16. TAKVÂ SAHİBİ OLUN!

17. PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN ÜMMETİ İÇİN ENDİŞELENMESİ



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smil’lâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn… Hamden kesîren tayyiben mübâreken fih… Kemâ yenbağî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultànih… Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ hayri halkıhî seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaîne’t-tayyibîne’t-tàhirîn… Emmâ ba’du feyâ ibâda’llàh, yâ eyyühe’l-müslimûn…


Aziz ve muhterem cemaat-i müslimîn! Değerli kardeşlerim!

Şa’ban ayı içinde bulunuyoruz. Üçaylardan ikincisi, Rasûlüllah Efendimiz’in ayı… Ramazan bizim ayımız, Şa’ban, Peygamber Efendimiz’in ayı. Bir hafta kadar sonra da, Berat gecesi olacak. Mühim, mübarek gecelerden birisi. Ondan sonra, Allah nasib ederse, Ramazan’a kavuşacağız.

Peygamber SAS Efendimiz, Receb ayının hilâlini gördüğü zaman, el açıp dua ederdi:63


اللههُمه بَارَكْ لَنَا فَي رَجَبَ وَشَعْبَانَ، وَبَلِّغْنَا رَمَضَانَ (طس. هب.

حل. كر. والديلمي عن أنس)


RE. 532/10 (A’llàhümme bârik lenâ fî recebe ve şa’bân, ve belliğnâ ramadàn) “Yâ Rabbi, şu Receb ayını, Şa’ban ayını bize



63 Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.259, no:2346; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.IV, s.189, no:3939; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.III, s.375, no:3815; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.VI, s.269; Bezzâr, Müsned, c.II, s.290, no:6494; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXX, s.57; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.I, s.485, no:1985; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.161, no:309; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.VII, s.138, no:18049; Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.211, no:554; RE. 532/10; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXXIII, s.24, no:35704, 36125.

483

mübarek eyle; bizi mübarek Ramazan’a sıhhat afiyetle eriştir.” diye dua ederdi.

Tabii, Peygamber SAS Efendimiz’in bu ayında, benim ayım dediği bu mübarek ayda kendisi çok oruç tutardı. Bizim de hayrat u hasenatı, ibadat ü taati, salât ü selâmı arttırmamız lâzım bu ayda… Peygamber SAS Efendimiz’in siretini okumamız lâzım, sünnetini öğrenmemiz lâzım! Böylece, Peygamber SAS Efendimiz’in rızasını, sevgisini kazanmağa çalışmamız lâzım! Rasûlüllah’ın sevgisini kazanınca da, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin sevgili kulu olmak, lütfuna, rahmetine ermek yolu açılıyor insana...

Rabbimiz Tebâreke ve Teàlâ Hazretleri cümlemizi her türlü yanlışlıklardan; iyi niyetle, kötü niyetle, bilerek, bilmeyerek yapacağımız hatalardan, günahlardan korusun… Böyle şeyleri yapmaktan uzak eylesin... Her yaptığı işi usulünce, Kur’an-ı Kerim’e uygun, Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesine muvafık, şeriatın ahkâmına mutabık şekilde yapmayı cümlemize nasib eylesin... Şeriat-i Garrâ-i Ahmediyye’den ayağımızı başka yollara kaydırmasın… Yönümüzü başka yerlere saptırmasın; yolunda daim, zikrinde kàim eylesin…


Abdullah ibn-i Amr ibnü’l-As RA dan rivayet edilmiş bir hadis- i şerifi okumak istiyorum.

Biliyorsunuz, Amr ibnü’l-As Mısır’ı fetheden sahabi. Abdullah ibn-i Amr ibnü’l-As da, onun oğlu. Ebâdile-i Erbaa’dan, dört mübarek alim, fazıl Abdullah’tan birisidir. Abdullah ibn-i Mes’ud, Abdullah ibn-i Amr ibnü’l-As, Abdullah ibn-i Mes’ud, Abdullah ibn-i Ömer; dört meşhur Abdullah’tır bunlar. Allah şefaatlerine erdirsin… Ashabın içinde ilmiyle, irfanıyla temayüz etmiş kimselerden; önde gelenlerden oluyor. Hepsi güzel, hepsi kıymetli, hepsi yıldızlar gibi değerli. Ama bazıları ilimde, fıkıhta ileri gitmiş.

Meselâ, erkekler içinde bunların, bu saydıklarımın ileri gittiği gibi, hanımlar arasında da, Hazreti Aişe-i Sıddîka validemiz ileri gitmiş, yükselmiş, derecesi önlerde... Onun için, muteber fıkıh

484

kitapları sayıyor. Peygamber Efendimiz’in ashabından fetva veren, müftülük yapan ve sorulduğu zaman fetva veren yedi mühim şahsın ismini sayıyorlar.

Önem sırasına göre sıraladıkları zaman, içlerinden bir tanesi de Hazreti Aişe-i Sıddîka validemiz. Yani, hanım ama mâşâallah. Fetva verme makamına ulaşmış bir kimse. Allah bizim hanımlarımızı, kızlarımızı da öyle, Aişe Anamız gibi fakihe, fıkıh erbabı, dini iyi bilenlerden eylesin...


Bu Abdullah ibn-i Amr ibnü’l As’ın kabri, Kahire’de bulunuyor. Fustat’ta bulunuyor. Ziyaret nasib oldu, Allah şefaatine erdirsin cümlemizi. Biz bu arada böyle, İspa Turizm şirketimizin güzel seyahatleri oluyor. Onlardan bir seyahatle Mısır’a gittik, o vesileyle bunları görmüş olduk, ziyaret etmiş olduk. İmam Şafii Efendimiz’in kabrini ziyaret nasib oldu.

Ebû Hanife Efendimiz’in kabrini ziyaret nasib oldu Bağdat’ta... Bunlar büyük zatlar tabii.

Şimdi, Abdullah ibn-i Amr ibnü’l As RA’dan rivayet edildiğine göre:64


أَنه النهبَيه صَلهى الِلّهُ عَلَيْهَ وَسَلهمَ، تَلاَ قَوْلَ الِلّهَ عَزه وَجَله فَي إَبْرَاهَيمَ:


رَبِّ إَنههُنه أَضْلَلْنَ كَثَيرًا مَنَ النهاسَ، فَمَنْ تَبَعَنَي فَإَنههُ مَنِّي، وَمَنْ


عَصَانَي فَإَنهكَ غَفُور رَحَيم (إبراهيم:٦٣) وَقوْلَ عَيسَى عَلَيْهَ السهلاَم:


إَنْ تُعَذِّبْهُمْ فَإَنههُمْ عَبَادُكَ، وَإَنْ تَغْفَرْ لَهُمْ فَإَنهكَ أَنْتَ الْعَزَيزُ الْحَكَيمُ


(المائدة:٨١١) فَرَفَعَ يَدَيْهَ، وَقَالَ: اللههُمه أُمهتَي أُمهتَي، وَبَكَى. فَقَالَ



64 Müslim, Sahîh, c.I. s.465, no:301; İbn-i Hibban, Sahîh, 16, s.217, no: 7235; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.II, s.91, no:1244; Ebû Avâne, Müsned, c.I, s.138, no:415; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.Vİİ, s.446; Abdullah ibn-i Amr ibnü’l-As RA’dan.

485

الِلّهُ عَزه وَجَله: يَا جَبْرَيلُ اذْهَبْ إَلَى مُحَمهدٍ، وَرَبُّكَ أَعْلَمُ فَسَلْهُ: مَا


يُبْكَيكَ؟ فَأَتَاهُ جَبْرَيلُ، فَسَأَلَهُ، فَأَخْبَرَهُ رَسُولُ الِلّهَ صَلهى الِلّهُ عَلَيْهَ


وَسَلهمَ بَمَا قَالَ، وَهُوَ أَعْلَمُ، فَقَالَ الِلُّ تَعَالَى: يَا جَبْرَيلُ اذْهَبْ إَلَى


مُحَمهدٍ فَقُلْ: إَنها سَنُرْضَيكَ فَي أُمهتَكَ، وَلاَ نَسُوءُكَ (رواه مسلم)


(Enne’n-nebiyye SAS, telâ kavle’llàhi azze ve celle fî ibrâhim: Rabbi innehünne adlelne kesîran mine’n-nâs, femen tabianî feinnehu minnî, ve men asânî feinneke gafûrun rahîm. Ve kàle isâ AS: İn tüazzibhüm feinnehüm ibadük, ve in tağfir lehüm feinneke ente’l-azîzü’l-hakîm. Ferafea yedeyhi ve kàle: Allàhümme ümmetî ümmeti, ve bekâ. Fekàle’llàhu azze ve celle: Yâ cibrîl, izheb ilâ muhammedin, ve rabbüke a’lemü feselhu: Mâ yubkîke? Feetâhu cibrilü, feseelehû, feahberehû rasûlü’llàh SAS bimâ kàl, ve hüve a’lemü, fekàle’llàhu teàlâ: Yâ cibrilu’zheb ilâ muhammedin fekul: İnnâ senurdîke fî ümmetike, ve lâ nesûük.) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.

Mübarek metnini okudum, hadis-i şerifin. Berekete nail olalım, sevaba nail olalım diye. İzahına dilimizin döndüğünce geçelim!


a. İbrâhim AS’ın Duası


Peygamber SAS Efendimiz iki ayet okumuş. Ayetlerden bir tanesi: İbrâhim AS’ın duası… İbrâhim AS elini açtı, dua eyledi,

Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne:


رَب اجْعَلْ هَذَا الْبَلَدَ آمَنًا وَاجْنُبْنَي وَبَنَيه أَنْ نَعْبُدَ اْلأَصْنَامَ

(إبراهيم:٣٥)

486

(Rabbic’al hâze’l-belede âmînen ve’cnübnî ve beniyye enna’bude’l-asnâm) “Yâ Rabbi, şu beldeyi (Mekke’yi) emniyetli, güzel bir belde eyle; beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut!” (İbrâhim, 14/35)

Kimse yok ortada, ortada daha kimse yok; İbrâhim AS oraya hanımı Hacer validemizi, oğlu İsmail’le beraber bıraktı gitti. Sonra geldi, gitti oraya... Oğlu büyüyünce, Kâbe’yi bina ettiler. Dua etti, el açtı dedi ki:

“—Yâ Rabbi, bu beldeyi emniyetli bir belde eyle!” Kimse yoktu, ekin bitmez bir vadiydi, insan yoktu; ıssızdı, taşların arasındaydı, kumluktu; hiç bir şey yokken böyle dua etti.

Tabii bunlar peygamberlerin işleri. Peygamberlerin işleri Allah’ın emriyle, vahiyle oluyor; boşuna olmuyor. Allah ne emrettiyse onu yapıyorlar. Allah’ın emrini tereddütsüz yerine getiriyorlar.


Allah-u Teàlâ İbrâhim AS’a rüyada, “Oğlunu kurban kes!” diye

487

emretti. İbrâhim AS oğlu İsmail’i kurban etmeğe kalkıştı. Bıçağı aldı, çocuğu yatırdı, kurban edecek, emir öyle diye. Sonra, Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurdu ki:


قَدْ صَدهقـْتَ الرُّءْيــَا (الصافهات:٥٠١)


(Kad saddakte’r-rü’yâ) “Tamam, rüyayı tasdik eyledin, rüyada sana verilen emri yapacağını gösterdin Bu işte sadakatini gösterdin.” (Saffât, 37/105)


وَفَدَيْنَاهُ بَذَبْحٍ عَظَيمٍ (الصافهات:٧٠١)


(Ve fedeynâhu bi-zibhin azîm) “Al sana muazzam bir kurban, evlâdının yerine bunu kes!” (Saffât, 37/107) buyurdu. Kurban bayramında bizim koç kurbanı kesmemiz oradan.


Şimdi, “Bu beldeyi emniyetli bir belde et yâ Rabbi!” diye Mekke için dua etti. Mekke mübarek zaten, Hazreti Adem zamanından, melekler zamanından mübarek; ama kıymetini bilen biliyor, bilmeyen bilmiyor. Issızken oraları, boş sanıyor cahil, gafil insanlar ama İbrâhim AS, Hacer Validemiz’le oğlunu oraya bıraktı. Bıraktı da, giderken, hızlı hızlı uzaklaşırken; Hacer Validemiz baktı, kocası gidiyor. Issız bir yer, taaa Filistin’den

oraya beraber gelmişler, yanında küçük yavru, kocası bırakıp gidiyor. Dedi ki:

“—Yâ İbrâhim, bizi bırakıp gidiyorsun, bu Allah’ın emri mi?”

“—Evet, Allah’ın emri…” dedi.

“—Eh, Allah’ın emriyse, Allah beni korur.” dedi.

İbrâhim AS kalktı gitti. İbrâhim AS çok merhametli bir insandı, ağlayan bir insandı, gözü yaşlı bir insandı, çok merhametliydi. Bunu nasıl yaptı? Allah öyle emretti diye. “Git, çoluk çocuğundan bir kısmını oraya iskân et!” buyruldu. “Pekiyi…” dedi. Sebep sormak, sonucu bilmek, bilmemek, itiraz

bahis konuşu değil. “Eh, Allah emrettiyse, Allah beni korur!” dedi.

488

Allah korudu.

Hacer Validemiz orada, Safa ile Merve arasında koştu. Bir Safa tepesine çıktı, taşların üstüne çıkabildiği kadar çıktı. Şöyle

uzaklara baktı. “Bir ev görebilir miyim, bir ateş görebilir miyim, bir ışık görebilir miyim, bir insan görebilir miyim?” diye. Yok... Hızlı hızlı, koştu, koştu, koştu, öbür tarafta Merve’deki kayalıklara, taşlıklara çıktı, oradan öbür tarafa doğru baktı, bir şey görebilir miyim diye…

Mescid’den de daha hiç bir şey yok… Orası ekin bitmez bir vadi, kumluk bir yer… Kralın sarayı yok, minareler yok, duvarlar yok, insanlar yok, kale yok; bir şey yok, boş yer… Oradan baktı, oradan baktı, yedi defa öyle geldi gitti, geldi gitti. Allah’tan şöyle bir arkadaş istedi. Sonra çocuğuna su aradı. Cebrâil AS Zemzem suyunu çıkarttı ortaya... İşte bunlar neyse oldu.


İsmâil AS’la Hacer Vâlidemiz oraya yerleştiler, İsmâil AS büyüdü. Orada Zemzem suyu olduğu için, geçen kervanlar baktılar ki, havada bazı kuşlar uçuyor, birbirlerine dediler ki:

“—Yahu burada bu kuşlar uçuyor ama bu kuşlar su kuşları. Su olmayan yerde bu kuşlar olmaz, buralarda da hiç su bilmiyoruz.” dediler.

Adamlar tecrübeli, çöllerde gezen insanlar. Çölün ahvalini biliyorlar. Yani, bir yerde akbabalar dolaşsa siz ne dersiniz?

“Tamam, burada bir leş var!” dersiniz. Onlar da kuşlardan bildiler, su var oralarda diye.

Yahu, biz burada su bilmiyoruz filan dediler, kervan yolunu değiştirdi O körfez, dağların arasındaki girinti vadiye girdi. Baktı

ki, Hacer validemiz ve oğlu İsmail AS’ orada duruyor, baktılar su var. Şarıl şarıl, gürül gürül, kesilmez bir su, Zemzem suyu var. Rica ettiler, dediler ki:

“—Yahu, ne güzel, burada su varmış. Demek ki, su çıkartmışsınız. Müsaade eder misiniz, biz burada kalabilir miyiz?”

Kalın dediler. Allah gönderiyor. Komşu gönderiyor. Yalnızlıktan kurtarmak için yani. Sonra onlardan birisinin kızıyla evlendi, İsmail AS…

489

Sonra, İbrâhim AS zaman zaman geliyor, gidiyor. Beraber Kâbe’yi bina ettiler. O zaman dua etti:


رَب اجْعَلْ هَذَا الْبَلَدَ آمَنًا وَاجْنُبْنَي وَبَنَيه أَنْ نَعْبُدَ اْلأَصْنَامَ


(إبراهيم:٣٥)


(Rabbic’al hâze’l-belede âmînen) “Yâ Rabbi, bu beldeyi emniyetli, güvenilir, muhterem bir belde eyle… (Ve’cnübnî ve beniyye enna’bude’l-asnâm) Beni de, evlât ve zürriyetimi de doğru yoldan ayırma, putlara taptırma; putlara tapmaktan bizi koru ya Rabbi!” (İbrâhim, 14/35) diye dua etti.

Çünkü, çevre putlara tapan kavimlerle dolu... Babil, Mısır milattan önce kaç yıllarından beri, o Firavunun bozuk dini, akidesiyle yaşayan bir kavim. Babil’in kaç çeşit tanrısını, dinler tarihi kitabından okuyoruz... Suriye de öyle. Yemen tarafında, aşağıda bir sürü böyle abuk sabuk inançlar var. Ay’a, Güneş’e tapanlar var.

Meselâ, Saba Melikesini biliyoruz ki, Güneş’e tapıyormuş kavmi. Sonra, Süleyman AS’ onu müslüman etti. Kendisini çağırdı. Yani, etraf putlara tapan kavimlerle dolu… Onun için, İbrâhim AS el açtı, dedi ki:

“—Yâ Rabbi, bu beldeyi mübarek bir belde eyle! Çoluk- çocuğumuza da, beni de, zürriyetimi de putlara tapınmaktan koru!” diye dua etti.


رَب إَنههُنه أَضْلَلْنَ كَثَيرًا مِّنَ النهاسَ، فَمَن تَبَعَنَي فَإَنههُ مَنِّي، وَمَنْ


عَصَانَي فَإَنهكَ غَفُور رهحَيم (إبراهيم:٦٣)


(Rabbi innehünne adlelne kesîran mine’n-nâs) “Yâ Rabbi, bu

490

putlar yüzünden insanların çoğu sapıttı. Bu putlar birçok insanları yoldan saptırdı. Doğru inancı bıraktılar, bâtıl inançlara girdiler. Allah’ın sevmediği kavim oldular, müşrik oldular, kâfir oldular. Bu putlar birçok insanları raydan, yoldan çıkarttı.”

Tabii o zaman ray filan yok ama, ben böyle ağzım alıştığı için söylüyorum. Tren yok, ray yok, eski devirler bunlar.

(Femen tabianî feinnehû minnî) “Bana kim tabi olursa

peygamber olarak; o benimle beraberdir. Ben onu kabul ederim, benim ümmetim arasına kabul ederim. Benim grubuma dahil olmuş olur, benim zümreme girmiş olur.”

(Ve men asânî feinneke gafûrun rahîm) “Bana asi olanı da, ya Rabbi sen bilirsin. Nasıl istersen öyle yaparsın. Ne muamele edersin, onu sen bilirsin. Sen Gafur’sun, Rahim’sin!” (İbrâhim, 14/36) diye duası var.


Bunu okudu Peygamber Efendimiz. Şimdi ana konuyu toparlamak için, biraz izahat vermiş olduk. Peygamber Efendimiz, kendisine inmiş olan bu Kur’an ayetlerini okudu. İbrâhim AS’ın duasını okudu: “Yâ Rabbi, benim kavmimi yanlış yollara saptırma, benim evlâtlarımı putlara taptırma! Bu putlar birçok insanları saptırdı.” mealindeki ayeti okudu.


b. İnsanların Putlara Tapması


Şimdi, muhterem kardeşlerim, insanlar bu putlara niye tapıyorlar? İlk Peygamber, ilk insan Adem olduğu halde, Adem AS’ olduğu halde; insanlar bu putlara niye tapıyorlar? Niye tapmışlar? Yani, bu taşı alıp böyle, heykeltıraş önüne koyup; çekiçle, murçla “Tak tak, tak tak…” yontup, heykel haline getirdiği zaman; onun taş olduğunu bilmiyor mu? Hangi maddeden yapıyorsa, onun put olduğunu bilmiyor mu?

Arap yarımadasının müşrikleri diyorlardı ki:


هٰؤُلاَءَ شُفَعَاؤُنَا عَنْدَ الِلَّ (يونس: ٨١)

491

(Hâülâi şüfeàünâ inda’llàh) “Bu putlar Allah indinde, Allah katında bizim şefaatçilerimiz, aracılarımız diye tapıyoruz.” (Yunus, 10/18) diyorlardı. Yanlış bir mantıkla putlara tapıyorlardı.

Allah, böyle mantıkları sapmasın, şaşırmasın; kafaları yanlış kararlar vermesin diye, insanoğluna Hazreti Adem AS’dan

itibaren, daima doğruları öğreten peygamberler göndermiş. Kur’an-ı Kerim’den biliyoruz:


وَإَنْ مَنْ أُمهةٍ إَلاه خَلاَ فَيهَا نَذَير (فاطر:٤٢)


(Ve in min ümmetin illâ halâ fîhâ nezîr) [Hiç bir ümmet yoktur ki, onların içinden bir uyarıcı peygamber gelip geçmiş olmasın.] (Fâtır, 35/24) Hiç kendisine peygamber gönderilmedik kavim yok.

Nasıl ben geliyorum, size böyle vaaz veriyorum. Böyle her yere, her kavme Allah haberci, müjdeci, korkutucu, ihtarcı, ikazcı, ihbarcı, doğru yolu tebliğ edici, yanlışı gösterici bir haberci göndermiş. Bu, Allah’ın lütfundan, Allah’ın rahmetinin eseri…

Bir de, her şeyi hikmetli yaptığını gösteriyor. Yani, hiç bunları göstermese, ahirette belki bir mazeret arayacak insanlar. Ama, doğru yolu göstermek için, peygamber göndermiş, kitap indirmiş, suhuf indirmiş.


Her kavim aslında biraz doğru sözleri kulakları duymuş oluyor. Amma birçok kimse, birçok kavim doğrulara rağmen; kimisi peygamberleri, kimisi atalarını, kimisi kuvvetli gördükleri varlıkları, kimisi Ay, Güneş gibi gök cisimlerini tanrı sanmış. Ona ait bir sembol ortaya koymuş, bir put icad etmiş, ona tapınmış

Peygamberler gelmiş, onlarla mücadele etmişler, “Bu yanlıştır!” demişler. İbrâhim AS’ı biliyorsunuz, puthaneye girip de kavminin putlarını kırdığını… Onun üzerine, onu ateşe attıklarını da biliyorsunuz. İbrâhim AS’ın macerasını.

Fakat sapmışlar böyle yanlış inançlara, onlar için masraf da

492

yapmışlar, zahmet de çekmişler. Altından, gümüşten masraflar, paralar…

Bazen kurbanlar kesmişler, kendi aralarından bazılarını, insanları kurban etmişler. Meselâ, ortalık kurak olduğu zaman, taşma olmadığı zaman, tarlaları kurak gittiği zaman; Mısır halkı en güzel kızlarından bir tanesini seçermiş, Nil nehrine kurban olarak atarmış. Yani, Nil kurban istiyor, kız istiyor bizden diye. Abuk-sabuk bir fikirle kızın canına kıyarlarmış. Atarlarmış nehire...


Yani, İnsanoğlu abuk sabuk fikirlere saplanabiliyor. Zaman zaman peygamberler geldiği halde, peygamberlere muhalefet ediyorlar. Doğruyu söylediği halde, insanlar diyorlar ki o peygambere:

“—Senin söylediğin sözden ötürü, senin bu ileri sürdüğün fikirlerden ötürü biz atalarımızın inancını bırakmayız. Onlardan gördüklerimizi tesis etmiş olan akidemizi, inancımızı, bâtıl dinimizi bırakmayız.” diyorlar.

Peygamber geldiği zaman, muhafazakârlık yapıyorlar. Burası mühim…

“—Buradan ne çıkar hocam? Ne olacak yani, burası mühim dedin, anlayamadık. Neresi mühim?”

Yahu, anlaşılmayacak tarafı yok. Adamlar hak peygamber geldiği zaman, bâtıl dinlerine muhafazakârlık edip sarılıyorlar. Hak peygamberin sözünü dinlemiyorlar. Bu devrin müslümanları, kendileri hak yolda oldukları halde, bâtıl kendilerine gelip söylendiği zaman; hak yolu bırakıp gidiveriyorlar.

Yahu, eski putperest kavimler kadar senin bir bağlılığın yok mu? Şöyle bir aklın, fikrin yok mu? Onlar bak, atalarının yolunu muhafazakârlıktan bırakmadılar. Bizimkiler hak dini bırakıp, batıcı oluyor, liberalist oluyor. Komünist oluyor, sosyalist oluyor, futurist oluyor, existansiyalist oluyor. Bilmem neist oluyor, bilmem neist oluyor...

Ne oluyorsun yahu? Sen hak dini bırakıp da, nereye gidiyorsun? Bari, hiç olmazsa eski kavimlerden ibret al. Açıkgöz

493

insan her şeyden ibret almasını bilir.


Büyük evliyaullahtan, şeyhlerden birisine: “—Böyle murakabeyi kimden öğrendin? Böyle kalbini kollamayı, Cenab-ı Hakk’ın huzurunda olduğunu idrak ederek, pür dikkat durmayı, murakabeyi kimden öğrendin?” demişler.

“—Kediden öğrendim.” demiş.

“—NasıI kediden öğrendin?”

Kedi farenin deliğinin karşına geçiyor, gözlerini dikiyor, böyle pür dikkat oraya bakıyor. Ne zaman çıkacak. Nefesini kesmiş vaziyette böyle bekliyor.

Bak, kediden bile akıllı insan ibret alıyor.


Şimdi, putlara tapmışlar kavimler, Peygamberler gelmiş söylemiş... Peygamberlerin hikâyeleri, kıssaları, hayatları ibretlerle dolu yani, bu işlerle dolu... Peygamber SAS Efendimiz, İbrâhim AS’ın duasını anlatan ayeti okudu:


رَب إَنههُنه أَضْلَلْنَ كَثَيرًا مِّنَ النهاسَ، فَمَن تَبَعَنَي فَإَنههُ مَنِّي، وَمَنْ


عَصَانَي فَإَنهكَ غَفُور رهحَيم (إبراهيم:٦٣)


(Rabbi innehünne adlelne kesîran mine’n-nâs, femen tabianî feinnehu minnî, ve men asânî feinneke gafûrun rahîm) (İbrâhim, 14/36)


c. İsâ AS’ın Duası


Ondan sonra, bir de İsâ AS’la ilgili bir ikinci ayet-i kerimeyi okudu:


إَنْ تُعَذِّبْهُمْ فَإَنههُمْ عَبَادُكَ، وَإَنْ تَغْفَرْ لَهُمْ فَإَنهكَ أَنْتَ الْعَزَيزُ الْحَكَيمُ

494

(المائدة:٨١١)


(İn tüazzibhüm feinnehüm ibadük, ve in tağfir lehüm feinneke ente’l-azîzü’l-hakîm)

Bu ne demek? Bunu da açıklayalım. Allah-u Teàlâ Hazretleri, İsâ AS’a soracak. İsâ AS, Jesus diyorlar ya bunlar. Krismas (Cristmas) diyor Almanlar. Ben biraz Almancayla İngilizceyi karıştırıveriyorum. İşte noel tatilleri var bu adamların, bayramları var.


وَإَذْ قَالَ الِلّهُ يَاعَيسَى ابْنَ مَرْيَمَ أَأَنتَ قُلْتَ لَلنهاسَ اتهخَذُونَي وَأُمِّيَ


إَلٰهَيْنَ مَنْ دُونَ الِلّهَ (المئدة:١١٦)


(Ve iz kàle’llàhu yâ îse’bne meryem) Allah-u Teàlâ Hazretleri, İsâ Aleyhisselâm’a soracak: “Ey Meryem oğlu İsa! (E ente kulte li’nnâsi’ttehizûnî ve ümmiye ilâheyni min dûni’llâh) İnsanlara, ‘Beni ve anamı, Allah'tan başka iki tanrı edinin!’ diye sen mi dedin?” (Mâide, 5/116)

Heykellerini dikiyorlar ya. Şimdi, Trinity College’in yanından geçiyoruz her sabah camiye giderken, Sydney’de. Beyaz bir heykel var, Meryem ana heykeli... Trinity, üçleme demek. Yani, Baba- Oğul-Ruhulkudüs üçlemesi var. “Benim anamı ve beni tanrı edinin diye sen mi söyledin bunlara?” diye soracak Allah-u Teàlâ Hazretleri. Kur’an-ı Kerim bildiriyor bunu, ahirette soracak.

İsâ AS da diyecek ki:


قَالَ سُبْحَانَكَ مَا يَكُونُ لَي أَنْ أَقُولَ مَا لَيْسَ لَي بَحَقٍّ، إَنْ كُنتُ


قُلْتُهُ فَقَدْ عَلَمْتَهُ، تَعْلَمُ مَا فَي نَفْسَي وَلاَ أَعْلَمُ مَا فَي نَفْسَكَ،

495

إَنهكَ أَنْتَ عَلاهمُ الْغُيُوبَ (المئدة:١١٦)


(Kàle sübhàneke mâ yekûnü lî en ekùle mâ leyse lî bi-hakkın) "Hâşâ! Seni tenzih ederim; hak olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. (İn küntü kultühû fekad alimtehû) Eğer ben bunları söyleseydim, sen zâten bilirdin. (Ta’lemü mâ fî nefsî) Sen benim içimdekini bilirsin; (ve lâ a’lemü mâ fî nefsike) halbuki ben senin zâtında olanı bilmem. (İnneke ente allâmü’l-guyûb) Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin!” (Mâide, 5/116)


مَا قُلْتُ لَهُمْ إَلاه مَا أَمَرْتَنَي بَهَ أَنَ اعْبُدُوا الِلّهَ رَبِّي وَرَبهكُمْ

(المئدة:٧١١)


(Mâ kultü lehüm illâ mâ emertenî bihî) “Yâ Rabbi, ben senin kullarına, sen bana ne emrettiysen onu söyledim: (Eni’budu’llàhe rabbî ve rabbeküm) ‘Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin!’ dedim.” (Mâide, 5/117) diyeceğini Kur’an-ı Kerim beyan ediyor.


إَنْ تُعَذِّبْهُمْ فَإَنههُمْ عَبَادُكَ وَإَنْ تَغْفَرْ لَهُمْ فَإَنهكَ أَنْتَ الْعَزَيزُ الْحَكَيمُ

(المئدة:٨١١)


(İn tüazzibhüm feinnehüm ibâdük) “Eğer sen onlara azab edersen, edersin; onlar senin kulların... (Ve in tağfir lehüm) Eğer onları mağfiret edersen, mağfiret edersin; (feinneke ente’l-azîzü’l- hakîm) sen Azizsin, Hakimsin yâ Rabbi! İzzet sahibisin, mutlak güç ve kuvvet sahibisin, her şeyi hikmetle yaparsın.” (Mâide, 5/118) diye bu ayet-i kerimeyi okudu.


“—Sen alemlerin Rabbisin, Hàlikısın, hepimizin yaratanı sensin, yaşatanı sensin, öldüren sensin; dünyanın, ahiretin sahibi

496

sensin! Eh, istersen azab verirsin…”

Tabii, İsâ AS’ sessiz sedasız, “Ya Rabbi, mü’min olanları, ihlaslı olanları afv ü mağfiret et!” der gibi oluyor. Ama bunu usulüyle söylüyor, güzelce söylüyor:

“—Eğer mağfiret edersen, sen Aziz ü Hakimsin. Yani, onu da yapabilirsin. Azab edersen de edersin, mağfiret edersen de edersin.”

Tabii, müşrikin cennete girmesi mümkün değil, mağfirete ermesi mümkün değil ama, Hazreti İsâ’ya tâbî olanlardan şirk koşmayan, İncil’i samimiyetle okuyup, İncil’e ittiba edenleri Allah- u Teàlâ Hazretleri’nin mağfiret etmesini taleb ediyor.


d. Peygamber Efendimiz’in Ağlaması


Şimdi, Peygamber SAS Efendimiz bu iki ayeti okudu ve ellerini kaldırdı.


فَرَفَعَ يَدَيْهَ، وَقَالَ: اللههُمه أُمهتَي أُمهتَي، وَبَكَى.


(Ferafea yedeyhi) “İki elini kaldırdı, (ve kàle) ve dedi ki: (Allàhümme ümmetî ümmetî) ‘Yâ Rabbi, ümmetim ümmetim; ümmetim ne olacak?’ dedi, (ve bekâ) ve Peygamber SAS Efendimiz ağladı.”

İki ayeti okuyup ağladı. Birisi: İbrâhim AS’ın duasını ihtiva eden ayet. İkincisi: İsâ AS’’in, Allah-u Teàlâ’nın: “Sen mi dedin bunlara bana tapın, anama tapın diye ya İsâ?” diye sorunca, “Hayır, ben demedim…” dediğini bildiren ayeti okudu. Ellerini kaldırdı, “Benim ümmetim ne olacak yâ Rabbi? Benim ümmetim ne olacak yâ Rabbi? Ümmetimi dilerim yâ Rabbi!” dedi ve Rasûlüllah SAS Efendimiz ağladı.


Şimdi, muhterem kardeşlerim. Putperestlerden ibret aldık. Yani, putperestler kendilerine Peygamber geldiği zaman; biz atalarımızın dinini bırakmayız dediler vefa gösterdiler,

497

muhafazakârlık yaptılar ama; bâtıla vefa göstermek doğru değil ya. Doğru değil amma; hiç olmazsa onlar bâtıla vefa gösterdiler de, biz hak din olan İslâm’a niye vefa göstermeyelim diye buradan bir ders çıkartmamız lâzım!

Eski kavimler kolayca değiştirmemişler dinlerini de, biz bu devirde İslâmî niye bırakıyoruz? İslâm’dan niçin ayrılıyoruz? Niye gayri müslimler gibi oluveriyoruz? Niye dinimizi unutuyoruz? Niye Kur’an’ı okumuyoruz? Niye Peygamber Efendimiz’in sünnetine sarılmıyoruz? Niye Rasûlüllah Efendimiz’in tavsiyelerini öğrenmiyoruz, öğretmiyoruz? Öğrenilmesi için mektep, medrese, kurs, neyse çalışmaları niye yapmıyoruz? Niye böyle yanmamak için, cehennemden kurtulmamıza sebep olacak olan işleri niye yapmıyoruz? Bu, bir ibret alınacak şey.


İkinci ibret alınacak şey, bak, İsâ AS, muhterem kardeşlerim. Bak, Burası da çok mühim. Bana çok mühim geliyor. Bunun üstüne bastıra bastıra söylemek istiyorum: “—İsâ AS’ hak peygamber mi?”

“—Hak peygamber.”

“—Bizim sevdiğimiz bir insan mı?” Evet, sevdiğimiz bir insan. İsâ AS’ı severiz. Hatta, çocuklarımıza bazılarımız İsâ adını koyar. Hristiyan olmak

mânâsına değil, müslümanız ama İsâ adını koyarız, Mûsâ adını koyarız. Çocuğumuzun adı Mûsâ’dır. “Mûsâ gel, Mûsâ git! İsâ gel, İsâ git!” deriz yani. Neden? Sevdiğimizden, ayırmadığımızdan, onları hak peygamber bildiğimizden… Yani bizim kimseye düşmanlığımız yok.


Biz İsâ AS’ı seviyoruz. İsâ AS da bizim Peygamber Efendimiz gibi, Allah’ın gönderdiği mübarek kullardan, vazifeli Peygamberlerden birisiydi. Allah ona Cebrail’i gönderdi, İncil’i indirdi, peygamberlik vazifesini gördü, gitti. Şimdi, o Allah’ın dediklerini söyledi, başka bir şey söylemedi. Bu devirde uygulanan hristiyanlık merasimlerini söylemedi, Allah’a ibadet etmeyi, sadece Allah’a ibadet etmeyi söyledi, (Lâ ilâhe illa’llah) dedi. (İsâ

498

rûhu’llah) dedi belki (Muhammedün rasûlü’llah)’ın yerine ama,

‘Lâ ilâhe illa’llah)’ı öğretti.

“—Hocam, nereden biliyorsun bunu?”

Bugün hristiyan mezhepleri içinde Uniterian mezhebi var. Yâni Tanrıyı bir tanıyan, triniteyi kabul etmeyen mezhepler var. Amerika’da filan yayılmış. Demek ki, bazıları bazı hakikatleri biliyor.


Benim profesörlük çalışması yaptığım bir el yazması eser var, neşrettim onu. Onu yazan şahıs da, meşhur matbaacı İbrâhim-i Müteferrika. Onun eserini neşrettim ben. Matbaacı İbrâhim-i Müteferrika’nın eserini neşrettim.

“—Bu eser ne eseri, eserin adı ne?”

İbrâhim-i Müteferrika papaz imiş. Hristiyan dinî tahsili görerek yetişmiş, papaz olmuş. Kütüphanelerdeki eski güzel,

doğru kitapları okuyup, Latince filan.. Eski mahrem kitapları okuyup, oradan gerçekleri öğrendikten sonra, Romanya’dan İslâm diyarına gelmiş. Padişahlar zamanında müslüman olmuş. İyi müslüman olmuş. Padişah da sevmiş onu, sarayda yükseltmiş mevkisini, makamını, müteferrika arasına koymuş. Yani, mühim saray hizmetlerini gören müdürler demek müteferrika… İbrâhim- i Müteferrika olmuş, matbaa kurmuş, birçok eserler basmış filan.

Bu İbrâhim-i Müteferrika, o gerçekleri söylüyor. Papazken müslüman olmuş ve neden müslüman olduğunu anlatan eserler yazmış. Bu hususta eserleri çok.


Şimdi, peygamberleri hak şeyleri söylemiş olduğu halde, sonradan Allah’ın razı olmayacağı, kabul etmeyeceği duruma düşmüş mü bu kavimler? Düşmüş.

“—Nereden biliyorsun?” İnsan akılla, mantıkla anlıyor.

Akıl ve mantıkla da anlar insan ama Kur’an-ı Kerim’de Allah- u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:

499

لَقَدْ كَفَرَ الهذَينَ قَالُوا إَنه الِلّهَ ثَالَثُ ثَلاَثَةٍ (المائدة:٣٧)


(Lekad kefere’llezîne kàlû inna’llàhe sâlisü selâseh) “Allah üçün üçüncüsüdür diyenler kâfir oldu.” (Mâide, 5/73) diyor. Triniteyi söyleyenlerin kâfir olduğunu bu ayet-i kerime gösteriyor.

Başka bir ayet-i kerimede de buyuruyor ki, Allah-u Teàlâ Hazretleri:


لَقَدْ كَفَرَ الهذَينَ قَالُوا إَنه الِلّهَ هُوَ الْمَسَيحُ ابْنُ مَرْيَمَ (المائدة:٧٢)


(Lekad kefere’llezine kàlû inna’llàhe hüve’l-mesîhi’bnü meryem) “Tanrı Meryem’in oğlu İsâ’dır diyenler kâfir oldu.” (Mâide, 5/72)

diyor.

Hakikaten kâfir olur. Akılla da biliyoruz, bunu da ayet-i kerimede okuyoruz ki artık hiç tereddüt kalmasın diye. Haaa, Allah’ın sevdiği bir peygamber tarafından öğretilmiş olan bir din, doğru şeyleri söylemiş bir haberciden dini öğrenmiş olan insanlar; ondan sonra Allah’ın sevmediği, razı olmadığı müşriklik ve kâfirlik durumuna nasıl düşmüşler? Bu önemli değil mi? Mühim bir şey. Bu biraz bizi ürkütüyor ve korkutuyor. Demek ki, işin başlangıcı doğru olduğu halde, sonuna doğru yamulabiliyor.

Ben bunu şuna benzetiyorum, muhterem kardeşlerim. Ölçüsüz, cetvelsiz, çekülsüz, hizasız, ipsiz insan duvar yapmağa başlasa, ne yapar? Bir tuğlayı koyar, bir tuğlayı onun üstüne koyar; duvar böyle yamuk olur, eğri olur. Hatta biraz dikkat etmezse; çekül yok, ölçü yok, devrilir. Herkes biraz bir şey ilave ederse, yamuk olduğu için yıkılır.

Buradan şu anlaşılıyor ki: Bizim dinimizin aslına sàdık kalmaya çok dikkat etmemiz lâzım! Çünkü, dinin aslına sàdık kalınmadığı zaman, doğru bir dinin sahibi olan kavimler de sonunda sapıtıp, Allah’ın sevmediği duruma düşebiliyorlar. Allah saklasın, biz de düşmeyelim diye ne yapmamız lâzım? Bundan da ibret almamız lâzım!

500

Peygamber SAS Efendimiz bu iki ayeti okuyunca ağladı? Çünkü ümmeti için korkuyor. İsâ AS’’in kavmi doğru yoldan çıkmış, Allah’ın sevmediği duruma gelmiş. İbrâhim AS’ da, kendi evlâtları putlara tapmasın diye dua ediyor. Put’a tapma ihtimali var. Bunlardan dolayı, “Ümmetim, ümmetim!” diye Peygamber Efendimiz ağlamış.

Bu mühim. Bu da çok mühim. Yani, Rasûlüllah SAS Efendimiz’in ağlamasına sebep olan durum çok mühim. Nedir o mühim olan durum? Bizim sapıtmamamız.


e. Hak Yol İslam!


“—Biz hak yolda mıyız?” Evet, hak yoldayız. Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur’an-ı Hakim’de buyurmuş ki:


إَنه الدِّينَ عَنْدَ الِلّهَ اْلإَسْلاَمُ (آل عمران:٩١)

501

(İnne’d-dîne inda’llàhi’l-islâm) “Allah’ın kabul edeceği, Allah’ın indinde geçerli olan, muteber olan din İslâm’dır.” (Âl-i İmran, 3/19) Başka bir ayet-i kerimede de buyurmuş ki:


الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دَينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نَعْمَتَي وَرَضَيتُ لَكُمُ


اْلإَسْلاَمَ دَينًا (المائدة:٣)


(El-yevme ekmeltü leküm dîneküm ve etmemtü aleyküm ni’metî) Bugün size dininizin ahkâmını tamamladım. Size olan lütfumu, ihsanımı, nimetimi kemale erdirdim. (Ve radîtü lekümül-islâme dînâ) Sizin ancak İslâm olmanıza, müslüman dinine mensup olmanıza razı olacağımı tebliğ ediyorum.” (Mâide, 5/3) diye bildirdi.

“—Allah’ın razı olduğu din üzere miyiz?”

El-hamdü lillâh müslümanız.

“—Nedir bu dinin esası?”

Ağaca, taşa, heykele, puta, haça, şuna buna tapmamak. Yeri,

göğü yaratan alemlerin Rabbine ibadet etmek.


اَلْحَمْدُ َلِلَّ رَبِّ الْعَالَ مَينَ (الفاتحة:١)


(El-hamdü li’llâhi rabbil-àlemîn) [Hamd alemlerin Rabbi Allah içindir.] (Fâtiha, 1/1) diye başlıyor bizim kitabımız.

Alemlerin Rabbine ibadet ediyoruz. Alemlerin Rabbi için bir heykel yapılsa olur mu? Bir put yapılsa, bir işaret yapılsa olur mu? Olmaz. Allah-u Teàlâ Hazretleri bunların sapıklık olduğunu, şirk olduğunu beyan ediyor.

Biz, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin her yerde hazır ve nazir olduğunu, hiç bir şeye benzemediğini, bizim gözlerimizin onu göremeyeceğini biliyoruz. Böyle bildirilmiş. Bizim gözlerimizin görmediği birçok şeyin olduğunu da biliyoruz. Meselâ, hava

502

meselâ. Havayı boş sanıyoruz, ama hava dolu. Seninle benim aramdaki havada neler var, neler var... Gökyüzü, yeryüzü, birçok şeyler var. Göremiyoruz ama var.


لَيْسَ كَمَثْلَهَ شَيْء (الشورى:١١)


(Leyse kemislihî şey’ün) [Onun benzeri hiç bir şey yoktur.] (Şûrâ, 42/11)

Bir şeye benzemeyen, hiç onun misli gibi olmayan Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni her türlü noksanlıktan tenzih ederek inanıyoruz biz. Şimdi, bu inancımızın bozulmaması lâzım. Yanlış inançlara sapmamak lâzım.

Nasıl sapar insan yanlış inançlara? Otururken, kalkarken, konuşurken, gülerken, arkadaşlarıyla şakalaşırken der ki:

“—Yahu, Allah baba bu işe razı gelmez. Allah baba bugün bana çok para verdi.”

Öyle şey olur mu? Dur bakalım! Sen müslümandın, ne oldu sana? Ne demek, Allah baba? Nerden geldi bu laf? Bir düşün bakalım. Ağzından çıkan lafı kulağın duysun. Nereye gidiyor bu laf? Baba olması için, oğul olması lâzım. Evlât olması lâzım, hanım olması lâzım, düğün olması lâzım, dernek olması lâzım... Öyle şey olur mu? Allah-u Teàlâ Hazretleri bundan münezzeh.

Bak, yavaş yavaş bozuluyor.


“—Yılbaşı (Christmas), bilmem ne... Çam alalım… Bak, ötekiler ne güzel çamlarını süslemis, evlerini süslemiş. Eve çam koyalım... Ondan sonra, böyle uzun elektrik şeyini alalım; kordonunu, böyle elektrikleri saralım... Parlak parlak kürecikleri, kırmızı, yeşil, mavi, böyle ışıl ışıl mumları yakalım...”

Dur bakalım, ne oluyorsun sen? Şaşırdın mı sen? Sen İslâm dinini bırakmak mı istiyorsun? Sen Allah’ın razı olmadığı dine mi sapmak istiyorsun? Bak, sapabiliyor.

“—Başka hocam?..”

Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki, dinimiz buyuruyor ki, dinimizin ahkâmında:

503

Bir kadın, yüzü elleri ayakları hariç, her tarafını güzelce örtecek. Şimdi müslüman olduğunu bildiğimiz, akrabamız olan, hatta belki evimizde beraber oturduğumuz birçok insan var. Bu şekilde yapmıyor. Yani, böyle örtünmüyor. Eh, nasıl geziyor? Dışarıda başkaları başka türlü geziyor diye etek mini olabiliyor, kollar japone dedikleri gibi kolsuz olabiliyor, göğüs açık olabiliyor,

mayoyla gezebiliyor, şortla gezebiliyor. Saç taralı, omuzlara dökülmüş olabiliyor.

Bunlar nereden çıktı? İslâm’da yok bunlar. Nereden çıktı? Bak, bir kayma var. Yavaş yavaş bir bozulma var. Erkeklerin tavırlarında, kimisi gidiyor içki içiyor. İslâm’da içki haram. Bak, bir bozulma var… Demek ki, hristiyanların Hazret-i İsâ AS’ın yolundan kaydığı gibi, İbrâhim AS’ın evlâtları, zürriyetleri

sonradan kaymadılar mı?

Peygamber Efendimiz gelmeden önce, Kâbe de kaç tane put varmış?.. Hepimiz biliriz ezbere, üç yüz altmış tane put varmış. Mekke’nin ahàlisi kimdi? İbrâhim AS’ın soyu değil miydi? İsmâil AS’dan türemediler mi? Nereden geldi bu putlar? Kâbe’yi niye putlarla doldurdular? Sapıtıyor demek ki, sapıtabiliyor.


İşte, onun için, Peygamber SAS Efendimiz ağlamış. Kimin için ağlamış? Senin için, benim için ağlamış. Ne yapmamızı istiyor? Dinin aslına sàdık olmamızı, iyi müslüman olarak yaşamamızı istiyor, yoldan çıkmamamızı istiyor, sırat-i müstakimden sapmamamızı istiyor.

“—Hah, hocam dur: Sırat-i müstakîm...” Tamam, çiz altını! Bak, biz her gün Kırk defa Allah’tan, “Sırat- i müstakîme bizi götür ya Rabbi!” diye dua ediyoruz:


اَهْدَنَا الصِّرَاطَ الْمــُسْـتَقيَمَ (الفاتحة:٥)


(İhdina’s-sırâta’l-müstakîm) “Yâ Rabbi, sırat-ı müstakîmi bize öğret, sırat-ı müstakîme bizi götür, sırat-ı müstakîmde bizi yürüt, sırat-ı müstakîmden bizi ayırma, saptırma!” (Fâtiha, 1/5) diye dua

504

ediyoruz.

“—Nereden çıktı bu kırk defa Hocam?”

Her rekâtta bir Fatiha okuduğumuz için. Dört rekât sabah namazında, on rekât öğlen namazında, on dört. Sekiz rekât ikindi namazında, yirmi iki. Beş rekât akşam namazında, yirmi yedi, on üç rekât yatsı ve vitir namazında, etti kırk... Bunları kılmıyor muyuz? Kılıyoruz. Kırk defa, “Yâ Rabbi, bizi doğru yolda yürüt!” diyoruz. Diyoruz, diyoruz da; eğri gidiyor. Yani, bizim işimiz çok acaip…


İbrâhim ibn-i Edhem hani padişahmış da, padişahlığı bırakmış. Belh şehrinde, Mevlânâ’nın geldiği şehir. Çok önceden, ondan önce yaşamış. İmam-ı Azam zamanında, Hicrî İkinci Asır’da yaşamış... Belh şehrinde padişahken, bırakmış padişahlığı. Evliya, kerametleri zahir, kitaplarda isimleri yazılıyor. Bizim Bazı tarikatlarımızın silsilesinde pirlerimizden birisi, İbrâhim ibn-i Edhem Hazretleri. Padişahken, mânevî padişah olmuş, evliya olmuş. Kuraklık varmış Bağdat’ta, dua ediyorlarmış. Yağmur yağmıyormuş. Demişler ki:

“—Yâ İbrâhim ibn-i Edhem. Allah Kur’an-ı Kerim’de, ‘Dua edin, duanızı kabul ederim!’ buyuruyor. Dua ediyoruz, duamız kabul olmuyor.” demişler.

“—Siz on şeyi söylüyorsunuz amma yapmıyorsunuz, ondan duanız kabul olmuyor.” demiş, on şeyi sıralamış: Allah’ın rızkını yiyorsunuz, Allah’ın rızkıyla yaşıyorsunuz; ondan sonra Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne şükretmiyorsunuz. Kur’an’a inanıyorsunuz, Kur’an’ı okumuyorsunuz. Allah birdir diyorsunuz, Allah’a ibadet etmek lâzım diyorsunuz; dünyaya tapıyorsunuz. Cennet haktır diyorsunuz, cennete sizi götürecek işleri yapmıyorsunuz. Cehennem haktır diyorsunuz, cehennemden korunacak işleri yapmıyorsunuz. Günahlardan kaçınmıyorsunuz, cehenneme götürecek işleri yapmağa devam ediyorsunuz.” demiş.


Doğru, bunların hepsi doğru… Yani, on tanesinin hepsi isâbetli, sıralamış. Yani, bizim müslümanlığımızda da çatlama

505

var, yıpranma var, gevşeme var, aşınma var. Biz de Yirminci Yüzyıl’ın insanları, müslümanları, aziz ve muhterem kardeşlerim, müslümanlığımızdan, dindarlığımızdan epeyce fire vermişiz.

Ne kadar fire verdik, bunun tam ölçüsünü söyleyebilir misiniz?

Bak, adamlar gökyüzüne uydu atıyorlar, gökyüzünden yerin fotoğraflarını çekiyorlar. Dönüyor böyle dünyanın etrafında uydular. Çeşitli taraflardan dönüyor. Boyna geçtikleri yerlerin resmini çekiyorlar, gönderiyorlar. Uzay merkezinde bunlar toplanıyor Amerika’da… Ondan sonra, bunlar büyütülüyor. Onların çektiği şeyler. Hatta, biz bizim köyümüzden su arayacaktık. Yani su kıt, bir yerden su bulmamız lâzım. Birisi bize dedi ki:

“—Amerika bu paftaları satıyor dedi. Bir tanesi bilmem kaç bin dolara satıyor.” dedi.

Orada, o paftalarda her maddenin rengi başka çıkıyormuş. Demir varsa, fotoğrafta başka çıkıyormuş. Su varsa, belli oluyormuş.

Harabeler belli oluyormuş, gökyüzünden; tarlalar belli oluyormuş, tarlaların mahsulü belli oluyormuş. Bak, sözü nereye getireceğim. Bunlar hayal değil, teknik bunlar. Bu günün gerçekleri...


Türkiye’de haşhaş ekimi var mı, oradan takip ediyorlarmış. Yasak. Afyon yapmağa yarayan ekin var mı, takip ediyorlarmış. Türkiye bu sene kaç ton buğday çıkaracak, hesaplıyorlarmış. Metre kareye vuruyor, santimetre kareye şey yapıyor; Şu kadar tarladan, su kadar mahsül çıkar.

“—Dur hocam. Bunlar böyle, her tarla alt alta toplanıp hesaplanması kolay mı? Makineler kolay yapıyor şimdi. Bilgisayar’a işledi mi, tıkır tıkır tuşlara bastı mı, trrrrrrt. Bir döküm çıkıyor. Tamam,

Türkiye’nin bu seneki buğday rekoltesi, mahsulü şu kadar olacak, arpası şu kadar olacak, meyvası şu kadar olacak; yasak yer, tarla şurada, bilmem ne burada; her şeyi böyle tepeden takip ediyorlar..

506

Biz, aziz ve muhterem kardeşlerim, kendimizin, İslâmımızın ne kadarı bizde kalmış, ne kadarı yıpranmış gitmiş, aşınmış; onu ölçebiliriz, ölçmeliyiz. Nasıl ölçülür hocam bu.?. Yani, şimdi tamam, sen çok akılla, mantıkla, fenle ilgili laflar söyledin bu vaazında, ben bunu nasıl ölçerim?

Peygamber SAS Efendimiz’in hadis-i şeriflerini oku. Bak, ben buraya geldiğim zaman; şuradaki, yerdeki rahlede bir kitap gördüm. Gittim başına, çevirdim sayfalarını… O, üç ciltlik Riyâzu’s-Sàlihîn kitabıdır. Ben de bir başka cildini yakalamış, öyle gelmişim buraya. Burada bunun olduğunu bilmiyorum, ben de bunu yanımda gezdiriyorum. Neden gezdiriyorum, muhterem kardeşlerim?.. Neden vaaz ederken, hep hadisten vaaz ediyorum?

Dinin aslı, güzeli, mükemmeli, hası Peygamber Efendimiz’in zamanındaki müslümanlık… Peygamber Efendimiz’i bilirsek, Peygamber Efendimiz’in hadis-i şeriflerini bilirsek, okursak,

“Hah, dinin doğrusu budur!” diye bileceğiz.

507

Bir şey kalıyor geriye: “Ben bu konuda ne yapıyorum? Ben şimdi ne yapıyorum? Peygamber Efendimiz böyle demiş, ben böyle yapıyorum. Haa, yanlışmış, düzelteyim!” diye düzelteceğiz. Yani, böyle böyle, dinimizden ne kadar uzaklaştığımızı anlayabiliriz.


Şimdi biz musafaha ediyoruz Ankara’da… Peygamber Efendimiz böyle musafaha ederdi, yani bu parmaklarla tutup; biliyorsunuz yani, müslümanca musafaha böyle olurdu ama; kravatlı insanların böyle Amerikada, bilmem nerede tahsil görmüş insanların selâmlaşması nasıl oluyor? Günaydın… Böyle toka… Bu tabii bunların usulü…

Buradakiler, bunlar da bir şey yapsanız, iş yerinde karşılaşsanız, ne diyeceksiniz? “Hi!” diyeceksiniz, “Good morning!” diyeceksiniz; ondan sonra, o elini uzatacak böyle, tokalaşacaksınız, onların usulüyle selâmlaşacaksınız.

Şimdi biz tabii, böyle selâmlaşırdık. Hadis-i şeriflerde bizim selâmlaşma usulümüz buydu. Şimdi biz camide musafahayı böyle yapıyoruz. Gene camiye gelen bir kuyumcu kardeş var. Ankara’da. İyi, camiye de yardım yapıyor filan… Bize diyor ki:

“—Bırakın su saçma sapan işleri!” diyor.

Neden? Alışmadığı bir şeyi görünce, eskiden hep öyleydi, sonra değişti. Farkına varmadan biz, yavaş yavaş döndük. Giyim değişti, selâm değişti, kelam değişti, evin mobilyası değişti, sofra değişti, her şey değişti. Sessiz sedasız, bunlardan hiç farkımız kalmadı. Mayolar bizde de var, boyanmak bizde de var, taranmak, donanmak bizde de var… Dans yok mu? Şunlar bunlar yok mu? Her şey var... Yani, sessiz sedasız pek çok şeyi kaybettik.


Neleri kaybettiğimizi, neleri muhafaza ettiğimizi anlamak için

çare, ölçü neresi? Peygamber Efendimiz’in hadis-i şerifleri, sünnet-i seniyyesi… Niye bunun üzerinde duruyorum? Bu Şa’ban ayı, Peygamber Efendimiz’in ayı imiş ya. Peygamber Efendimiz’in sünnetini onun için anlatıyorum size.

Ne yapacağız? Şimdi biz böyle hristiyanlar gibi, yahudiler gibi olursak; Allah bizi sever mi? Sevmez. Kur’an-ı Kerim’de Fatiha

508

Sûresi’nde, daha birinci sayfada ne diyor:


اَهْدَنَا الصِّرَاطَ الْمــُسْـتَقيَمَ (الفاتحة:٥)


(İhdina's-sırâta’l-müstakîm) “Bizi doğru yola ilet, sırat-ı müstakime ilet ya Rabbi, bize hidayet et yâ Rabbi!” (Fâtiha, 1/5) ayet-i kerimesi geliyor. Yâni kulun ifadesi olarak...


صَرَاطَ الهذَينَأَنْعَمْتَ عَلَيْهَمْ. غَيْرَ المْ ــَغْضوُبَ عَلَيْهَمْ


وَلاَ الضهالـِّينَ (الفاتحة:٦-٧)


(Sırâta’llezîne en’amte aleyhim) “Kendilerine ikram ettiğin, ihsan ettiğin, ilham ettiğin kullarının yoluna; taltif ettiğin kullarının yoluna bizi götür, yâ Rabbi... (Gayri’l-mağdùbi aleyhim) Gazâbına uğramış kulların yoluna götürme ya Rabbi… (Ve le’d- dàllîn) Sapıkların yoluna götürme yâ Rabbi...” (Fâtiha, 1/6-7) Dediler ki: “Kim bu gazaba uğramışlar ve sapıklar? Bunlardan kasıt kimdir?” diye Peygamber SAS Efendimiz’e sordular. (Mağdùbi aleyhim) Yahudiler; (dàllîn) de, Hristiyanlar.” dedi.

(Mağdùbi aleyhim) ne demek? Kendisine gazab edilenler demek. Allah yahudilere neden gazab etti? Peygamberlerin sözünü dinlemediler, peygamberleri öldürdüler. O kavim, kendi peygamberini oldurdu. Zekerriya AS’ı testereyle biçtiler. Yahya AS’, Kur’an-ı Kerim’de o kadar medhedilen mübarek bir peygamber. Kestiler katiller, söz dinlemediler, asi oldular. Tevrat’a uymadılar.

Onun için, Allah onlara gâdâb etti, rahmetinden mahrum etti, lânetine maruz eyledi, magdubi aleyhim oldular. Bak, onlara da kitap gelmiş, Peygamber gelmişken; ne duruma düştüler. İbret alacağız, dikkat edeceğiz.


(Dàllîn) de, sapıtanlar da hristiyanlardır. Neden? Hazret-i

509

İsâ’nın dediklerinden saptılar da, ondan.

Hazret-i İsâ, “Allah’a tapının!” dedi, onlar Hazret-i İsâ’ya taptılar. Hazret-i İsâ, “Allah birdir.” dedi, onlar “Allah üçtür.” dediler. Onlar da saptılar.

Onlar gibi olmayalım, o yola girmeyelim diyoruz ama birçok şeyimiz onlara benzemiş. Bunları düzeltmemiz lâzım! Düzeltme yeri de, ayar yeri de Peygamber Efendimiz’in sünneti

Onun için, bu kitabın burada okunması iyi amma; akşam da bir hadis okunarak bu iş çabuk bitmez. Bu işin çabuk bitmesi lâzım. Çabuk bitmesi için, ben diyorum ki: “Bu Şa’ban ayı içinde, bu üç ciltlik kitabın bitmesi lâzım! Hızlı bir şekilde... Yahu, bir ay müsaade veriyoruz yahu. On günde bir cildi bitiremeyecek misin? Ciddi bir şekilde okursan bitirirsin.

Meraklı bir roman olsa, bitirmiyor mu millet? Mike Hammer’in romanları, Pekos Bill’ler, bilmem neler.. Çocuklar koca kalın kitapları bitiriyorlar. Baba başka kitap var mı? Para ver, bir tane daha alacağım diyor. Genç kızlar bilmem böyle hissi romanlar, bilmem neleri filan hemen birkaç günde bitiriyorlar. Söyle üç parmak kalınlığındadır, Reşat Nuri Güntekin’in meşhur Çalıkuşu romanı, üç parmaktır, kalındır böyle. Bir sardırdı mi insan, okumaya bir başladı mi, gece uyumaz, elektriği söndürmez, uykusundan fedakârlık yapar, bitirir. Neden? Güzel yazılmış bir macera romanı... Bir genç kızın, idealist genç kızın hayatı filan.


Ivır zıvır boş şeyler... Ne olacak yani, ayet değil, hadis değil, sürükleyici bir şey… Yaaa, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu

romanı güzel diye üç günde bitirirsin de, Rasûlüllah’ın hadis-i şeriflerini, ondan daha ince bir şeyi on günde bitiremez misin? Bitirir insan. Vicdanı olursa, insafı olursa, iz’anı olursa, Allah korkusu olursa, sorumluluk duygusu olursa, sonra başıma bir hal gelir diye korkarsa, bitirir.

Amma biz alışmamışız buna. Haftada bir cuma namazı, senede iki bayram namazı, ondan sonra camiye geldiğimiz zaman; iki tane hadis, üç tane ayet, bu böyle bitmez, din böyle öğrenilmez. Din bize hem dünyada lâzım, hem ahirette lâzım. Dünyada lâzım.

510

Haramı, helâli bilelim. Helâl yoldan kazanalım, helâl yoldan yasayalım diye. Harami bilelim. Haramlara düşmeyelim diye, günahlara bulaşmayalım diye. Dünyada da lâzım. Bu lâzım. Ne zaman öğreneceğiz? Saçımız ağardı, sakalımız ağardı, nüfus kâğıdımız eskidi.

Ayaklarımız titremeğe başladı, belimiz kıvrılmağa başladı, sağdan-soldan ağrılar başladı, kemik erimeleri başladı. Ne zaman öğreneceğiz? Bunun ilk öğrenme zamanı neydi? Çocuğun buluğ çağına girmeden evvel, bu işleri öğrenmiş olması lâzım. Buluğ çağı hangisi? İşte. “Yedi yaşında namazı emredin, on yaşında kılmazsa dövün!” diyor Peygamber Efendimiz. Demek ki, on yaşından itibaren, çocuk akıllı uslu bir çocuk olacak. Ciddi ciddi namaz kılacak. Ondan sonra farzları bilecek, haramları bilecek, günahları bilecek, sevapları bilecek. Hepsini ezbere bilecek. Ondan sonra, onları uygulayacak. Yalan söylemek günah evlâdım. Bak, yaz, yalan söylemek günah. Yalan söyleme tamam mı?..


Peygamber Efendimiz’in ahlâkını okuyorum ben şimdi. Bizim Râmuzü’l-Ehàdis kitabından, Dünkü sayfada geçti. Efendimiz’in en çok kızdığı kötü huy… Kötü huyların hepsi kötü de, hepsine kızar da, Peygamber Efendimiz. En çok kızdığı kötü huy hangisiymiş? Yalan söylemek.

Bizde yalanın bini bir para... Yalan söylemez miyiz?. Satıcı yalan söyler, müşteri yalan söyler. Müşteri derki, daha fazla param yok. Cüzdanda para dolu... Ne diye yalan söylüyorsun? Satıcı da der ki:

“—Vallahi daha aşağı idare etmez.”

Niye idare etmesin? Yüzde otuz kâr ediyorsun. O yalan söyler, ötekisi yalan söyler.. Karısına yalan söyler: vallahi arkadaşlarla filancaya gitmiştik. Sus yalancı, oraya gitmedin de, kumar oynamağa gittin. Karısı kocasına yalan söyler. Çocuklar birbirlerine yalan söyler.

Hatta yalanı Nisan-1 şakası yapmışız. Sabahleyin geliyor, kandırıyor seni. Hay Allah, bilmem ne, üzülüyorsun, Nisân-1 diyor. Yalanın bayramı olmuş Nisân-1...

511

Bizde öyle şey yok. Öyle saçma şey olur mu? En çok kızdığı şey yalan söylemekmiş Peygamber Efendimiz’in. Hàsılı, neleri değiştirmemiz gerekiyorsa, onları bilmek için, bu kitapları hızlı okumamız lâzım! Çabuk okumamız lâzım, ciddi okumamız lâzım! Aile boyu okumamız lâzım! Hepimizin toplanması lâzım. Her akşam beş on sayfa okursa, biter. Benim Aksekili ihvanım var İstanbul’da… Aksekililer grubu, oranın köylerinden, kentlerinden

İstanbul’a gelmişler.

Hemşehriler bir araya gelmişler. Aksekili dedim, yanlış söyledim, Akşehir… Nasreddin Hoca’nın şehri diyorlar ya, orası. Konya’ya giderken… Akşehirliler. Haftanın bir günü toplanıyorlar ama, biraz uzunca bir program yapıyorlar. Kur’an-ı Kerim’in mealini bitirdiler, falanca kitabı bitirdiler, filanca kitabı bitirdiler... Devam edince bitiyor.


Peygamber SAS Efendimiz’in şemâilinde okudum dün, buyuruyor ki raviler:

512

كَانَ أَحَبُّ اْلأَ عْمَالَ إَلٰى رَسُولَ الِلّهَ صَلهى الِلُّ عَلَيْهَ وَسَلهمَ أَدْوَمَهَا


وَإَنْ قَله (حم. عن عائشة)


(Kâne ehabbü’l-a’mâli ilâ rasûli’llâhi salla’llàhu aleyhi ve selleme edvemühâ ve in kalle) “Peygamber Efendimiz’in en sevdiği ibadet, az bile olsa devamlı olandı. Devamlı olanı severdi, yapılıp bırakılanı sevmezdi. Muntazaman devam edilen ibadeti severdi.”

Yani, vefalı olacak müslüman, yaptığı bir işi devam ettirecek. Ramazan’da iyi. Ramazan’dan sonra fenâ; olmaz. Yani bölgesel, zamansal, kısa, periyodik müslümanlık olmaz. Müslümanlık devamlı olacak ve bunları güzelce öğrenecek.

Şimdi, Peygamber Efendimiz:


اللههُمه أُمهتَي أُمهتَي، وَبَكَى.


(Allàhümme ümmetî, ümmetî) dedi. (Allàhümme) “Yâ Rabbi!” demek ama çok böyle güzel bir şeyle, çok kıymetli bir söz olarak

“Yâ Rabbi!” demek. Allàhümme sözü çok mühim bir sözdür, böyle ciddi bir sözdür. (Allàhümme ümmetî, ümmetî) “Ey benim güzel Rabbim, benim ümmetim ne olacak? Benim ümmetim ne olacak?” dedi. (Ve bekâ) Bu iki ayeti okuduktan sonra ağladı Peygamber Efendimiz.


Süleyman Çelebi, Allah makamını a’lâ eylesin, cennette buluştursun… Şimdi dünyadayken Mevlidini okuyoruz; ahirette de sarılalım boynuna, elini öpelim mübareğin... “Yahu, senin Mevlidini çok seviyorduk!” diyelim.

Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inin biz her tarafını okumuyoruz. Çünkü camide vakit kısa olduğundan, bazı bölümlerini okuyoruz, geçiyoruz.

Mi’rac bölümü okuyoruz. Doğum bölümü okurken ayağa

513

kalkıyoruz, salât ü selâm getiriyoruz. Ondan sonra, vefat bölümü okuyoruz. Daha bunun başka yerleri var, büyük bir kitap bu… Her beyti çok güzel!

Peygamber Efendimiz’in doğumunda, gene böyle (Ümmetî, ümmetî) dediğini rivayet ederler. Doğduğu zamanda kulağını yanaştırmışlar, ne söylüyor filan diye; “Ümmetî, ümmetî…” diyormuş.

Şimdi, bu Süleyman Çelebi’nin Mevlidin okunmayan, söylenmeyen bir beyti var. O, bir yeri söylenmiyor, atlanıyor. Ben söyleyeceğim burada, çok mühim. Diyor ki:


Ol beşikte diler idi ümmetin;

Sen kocaldın, terk edersin sünnetin…


Ne güzel! Bunu bizim kocaman harflerle yazmamız lâzım! Her seferinde söylememiz lâzım... Asıl Mevlid’in can alacak noktası burası. Peygamber Efendimiz bize bu kadar merhamet ediyor, “Ümmetim, ümmetim!” diyor. Mi’rac’a çıkmış, secdeye varmış, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin huzurunda ümmetini dilemiş, ümmetinin salâhını, felâhını istemiş.

Öyle başka ümmetlerin durumlarını düşününce üzülmüş, hüzünlenmiş, ağlamış. Karşıdan böyle bir sarı bulut, kahverengi bulut gelse, görünce;

“—Eyvah, acaba Ad kavmi gibi, Semud kavmi gibi, Allah başımıza bir felaket yağdıracak mı?” diye sararıp solmuş.

Kendisi için değil, ümmeti için. Bak, lafı ne güzel söylüyor Süleyman Çelebi Rh.A, cennet mekân. Ne güzel söylüyor:


Ol beşikte diler idi ümmetin;

Sen kocaldın terk edersin sünnetin…


“O, beşikte ümmetî, ümmetî derdi, ümmetini dilerdi. Seni dilerdi yani, seni beni kayırırdı yani. Sen ihtiyarladın, kocaldın, sünnetini terk edersin; olur mu böyle?”

Ben onun telaffuzuyla söylüyorum: “Sen kocaldın, terk idersin

514

sünnetin.” Haaa, sen ihtiyarladın, Rasûlüllah’ın sünnetini terk ediyorsun! Böyle vefa mı olur? O, beşikten mezara kadar hep böyle ümmeti, ümmeti diye senin için çırpınmış. Sen ihtiyarlayıp gitmişsin, hala Rasûlüllah’ın yolunda gitmiyorsun.

Yol nedir? Bir tanedir yol. Yollar çok değildir, yol bir tanedir. Öyle İslâm’ın haritası, Avustralya’nın haritası gibi karışık değil. Aç Avustralya’nın Victoria veya New South Wales eyaletinin haritalarını; karma karışık ağlar, bilmem oradan oraya, oradan oraya bir sürü ana yollar, ara yollar, bilmem neler...

Öyle şey yok, İslâm’ın bir tek yolu vardır; Peygamber Efendimiz’in sünnetinin yolu… Buna sarılırsa insan, cennete varır buyuruyor. Dosdoğru, arkasında cennetin köşkleri görünüyor, oraya varır insan. Bu yolu bıraktı mı, oradan saptı mı, nereye gideceği belli olmaz.

Sünnetinin yolundan saptı mı, bir insan;


فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ إَلاه الضهلاَلُ (يونس:٢٣)


(Femâzâ ba’del-hakkı ille’d-dalâl) [Artık haktan ayrıldıktan sonra sapıklıktan başka ne kalır?] (Yunus, 10/32) Haktan saparsa insan, ne yapar? Ancak dalalete düşer. Yani, kurşun hedefe vurmazsa, ne yapar? Iskalar. Hedefe vurmadığına göre, ıskaladı demektir.

Kart adamlarla yaptım ben askerliği… Yaşlıları topladılar bizim devremizde… Elli dört yaşında adam vardı bizim devreden askere gidenlerden… Kaçmış, kaçmış, nasıl kaçtıysa; yakalamışlar. “Çağın geçti!” filan da dememişler. Mimardı, böyle aksayarak yürürdü. Arkada harbilerimizi taşırdı bizim. Tüfeklerin temizlenmesi için fırçaları, harbileri filan taşırdı böyle kartlar.

Şimdi, tüfek atışı için hedeflerin olduğu yere gittik. Atış yerine gittik, yattık. İşte şu duvar kadar uzakta hedefler var, buradan atış yapılıyor. Arkasında duvar kadar yüksek kumluk var. Yani, kurşun kumluğa saplansın da, bir zarar vermesin. Arkasında dağ… Dağ ama kumluğu da öyle yığmışlar ki, kurşunlar

515

sekmesin… Bir yere çarpıp geri gelip, yaralama olmasın filan diye.

Şimdi, gözlerimle gördüm, kulaklarımla duydum. Böyle yaşlı, kart, bizim öğretmen bilmem ne filan… Böyle geç gidenlerden akıllı uslu adam. Yani, bayağı meslek erbabı filan. Çoluk çocuk değil. Yattı, bir kurşun salladı hedefe... Ya hedefe vuracak, ya arkadaki kuma saplanacak yani. “Cuvww…” diye bir ses duyuldu. Bre insafsız, o kadar ters, o kadar ters ki, ta havaya gitti kurşun...


Bir poligonda atış yaptık da, bir polis müdürüyle konuştum.

“—Hocam, bizim polislerin eğitimi esnasında, tabancayla hedefe kurşun atarken, arkadaki arkadaşını yaralayanlar var.” dedi.

Arkadaki, yani bu taraftaki değil.

“—Nasıl oluyor? Akıl, mantık kabul etmez bunu…” dedim.

Vuracağım derken, herhalde heyecandan tetiği hızlı çekiyor; arkadakini yaralayanlar varmış.

Şimdi, cennetin yolu: Peygamber Efendimiz’in sünneti yoludur, dümdüz. Ama, insanların çoğu ıskalıyorlar, çoğu başka yollara gidiyorlar, çoğumuz başka yola gidiyoruz, çoğumuz İslâm’dan fire vermişiz. Ben sizin kalbinizi kırmamak için çok şeyleri söylemiyorum, ama gördüğüm çok kusurlarınız da var... Daha çok barizlerini söylüyorum:

“—İçki içiyorsunuz, camiye gelmiyorsunuz, namaz kılmıyorsunuz, mayoyla geziyorsunuz!” filan diyorum da; camiye gelenin de kusuru var. Şimdi camiye geleni de mi darıltalım, kaçırtalım?. Ona bir şey demiyoruz.

Nereden anlayacak? Okuyacak, anlayacak. Nasıl okuyacak? Haftada bir, senede bir, ay da bir olmaz. Çok okuyacak, çabuk okuyacak, bitirecek. Daha var mı diyecek, bitecek. Çalıkuşu romanından hızlı okuyacak bunu. Bu, Çalıkuşu romanı değil, bu, cenneti kazanmanın yolu… Bu, dünya saadetini, ahiret saadetini sağlamanın yolu…


f. Ümmeti Konusunda Müjdelenmesi

516

Hadis-i şerifi bitiriverelim, daha fazla uzatmadan. Ağladı Peygamber Efendimiz de:


فَقَالَ الِلّهُ عَزه وَجَله: يَا جَبْرَيلُ اذْهَبْ إَلَى مُحَمهدٍ، وَرَبُّكَ أَعْلَمُ


فَسَلْهُ: مَا يُبْكَيكَ؟ فَأَتَاهُ جَبْرَيلُ، فَسَأَلَهُ، فَأَخْبَرَهُ رَسُولُ الِلّهَ


صَلهى الِلّهُ عَلَيْهَ وَسَلهمَ بَمَا قَالَ، وَهُوَ أَعْلَمُ، فَقَالَ الِلُّ تَعَالَى: يَا


جَبْرَيلُ اذْهَبْ إَلَى مُحَمهدٍ، فَقُلْ: إَنها سَنُرْضَيكَ فَي أُمهتَكَ، وَلاَ


نَسُوءُكَ (رواه مسلم)


(Fekàle’llàhu azze ve celle) Aziz ve Celîl olan Allah-u Teàlâ Hazretleri Cebrâil AS’’a buyurdu ki:

(Yâ cibrilü’zheb ilâ muhammedin, ve rabbüke alemu feselhu: Mâ yubkîke) “Yâ Cebrâil, git o Muhammed’e sor!” Allah her şeyi biliyor ama, “Seni ağlatan nedir?” diye sor dedi ona; Cebrâil’i gönderdi.. Peygamber Efendimiz SAS’in ağlaması üzerine, Allah-u Teàlâ Hazretleri Cebrâil AS’ı Peygamber Efendimiz’e gönderdi, sordurttu: “Seni ağlatan nedir yâ Rasûlallah?” diye. Her şeyi biliyor Allah ama, bir sebebi var göndermesinin…

(Feetàhu cibrîlü, feseelehû) “Cebrâil AS’ geldi, ve Rasûlüllah SAS Efendimize neden ağladığını sordu. Peygamber SAS Efendimiz de ümmetinin tehlikeye düşeceğini; onun tehlikeye düşmemesini, korumasını istediğini anlattı.

“—Ümmetim acaba sapıtırsa, cehenneme düşerse; ne olur hali? Sapıtmasa da, cennete girse…” filan bunları düşünerek; ümmetine acıdığı için ağladığını Cebrâil AS’a anlattı, Peygamber Efendimiz.


(Feahberehû rasûlü’llàh SAS bimâ kàl, ve hüve a’lemü) Allah her şeyi biliyor ama, böyle Cebrâil AS, Rasûlüllah Efendimizin

517

endişelerini Allah-u Teàlâ Hazretleri’ne haber verdi.

(Fekàle’llàhu teàlâ: Yâ cibrîlü’zheb ilâ muhammedin fekul) “Allah-u Teàlâ Hazretleri o zaman buyurdu ki: Ey Cebrâil, Muhammed’e git ve ona de ki:

(İnnâ senurdîke fî ümmetike, ve lâ nesûük) ‘Biz ümmetin konusunda seni hoşnut edecek bir muamele yapacağız, ey Rasûlüm! Senin fenana gidecek bir durum olmayacak, ey Rasûlüm!’ diye ona bildir!” dedi.

Şimdi, niye biz diyor? Arapça’da azamet nun’u derler buna. Allah-u Teàlâ Hazretleri buyurmuş ki:

“—Git yâ Cebrâil, Muhammed’e söyle! Ben onu ümmeti konusunda razı edeceğim. Ona kötü, hoşlanmayacağı bir şey yapmayacağım!” diye Cebrâil’i gönderdi.

Bu hadis-i şerif, İmam Müslim’in rivayetidir. İmam Müslim, İmam Buhàrî gibi sahih hadisleri kitabında toplamış, en meşhur hadis alimlerinden biridir.


Aziz ve muhterem kardeşlerim! Bunun böyle olduğunu, Kur’an-ı Kerim’den de biliyoruz, Ve’d-duhâ Sûresi’nde Allah-u Teàlâ Hazretleri bildiriyor. Nasıl bildiriyor:

Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.


وَاضُّحۤى. وَالهيْلَ اَذَا سَجٰى. مَا وَدهعَكَ رَبـُّكَ وَمَا قَلٰى. وَ لَـلآخَرَةُ خَيْر


لَكَ مَنَ اْلاُولٰى . وَلَسَوْفَ يُعْطَيكَ رَبُّكَ فَتَرْضَى (الضحى:١-٥)


(Ve’d-duhâ. Ve’l-leyli izâ secâ. Mâ veddeake rabbüke ve mâ kalâ.) “Duhâ’ya andolsun ve geceye andolsun ki, Rabbin seni terketmedi, sana darılmış değil. O müşriklerin iftiralarına, yalanlarına dolanlarına üzülme! Rabbin seni terk etmiş değil, Rabbin seni sevyior. Sen Rabbü’l-àlemîn’in habîbisin, hiç endişe etme!”

(Ve le’l-âhiretü hayrun leke mine’l-ûlâ) “Ahiret bu dünya hayatından senin için daha hayırlıdır.” Bu dünya hayatı imtihan yeri olduğundan sen aç kalırsın, hava sıcak olur... Ümmetinden

518

bazı insanlara işkence ederler, haberi sana gelir, üzülürsün, telâşlanırsın...”

(Ve lesevfe yu’tîke rabbüke feterdà) “Ey Rasûlüm, ahirette Rabbin sana her istediğini öyle çok verecek, öyle bol bahşedecek, öyle lütfedecek, öyle rahmetine gark edecek ki seni; sen memnun olacaksın, zevke gark olacaksın, hoşnut olacaksın!” (Duhà, 93/1-5) ayetleri indi.


Bu sûreyi okuyunca, sahabe-i kiram coştu: “Allàhu ekber!” dediler. Bu, çok mühim bir olay. Bak, biz hâlâ, hatim indireceğimiz zaman; Ve’d-duha’dan aşağıdaki sûreleri okuduk

mu, “Allahu ekber!” diyoruz. Neden diyoruz? Bilmeyen bilmez. İşte bundan diyoruz. Çok mühim bir olay olduğundan.

“—Sana Rabbin ahirette öyle çok ikramda bulunacak, istediklerini öyle bol verecek, öyle bol verecek ki, bayılacaksın, memnun olacaksın, razı olacaksın ey Rasûlüm!” Ayeti indi, sahabe-i kiram coştu..

Coşunca ne yapardı, sahabe-i kiram.?.. Alkış mı tutardı? Kalkıp da yaşaaa.. diye mi bağırırdı? Trübünler mi inlerdi, ne olurdu? Hoplarlar mıydı, zıplarlar mıydı? Ne yaparlardı bunlar birbirlerine?

Hani futbolda birisi gol attığı zaman, öbürleri geliyor, onun üstüne biniyorlar. Ötekisi onun üstüne biniyor, ötekisi onun üstüne biniyor. Hooop.. Böyle, insanlardan bir kule... Ne olmuş? Bu herif, bu kaleye topu sokmuş. Yani, işin aslı bu...


Böyle mi yaparlardı? Hayır! Sahabe-i kiram bir şeyden çok hoşlanırsa, çok heyecanlanırsa, “Allahu ekber!” derlerdi.

“—Ne demek?” “—Allah en büyük. Mukayese edilmeyecek kadar büyük.” Böyle ifade ederlerdi sevinçlerini, “Allahu ekber!” derlerdi. Bu Ve’d-duhâ Sûresi inince de “Allahu ekber!” dediler. Biz de, o an’aneyi devam ettiriyoruz. Kur’an-ı Kerim’i okuduk, okuduk,

okuduk... Yirmi dokuzuncu cüz, otuzuncu cüz, Ve’d-duhâ Sûresi’ne geldik mi, oradan aşağı okuyacağız. Tekbir alıyoruz:

519

الِلُّ أَكْبَرُ، الِلُّ أَكْبَرُ . لاَ إلَهَ إَلاه الِلُّ، وَالِلُّ أَكْبَرُ . َالِلُّ أَكْبَرُ،


وَ لِلَّ الْحَمْدُ.


(Allàhu ekber, allàhu ekber... Lâ ilàhe illa’llàhu va’llàhu ekber... Allàhu ekber, ve li’llâhi’l-hamd.) diyoruz.

Ondan sonraki sûrelerin hepsinin arkasından bu ibareyi tekrar edip, hatmi öyle tamamlıyoruz.

Kur’an-ı Kerim’i, hatmini bitirdik. Bitirince durmadık.

“—Yâ Rabbi, ben senin kitabını öyle seviyorum ki, öyle bağlıyım ki senin kitabına; öyle àşıkım ki; ben bu Kur’an-ı Kerim’i okudum, bitirdim ama doyamadım, tekrar başına geldim.” diyoruz. Başa dönüp Fatiha’yı okuyoruz. Elif lam mim’in birinci sayfasını okuyoruz. Sonrasına evde devam edelim diye, sadakallahul azim diyoruz.


Millet hatim duasının bile inceliklerini bilmiyor. Hatim duasının neden, nereden geldiğini bilmiyor. Hatim indirilirken. Ve’d-duhâ’dan itibaren “Allahu ekber!” denilir. Neden?

Peygamber Efendimiz’e vahiy bir ara gelmedi. Gelmeye başladı, sonra bir sebepten kesildi. Vahiy gelmiyor, Cebrâil AS görünmüyor… Müşrikler başladılar bunun dedikodusunu

yapmağa:

“—İşte bak, Rabbi darıldı Muhammed’e, Cebrâil’i göndermiyor. Vahiy kesildi.” filan diye çirkin çirkin zanlar, kötü kötü fikirler, dedikodular yapmağa başladılar...

O zaman Ve’d-duhâ Sûresi’ni indirdi Allah. And ederek, yemin ederek; geceye, sabaha, duhâya yemin ederek; “Rabbin sana darılmadı, Rabbin seni terk etmedi, Rabbin seni bırakmadı, Rabbin sana şunları, şunları ikram edecek!” diye bu ayetler inince, bu sûre inince; sahabe-i kiram, “Oooh, Allahu ekber!” dediler. Buradan biliyoruz.

Yani Rabbimiz, Peygamber Efendimiz Habibullah olduğundan, çok sevdiğinden; O da çok dua edecek. Onun duası hürmetine,

520

bereketine, biz de istifade edeceğiz. Ondan “Allahu ekber!” diyoruz.


g. Peygamber Efendimiz’in Yağmur Duası


Peygamber Efendimize bir gün, Minberdeyken; Bedevi’nin birisi, onlar öyle biraz laf maf dinlemez kavim. Yani, bedevi adam gelmiş. Çölden gelmiş, öyle hutbede susulacağından filan haberi yok. Hutbeyi okurken, ayağa kalktı, hutbeyi kesti.

“—Ya Rasûlallah. Dua et Allah’a da, yağmur yağdırsın. Topraklar çatladı, otlar bitmiyor, hayvanlar otsuz kaldıkları için zayıfladılar, ölüyorlar. Yiyecek, içecek kalmadı, ot kalmadı, süt kalmadı, et kalmadı. Dua et de, Allah yağmur göndersin!” dedi.

Peygamber Efendimiz kızmadı. Bak, Peygamber Efendimiz’in vasıflarını okuduğum kitapta, dün okuduğum şeylerde; bak, siz de okusanız... Bak, ben bir konuşmamda üç tanesini, dört tanesini kullanıyorum. Siz de kullanacaksınız.

İnsanların ezalarına karşı en sabırlı kişiydi, Peygamber Efendimiz. Öyle kolay kolay kızmazdı, ben kızarım. Ben barut gibiyimdir ha. Hoşuma gitmeyecek bir şey olsun, patlarım güm diye... Böyle tavan filan dağılır gider. Peygamber Efendimiz öyle değil, çok sabırlıydı, kızmazdı.

“—Otur aşağı be! Hutbede konuşulur mu? Sus, sonra söylersin!” demedi.


Meselâ, böyle aklımıza gelir bizim. Bazen müftüler, hocalar azarlarlar insanı. Otur, sus, konuşma filan derler. Peygamber Efendimiz öyle demedi. Minberde iken:

“—Ya Rabbi, rahmetini ihsan eyle!” diye dua etti, yağmuru istedi.

Raviler diyorlar ki… Cami dolusu insan. Bunlar sahabe, bunlar yalan söyleyen insanlar değil. Bunlar melek gibi insanlar, meleklerden üstün insanlar. Diyorlar ki:

Gökyüzü masmaviydi, bir tek bulut yoktu; pırıl pırıl güneşti ortalık diyorlar. Nereden biliyorlar bunu? Böyle tavanlı değildi ki

521

mescidleri… Hurma direklerinin üstlerine hurma dalları dizilmişti, biraz gölgelikti, her şey görünüyordu. Öyle konfor, böyle süs, böyle lüks, böyle şatafat, böyle ihtişam yoktu. Peygamber Efendimiz’in odaları sadeydi, mescidi sadeydi, zemini kumdu.

Hatta arabînin birisi, çöl bedevisinin birisi kum diye bir köşeye küçük abdestini bile yaptı da; sahabe onu pataklamağa kalktı.

Halıya yapmaz kimse ama, kum diye bir köşeye işini görmek istedi. Duvar kenarlarına yapıyor ya, hayvanlar filan. O da öyle yapmak istedi. Peygamber Efendimiz:

“—Yok, dövmeyin!” dedi.

Döveceklerdi, “Mescide çiş yapılır mı?” diye döveceklerdi. “Dövmeyin, oraya su dökün, temizleyin orayı!” dedi. “Buna da nasihat edin!” dedi. Sabırlıydı, yani insanların en sabırlısıydı.


Ne yapacağız? Ben barut gibi olmayı bırakacağım, sabrı öğreneceğim. Sen de öğreneceksin. Sen de karına, kızına, çoluğuna, çocuğuna, komşuna karşı sabırlı olacaksın!

Sen ona darılmışsın, o sana darılmış. Aynı camiden, aynı cemaatten iki insan. Olmaz! Bir müslümanın bir müslümana üç günden fazla dargınlığı helâl değil, haram. Helâl değil, haram. Varsa içinizde dargınlar, şu an da barışacak. Şu an, bitti bak. Kronometreye bastım, şu anda barışacak. Başka çare yok. Çünkü, Rasûlüllah SAS, “Üç günden fazla darılmak yok!” dedi. Siz üç aydır, üç yıldır dargınsınız. Siz müddeti çoktan doldurmuşsunuz...

Uç gün, kızgınlığın soğuması için. Kalbin çok kızmış da, uuuh, ateş gibi olmuş. Uhh, Allah, tamam, çok fena… Tamam, üç günde soğudu. Artık barışacaksın.


“—Ya Rabbi, yağmur ver!” dedi.

Gökyüzü pırıl pırıldı, diyorlar ki: Medine’nin dağlarının arkasından, bir süvarinin kovaladığı bir av gibi, süvari kovalıyormuş gibi, hızla bulut geldi... Hızla. Kim getiriyor? Allah Emretmiş, melekler getiriyor. Kim getirecek. Onu anlamıyor musun?

522

Hızla bulutlar geldi, şakır şakır yağmur yağdı. Şakır şakır yağmağa başladı. Neden? Rasûlüllah’ın duası da, ondan. Ne zamana kadar yağdı yağmur? Tahmin edin. Bir dahaki hafta hutbeye kadar yağdı. Şakır, şakır, şakır… Şakır, şakır, şakır…

Böyle yağmur. Arabistan’da görülmüş şey değil. Aynı bedevi kalktı:

“—Yâ Rasûlallah! Rabbine dua et de dedi, yağmur kesilsin dedi. Çok oldu dedi.” bir dahaki hafta.

Peygamber Efendimiz de dedi ki:

“—Yâ Rabbi, çevremize yağdır!” dedi. Kesilsin der mi?... Kesilsin derse, bir kesilir. Bir daha Medine’ye yağmur yağmaz. Rasûlüllah’ın duası bu. Rasûlüllah bir şeye dua etti mi, hatta vefatından sonra... Bak, bir olayı anlatıp, bitireyim işi. Lafı çok uzattım, kısa keseyim derken.


Almanın birisi, Alman müdür, hacca giden işçisine; giderken “Allah’a ısmarladık!” dediği sırada olmuş. Bana anlattı, işçinin

523

kendisi anlattı:

“—Muhammed’e benden selâm söyle !”demiş.

Alman yahu… Hristiyan Alman, “Muhammed’e benden selâm söyle!” demiş. O da haccı yapmış, Medine’ye uğramış. Peygamber Efendimiz’in türbesini ziyaret ettiği zaman; o mübarek parmaklıkların, direklerin arasından; karşıya durmuş, boynunu bukmus, göz yaşlarıyla, salât u selâm getirmiş, filan.. Aklına gelmiş, demiş ki… İçinden söylüyor tabii:

“—Ya Rasûlallah, bilmiyorum doğru mu yapıyorum ama; işte bizim Hans müdür sana selâm söyledi.” demiş, tebliğ etmiş. Yani, selâmı söylemiş. Türkiye’ye gelmiş. Bana Türkiye’de anlattı:

“—Vallahi hocam dedi, ben daha Almanya’ya gitmeden, bizim Hans’ın müslüman olduğu haberi geldi dedi. Hans müslüman olmuş. Daha hacca giderken hristiyandı, hacdan Almanya’ya dönmeden, Türkiyede Hans’in müslüman olduğu haberi gelmiş.

Neyi gösteriyor? Peygamberimiz’e selâm gönderdi ya,

“Muhammed’e benden selâm söyle!” dedi ya bu işçiye… O işçi de geldi, “Yâ Rasûlallah, Hans sana selâm söyledi. Vallahi ben karışmam!” dedi ya. Rasûlüllah Efendimiz ne demiştir, tahmin edin?

“—O bana selâm mi gönderdi? Pekiyi, hadi ona da selâm olsun! Ve aleyküm selâm…” demiştir.

Ona selâm olsun dedi, Allah onu müslüman etti. Bak, selâmete erdi, selâm oldu işte ona, Hans’a selâm oldu.


Peygamber Efendimiz, hayatında da böyleydi, vefatından sonra da böyledir. Gökyüzünde bir tek bulut yokken; “—Yağsın yâ Rabbi yağmur…” deyince, yağdı.

Yağdığı gibi, vefatından sonra da:

“—Selâm olsun ona yâ Rabbi!” deyince, ona selâm oldu.

Cennetlik oldu adam. Müslüman oldu, cennetin yoluna girdi.

Onun için, Rasûlüllah SAS’in yolundan ayrılmayacağız, muhterem kardeşlerim. Rasûlüllah’ın duasını almağa çalışacağız. Rasûlüllah’ın rızasını kazanmağa çalışacağız.

Rasûlüllah’ın rızasını kazanmanın yolu, Rasûlüllah’ın

524

peşinden gitmek, sünnetini tutmak. Bu kadar basit. Nesi zoruna geliyor? Hristiyanların adetlerini yapmak kolay geliyor da, Peygamberin sözünü, adetini yapmak mı zor geliyor? Kardeşim, nasıl müslümansın?


“—Bırakın şu acaip işleri!” diyor adam.

Camide, benim arkadaşım, benim böyle musafahama takılıyor, bırakın bu şey işini. Bak, biz sarık sarıyoruz. Sarık sünnet diye sarıyoruz; hadisler var.

Ben bir şaka yaptım İstanbul’da, arkadaşlara dedim ki:

“—Bakın artık takke devri bitti, sarık devri başladı. Üçer beşer metre sarık alın, sarın başınıza!” dedim.

Sarıkla kılınan namaz, sarıksız kılınan namazdan yetmiş kat daha sevaplı… Sevaplı olsun diye sarık sarıyoruz.

Şimdi bakın Türkiye’de, Eskişehir’de bir müftü camide bizim arkadaşlardan böyle sarık saranlara demiş ki:

“—Bırakın şu bid’at işleri!” demiş.

Bak, yadırgıyor yani. Sizin yüzünüzden yadırgıyor, kabahat sizin. Sizin değil de, yani oradaki cemaatin. Niye? Siz artık böyle traşlı, kaymak gibi traşlı, açık başlı gezmeğe alıştınız; hristiyan adeti bu. Eskiden ben köye giderdim de, ortaokul talebesiyken; köyde şapka giyip gezerdim. Derlerdi ki:

“—Aman sakın ha şapkasız dolaşma! Bu şehre gitti de sapıttı

derler. Şapkasız gezme!” derlerdi, ayıptı.


Mekruhtur, başı açık gezmek mekruhtur. Başı açık gezmeğe alıştık, sakalı kaymak gibi tıraş etmeğe alıştık, setre pantolon, dar pantolon giymeğe alıştık, Frenk gömleği giymeğe alıştık, altın yüzük takmağa alıştık, her şeyimiz onlara benzedi. Yani, bunları yapmak zor gelmiyor. Rasûlüllah’ın tavsiye ettiği şeyi yapmak, müftünün bile canını sıkıyor. “Allah Allah! Bırakın şu bid’at işleri!” diyor. Alışmadığı için zoruna gidiyor.

Doğru, sizin de zorunuza gider. Benim sözlerim de belki zorunuza gider ama, bana vız gelir. Ben, kimseden maaş filan aldığım yok, herkese maaş veriyorum. Ben büyük patronum, bir

525

sürü işçim var. Benim kimseden bir maaş aldığım filan yok, kimseden de korkmamam lâzım! Hoca olarak söylemem lâzım diye söylüyorum. Belki korkağımdır ama söylemem gerekiyor diye söylüyorum. Rasûlüllah’ın sünnetini tutacağız. Hoşlansak da,

hoşlanmasak da, fi’l-mekrahi ve’l-menşati…


Rasûlüllah’a bey’at ederlerdi:

“—Yâ Rasûlallah, uzat elini, ben senin ümmetin oluyorum! Söz veriyorum, senin ashabının arasına giriyorum!” derlerdi, bey’at ederlerdi. Ne üzerine? Her halükârda Rasûlüllah’a itaat etmek üzerine… (Fi’l-mekrahi ve’l-menşati) “Neşeli zamanda da, neşesiz zamanda da... Hoşlandıkları halde de, hoşlanmadıkları halde de…” Ne derse, sözünü dinlerlerdi.

Dinlemek lâzım. Dinlenmezse olmaz. Rasûlüllah’ın yolundan başka yola gittin mi, cennete gidemezsin. Başka yola gittin kardeşim, yanlış yola saptın. O yol cennete götürmez. Cennete giden yol, Rasûlüllah’ın yolu. Bunu anladık mı? Anladık.

Bu anladığımız şeyin sonucu ne? Ne yapmamız lâzım? Hadis kitaplarını, elimizde kâğıt kalem, dikkatle okuyacağız. Her akşam okuyacağız, her gün okuyacağız.

Her gün gazete okuyor musun? Okuyorum. Her gün televizyon seyrediyor musun? Seyrediyorum. Her gün yemek yiyormusun? Günde üç defa yiyorsun. Her gün uyuyor musun? Sekiz saat uyuyorsun. Meselâ, her şeyi yapıyorsun... Keyfinle ilgili.

Dünya ve ahiret saadetinle ilgili olarak her gün Rasûlüllah’ın hadislerinden elli tane, yüz tane, iki yüz tane... Beş yüz tane… Haydi o kadar okuyamıyorsan, on tane okuyacaksın.

Okuyacaksın, öğreneceksin, tatbik edeceksin… Aziz ve muhterem kardeşlerim. Rasûlüllah senden razı olacak, Rasûlüllah’ı rüyanda göreceksin, Rasûlüllah’ın iltifatına ereceksin. Başka çaresi yok.


Edirne’de bir köye gittik... Hiç tahmin eder misiniz? Edilmez. Allah’ın hangi kulu sevgili kulu belli olmaz. Belki burada evliyası vardır, belli olmaz. Edirne’de arabaya bindik, oradan Çanakkale’ye geçeceğiz. Seyyar, gezici Hoca… Hoca filan değiliz

526

de, işte geziyoruz oradan oraya... Ondan sonra arabaya bindik.

Birisi yanımıza geldi, musafaha etti. Candan sarıldı böyle, çok sevgi gösterdi. Ben de sevdim, kalbim ısındı. Baktım samimi bir kimse, kulağıma eğildi, gider ayak tam… Durdu durdu da, turnayı gözünden vurdu. Sonradan söyledi, ilk başta söylemedi, tam arabaya binerken… Arabadan inmem lâzım, “Gel buraya!” demem lâzım, arabaya tıkmam lâzım, kaçırmam lâzım adamı…

Tam arabaya bindim, araba gazlayacağı sırada:

“—Rasûlüllah’ı şimdiye kadar yüz defa rüyamda gördüm Hocam!” dedi.

Yüz defa Rasûlüllah’ı görmüş. Sen kaç defa gördün? Ben kaç defa gördüm? Rasûlüllah seni severse gelmez mi rüyana?.. Gelmez

mi? Gelir. Demek ki, daha henüz sevdirememişsin kendini...


Allah hepimize yardımcı olsun. Allah hepimizi ıslah etsin… Lütfuyla Islah etsin, kahrıyla değil. Sopayla değil de, lütfuyla Islah etsin.

Rasûlüllah’ın yolunda yürümeyi nasib eylesin… Rasûlüllah’ın sünnetine uydursun... Rasûlüllah’ın yolundan başka yollara saptırmasın. Bizi cennet yolundan başka yollara ayağımızı kaydırmasın, o yolda sabitkadem eylesin... Dosdoğru yürümeyi nasib eylesin… Sonra, en sonunda cennete girmeyi nasib eylesin... Peygamber Efendimiz’e komşu olmayı nasib eylesin...

Tam inecektim, bir soru geldi:


Soru: Sakal bırakmak için, aileden izin almak lâzım mı? Sakalı sevip de, sakal bırakamayan insanın hali nedir?


Aileden izin almak gerekmez. Çünkü dinin ahkâmını kadınlar tesbit etmiyor. Dinin ahkâmını Allah tesbit ediyor, Rasûlüllah bildiriyor. Kur’an’dan okursun, öğrenirsin. Peygamber Efendimiz’in hadisinden okursun. Peygamber Efendimiz sakalı tavsiye ediyor. Sakalı kazımak, yani sakalı tıraş etmek haram… Hilkati tağyirden dolayı, bütün mezheplere göre doğru değil ama

bu devirde yaygın...

527

Neden yaygın? İşte, yıpranmış taraflarımızdan birisi bu oluyor. Türkiye’de de... Askerlere sakal bıraktırmıyorlar. Eskiden padişahlar, askerler, paşalar, Barboros Hayrettin Paşalar, Gazi Osman Paşalar, herkes sakallıydı. E, şimdi değişmiş, kazıttırıyorlar. Alışmışız, çok şeylere alıştırılmışız. Çok güzel şeyleri bırakmışız, çok günah şeylere alışmışız.

Aileden izin almak filan gerekmez. Çünkü sünnet yapılacak... Onun için, bir kimseden izin almak gerekmez.


Sakalı bırakmayan, ama sakalı seven insan; sevgisinden bir şey kazanır ama, sakal bırakmamasının savunmasını yapamazsa, ahirette cezasını çeker.

Yani, bir savunma yapacak Allah’ın huzurunda, diyecek ki:

“—Yâ Rabbi, ben sakalı seviyordum ama; şu şu şu sebeplerden bırakamadım!” diyecek.

Geçerli olur da, savunması kabul edilirse mahkeme-i kübrada, kurtulur. Savunması kabul edilmezse, kurtulamaz. İşin sonu bu…

Allah kusurlarımızı afv u mağfiret eylesin...

Sübhàneke lâ ilme lenâ, illâ mâ allemtenâ, inneke ente’l- alîmü’l-hakîm… Sübhàne rabbike rabbi’l-izzeti amma yasifûn… Ve selâmün alâ cemi’il-enbiyâ-i ve’l-mürselîn, ve âli küllin ecmaîn, ve’l-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemin el-fâtihah!..



18. 12. 1996 - Vollongong Camii

Wollongong / AVUSTRALYA

528
18. ALLAH NE YAZDIYSA, O OLUR