler koymak, yollardan birisi bu. İkinci yol: Dini bir konu koyuyorlar gazeteye, yani ilerici gazete bile olsa; dinle ilgili bir konu koyuyor. Bir haber buluyor, onu koyuyor. Hadiiii, müslümanlar o haber dolayısıyla, o gazeteyi alıyorlar. Gençler o resim dolayısıyla, o gazeteyi alıyorlar. Bir de siyasi bir haber koyuyor. Filanca particileri öteki particilere düşürecek. Onun için, gazeteyi almasına sebep olacak şey koyuyor.
Üç tane ana kazanç yemleri vardır gazetenin:
Birisi: Müstehcen yayın, müstehcen sayfalar, resimler…
İki: Dinî haberler. En dinsiz, imansız, dinden imandan habersiz gazete; bakarsın, Ramazan’da koca Ramazan sayfası yapar. Neden? İstismar edecek, sömürecek dindarları.
Uçüncüsü: Siyaset…
Şimdi, onun için Peygamber Efendimiz diyor ki: (Ve’tteku’n- nisâ) Pekiyi, erkekler kadınlardan korkacaklar da, kadınlar erkeklerden korkmayacak mı? İkisi de birbirinden korkacak.
Peygamber Efendimiz çok edepliydi. Evinde, odasında perdenin arkasında oturan bir bakire kızdan daha hayâ sahibi idi diyor, Peygamber Efendimizi anlatan rivayetler… Nasılmış Peygamber Efendimiz? Böyle hiç açılmamış bir tomurcuk çiçek gibi, evinin bir köşesinde, perdenin arkasında oturan; konuşurken yüzü kızaran bir utangaç, hayâ sahibi kızdan daha utangaçtı Peygamber Efendimiz. Her lafı öyle söylemezdi, îmalı söylerdi, münasip tarzda söylerdi onun için.
Tabii, erkekler kadından korkacak. Kadın da erkekten korkacak. İkisi için de tehlike var. Şeytan ikisini de kandırabilir. (Feinne evveli fitneti benî isrâile kâne fi’n-nisâ) Çünkü, Musa AS’ın kavmi olan Beni İsrail’in ilk imtihanı, ilk fitne, kadın yüzünden çıkmıştı diyor Peygamber Efendimiz.
Kuvvetli bir duygudur. Allah, bu duygunun esiri olmaktan, ondan dolayı günaha girmekten bizleri korusun... Gözümüzü, kulağımızı, dilimizi, her türlü azamızı Cenab-ı Mevlâm korusun… Rızasına uygun hareket etmeyi nasib etsin... Ömrün bir imtihan olduğunu unutmamayı nasib etsin… İmtihanı başarmayı nasib etsin…
e. Peygamber Efendimiz’in Bir duası
Üç hadis olması için, bir tane daha okuyalım:
Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan rivayet edilmiş, buyurmuş ki:62
أنه النهبيِّ صلى الِلّ عليه وسلم كَانَ يَقُولُ: اَللههُمه إنِّي أَسْألُكَ الْهُدَى،
وَالتُّقَى، وَالْعَفَافَ، وَالْغَنَى (م. ت. ه. عن ابن مسعود)
(Enne’n-nebiyyü SAS kâne yekùl: Allàhümme innî es’elüke’l- hüdâ, ve’t-tukà, ve’l-afâfe, ve’l-gınâ)
Üçüncü hadis-i şerif: bir dua. Peygamber Efendimiz’in duası. Kalemleri çıkarın, kâğıtlarınıza duayı yazın. Böyle dua ederdi, Peygamber Efendimiz:
“—Allàhümme innî es’elüke’l-hüdâ, ve’t-tukà, ve’l-afâfe, ve’l- gınâ…” Ne demek? Nasıl dua edermiş, Peygamber Efendimiz:
(Allàhümme) “Ey Allahım!” demektir ama çok saygı ifade eden bir sigadır bu. Mevlâ’ya, çok hürmetkâr bir hitab kelimesidir. Çok saygılı bir tarzda, “Yâ Allah, yâ Rabbi” demektir,
(İnnî es’elüke) “Ben senden istiyorum; (el-hüdâ) hidayeti istiyorum, (ve’t-tukà) takvâlı olmayı istiyorum, (ve’l-afâfe) iffetli olmayı istiyorum, (ve’l-gınâ) zenginliği istiyorum.”
Dört şeyi sayıyor, Efendimiz:
1. (El-hüdâ) Hüdâ, el-hüdâ veya hüden. hidayet demek.
هُدًى لَلْمُتهقَينَ (البقرة:٢)
62 Müslim, Sahîh, c.XIII, s.250, no:4898; Tirmizî, Sünen, c.XI, s.394, no:3411; İbn-i Mâce, Sünen, c.XI, s,284, no:3822; Ahmed ibn-i Hanbel Müsned, c.I, s.389, no:3692; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.X, s.103, no:10096; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.IX, s.186, no:5283; Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.235, no:674; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.II, s.182, no:3646; Câmiü’l-Ehàdîs, c.VI, s.183, no:4975.
(Hüden li’l-müttakîn) [O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir] (Bakara, 2/2) var ya.
Hidayet ne demek? Doğru yolda yürümek demek. Sapıtmamak, yolu sapıtmamak demek. Ben senden doğru yolda yürümeyi, beni doğru yolda yürütmeni istiyorum. Çünkü insan farkına varmadan sapar, Allah korusun… Sapık insan olur, cehenneme düşer. Doğru yolda yürümeyi istiyorum, hidayeti istiyorum.
Hidayet öyle bir yoldur ki, sonu cennete varır. İnsan hidayet yolunda giderse, Allah hidayet ederse bir insana, cennete gider. Sonu cennet... Kıvrılsa, uzasa bile, sonunda varacağı yer hidayetin, cennettir. Hidayeti istiyor. Hepimiz de istiyoruz.
اهْدَنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقَيمَ (الفاتحة:٦)
(İhdine’s-sırâta’l-müstakîm) “Bize hidayet eyle, sırat-i müstakîmi göster!” (Fâtiha, 1/6) diye Fatiha’da her gün namazlarda hidayet istiyoruz Allah’tan... Cennete götürecek yol. Ben senden hidayet istiyorum ya Rabbi!
2. (Ve’t-tukà) “Takvâ istiyorum. Senden günahları işlemekten korkmak, sakınmak duygusu istiyorum.” diyor.
Takvâsı olan insan, namazı kaçırmaz. Takvâsı olan insan, ömrünü boşa harcamaz. Korkuyor, çünkü takvâ sahibi. Her şeyi dikkatli yapar. Bu da çok önemli bir sıfat…
Hidayet istiyor, takvâ istiyor.
3. (Ve’l-afâfe) “İffet istiyor.” Peygamber Efendimiz. Tabii, biz de istiyoruz. Bizim de istememiz için, onu belirten bir şey bu rivayet.
Afâf, iffetli olmak demek. İffet, sadece namus konusunda, namussuzluk yapmamak değildir yani. İffetli olmak, sadece harama kuşak çözmemek demek değildir. İffetli olmak, başkasının malına karşı da, gözü tok olmak demektir. Şunun malını aşırayım. Bir fırsatını bulayım, şunu kandırayım. Elinden şunu alayım. Veya kandırayım da, bana şunu, şunu versin de; işte böylece cebim dolsun filan..
Bu da iffetsizliktir. Afif olan insan, iffetli olan insan, başkasının ırzına, malına göz dikmez; oradan bir şey beklemez.
İffet istiyorum. Başka?
4. (Ve’l-gınâ) “Zenginlik istiyorum.”
Peygamber Efendimiz’in istediği bu zenginlik, para, pul zenginliği değildir. Çünkü parayı yanında tutmazdı Efendimiz, hemen dağıtırdı. Geceye bırakmazdı, hemen dağıtırdı.
Hatta başka hadis-i şerifler var. Peygamber Efendimiz’e hükümdar olmayı Allah teklif etti. “Hükümdar bir peygamber ol, Süleyman AS’ gibi…” dedi; istemedi. “Zengin bir peygamber ol!” dedi, istemedi. “Şu karşıdaki dağları sana, ey Rasûlüm, altın yapayım!” dedi; Peygamber Efendimiz istemedi.
“—Yâ Rabbi, benim rızkımı günü gününe ver, günlük ver. Yetecek kadar ver!” diye dua ederdi.
Cebrail geldi teklif etti, Peygamber Efendimiz zenginliği istemedi.
Peygamber Efendimiz’in bu istediği gınâ, gıne’n-nefs dediğimiz, gönül zenginliği demek. Yani, hiç kimsenin bir şeyine göz dikmemek, onu almağa çalışmamak, gani gönüllü olmak, gönül zengini olmak.
Aldırmıyor. Tamam. Onun şu kadar malı var... Daha çok versin Allah.
“—Sen de istemez misin?”
İstemiyorum. Gönül zenginliği. “Ya Rabbi, sen bana hidayet ver, takvâ ver, iffet ver ve gönül zenginliği ver!” diye dua ederdi Efendimiz SAS.
Demek ki, dünyalığa rağbeti yoktu. Demek ki, dünya malında gözü yoktu. İsteseydi saraylar yaptırabilirdi, para geliyordu. Para bazen öyle çok geliyordu ki, sofra örtüsünü yayıyorlardı, döküyorlardı, yığılıyordu böyle. Buğday yığılır gibi, sofra örtüsünün üstüne yığılıyordu; avuçla dağıtıyordu. Saymağa vakit yok.
“—Ömer Efendi, al bakalım! Hasan Efendi al buradan... Ali Efendi al biraz!” desek yani, böyle avuçla şangır şungur, paldır küldür dağıtırdı, Peygamber Efendimiz.
Ashabının bir kısmı da öyle yapmıştır. Ebü’d-Derda RA’ı Emevi hükümdarı çağırmış, dört bin dirhem vermiş. Sabaha bir
şey yok. Millet banka olmadığından mı dağıtıyordu acaba? Ondan değil. Para biriktirmeyi uygun görmüyor, parayı Allah yoluna sarf etmek lâzım diye düşünüyor; onun için. Ne olacak?
“—Parasız kalacaksın yahu!”
“—Bugün veren Allah, yarın da verir.” diyorlardı.
Yahu bu adamların aklı yok mu? Aklı var ama Allah korkusu var. Öbür tarafta kardeşi aç dururken, burada zengin durmayı, parayı depo etmeyi uygun görmüyordu. Peygamber Efendimiz de uygun görmüyordu.
Biz çok başka türlü yetiştik. Bu devrin insanı, müslümanı olarak biz; ama sadece siz değilsiniz, tum Müslümanlar; Suud’daki müslümanlar, Kuveyt’teki müslümanlar, Mısır’daki müslümanlar, Türkiye’deki müslümanlar, Turkistan’daki müslümanlar, Yugoslavya’daki müslümanlar, Afganistan’daki, Hindistan’daki, Malezya’daki müslümanların hepsi… Hepsi paraları çok güzel harcasalardı, ne Afganistan’da felaket olurdu, ne Bosna-Hersek’te felâket olurdu, ne Balkanlarda felâket olurdu, ne Türkiye’de felâket olurdu. Her şey parayla dönüyor, parayla hallediliyor. Tedbir alınırdı.
Dini hizmette ilk önce imtihan paraya gelir. Para verirsen, Allah imtihanını iyice cevaplandırdı diye taltif eder. Parayı vermezsen, bu sefer para vermekle kurtulunmayacak halleri Allah insanın başına getirir. O zaman can vermek gerekir. Neden can verme durumuna getirdi? Parayı vermeyi istedi, kul cimrilik etti, parayı vermedi. Onun üzerine cana gelir iş.
Afganistan meselâ, Afganistan şeriatla idare edilen bir ülkeydi. Ne zaman? Bu ihtilaller olmadan önce. Babrak Karmal’dan, bilmem kimden, bilmem kimden önce... En son Afgan hükümdarı kim ise, adını unuttum gitti. Yani, Zahir Şah mıydı, bilmem neyse, birisiydi. O zamanlar zengini zengindi, fakiri fakirdi Afganistan’ın; zenginler paralarını dinin yoluna harcasalardı, mektepler, kolejler açsalardı, İslâm için çalışsalardı, şeriatla idare edilen bir ülkede kimse gık demezdi. Hükümdar da bir şey demezdi. Hükümdar da harcayacaktı zaten; o zaman pırıl pırıl dindar bir millet olacaktı.
Öyle olmadı. Paralarını harcamadılar, çocuklarını Moskova’da
tahsil ettirdiler. Oraya, Babrak Karmal filan Moskova’da okudu, oralarda yetişti. Sonra, bu öldürülen, geçen bu Taliban’ın öldürdüğü Necibullah filan… Bunların hepsi başka yerlerde tahsil gördüler.
Müslümanın ilk yapacağı iş, çocuğunu iyi müslüman yetiştirmek. Başka yere gönderilir mi yahu? Başka koleje, Moskova’ya, Avrupa’ya, Amerika’ya gönderir mi insan ciğer paresi çocuğunu? Başka okula gönderdin mi, o kendine göre yetiştirir. Sen kuzuyu götürdün, kurda teslim ettin. Tamam, kurt onu yer, parçalar.
İlk iş terbiyeden başlar. O terbiyeyi yapmadın, okulu kurmadın; müslüman, mütedeyyin, dindar insanlar yetişmedi, bitti. O imtihan devresi kapandı, başaramadın. Ondan sonra daha büyük fitneler çıkar... O fitnelerin def edilmesi için, canını vermek lâzım. Canını da vermedi? Yani, cihad etmedi, savaşmadı ve sâire... Ne olur? O zaman can da gider, mal da gider, hürriyet de gider. Esir düşer. Irz da gider, namus da gider, Allah korusun.
Yani, Allah’ın imtihanı böyle, kademeli kademelidir. Onun için, işte dünyadan korkmak lâzım. (Fe’tteku’d-dünyâ) Allah’tan korkmak lâzım. (Fe’tteku’llah) Cehennem ateşinden korkmak lâzım. (Fe’tteku’n-nar) Bunlardan hep korkması lâzım.
Korkmuyor, çok cesur. Tamam. Cesaretin makbul olduğu yerler var. Ama istikbalde seni tehlikeye atacak şeyden korkmamak cesaret değil, aptallıktır.
“—Ben elektrik telini tutmaktan korkmam Hocam!”
Sakın ha, böyle delilik etme. Elektrik telini tutmaktan korkmamak cesaret değildir, enayiliktir, aptallıktır. Elektrik telini tutarsan çarpılırsın, kömür olursun.
“—İstersen çıkayım elektrik direğine, tutayım Hocam!”
Bırak deliliği, divaneliği, tutun şu adamı yahu. Bu adamın aklı yok... Direğe tırmanacakmış, tele tutunacakmış. Bu cesaret değil.
Cehenneme düşülecek şeyi yapmak cesaret mi? O da cesaret değil. O da elektrik teline tutunmak gibi. Günaha gitmek cesaret mi? O da böyle.
Ama, biz işte bunları unutmuşuz. Neden unutmuşuz? Keşke su
hadİşleri bir okusak, keşke bir hızlı hızlı okusak, devretsek... Bilsek keşke, her akşam okusak... Şimdi ben Suud’a gittim, Mekke-i Mukerreme’de dediler ki:
Bir alim var, Peygamber Efendimiz’in soyundan, gidelim. Ziyaretine gittik, hoşuma gitti. Her akşamla yatsı arasında, evinde böyle ders veriyor. Evinin avlusu var, dört beş, sizin oturduğunuz ev kadar avlusu; geniş avlusu var. Avlusunun içine binasını yapmış. Kendi evinin bir salonu var, ne kadar büyük, ne kadar büyük; yani Bonnyrigg camışi kadar büyük evinin salonu, cami gibi yani. Ama karşısında sokağın, karşısında asıl cami var, minareli cami var.
Burası minareli değil. Evinin salonu bu. Evinin salonu Bonnyrigg camışi kadar. Bahçesi de yine Bonnyrigg camişi kadar. O kadar büyük bahçe, o kadar büyük kapalı alan; oturuyor. Dünyanın dört bir yanından insanlar gelmişti. Bir yanından gelen bizdik. Türkiye’den gelenler… Bizi şuraya oturttu. Pakistan’dan gelenler burada, Hindistan’dan gelenler şurada, bilmem nerden gelenler, Ingiltere’den gelenler… Kocaman ev, kocaman mekân dolu.
Talebeler ellerinde kâğıtlar, kitaplar.. Üç kitap okuyordu. Bir tefsirden, bir hadisten, bir fıkıhtan… Üç kitap okudu. Yatsı namazını beraber kıldık, ayrıldık. Akşamdan, akşamı biz bilemedik; o yolun karşısındaki camide namazı kıldık. Öyle geldik. Belki akşamı da evinde kılıyordur. Yani, o kendi evinde kılmıştır. Çünkü camide yoktu.
Akşamla yatsı arasında her akşam ders veriyor. Her akşam çalışmazsa insan, öyle kıtı kıtı bilgilerle iyi müslüman olunmaz. Her akşam okuyacak, her akşam ders olacak, her gün…
Bak, İmam Nevevi, şu Riyâzu’s-Sàlihîn kitabının yazarı. Hayatını okudum, bakalım neler yazmış diye. Mütercim önsözünde müellif hakkında biraz bilgi vermiş:
Küçük yaşında Kur’an’ı ezberlemiş. Biz altmışı, yetmişi geçiyoruz, bir şeyden haberimiz yok; küçük yaşında ezberlemiş.. Günde, bir günde on iki ders alırdı. Günde on iki saat ders iyi mi? Bir günde on iki ders alırdı. Çizdim altını, Yaşar bey darılmasın, kızmasın, kitabını çizdim. On iki ders alırdı bir günde.
Hamamlara gitmezdi, günah olur diye. Açılır, saçılır filan diye.
Şüpheli bulduğu için, Dimaşk’ın meyvalarını yemezdi. Şam’in şehrinin meyvalarını yemezmiş. Neden? Bilmiyorum. Orhan, sebebini araştır. Şerhlerine bak. Şam’in meyvalarını yemezmiş, nedense?
Hükümdarlara diklenmiş, karşısına çıkmış.. Burada yazmıyor. Hükümdarlardan korkusu filan yok. İki sene şöyle uzanıp, yanını yere koyup yatmamıştı diyor. İki seneye yakın bir süre yanını yere koymamış, yatıp uyumamıştı. O ne demekse? Yani, yattığı uyuduğu zamanlar da olmuş da; bazen de hiç uyumadan, bütün geceyi ibadetle geçirmiş.
Meselâ, bizim Gümüşhaneli Ahmed Ziyaüddin Efendimiz, şu kitabın sahibi… Hayatını okuyun! Hiç yattığını gören yok, mübareğin uzandığını gören yok…
“— Hocam, araba filan kullanmıyorlar mıydı, o zaman?”
Bir buçuk asır önce yaşamış. Yani, bu asırda değil. Araba yoktu daha ama olsa da kullanmazdı.
Evlenmemiş, küçük yaşında Gümüşhane’den çıkmış, İstanbul’a gelmiş. Amcasıyla mal alış verişi için. Ondan sonra amcasına demiş ki:
“—Ben burada kalacağım, ilim öğreneceğim. Sen git!” demiş, kendisi gitmemiş Gümüşhane’ye.
İstanbul’a geliş parasını da, kendisi kese örerek, parasını öyle tamamlamış. Kendi el emeğiyle.
Bir rüya görmüş, büyük bir yangın çıkıyor. Yukardan aşağıya bir zincir sarkıyormuş. O zincire tutunmuş, o yangından öyle kurtulmuş diye böyle bir rüya görmüş küçüklüğünde. İstanbul’a gelince, Süleymaniye camiine girmiş, bakmış ki: o rüyada gördüğü yangın çıkan yer gibi, o zincir de Süleymaniye camiinin zinciri gibi, orada kalmış.
Hàlid-i Bağdadî Hazretleri ki, üzerinde çalışma yapsın diye Muammer kardeşimize söyledim. Halifelerinden biri geliyor, Halid-i Bağdadi Hazretleri’nin halifelerinden birisi. Gümüşhaneli Hazretleri’ne İstanbul’a geliyor, seni irşadla vazifeliyim, onun için geldim. Sırf senin için geldim İstanbul’a diye ona tasavvufun inceliklerini öğretip, onu evliya yapıyor. Bir kişiyi öğretmek için gelmiş Suriye’den. Gümüşhaneli Hazretleri böyle bir kimse.
Hiç uzandığını gören yok, hiç uyuduğunu gören yok. Pekiyi, ne yapmış bu mübarek adam, evliya adam? Öğleden önce, sabahla öğlenin arasında, oturduğu yerde biraz gözlerini kapatırmış. Belki o zaman uyuyordu diyorlar.
Yattığını gören yok, edeben hiç uzanmamış, tahammül edilecek gibi bir şey değil. Bu İmam Nevevî için de öyle diyorlar. İki sene yatıp uyumamış. Sonra, ilimlerin bütün şubelerinde salâhiyet sahibi olmuş.
Uyumayan, çalışan, evlenmeyen bir insan tabii ilim sahibi olur. Evlenen insan ne olur? Gider ilminin çoğu. Çoluk var, çocuk var, karı var, çarşı var, pazar var, dırdır var, gırgır var, her şey var... Evli olduğu zaman, ilim kolay olmuyor.
Hazreti Ömer diyor ki:
“—İlim öğrenecekseniz, evlenmeden önce öğrenin! Bitsin iş...”
Biz evlenmeden önce futbol oynuyoruz, spor yapıyoruz; yani o çağlara gelinceye kadar, ömrün en kıymetli çağları geçiyor. Evlendikten sonra da evlendik diyoruz, hapı yuttuk diyoruz, iş bitiyor.
Başka türlü yetişmişler. Küçük yaşta, dört yaşında başlamışlar ilim öğrenmeye… Küçük yaşta Kur’an’ı ezberlemişler. Öyle alimler var ki, ilk okul çağındaki bugünkü çocukların zamanında, fetva verirlermiş. On iki yaşında fetva verirmiş. On iki yaşında müftülük yapacak, sorulan meseleye fetva verecek hale geliyor adam… Çünkü dört yaş, haydi beş yaş diyelim. Yedi, beş daha on iki. Yedi sene çalışmış oluyor.
Bu çalışmalar da, çocukları sınıfa sok, haydi bir fil resmi yap, haydi boya bakalım! Şimdi bir eşek resmi yap. Boya bakalım! Kayserili mi olacak? Ne oluyor ise... Derken, resimle, oyunla senenin yarısı geçiyor..
“—Çocuğum, yavrum, oku bakalım şunu!”
“—Daha biz okumaya geçmedik.”
“—E, ne yapıyorsunuz okulda?”
Hava civa, öyle değil mi? Yalan mı söylüyorum? Iftira mı ediyorum? Yeni eğitim metodu bu...
Onlar dört yaşında başladıkları zaman, ciddi gidiyorlardı.
Onların yedi senesi, bizim yetmiş senemiz kadar bereketli geçiyordu. Biz yetmiş sene okuduk da ne oldu? Yaşadık da... Ben yetmişe gelmedim ama yaklaştım. Ne yaptık biz? O, yedi senede her şeyi bitiriyor. Günde on iki ders okursa, bir de okuduğu hiç bir şeyi unutmazmış, öğrendiği hiç bir şeyi unutmazmış.
Ben şimdi Bugün söylediğimi, yarın bana sorun. Kekeleyerek söylerim. Hatırımda kalmıyor. Gene ben iyinizim biraz. Size sorsam yarın, benim kadar da bilemezsiniz; o okuduğunu hiç unutmazmış mübarek. Mübarek insanlar… Mübarek yaşam başlayınca, işler de değişiyor. Yani, o zaman evliyalık başlıyor, bereket başlıyor, unutmama başlıyor, her şey değişiyor.
Nereden açtık bu işleri yahu başımıza? Bu sözleri nerden açtık? Hepimizi vurdu şimdi. Başta beni vurdu, sonra sizi vurdu; bu duvara çarptı, o duvara çarptı, hepimizi devirdi. Allah yardımcımız olsun… Allah yardım ederse, kurtuluruz. Yardım etmezse, halimiz harap... Bu adamların, bu mübareklerin yaşamına göre; bizim yaşamımızda çok fark var… Biz hapı yutmuşuz, biz başka bir kültürle yetişmişiz; bu yabancı kültür, spor kültürü. Bu yabancı kültür, sörf kültürü. Bu yabancı kültür: görüyorsunuz, eğlence kültürü. Bizi mahvetmiş.
Bizim kültürümüz bu değil, bizim hayatımız bu değil! Bizim imanımızın gereği olan yaşam tarzı başka… Nerede bu? Bu kitapların içinde. Bu kitapları da okumazsak; bu kitapları okuyan hoca da az, bunları anlatan hoca da az.
İslâm müsamaha dinidir diye başlıyorlar, müsamaha da demiyorlar; hoşgörü diyorlar. “Hoş gör yâhu! Boş ver yahu!” ile gidiyor iş… Öyle değil mi? Hoş görüyle, boş ver. Öyle gidiyor.
Allah affeder. İyi ama kimi affeder? Ne zaman affeder? Cezası yok mu Allah’ın, cehennemi yok mu? Bütün cennete girecek insanlar, siyah bir öküzün derisinin üstünde bir beyaz kıl kadar az. Veya beyaz bir derinin üzerinde bir tek siyah kil kadar az, cennete girecek insan; yani ekseriyetle cehenneme gidecek. Nerede Allah affediyor?
Affetmenin şartı ne Hocam? Onu da söylesene, Affeder, affeder diye ümitlendiriyorsun. Günaha devam et der gibi, teşvik eder gibi konuşuyorsun. Biraz Allah’tan korkutsana. Is ciddi. Yarın öbür
gün ne olur, yani belli olmaz. Ecel gelir, Ömür biter. Kabir var, kabir azabı var, sorgu var, sual var, melekler var, mahkeme-i kübra var. Cehennem var, sırat var. Bunlar oyuncak değil. Bak, Peygamber Efendimiz ne diyor; korkun diyor ve korkuyu istiyor, Allah’tan:
اَللههُمه إنِّي أَسْألُكَ الْهُدَى، وَالتُّقَى، وَالْعَفَافَ، وَالْغَنَى
(Allàhümme innî es’elüke) Ne istiyor, Allah’tan ne istiyor?
Düşünün, hatırlarsınız. Hidayet istiyor. Tamam; bir… Başka? İffet istiyor; iki… Takvâ istiyor; üç. Zenginlik istiyor; dört…
Bak buldunuz. İnsan dikkatli dinlerse, dikkatli dinlerse, hatırında kalır. Gevsek dinlerse, hatırında kalmaz; dikkatli dinleyecek.
Bakın, benim rahmetli anam kurnaz kadınmış, nur içinde yatsın. “Evlâdım, git hocayı dinle, bana anlat” diyor. Politika yapıyor.. Vay kurnaz vay. Bana hocayı dinletmek için, amma politika uygulamış ha. Amma piyazlamış beni ha.
Piyaz ne demek? Farsça, soğan demek. Yani beni haşlamış, yanına da soğanı doğramış, güzel yenilecek hale getirmiş. Amma piyazlamış ha… Bu bir politika, yani çocuk yetiştirmek kolay değil. Piyazlayacaksın, okşayacaksın, mükâfatlandıracaksın, kaş çatacaksın yeri gelince; ama ekseriyetle şevklendirerek olacak.
Ben bunu birisine anlatacağım diye okursa, hatırında kalır. Yarın bunu bana sorarlar, ben bunu iyi dinleyeyim derse; hatırında kalır. Hafızasını insan kullandıkça, kuvvetlenir. Kullanmadıkça zayıflar, geçsek tutar.
Bak, bir söz var: Dalgın profesör. Ben profesörüm biliyorsunuz. Profesörler Dalgın olurmuş, unuturmuş her şeyi.. Kalemim nerede, gözlüğüm nerede? Şimdi şaka değil, buraya gelirken; gözlüğüm nerede diye aranırken, Hacı Hanım dedi ki:
Gözünde ya dedi. O duruma ben de düştüm. Profesörlük var ya serde… Gözlüğüm buradaymış, nereye koydum diye gözlük arıyorum.
Bir fıkra var, yani böyle de, benim de başıma geldi. Yani, profesör dalgın olur. Dalgın profesör diyor, şemsiyesini ne zaman
unutur? Bilemezsiniz. Koyacağı zaman, koyduğu zaman unutur. Şemsiyeyi koyarken, aklı başka yerdedir. Çünkü içeriye girer, şuraya koyar şemsiyeyi. Bir şey düşünüyordu. Nereye koymuştun şemsiyeyi hocam? Haberi yok. Neden? Koyduğu zamanı bilmiyor ki. Dalgın profesör şemsiyeyi ne zaman unutur? Koyarken unutur. Dalgın dinleyici sözü ne zaman unutur? Dinlerken unutur. Çünkü dinlerken öyle dinliyor.
Nasıl dinleyecek? Peygamber Efendimizi sahabe-i kiram nasıl dinlermiş? Başlarının üstünde bir küs konmuş da, kıpırdarsa kaçacakmış gibi böyle.., Kuş kaçmasın diye böyle heykel gibi duran insanın duruşu gibi durup; öyle dinlermiş. Anlayabiliyor musunuz? Yani, nasıl dikkatle dinlediğini… Başının üstüne bir kuş konsa insanın, konabilir. Konamaz, bizim başımıza konamaz. Neden? Böyle yaparız, böyle yaparız, kaçar. Hareketliliğimizden. Başının üstüne bir kuş konmuş da, kaçmasın diye kıpırdamayan insanın; kıpırdamadan durusuyla böyle dinlermiş.
Bunlar yoksa hatırda kalır mı, bu hadis-i şerifler?
Ebû Saîd el-Hudrî Hazretleri’nden, Peygamber Efendimiz’in söyle dediği rivayet olundu. Ebû Said bunu nasıl söylüyor sana? İyi dinlediği için söylüyor. Kelimesi kelimesine. Biz iki satırı hatırımızda tutamıyoruz:
اَللههُمه إنِّي أَسْألُكَ الْهُدَى، وَالتُّقَى، وَالْعَفَافَ، وَالْغَنَى
(Allàhümme innî es’elüke’l-hüdâ, ve’t-tukà, ve’l-afâfe ve’l-gınâ)
Neymiş mânası?
(Allàhümme) “Ey benim Rabbim, Mevlâm! (İnnî es’elüke) Ben senden dilerim ki, şunları bana veresin. Senden şunları istiyorum yâ Rabbi!
(El-hüdâ) “Hidayet isterim yâ Rabbi! Aman yâ Rabbi, hidayet üzere olayım, yanlış yolda, bâtıl yolda, sevmediğin kul olmayayım.
Günahta, şirkte, zulümde, isyanda, kötü huyda, kötü halde olmayayım yâ Rabbi! Hidayet isterim yâ Rabbi senden…”
Başka? (Ve’t-tükà) “Takva isterim yâ Rabbi! Bana öyle bir duygu ver ki, ben harama günaha yanaşmayayım.”
Neden? Takva ehli, Allah’tan korkuyor, müttakî. Onu istiyor;
hidayet istiyor, takvâ istiyor.
(Ve’l-afâfe) “İffet istiyorum yâ Rabbi!” Afiflik, namusluluk. İffetli insan, harama bakmaz, harama kuşak çözmez. İffetli insan, el açıp yılışık yılışık ondan, bundan istemez. Haysiyetini zedeleyecek aşağılık iş yapmaz. İffet, kötülüklerden uzak durma hali. (Ve’l-gınâ) “Bir de zenginlik istiyorum yâ Rabbi!”
Buradaki zenginlik iki mânaya gelebilir. Arapça’daki zenginlik, bir, para ver. Mal ver, para ver; devem olsun, hurmam, bağım bahçem olsun, evim barkım olsun filan.
Bir de müstağnîlik, gönül zenginliği, tok gözlülük anlamına gelebilir.
Bu benim ezberimdeydi, Orhan’ın da ezberinde… Burada öğrenmedi, evvelden biliyorduk biz; değil mi Orhan? Önceden biliyorduk
Bunu ezberlersin de, üç sayfalık hadis var... Onu nasıl ezberliyordu millet? Onların akılları, diyor ya Ali efendi: orada direğe dayalı olan; o zaman otomobil yok muydu diyor ya. Yani, onların akılları başka şeyle meşgul olmadığı için ve gönüllerini tam verdiklerinden; böyle dinliyorlardı, öyle hafızalarında kalıyordu. İslâm’a öyle sarılmışlardı. Hayatları, Rasûlüllah’ın bir sözü üzerine, hayatlarını verirlerdi. Pür-dikkat, her an ne yapıyor diye bakarak hareket ederlerdi.
Yani biz de müslümanız ama biz çok kötü yetiştik. Bizim İslâmî bakımdan iyi yetişmemizi engelleyenlerin vebali çok... Bize İslâmî eğitimi tam vermeyenlerin vebali çok ama, bizim de vebalımız çok.. Onların vebali on sekiz, on sekiz yaşı değil, daha önceki yaşta bitiyor onların vebali. Buluğa erdik mi, bizim vebalımız başlıyor.
Peygamber Efendimiz ne diyor?
“—Yedi yaşında Çocuklarınıza namaz kılmayı emredin. On yaşında kılmazlarsa, pataklayın! (Vadribûhüm alâ aşrin) değil mi? On yaşındayken dövün!” diyor.
“—Gel buraya! İkindiyi kıldın mı?”
“—Kılmadım.”
“—Çaaat…”
“—Neden?”
Yedi yaşından beri ben buna söylüyorum. Üç senedir hala namazda böyle kaytarmak olur mu? Biraz anlasın bakalım beşkardeşlerin tadını… Ensesinde boza pissin de, görsün. Yani, pataklamak da lâzım. Demek ki, on yaşından itibaren zorlamak lâzım!
Mühim olan: Büluğa erdikten sonra mecburiyet başlıyor. Anası babası öğretmedi? Öğretmedi ama, kendisi artık sorumlu oldu. Kendisi öğrenecekti. O halde, sorumluluk bir noktada bize geldi, hepimize geldi. Hepimiz sorumluluğu yaşadık, şu yaşa ulaştık; ömür gitti, yıllar gitti. Allah bizi affetsin…
Suçumuz çok, kusurumuz çok; Allah bizi bağışlasın... Bundan sonraki vaktimizi, rızasına uygun geçirmeye muvaffak eylesin... Yolunda dâim, zikrinde kàim, ibadetine müdâvim eylesin…
Din-i mübîn-i İslâm’a en güzel tarzda hizmet etmeyi nasib eylesin… Cennetiyle, cemâliyle cümlenizi, cümlemizi müşerref eylesin...
Bi-hürmeti habîbihî muhammedini’l-mustafâ… Ve bi-hürmeti sehr-i şa’bân el-mübârek… Ve bi-hürmeti esrar-i sûreti’l-fâtihah…
17. 12. 996 - M. Zâhid Kotku Dergahı
Sydney /AUSTRALIA.