07. ÇOCUKLARIMIZIN DÎNÎ EĞİTİMİ

08. İLMİN FAZÎLETİ



Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smil’lâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Hamden kesîren tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ve’s-salâtü ve’s- selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn… Tâci ruûsînâ muhammedeni’l-mustafâ… Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’l-cezâ...

Aziz ve sevgili kardeşlerim!

Allah’a hamd ü senâlar olsun… Allah bizi güzel kulluğundan ayırmasın... Peygamber SAS Efendimiz’e en güzel tarzda ittibâ edenlerden eylesin... Böylece Peygamber Efendimiz’in şefaatine nâil olmayı nasib eylesin... Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin...

Üniversitede hocalığımız dolayısıyla ve dînî bir fakültede, İlâhiyat Fakültesi’nde hoca olmamız dolayısıyla; ondan önce de dînî bir gruba bağlı olmak dolayısıyla, yâni İskenderpaşa Dergâhı’nda Hocamız Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri’nin civarında bulunmak dolayısıyla; ondan önce de dindar bir ailenin çocuğu olmak dolayısıyla, İslâm’ın ve müslümanların meseleleri bizi çok eski yıllardan, gençlik çağımızdan beri meşgul ediyor. Bunların üzerinde duruyoruz ve bunlar üzerinde yazılar yazıyoruz, kitaplar yazıyoruz, dersler veriyoruz.

Meselâ, İlâhiyat Fakültesi’nin dışında Ankara Yükseliş Mimarlık Mühendislik Yüksekokulu’nda hocalığımız oldu, dersler verdik. Sakarya Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi’nde hocalığımız oldu, dersler verdik. Dergilerimiz var, takip ediyorsunuz; takip etmenizi temenni ederiz, tavsiye ederiz. Çünkü, yerli ve yabancı pek çok kimse dergilerimizi takib ediyor. Hattâ büyük bilimsel toplantılarda dergilerimiz bahis konusu ediliyor. Üniversitelerde bizim dergilerimizin özel sayıları seminer konusu oluyor. Yâni el-hamdü lillâh, dergilerimiz beynelmilel şöhrete sahip; İlim ve Sanat dergisi özellikle...

171

Öteki dergilerimiz popüler ama, onların içindeki yazılar da Türkiye’deki müslümanların gündemine katkıda bulunuyor, gündemi sevk ediyor, gündeme yeni konular getiriyor. Meselâ, Arap ülkeleri ile Türkiye arasında akarsuların sularından istifade konusundaki problemleri ilk defa Türkiye’de biz ele almış ve halka anlatmıştık. Bunun gibi çok şeylerimiz var...

Şunu anlatmak istiyorum: Meseleyi bilimsel yönden çok eskiden beri takip ediyoruz. Hangi meseleyi? İslâm’ın tanıtılması ve dünyaya yayılması, müslümanların bilgilendirilmesi ve yükseltilmesi, güzel hedeflere sevk edilmesi ve yönlendirilmesi konularıyla yakından ilgileniyoruz. İstiyoruz ki, müslümanlar dünyanın en ileri toplumları olsunlar, en mutlu insanlar olsunlar. İslâm toplumları örnek toplumlar olsun, İslâm devletleri örnek devletler olsun. Neden böyle değiliz, bunun sebepleri nelerdir? Nasıl böyle olabiliriz, böyle olabilmenin şartları nelerdir? Bunları inceleyen kimselerin bütün yazılarını da okuyoruz. Türkiye içinde ve dışında, Amerika’da, Avrupa’da, Arap aleminde yazılan; Pakistan, Hindistan uleması tarafından, müslüman alimler tarafından yazılan çağdaş ve tarihî eserleri okuyoruz.

Onun için burada, şu bir arada bulunacağımız on gün içinde size, müslümanların en mühim konularını, en önemli meselelerini; dünyevî ve uhrevî bakımdan çok mühim olan, mutlaka dikkat etmeleri gereken hayatî konuları anlatmağa çalışacağım. Niyetim bu, Allah nasib ederse, ömrümüz olursa, fırsat olursa...


Bugün birinci konu üzerinde durmak istiyorum. Bunu birinci konu seçmemin sebebi, gerçekten en önde gelmesidir, en önemli konu olmasıdır. En önemli konu olduğu için, birinci olarak, temel olarak, temellerin temeli olarak, asılların asılı olarak, esasların esası olarak bunu anlatmayı lüzumlu görüyorum. Burada anlaştıktan sonra, burada fikir birliğine vardıktan sonra, bu konuda bizim temenni ettiğimiz şeyler tahakkuk ettiği zaman, müslümanların içinde fert olarak, tek şahıslar olarak veya toplum olarak her şeyin iyi gideceğini düşünüyoruz.

172

Bu sadece bizim görüşümüz de değildir, ekseriyetle mütefekkirlerin vardığı sonuçtur. Ve dinimiz için en önemli olan sonuçlardan biridir. Dinimiz için önemini de konuşmamın içinde delillerle anlatmağa çalışacağım. Bugün size ilk sunmak istediğim, dikkatinizi çekmek istediğim konu ilim konusudur.


a. Allah’ı Bilmek İslâm’la Mümkün


İlim, Arapçada bilmek mânâsına mastardır. To know denir İngilizcede... Mânâ olarak, bilmek...

Neyi bilmek? Bilinecek şeyler çok tabii... Başta, her şeyde önce ve her şeyden yüce ve yüksek olarak Allah’ı bilmek... Çünkü, insanların çoğu maalesef yaradanlarını iyi bilmiyorlar. Maalesef ve maalesef çok yanlış biliyorlar. Yaradan hakkında, Rabbül- àlemîn hakkında, alemlerin Rabbi hakkında, insanlar bugün o kadar yanlış fikirlere sahipler ki, şöyle sınıfı geçen, iyi not alan insan çok azdır. Gayrimüslimler bir kere hepsi sınıfta kalır, hattâ tard olunur okuldan... Müslümanların çoğu da sınıfta kalır, birçoğu ikmale kalır, birçoğu zar zor geçer. Yâni, iyi not alan çok azdır.

Önce, Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni bilmek en mühim vazife olduğu halde, bu konuda büyük eksiklikleri vardır. Sonra biliyorsunuz, Allah-u Teàlâ Hazretleri İslâm’ı bize laf olsun diye göndermemiştir. İslâm’ı göndermekteki ana hedef bizi yükseltmektir, bizi dünyada ve ahirette mutlu etmektir. Sadece dünyada değil, sadece ahirette değil; hem dünyada, hem ahirette mutlu etmektir. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin bize niçin peygamber gönderdiğini, niçin kitap indirdiğini düşünecek olursak; emirlerin sebeplerini ve hikmetlerini araştıracak olursak, bunu açıkça görürüz.

Zâten Kur’an-ı Kerim de beyan ediyor. Yâni, İslâm’ın iki cihan saadetinin vesilesi olduğunu ve Allah’ın emirlerini tuttuğu zaman bir insanın, hem bu dünyada mutlu bir insan olarak yaşayacağını, hem de ahirette ebedî saadete ereceğini beyan ediyor.

Onun için, Allah’ın bize verdiği nimetler içinde; hani yiyoruz,

173

içiyoruz, meşrûbattan, meyvalardan, tatlılardan sıhhate afiyete, huzura saadete kadar çok çeşitli, sayılamayacak, sayılması mümkün olmayan nimetler var... Bu nimetleri içinde Allah’ın bizim üzerimizdeki en büyük nimeti nedir? İslâm nimetidir. Çünkü, bu İslâm nimeti anahtar nimettir. Bu nimet sayesinde hem dünyada mutlu ve bahtiyar olacağız, hem de ahiretin sonsuz saadetini elde edeceğiz. Binaen aleyh, bundan büyük nimet olmaz.

En büyük nimet İslâm nimetidir. El-hamdü li’llâhi alâ dîni’l- islâm... Yâni, “Allah’ın bizi müslüman etmesine hamd ü senâlar olsun!” diye bu duyguyu, bu minnetdarlığı, bu şükür duygusunu; verdiği nimetten dolayı Allah’a karşı duyduğumuz engin sevgi ve saygıyı hiç hatırımızdan çıkartmamamız lâzım!


Önce Allah-u Teàlâ Hazretleri’ni bileceğiz. Sabah namazında da öyle açıldı konu... Sözün rüzgârları, bizim yelkenli fikir gemimizi o sahillere doğru sürükledi. Allah’ın rızasını kazanmak, Allah’ın sevdiği ve razı olduğu bir kul olmak, ona güzel kulluk ve ibadet etmek İslâm ile mümkündür. Çünkü öteki sistemlerde bu konuda bir kere bilgiler nakledilmemiş, kaybolmuş, bilgi yok... Adam Allah’a ibadet edeceğim diye abuk-sabuk şeyler ortaya koymuş; saçma-sapan, veya korkunç, veya yanlış, veya cinayet babından şeyler ortaya koymuş. Onun neresi din olacak, insanlara nasıl mutluluk getirecek? Mümkün değil...

Onun için, Allah’a güzel kulluk İslâm’la mümkündür. Allah’ın rızasını kazanmak da İslâm’ın içindeki emirleri uygulamakla mümkündür. Dünyada ve ahirette mutlu bir insan olmak da, İslâm’ın emirlerine uymakla mümkündür. Türkiye’de bir kardeşimiz bana sordu:

“—Hocam, benim babamda problem var, kendimde problem var, ailemde problem var, bedenimde problem var, hastalık var... Ruhumda problem var, sıkıntı var; patlayacak gibi oluyorum, çatlayacak gibi oluyorum. Bunların çaresi ne?” dedi.

Ben dedim ki:

“—Bunların çaresi İslâm! İslâm’ın her emri insanın bir derdine deva olsun diye inmiştir. İslâm bütünüyle bir şifahanedir, bir

174

eczahanedir; orada her hastalığına deva vardır.”

Nasıl deva? Sıhhatimize bile deva ordadır. Eğer çatlayacak, patlayacak kadar çok yemesek midemiz hasta olmaz.


İranlı iki doktor, Peygamber SAS Efendimiz’in zamanında tabibiz diye, meşhur doktoruz diye, hastaları tedavi ediyoruz diye böbürlene böbürlene Medine-i Münevvere’ye gelmişler. Aylarca Medine’de kalmışlar, bir tek sahabi müracaat etmemiş. Şaşırmışlar, merak etmişler. Aldıkları cevap:

“—Biz el-hamdü lillâh İslâm’ın emirlerini uyguladığımız için, böyle hasta olma durumuna düşmüyoruz.”

İnsan çok yediği zaman hasta oluyor, çeşitli problemler çıkıyor, midesi rahatsızlanıyor, kolesterolü artıyor, şöyle oluyor, böyle oluyor... Yâni, aylarca hiç kimse gitmemiş. Demek ki sıhhî bakımdan böyle...

Tabii, ruhî bakımdan İslâm’ın insana kazandırdığı huzur ve mutluluğu hiç bir yerde bulmak mümkün değil! Parayla da bulmak mümkün değil... Milyarları olan insanlar bugün dünyada mutsuzdur. Arabasını uçuruma sürükleyip intihar ediyor.

“—Be adam, niye intihar ediyorsun? Araban var, köşkün var yazlığın var, kışlığın var, paran var, pulun var... Yediğin önünde, yemediğin arkanda; elini sallasan ellisi, başını sallasan tellisi gelir. Her şeyin var, niye intihar ediyorsun?” Huzur yok, huzur olmadığı için intihar ediyor.


İşte o huzur da İslâm’da, ailenin düzeni de İslâm’da... Toplumdaki bütün beşerî münasebetleri İslâm tanzim ediyor. Hiç bir dinde toplumsal meseleler bu kadar detaylı olarak, en isabetli tarzda ortaya konulmamıştır. Hristiyan toplumlarındaki prensipler, kendi akıllarının veya İslâm’dan tırtıklayıp kaçırdıkları şeylerdir.

Onlar İslâm’ı sizden ve bizden —siz derken halkı kasdediyorum, biz derken alimleri kasdediyorum— daha az incelemiyorlar, daha fazla inceliyorlar. İmam-ı Gazâlî’nin eserlerini bizden önce dillerine tercüme etmişlerdir. Meşhur

175

tarihçi Taberî’nin eseri bizim dilimize çevrilmemiştir, onlarda tercümesi vardır. Mesnevî’nin tercümesi bizde yokken, onların dillerine tercümesi yapılmıştır. Onların oryantalizm dedikleri, şarkiyat dedikleri ilimler çok eskilerden başlamıştır ve incelemekte bizden geri değillerdir. Bugün bir Avrupalı, Muhiddin-i Arabî’yi bir müslümandan çok daha iyi anlar. Çünkü çok kuvvetli neşriyat yapılmıştır. İmam-ı Gazâlî hakkında muazzam neşriyat yapılmıştır.


Şimdi işte, Allah’ı bilmek İslâm’ın içinde olacak, İslâm’la mümkün olacak, İslâm’ın kılavuzluğunda mümkün olacak. Aksi takdirde insanlar Allah hakkında yanlış fikirlere sahip oluyorlar, yanlış şeylere tapınıyorlar. Ne Japon’unda akıl var... Evet pratik bir şeyler görünüyor sanayilerinde, teknolojilerinde ama; ne Japon’unda Allah bilgisi bakımından böyle bir ma’kul durum var, ne Amerikalısında, ne Avrupalısında, ne Yahudi’sinde, ne masonunda, ne dinlisinde, ne dinsizinde doğru düzgün bir şey var... Bilgi yok yâni... Arıyorsunuz, “Getir bakalım koy ortaya, ne varsa görelim!” diyorsunuz; sıfır...

Hindistan’da müslüman alimleriyle misyoner teşkilatının büyük papazları dînî konularda münazara yapmışlar. Tesbit etmişler hangi konularda münazara yapacaklarını, yedi konu belirlemişler: Tanrı fikri konusunda bir münazara yapacaklar, peygamberlik konusunda bir münazara, mukaddes kitaplar konusunda bir münazara... Yedi tane konu... İlk bir iki tanesini, üç tanesini yapmışlar. Bizim İslâm alimleri İncil’den, Tevrat’tan onların kitaplarından, onların da kabul etmek zorunda kalacağı delilleri öne sürerek öyle perişan etmişler, öyle yanlışlıklarını ortaya çıkartmışlar, öyle hezimete uğratmışlar ki; genel merkezlerinden teşkilatlarına: “—Bundan sonra müslümanlarla halkın huzurunda alenî münazara yapmayın!” diye talimat gelmiş.

Çünkü, halkın karşısında perişan olmak, çok negatif bir propaganda oluyor onlar için...

“—Bir daha böyle yapmayın!”

176

“—Nasıl yapalım?” “—Sinsi sinsi yapın, gizli gizli yapın! Gazetenin kenarında köşesinde yapın! Noel Baba deyin, bilmem ne deyin, şöyle deyin, böyle deyin! Çukulata, balon gibi şeylerle göz boyayıp öyle yapın!”


Fikre tahammülleri yok, savunacak fikirleri yok... Görüyorsunuz, bizim İslâm ulemasının yazmış olduğu eserleri: “İncil’de şöyle buyuruyor diyor, ver cevabını!” diyor; adam veremiyor. “Tevrat’ta şöyle buyuruyor, ver cevabını!”; veremiyor... “Bu şeyin aslı esası sizin kitabınızda var mı, göster!” Yok... Binaen aleyh, doğru düzgün fikir yok...

Gerçek doğru, insanları tatmin eden, akılları tatmin eden, filozofları tatmin eden fikir İslâm’da... Allah bilgisi bilgilerin en önemlisi olduğu için, insanın dünya ve ahiretini kurtaracak ana nokta olduğu için çok önemli... Kur’an-ı Kerim’de biliyorsunuz çok mühim bir ayet-i kerime var; bunu hiç unutmamanız lâzım, unutmayacak şekilde hatırınıza yerleştirmeniz lâzım!

Bi’smi’llâhi’r- rahmâni’r-rahîm:


إَنه الِلَّ لََ يَغْفَرُ أَنْ يُشْرَكَ بَهَ وَيَغْفَرُ مَا دُونَ ذٰلَكَ لَمَنْ يَشَاءُ (النساء:٨٤)


(İnna’llàhe lâ yağfiru en yüşreke bihî ve yağfiru mâ dûne zâlike li-men yeşâ’) “Allah-u Teàlâ Hazretleri kendisine şirk koşulmasını aslâ affetmeyecektir. Bunun dışındaki günahları dilediği kulları için bağışlayabilir, affedebilir ama, şirk koşulmasını aslâ ve aslâ affetmeyecektir.” (Nisâ, 4/48) diye bildiriliyor Kur’an-ı Kerim’de...


Şirk koşmak nedir: Allah’ı tanımaktır ama ortaklı tanımaktır, yalan yanlış tanımaktır. Yâni Allah inancı var, tanrı inancı var ama birliğini kabul etmiyor. Ya iki diyor, ya üç diyor, ya da çok sayıda diyor; politeizm diyoruz, çok tanrılı dinler var...

Şu Yunanlılar kadar dinleri saçma olan bir kavim varsa

177

gösterin! Şarabın bile tanrısını yapmışlar. Şarap tanrısı, aşk tanrısı, harp tanrısı... Tanrıların başında koca tanrı, küçük tanrı, haylaz tanrı, söz dinler tanrı, söz dinlemez tanrı... Zeus’un sözünü dinlemiyor öteki tanrı, o da onu cezalandırmak için Olimpos Dağı’ndan üstüne yıldırım yağdırıyor. Onlar kaçıyor, bunlar kovalıyor... Ne bu yâhu, Karagöz-Hacivat sahnesi mi bu, yoksa inanç mı?

E, hristiyanlar diyorlar ki:

“—Baba Allah var, oğul Allah var, Ruhü’l-Kudüs var...” Hâşâ sümme hâşâ... Olmaz, baba ve oğul nasıl oluyor?

Evlenince oluyor, nikâhla oluyor, hanımı olduğu zaman oluyor. Tenâsül için, neslin devamı için mahlûkatta erkeklik-dişilik, nesil, evlât, yavru meselesi var... Yumurta var, civciv çıkıyor... Balıkların yumurtaları var... Tohumlar var, buğdaylar öyle gelişiyor, meyvalar öyle gelişiyor. İncirin, karpuzun çekirdeği var...

Tamam, anladık ama;


مَا اتهخَذَ الِلُّ مَنْ وَلَدٍ (المؤمنون:١٩)


(Me’ttehaza’llàhu min veled) “Allah-u Teàlâ Hazretleri oğul edinmedi.” (Mü’minûn,23/ 91)


وَلَمْ تَكُنْ لَهُ صَاحَبَةٌ (الَنعام:١٠١)


(Velem tekün lehû sàhibeh) “Hanımı yok, eşi yok!” (En’am, 6/101)

Düğün bayram, böyle şeyler insanlar için bahis konusu... İnsanoğlu ne kadar ibtidâî ki, kendisi gibi düşünüyor yukarısını... Tabii, saçma bir düşünce, yanlış bir düşünce...

Yâni, baba olunca anne ister, anne olunca nikâh ister, nikâh olunca doğum ister, doğum olunca ölüm olur... Bunların hepsinden Allah-u Teàlâ Hazretleri münezzehtir. Binaen aleyh, yanlıştır.

178

Kaldı ki, göğsümüzü gere gere söylüyoruz. Mikrofonlardan fezalara ve teyp kasetlerine, videokasetlerine açıkça söylüyoruz, meydan okuyoruz; Allah rızası için gerçekleri herkes bilsin diye söylüyoruz: “Hazreti İsa böyle dememiş ki zaten, hristiyanlar böyle diyorlar. Hristiyanların bütün din bölümlerinde, mezheplerinde bu inanç yok ki, bazılarında var... Ama yanlış bir inanç... Allah-u Teàlâ Hazretleri hakkında Hazreti İsa böyle bir şey söylemiş değil!” Hristiyanlar Hazret-i İsâ’ya tapıyorlar. Ben soruyorum ikinci bir soru olarak:

“—Eğer o tanrı olsaydı, Hazret-i İsâ’dan önceki insanlar kime tapacaklardı?”

Buyurun cevap verin!

“—Milattan önceki insanlar kime tapacaktı?” Daha Hazret-i İsâ yok, tanrı yok ortada; öyle şey olur mu?


Budistlere de aynı şeyi sorabiliriz. Koca göbekli, şişman, bağdaş kurmuş, toparlak yüzlü, çekme gözlü bir heykel karşınızda...

“—Kimmiş bu?” (Sakramento Buda) Buda’ymış.

“—Pekiyi, bu Buda ne yapmış?”

Şöyle iyiymiş, böyle iyiymiş, fakirlere acımış, vs.

“—Pekiyi, bu Buda’dan önce bu Hintliler neye tapacaklardı, kime tapmaları lâzımdı?”

Buda gelmeden önce onlar da tanrısız... Buda yok çünkü... Öyle şey olur mu? Yâni, mantık dışı olduğu böylece çıkıyor ortaya...


Zerdüştîler, eski İranlılar ateşperest; düalist diyorlar onlara... Politeizm, çok tanrıya inananlar; düalizm ikili... Yâni, bir iyilik tanrısı var, bir kötülük tanrısı var; bir ışık tanrısı var, bir karanlık tanrısı var... Işıkla karanlık aynı şeyler değil ki; ışık oldu mu aydınlık oluyor ortalık; ışık olmadığı zaman karanlık oluyor. İki aynı varlık değil ki... Onu anlayamamış.

179

Şeytan var, Rahman var diyorlar; ikisi birbiriyle mücadele ediyor diyorlar. Mücadele ediyor ve yenemiyorsa, aciz demektir. Aciz olunca, tanrı olmaz. Aciz tanrı olur mu? Aciz, yenemiyor karşı tarafı... Yenemeyen bir varlığa tapınılır mı?


لَوْ كَانَ فَيهَمَا آلَهَةٌ إَلَه الِلَّ لَفَسَدَتَا (الَنبياء:٢٢)


(Lev kâne fîhimâ âlihetün illa’llàhe lefesedetâ) “Eğer yerlerde göklerde Allah’tan başka bir ilâh, başka bir kuvvet sahibi varlık olsaydı, kâinatın nizamı olmazdı; ortalık fesada uğrardı, darmadağın olurdu, bozulurdu, perişan olurdu.” (Enbiyâ, 21/22) diyor Kur’an-ı Kerim... Çünkü birisi bir şey söyler, ötekisi başka bir şey söyler.

Şimdi ben burada konferans verirken, birisi daha konuşmağa kalkarsa, bu salonun tadı kalır mı? Futbol sahasında iki tane hakem olur mu? Birisi düdük çalıyor, “Ofsayt!” diyor; ötekisi, “Hayır bir şey yok, devam et!” diyor. Olur mu? Birisi “Penaltı!” diyor; ötekisi “Hayır, bir şey yok, devam et!” diyor. Olur mu? Olmaz.

Yâni, futbol sahasında iki hakem olmuyor, gemide iki tane kaptan olmuyor... Arabada iki şoför olmuyor, iki direksiyon olmuyor. Yâni birisi o tarafa çekecek, tekerlek bu tarafa gidecek; öteki bu tarafa çekecek, tekerlek o tarafa gidecek. Olur mu? Olmaz.

Binâen aleyh, Allah’tan başka tanrı olmaz; İslâm’ın dediği doğru... İslâm’ın dışındaki şeylerin hepsi yalan, yanlış!


Yahudiler, “Biz tek tanrıya inanıyoruz.” diyorlar. Maşaallah, iyi, aferin; tek tanrıya inanıyorsunuz, iyi güzel ama, diyorsunuz ki:

“—Yahudilerin tanrısı...”

Pekiyi, yahudi olmayan öteki insanların, zavallıların canı yok mu? Yâni, yahudi şu kadar milyon, ondan sonrakilerin yok; öyle şey olur mu? Bütün insanlığa hitap etmeyen bir mesaj insanlığın

180

dini olabilir mi? Olmaz. Yahudiden önceki insanlar ne yapacaklar, yahudi olmayan insanlar ne yapacaklar? Binâen aleyh, o da değil.

O bakımdan Allah’a iman ve Allah’a kulluk etmek ve Allah’ı tanımak İslâm’ın dairesi içinde... O güzel müesseseye, güzel üniversiteye girdiği zaman insan onu öğrenebiliyor; başka yerde öğrenemiyor. Ve dünyada mutlu olmak için insanlara gerekli olan şeyler bildiriliyor: “Şunları şunları yapın, şunları şunları yapmayın!” diye iki tane liste... Şimdi bunlar her yerde var, bütün müesseselerde var... Bu şeyler, ortaya bir nizam koymak için gerekli.

Meselâ:

“—Hırsızlık yapma!” E, tabii, ötekisi çalışmış, çabalamış; sen onun malını birinin almasına müsaade edersen olmaz.


b. Güzel Kulluk İlimle Olur


İslâm’ın herhangi bir yasağını veya herhangi bir emrini incelediğimiz zaman, hepsinin yerli yerinde olduğunu görüyoruz. Ama incelediğimiz zaman, öğrendiğimiz, araştırdığımız zaman... E o halde, dünya üzerindeki müslümanlar 1,2 milyar ise, dünya nüfusunun beşte biri ise, beşte dördü o zaman yanlış yolda... Yanlış bilgilerle bilgilendirilmiş ve yanlış işler yapıyorlar. Boşuna kürek çekiyorlar, kaş yapayım derken göz çıkartıyorlar, ömürleri boşa gidiyor, ahiretleri de mahvoluyor. Hem iyi kulluk etmek istiyorlar, hem de bütün emekleri hebâen mensûrâ, havaya savrulmuş toz toprak gibi boş oluyor, işe yaramıyor.

O zaman bu beşte dört insanın ne yapması lâzım? İnsan toplumunun, dünya üzerindeki insan cinsinin, insanların yüzde sekseni yanlış yoldaysa; geriye kalan yüzde yirminin de yarısı cahil, yarısı bilgisiz, yarısı gàfil, yarısı şeytana uyan, yarısı nefsine esir, yarısı şöyle, yarısı böyleyse... O zaman insanlığın en büyük meselesi bilgi olmuş oluyor. Yâni, dünyanın kurtuluşu, nizamı, mutluluğu, harbin darbin ortada kalkması; haksızlığın, öldürmenin, çalmanın çırpmanın, sömürmenin yok olması için en

181

mühim çare İslâm oluyor. İslâm’ın içinde de, insanın iyi müslüman olması yine ilimle mümkün oluyor, iyi kulluk etmesi ilimle mümkün oluyor.


Almanya’da bir şehre gittik. Oradaki kardeşlerimizin camisine gittik konuşma yapmağa... Bulgaristan’dan birisini getirmişler acıdıkları için.

“—Hocam, şu kahve ocağını çalıştıran kardeşimiz Bulgaristan’dan geldi, adı Mü’min ama, adının mü’min olmasından başka İslâm’la zerre kadar ilişkisi yok, alâkası yok, bilgisi yok, hiç bir şey bilmiyor. Dedeleri, babaları Mü’min adını koymuşlar ama, kendisinin İslâm’dan hiç haberi yok... Buna dua edin!” dediler.

Ben de:

“—Edelim!” dedim. “Allah hayırlı ilimlerle mücehhez eylesin, ismi gibi müsemmâsı da mü’min olsun, hakîkî mü’min olsun...” dedim. Ama hiç bir şeyden haberi yok...

Demek ki, dünya üzerinde 1.2 milyar müslüman var diyoruz ama; “En akıllısı deli Bekir, ol dahi zincirle yatur.” dedikleri gibi böyle bir şeyden haberi yok... Binâen aleyh, bir şey öğrenmesi lâzım!


Zâten İslâm dini —biliyorsunuz— çok cahil bir topluluğa geldi. Peygamber SAS Efendimiz, medeniyetin, bilginin en geri çizgilerde bulunduğu bir yere peygamber gönderildi.

Nasıl geri çizgi? Kız çocukları doğunca, utançlarından saklanıyorlardı.

“—Eyvah! Bizim hanım doğurdu ama, maalesef kız doğurdu.” diye saklanıyorlardı, insanların karşısına çıkamıyorlardı.

Kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı. Mezarını kazıyor, çocuğu içine itiyor, üstüne toprağı atıyor, öldürüyorlardı. Böyle bir topluma geldi İslâm... Yâni, bilgi yok, medeniyet yok veya çok az bir şey var; böyle bir topluluğa geldi.

Peygamber SAS Efendimiz Mekke’de peygamber oldu, ondan sonra Medine-i Münevvere’ye hicret etti. On üç yıl Mekke’de kaldı,

182

on yıl Medine-i Münevvere’de vazifesi devam etti.


Medine-i Münevvere’de Arap kabilelerinden birisinin reisi geliyor Peygamber SAS’in yanına... Efendimiz de ona bir berat veriyor, imzalı bir yazı veriyor. Yazının neresi başı, neresi sonu adamın haberi yok... Alt tarafı neresi, üst tarafı neresi haberi yok... Kabilenin reisi ve Arapların meşhur bir şairi... Şair ama, okuma yazma bilmeyen bir şair; yâni kulaktan dolma şair, yazıyla hiç ilişkisi yok...

Adam Medine çarşısına çıkıyor, “Rasûlüllah bana böyle bir yazı verdi.” diye çarşıda dolaşıyor, yazıyı okuyacak bir kimse bulamıyorlar Medine-i Münevvere’de...

Böyle bir topluluğa İslâm geliyor. Tabii, en mühim mesele ilim öğrenmek olduğu için, birtakım gerçekleri bilmek olduğu için; Peygamber SAS Efendimiz ilkönce bu konu üzerinde duruyor. Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde bilmenin, bilenin ve öğrenmek isteyen talebenin; yâni ilmin, alimin ve müteallimin son derece sevaplı olduğu bildiriliyor.

Mücadile Sûresi’nin bir ayet-i kerimesinde buyruluyor ki:


يَرْفَعَ الِلُّ الهذَينَ آمَنُوا مَنْكُمْ وَالهذَينَ أُوتُوا الْعَلْمَ دَرَجَاتٍ

(المجادلة:١١)


(Yerfei’llâhü’llezîne âmenû minküm ve’llezîne ûtü’l-ilme derecât) “Ey insanlar! Allah-u Teàlâ Hazretleri sizin mü’min olanlarınızı ve kendisine ilim verilmiş olanları, derece derece fevkalâde yüksek mertebelere yükseltir.” (Mücadile, 58/11)

İman insanı öyle bir dereceye yükseltiyor ki, en aşağı seviyedeki bir mü’minin, en yüksek derecedeki bir kâfirden bile muazzam farkı var... Çünkü bu mü’min, çünkü bu Allah’ın sevdiği daireye girmiş, sevdiği seviyeye ulaşmış, bunun seviyesi yüksek oluyor. Ama orada, (Ve’llezîne ûtü’l-ilme derecât) “Kendisine ilim bahşedilmiş, nasib edilmiş, alim olmuş olanlar; onların derecesi

183

çok yüksek derecelere yükseltilmiştir.” buyruluyor.


İbn-i Abbas RA var, biliyorsunuz sahabenin gençlerinden... Yâni, delikanlıyken Peygamber Efendimiz’in sahabesi olmuş, Peygamber Efendimiz’in amcasının oğlu... Onu anlatırken birisi diyor ki: “Onunla konuştuğunuz zaman, onun kadar güzel yüzlü, tatlı sözlü insan görmedim dersiniz.” Çok güzel ve Peygamber Efendimiz’e çok benzeyen bir kimseydi. Çok da alimdi. O buyurmuş ki:

“—Alim ile cahil arasında, —ikisi de mü’min, tabii mü’min kâfirden yüksek— mü’minin alimiyle cahili arasında yedi yüz derece fark vardır. Her derecenin arası beş yüz senelik yol kadardır.” Hoşuma gitti, ben bu rakamları özellikle böyle yazdım, sabahleyin İhyâ’nın sayfalarını karıştırırken İmâm-ı Gazâlî’den... Yâni, elle tutulur, müşahhas şeyler hatırınızda kalsın diye... Yedi

yüz derece fark var ve bir dereceden öteki dereceye varmak için beş yüz yıllık yol var... Beş yüz yıl; insanın yüz yıl ömrü olsa, beş nesil... Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u almış (1453); o zamandan bu zamana birisi yaşamış olsa, çalışsa, yürüse, yedi yüz dereceden sadece bir tanesini geçmiş, yükselmiş olacak.

Alimle cahil arasında bu kadar fark var. Hangisini olmak istersiniz? Altından bir tepsi içinde size sunuyoruz, buyurun! İlmi mi istersiniz, cahilliği mi istersiniz; hangisini isterseniz buyurun alın!


c. Dinde Fakih Olmak


Buhârî ve Müslim’in rivayet ettiğine göre, biliyorsunuz bunlar en kıymetli iki hadis kitabıdır, Peygamber SAS Efendimiz buyurdu ki:19



19 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.39, no:71; Müslim, Sahîh, c.II, s.718, no:1037; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.80, no:221; İmam Mâlik, Muvatta’ (Rivâyet-i Yahyâ), c.II, s.900, no:1599; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.IV, s.92, no:16883; Dârimî, Sünen, c.I, s.85, no:224; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.I,s.291, no:89; Buhàrî, Edebü’l-

184

مَنْ يُرَدَ الِلُّ بَهَ خَيْرًا يُفَقِّهْهُ فَي الدِّينَ (حم. خ. م. حب. عن

معوية؛ حم. ت. والدارمي عن ابن عباس؛ طس عن عمر؛ ه. طس. عن أبي هريرة)


RE. 447/9 (Men yüridi’llâhü bihî hayran yüfakkıhhü fi’d-dîn.) “Allah bir kimsenin hayrını murad ederse ne yapar? (Yüfakkıhhü fi’d-dîn.) Onu dinde fakih yapar, dininin ahkâmını iyi bilen bir insan yapar.” Başka bir rivayette şöyle buyuruyor:20


Müfred, c.I, s.232, no:666; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XIX, s.329, no:755; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.II, s.117, no:1436; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XIII, s.306, no:7381; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VI, s.240, no:31045; Beyhakî, Şuabü’l- İman, c.II, s.264, no:1702; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.V, s.132; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.I, s.148, no:257; Abd ibn-i Humeyd, Müsned, c.I, s.156, no:412; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.225; no:346; Buhàrî, Târih-i Kebîr, c.II, s.219, no:2259; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XVII, s.457; Begavî, Şerhü’s- Sünneh, c.I, s.120; Ebû Avâne, Müsned, c.IV, s.506, no:7504; Tahàvî, Müşkilü’l- Âsâr, c.IV, s.241, no:1461; İbn-i Asâkir, Mu’cem, c.I, s.406, no:832; Hz. Muaviye RA’dan. Tirmizî, Sünen, c.V, s.28, no:2645; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.I, s.306, no:2791; Dârimî, Sünen, c.I, s.85, no:225; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.X, s.323, no:10787; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.I, s.121; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.

İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.80, no:220; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.V, s.319, no:5424; Taberânî, Mu’cemü’s-Sağîr, c.II, s.76, no:810; Abdü’r-Rezzak, Musannef, c.XI, s.403, no:20851; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.III, s.425, no:5839; İshak ibn-i Râhaveyh, Müsned, c.I, s.400, no:439; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.III, s.312, no:2368; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.224, no:345; Tahàvî, Müşkilü’l- Âsâr, c.IV, s.248, no:1468; Ebû Hüreyre RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.IX, s.151, no:8756; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VI, s.240, no:31047; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.IV, s.107; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.I, s.174; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.III, s.322, no:3288; Hz. Ömer RA’dan. Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.1644, no:2647; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.17, no:24175- 24178. 20 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XIX, s.340, no:786; Hz. Muaviye RA’dan. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.IV, s.107; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.

185

مَنْ يُرَدَ الِلُّ بَهَ خَيْرًا يُفَقِّهْهُ فَي الدِّينَ، وَيُلْهَمْهُ رُشْدَهُ (طب. عن

معاوية ؛ أبو حل. عن ابن مسعود)


RE. 447/10 (Men yüridu’llàhu bihî hayran yüfakkıhhü fi’d-dîn, ve yülhimhü rüşdehû) buyuruyor Peygamber Efendimiz. Yâni, “Allah bir kulun hayrını murad etti mi, bir kulunu sevip onu hayırlara erdirmeyi diledi mi, ne yapar ona? (Yüfakkıhhü fi’d-dîn) Dinde alim kılar, dînî konularda bilgili bir kimse kılar. (Ve yülhimhü rüşdehû) Yürüyeceği doğru yolu ona gösterir, ilham eder.”

Yâni alim, Allah’ın sevdiği insan oluyor. Dini iyi bilen insan, Allah’ın sevgisini kazanmış ve Allah’ın hayra erdirmeyi murad ettiği bir kimse seviyesine gelmiş oluyor.

O bakımdan dini iyi öğrenmek, derinlemesine iyi kavramağa çalışmak çok önemli! Burada dikkat ederseniz, (Yüfakkıhhü fi’d- dîn) “Allah o kulu dinde fakih kılar.” deniliyor. Fakih nedir?

Fakih, anlayışı sağlam olan demek... Bir insan kuru kuruya, ezbere, şuursuz bilgiliyse; tamam, bilgilidir ama fakih değildir. Eğer sezgisi de sağlam ve kuvvetliyse; hah, işte o fakihtir.


Onun misâlini şöyle bir yere yazmıştım: Hasan-ı Basrî Hazretleri (642–728) var, tabiînin büyüklerinden... Basralı... Peygamber Efendimiz’in zevcelerinden birisi onun sütannesi olmuş; o süt evlâdı durumunda... Mübarek bir insan, çok büyük bir alim...

Hasan-ı Basrî Hazretleri ile o zamanın fakihleri arasında biraz bir şeyler varmış. Ferkat es-Semî isimli bir şahıs bir soru sormuş, demiş ki:

“—Efendim, bu kadar alimsiniz, bu kadar bilgilisiniz de, niye


Ahmed ibn-i Hanbel, Zühd, c.I, s.378; Hünnâd, Zühd, c.I, s.302, no:532; Ubeyd ibn-i Umeyr RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.140, no:28707; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.19, no:24178.

186

bu etraftaki fakihler, hocalar size itiraz ediyorlar, size karşı çıkıyorlar?” demiş.

O da cevap vermiş:

“—Ey Ferkatçık, anan seni kaybetsin!” demiş.

Bu (Sakaletke ümmeke) “Anan seni kaybetsin!” tabiri Arapça bir tabir ama beddua değil... Arapların böyle enteresan tabirleri vardır.


Biliyorsunuz, bir keresinde Peygamber SAS Efendimiz kızı Fâtımâtü’z-Zehrâ Annemiz’in evine gitti. Baktı ki, biraz hava bulutlu, evde tatlı değil durum...

“—Kızım ne var?” diye sordu.

“—Damadın ile aramızda biraz münakaşa oldu, çıktı gitti.” dedi.

Hazret-i Ali kızmış münakaşa olunca... Vurup kapıyı çıkıp gitmek derler, o zaman kapı yok, pencere yok; perde asıyorlar, o kadar... Çıkmış, gitmiş.

“—Nereye gitti?” “—Mescide doğru gitti.” Mescid dediğimiz yer o zaman ne, böyle yaldızlı, boyalı,

mermerli, dayalı döşeli bir yer mi? Nerde? Altı kum, üstü hurma dalı... Aralarında hurma ağacından direkleri olan, kerpiçten yapılmış bir yer... Basit, son derece basit...

Peygamber SAS Efendimiz kalktı, Mescid-i Saadet’e gitti. Namaz vakti değil, Hazret-i Ali’yi aramağa gidiyor. Hazret-i Ali vurmuş kafayı, yatmış. Yâni, stresi geçsin diye, sinirleri yatışsın diye mescide yatmış. Tabii, toprağın üstüne yatınca insan, ne olur? Topraklanır.

Soruyorlar ya hani, “Bir kova benzinin içine kibrit atarsan ne olur?” Yangın olmaz, kibritli benzin olur. Yanık kibriti attı demiyoruz ki, yanmamış kibriti atıyor; kibritli benzin olur. Toprağın üstünde yatan insan ne olur? Topraklı insan olur.

Haaa, Hazret-i Ali Efendimiz’e ne demiş Peygamber Efendimiz? (Kum yâ ebâ turâb!) “Kalk yâ Ebâ Turâb!” Ebû Turab ne demek? Toprak babası demek... Niye toprak babası tabirini

187

kullanıyor? Toprağa uzanmış, sıcak havada terlemiş, yanaklarına topraklar yapışmış. Rasûlüllah SAS Efendimiz:

“—Kalk yâ Ebâ Turâb!” dedi, iltifat etti.

Peygamber SAS Efendimiz’i görünce kalktı tabii...


Hazret-i Ali Efendimiz bir bakıma Peygamber SAS Efendimiz’in evlâtlığı gibidir. Peygamber Efendimiz küçükken, amcası Ebû Tâlib kendisine bakmıştı. O da amcasının çoluk çocuğu kalabalık diye, geçim yükü hafiflesin diye onun bir çocuğunu, Hazret-i Ali’yi evine aldı, evinde büyüttü. Hazret-i Ali Peygamber Efendimiz’in amcazadesidir ama, bir taraftan da evinde evlâtlık gibi büyümüştür. Hem oğlu gibidir, hem yeğenidir, hem de kızıyla evlendirip şeref bahşetmiştir, damadı olmuştur Hazret-i Ali Efendimiz. Ne dedi ona?

“—Kalk yâ Ebâ Turâb!” dedi, tabiri böyle kullandı.


Şimdi nereden geçtik buraya, laf lafı açıyor; bizde de fıkralarla işi böyle dağıtma huyu var:

“—Anan seni kaybetsin ey Ferkatçik!” demişti.

Ferkatçik demek, sevgiden kaynaklanıyor. Ferkat ismi ama, Ferkatçik diyor. Sevgisinden böyle “Anan seni kaybetsin!” diyor. Bu beddua değil, muhabbetten söylenen böyle bir tabir...

“—Anan seni kaybetsin, ey Ferkatçik! Sen şu gözlerinle doğru düzgün, hakîkî bir fakih mi gördün ki?” diyor.

Tabiîn devrinde... Bizim devrimize gelse, “Hakîkî bir müslüman mı gördün?” der. Sonra fakih dediğin şöyle olur diye sıfatlarını sayıyor:

1. Dünyaya sırt dönüp ahirete yönelecek. Fakih dediğin böyledir; dünyaya sırt dönecek, “Eksik olsun, seni istemiyorum.” diyecek, ahireti isteyecek. Buna zühd derler. Yâni dünyaya aldırmayacak.

2. Dinin muhafaza edecek; dinini sağlam kalması, kendisinin iyi müslüman kalması için ihtimam gösterecek, dikkat edecek.

3. Kendi kusurlarını görebilecek.

4. Allah’a ibadete müdâvemet edecek. Namazında niyazında,

188

ibadetinde devamlı olacak, atlatmayacak.

5. Her türlü şüphelilerden sakınacak, takvâ ve verâ sahibi olacak.


6. Müslümanların şanına, şerefine, ırzına, namusuna göz dikmekten kendisini kollayacak.

Tabii, burada ille karısına kızına bakmak mânâsına değil de; meselâ, diliyle aleyhinde konuşsa, müslümanın şerefi ile oynamış olur. Demek ki diliyle de, gözüyle de bir müslümana zarar vermeyecek.

Hani Peygamber Efendimiz, “Müslüman kimdir?” diye sorulduğu zaman, buyurmuşlar ki:21



21 Buhàrî, Sahîh, c.I, s.15, no:9; Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.6, Cihad 9/2, no:2481; Neseî, Sünen, c.XV, s.184, no:4910; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.163, no:6515; Dârimî, Sünen, c.II, s.388, no:2716; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.I, s.467, no:230; Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.391, no:1144; Taberânî, Mu’cemü’l- Evsat, c.IV, s.56, no:3598; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.V, s.214, no:8701; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.187, no:20544; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.I, s.14; Hamîdî, Müsned, c.II, s.271, no:595; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.131, no:166; Buhàrî, Târih-i Kebîr, c.III, s.334, no:1132; Hatîb-i Bağdâdî, Târih-i Bağdad, c.V, s.138, no:2565; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXXI, s.271; Ebû Nuaym, Hilyetü’l- Evliyâ, c.IV, s.333; Abdullah ibn-i Amr RA’dan.

Müslim, Sahîh, c.I, s.65, İman 1/14, no:41; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.187, no:20545; Müsnedü’l-Hàris, c.III, s.29, no:615; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan. Tirmizî, Sünen, c.V, s.17, no:2627; Neseî, Sünen, c.VIII, s.104, No;4995; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.379, no:8918; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.I, s.406, no:180; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.54, no:22; Bezzâr, Müsned, c.II, s.475, no:8941; Ebû Hüreyre RA’dan.

Neseî, Sünen, c.VIII, s.105, no:4996; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.189, no:6586; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan.

İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.V, s.343, no:19868; Hz. Ömer RA’dan. Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.154, no:12583; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.264, no:510; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.55, no:25; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VII, s.199, no:4187; Bezzâr, Müsned, c.II, s.357, no:7432; Taberânî, Müsnedü’ş- Şâmiyyîn, c.IV, s.20, no:2616; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.109, no:130; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.II, s.263; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.III, s.24; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.VI, s.22, no:24013; Hàkim, Müstedrek, c.I, s.54, no:24; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XVIII, s.309, no:796; Fudàle ibn-i Ubeyd RA’dan.

189

الْمُسْلَمُ مَنْ سَلَمَ الْمُسْلَمُونَ مَنْ لَسَانَهَ وَيَدَهَ (خ. د. ن. عن

ابن عمرو)


RE. 235/7 (El-müslimü men selime’l-müslimûne min lisânihî ve yedihî.) “Müslüman demek; dilinden ve elinden öteki insanların zarar görmediği, selâmette olduğu kimsedir.” Yâni, müslümanların şerefine, haysiyetine zarar vermekten, göz dikmekten kendisini koruyan, uzak durabilen kimsedir.

7. İnsanların mallarına tamah etmeyen, yâni “Nasıl ederim de şunların parasını pulunu kendime transfer ederim, cebimi doldururum!” diye düşünmeyen kimsedir.

8. Halka samîmî muamelede bulunan kimsedir.


Bunlar hoşuma gittiği için özellikle yazdım, gerçek bir fakihin vasıfları bunlar. Yâni, “Ahireti seven, dünyaya sırt dönmüş olan, dinini muhafaza eden, kendi kusurunu görebilen, Allah’a ibadete müdâvemet eden, her türlü şüphelilerden sakınan, müslümanların şerefine, haysiyetine zarar vermekten kendisini tutabilen, insanların mallarına tamah etmeyen, halka samîmî muamelede bulunan insandır fakih...” diyor. Böyle değilse, ne kadar bilgisi olursa olsun fakih değildir. Çünkü Allah’ın sevdiği cins alim, bilgisi çok olan alim demek değildir.

Hani diyorlar ki:

“—Şu kompüterin kapasitesi şu kadar megabayt, şu kadar


Hàkim, Müstedrek, c.III, s.593, no:6200; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.I, s.369, no:1137; Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.IV, s.113, no:3745; Bilâl ibn-i Hàris el-Müzenî RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.III, s.293, no:3444; Taberânî, Müsnedü’ş- Şâmiyyîn, c.II, s.443, no:1667; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.1239; Ebû Mâlik el- Eş’arî RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.XX, s.197, no:444; Muaz ibn-i Enes RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.149, no:738-740, 748, 749; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.210, no:2304; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XXII, s.171, no:24582-24584.

190

yüksek... Aaa, bu daha büyük kompüter, bu daha küçük kompüter...”

Haa, bu alimin büyüklüğü kafasındaki baytlarla, bilgilerle ölçülmüyor. Ne ile ölçülüyor? Ahlâkıyla ölçülüyor, davranışıyla ölçülüyor, hayatını sürüş tarzındaki üslubuyla ölçülüyor. Neden? Böyle yapmıyorsa, Allah’ın rızasını kazanamayacak. Allah’ın rızasını kazanamayacak işi yapan insan da alim değildir, cahildir. Allah’ın rızasına aykırı iş yapıyor, demek ki cahil...

Bu nokta önemli, Allah nasib ederse bu konuya tekrar döneceğim. “Allah bir insanın hayrını istedi mi, onu dinde fakih kılar.” sözünden, bu fakihi biraz izah etmek, ilmin kıymetini bildirmek için bu hadis-i şerifi okuduk.


d. Alimler Peygamberlerin Varisleridir


Sonra hadis-i şerifte buyrulmuş ki:22


اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ اْلأَنْبَيَاءَ (د. ت. ه. حم. در. حب. هب.كر. عن أبي الدرداء؛ والديلمي عن البراء)


RE. 222/17 (El-ulemâü veresetü’l-enbiyâ’) “Alimler peygamberlerin varisleridir.”

Peygamberler arkalarında mal mülk bırakmazlar.



22 Ebû Dâvud, Sünen, c.II, s.341, no:3641; Tirmizî, Sünen, c.V, s.48, no:2682; İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.81, no:223; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.V, s.196, no:21763; Dârimî, Sünen, c.I, s.110, no:342; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.I, s.289, no:88; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.262, no:1696, 1697, 1699; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, c.II, s.224, no:1231; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.103, no:975; Buhàrî, Târih-i Kebîr, c.VIII, s.337, no:3229; Cürcânî, Târih-i Cürcân, c.I, s.203, no:297; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XXV, s.247 ve c.L, s.44-50, Ebü’d- Derdâ RA’dan. Cürcânî, Târih-i Cürcân, c.I, s.335, no:616; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan. Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.III, s.75, no:4209; Berâ ibn-i Àzib RA’dan. Mecmaü’z-Zevâid, c.I, s.335, no:523; Kenzü’l-Ummâl, c.X,s.258, no:28746, 28823, 28858; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.736, no:1745; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIV, s.367, no:14509; RE. 222/17.

191

Peygamberlerin geride bıraktığı şey nedir? Peygamberlik tebligàtıdır, bilgileridir, hadis-i şeriflerdir, dinin incelikleridir. İşte bunlara varis olanlar, alimlerdir.

Sahih hadis-i şerif; Ebû Dâvud’da, Tirmizî’de, İbn-i Mâce’de, İbn-i Hibbân’da Ebüd Derdâ RA’dan rivayet edilmiş. Hem daha başka hadis-i şerifler var; ulemâ ümmetin ulü’l- emridir.


يَاأَيُهَا الهذَينَ آمَنُوا أَطَيعُوا الِلَّ وَأَطَيعُوا الرهسُولَ وَأُوْلَي اْلأَمْرَ مَنْكُمْ

(النساء:٩٥)


(Yâ eyyühe’llezîne âmenû etîu’llàhe ve etîu’r-rasûle ve ülil-emri minküm) “Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin, sizden olan ulü’l-emre itaat edin!” (Nisâ, 4/59) buyruluyor. Ulül-emr alimlerdir.

Bir hadis-i şerif daha okuyalım. Enes RA’dan:23


اَلْعُلَمَاءُ أُمَنَاءُ الِلّ عَلٰى خَلْقَهَ (القضاعي، كر. عن أنس)


RE. 222/18 (El-ulemâü ümenâu’llàhi alâ halkıhî) “Alimler, mahlûkat üzerine Allah’ın emin kullarıdır, güvenilir kullarıdır. Alimler, Allah’ın insanları kendilerine emanet ettiği kimselerdir.”

Neden? “Benim emirlerimi insanlara öğretin, onları koruyun; cehenneme gitmesinler, yanlış yollara düşmesinler!” diye alimlere teslim etmiştir ümmeti... Allah’ın emin kullarıdır, yâni ümmet-i teslim ettiği yed-i eminleridir.

Sonra, bir başka hadis-i şerif var, İbn-i Asâkir kaydetmiş kitabında; buyuruyor ki Peygamber SAS Efendimiz:24



23 Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.I, s.100, no:115; İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.XIV, s.267, no:1573; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.235, no:28675; Keşfü’l-Hafâ, c.II, s.65, no:1749; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIV, s.366, no:14505.

24 İbn-i Asâkir, Târih-i Dimaşk, c.LI, s.61; Hz. Hasan RA’dan.

192

رَحْمَةُ الِلَّ عَلٰى خُلفَائَي، قَيلَ: وَمَنْ خُلفَاؤُكَ يَا رَسُولَ الِلَّ؟ قَالَ:


الهذَين يُحْيوُنَ سُنهتَي، وَيُعَلِّمُونَهَا النهاسَ (أبو نصر السجزي في

الَبانة، كر. عن الحسن ابن علي)


(Rahmetu’llàhi alâ hulefâî) “Allah’ın rahmeti benim halifelerime olsun!” (Kìle: Ve men hulefâüke yâ rasûla’llàh?) “Yâ Rasûlallah, senin halifelerin kimlerdir?” diye sordular.

(Kàle: Ellezîne yuhyûne sünnetî, ve yuallimûnehe’n-nâsi) “Benim yolumu, sünnetimi ihyâ edenler, canlı tutanlar, ayakta tutanlar, devam ettirenler ve bu sünnetimi insanlara, müslümanlara öğretenlerdir.” buyurdular.

Onun için, bu arada tabii Hocamız Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddin Efendi’ye rahmet okuyoruz. Çünkü, tekkemizin ve silsilemizin büyük isimlerindendir ve Râmûzü’l-Ehâdîs kitabını tekkemizin ders kitabı olarak koymuştur.

“—Râmûzü’l-Ehâdîs kitabını okuyun! Bunu okuduğunuz zaman iyi bir alim olursunuz, iyi bir müslüman olursunuz.” diye bir hadis kitabını tekkemizin ders kitabı olarak bırakmıştır.

Tekkemizin ders kitabının bir hadis kitabı olması önemli bir şey...


Bu hadisi niye okuduk? Alimler peygamberlerin varisleri olduğu için, peygamberlere en yakın kimselerdir. Allah ilim erbâbını çok yüksek derecelere yükseltir. Allah bir insanı dinde fakih kılmışsa, onu hayırlara erdirecek demektir. Ne demek istiyoruz? “Dinde fakih olun, alim olun da, Allah’ın bu lütuflarına erin! Alim olun da peygamberlerin varisi zümresine siz de dahil


Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.229, no:29209; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIII, s.127, no:12732.

193

olun!” demek istiyoruz. Onun için bunları okuyoruz. Sizi özendirmek için, bu yola teşvik etmek için okuyoruz.


e. Ehl-i Cihad ve Ehl-i İlmin Derecesi


Bu anlattıklarımızı net olarak ifade eden bir hadis-i şerife geldik şimdi… Bunu okuyunca meseleyi daha net olarak anlayacaksınız. Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:25


أَقْرَبُ النهاسُ مَنْ دَرَجَةَ النُبُوهةَ، أَهـْلُ الْجَهَادَ وَأَهْـلُ الْعَلْمَ؛ َلأَنه أَهْلَ


الْجَهَادَ يُجَاهَدُونَ عَلٰى مَاجَائَتْ بَهَ الرُسُلَ، وَأَمها أَهْلُ الْعَلْمَ فَدَلهوُا


النهاسَ عَلٰى مَاجَائَتْ بَهَ اْلأَنـْبَيَاءَ (الديلمي عن ابن عباس)


RE. 79/5 (Akrabü’n-nâsi min dereceti’n-nübüvveh, ehlü’l-cihâdi ve ehlü’l-ilm; lienne ehle’l-cihâdi yücâhidûne alâ mâ câet bihi’r- rusül, ve emmâ ehlü’l-ilmi fedellevü’n-nâse alâ mâ câet bihi’l- enbiyâ’.) Sadaka rasûlü’llàh, fî mâ kàl, ev kemâ kàl.

(Akrabü’n-nâsi min dereceti’n-nübüvveti) “İnsanların peygamberlerin derecesine en yakın olanları...” İnsanlar derece derece ya, peygamberlerin derecesi en yüksek derece... Peygamberlerin derecesine en yakın olan kimdir, onu anlatıyor. Yâni en yüksek müslüman demek oluyor o zaman... (Ehlü’l-cihâd) Cihad eden kimseler, (ve ehlü’l-ilmi) ve ilim erbabı, ehl-i ilim, ilim sahibi olan kimselerdir.”

Sonra açıklıyor Peygamber Efendimiz:

(Li-enne ehle’l-cihâdi) “Cihad ehlinin peygamberlere yakın olmasının sebebi, (yücâhidûne alâ mâ câet bihi’r-rusül) peygamberlerin getirdiği hakîkatler cihana hakim olsun diye,



25 Hatîb-i Bağdâdî, el-Fakîh ve’l-Mütefakkıh, c.I, s.147, no:132; İshak ibn-i Abdullah ibn-i Ebî Ferve Rh.A’ten. Zehebî, Seyrü A’lâm, c.XVIII, s.524; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.4, s.524, no:10647; İbn-i Hacer, Ravdatü’l-Muhaddisîn, c.III, s.139, no:4890; Câmiü’l-Ehàdîs, c.V, s.314, no:4202.

194

kılıçlarıyla cihad ediyorlar.” (Ve emmâ ehlü’l-ilmi) “İlim ehli, (fedellü’n-nâse alâ mâ câet bihi’l-enbiyâ’) insanları peygamberlerin getirdiği ahkâmı uygulamaya çağırıyorlar, insanlara onu öğretiyorlar. Binâen aleyh, en yüksek makama ermeleri ondan...” Bu ikisi insanların peygamberlik derecesine en yakını...

“—İyi ama, ikisi en yakın ama, ehl-i ilim mi üstün, ehl-i cihad mı üstün?”


Medine-i Münevvere’de ne yaptım ben bu sefer gittiğim zaman: Kocaman bir kılıç aldım. Neden aldım? Medine-i Münevvere’de bizim hadis kitabından hadisleri okuyordum; bir hadis-i şerif geldi: Bir kimsenin kılıcı kuşanmış olarak kıldığı namaz, kılıcı kuşanılmış olmadan kıldığı namazdan kaç kat daha yüksekmiş; düşünün, bir rakam tahmin edin... Yedi yüz kat daha üstünmüş!

Ben de bu sevabı kazanayım diye arkadaşlara dedim ki:

“—Yâhu bir kılıç alın!” Gittiler, Medine-i Münevvere’den bir kılıç aldılar; sırmalı, işlemeli, parlak... Keseceği filân bir şeyi yok, dümdüz, ağzı bile yok... Yâni, sembolik bir şey oldu. Tabii, çarkçıya bıçakçıya bilettirsek belki keser, uzun bir şey... Ama tabii İstanbul’a döndüğüm zaman da;

“—Bayağı savaşlarda kullanılan bir kılıç bulun!” dedim.

Harbiye talebelerinin kılıçları var, son sınıfta bellerine takıyorlar. Ama tabii, belki o zaman kılıçla çarpışıldığı için, kılıçla kılınan namaz yedi yüz mislidir. Belki şimdi tabanca takınmamız lâzım; o da aklıma geliyor. Tabanca ruhsatı için de müracaat ettim; onu da bir tarafa takacağım, namaza öyle duracağım. Bir tarafta kılıç, bir tarafta tabanca... Beni böyle görünce şaşırmayın; hadis-i şeriflerden dolayı...

Şimdi tabii bu sözü niye söylüyorum: Cihad ehli de kıymetli, alim de kıymetli... Soru sorduk, “Alim mi kıymetli, cihad ehli mi kıymetli?” diye; henüz daha sorunun cevabını vermedik ama bir hadis daha söyledim: Kılıcıyla kılınan namaz, kılıçsız kılınan namazdan yedi yüz kat daha sevaplı oluyor. Bak şu cihad ehlinin

195

sevabına! Çünkü, adam cihada hazır; olağanüstü bir şey olsa, kılıcı çekecek gidecek. Onun için sevabı yedi yüz misli oluyor.


Abdullah ibn-i Revâha RA’i Peygamber Efendimiz bir

müfrezeye komutan tayin etti. Böyle canlı tablolar insanın hafızasında kuvvetli kalır da onun için anlatıyorum konuşmamın içinde…

“—Sen filanca müfrezenin komutanısın, hadi bakalım filanca göreve git!” diye Medine’den bir kabileye savaşa, vazifeye gönderdi.

Abdullah ibn-i Revaha RA iyi süvari, bahadır insan, iyi asker... Birliğini göndermiş önden, “Haydi siz yola çıkın bakalım!” demiş, uğurlamış birliği o istikamete doğru, kendisi kalmış. Peygamber SAS Efendimiz mescidde onu görüyor. Diyor ki:

“—Hayrola! Ben seni göreve göndermiştim, buradasın sen... Niye gitmedin?” “—Yâ Rasûlallah! Sizin arkanızda birkaç namaz daha kılayım, cuma namazını da kılayım, öyle gideyim diye düşündüm. Nasıl olsa devem kuvvetlidir, ben de iyi süvariyim, yetişirim arkalarından...” “—Ne yaparsan yap, o önceden gönderdiğin kardeşlerinin kazandığı sevaba yetişemezsin!” buyurdular.


Peygamber SAS Efendimiz’in mescidinde namaz kılmak muhterem kardeşlerim, başka yerde namaz kılmaya göre bin misli daha sevaplıdır.

Peygamber SAS Efendimiz buyurmuşlar ki:26


صَلاَةٌ فَي مَسْجَدَي، أَفْضَلُ مَنْ أَلْفَ صَلاَةٍ فَيمَا سَوَاهُ، إَلَه الْمَسْجَدَ


الْحَرَامَ؛ وَصَلاَةٌ فَي الْمَسْجَدَ الْحَرَامَ، أَفْضَلُ مَنْ مَائَةَ أَلْفَ صَلاةٍ فَيمَا



26 İbn-i Mâce, Sünen, c.I, s.451, no:1406; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.343, no:14735; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.XII, s.425, no:34821; Câmiu’l-Ehàdîs, c.XIV, s.2, no:13640.

196

سَوَاهُ (حم. ه. و الطحاوي، و الشاش ي، و ابن زنجويه، ض . عن جابر)


RE. 310/1 (Salâtün fî mescidî, efdalü min elfi salâtin fîmâ sivâhu) “Şu benim mescidimde kılınan bir namaz, başka yerde kılınan bin namazdan daha fazla kıymetlidir, sevaplıdır; (ille’l- mescide’l-harâm) sadece Mescid-i Haram, yâni Kâbe’nin etrafındaki, Mekke-i Mükerreme’deki mescid müstesnâ...”

(Ve salâtün fi’l-mescidi’l-harâm) “Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz, (efdalü min mieti elfi salâtin fîmâ sivâhu) herhangi bir yerde kılınan namazdan yüz bin kat daha fazla sevaplıdır.”

Bunu Mescid-i Nebevî’nin ilk avlusunun direklerinin üstüne, alnına yazmışlar. İçeride türbenin yanındaki ilk mescidin olduğu yere, minberin üzerine yazmışlar. Hadis-i şerif bu...

Şimdi anladık ki bu rivayetlerden, cihad ehli bayağı çok sevap kazanıyor.


Hazret-i Ali Efendimiz RA da buyurmuş ki:

“—Bir alim, gündüzleri oruçluyken savaş eden, geceleri de abdest alıp ibadet eden, gecesini ihyâ eden bir mücahid abidden daha üstündür.” buyurmuş.

Hem oruç tutuyor mübarek, hem de düşmanla savaşıyor; hem akşam olunca abdest alıyor, herkes uyurken gece ibadeti yapıyor. Gece ibadeti de çok sevap ama, bir alimin sevabı ondan üstündür buyuruyor.

Neden? Çünkü, Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki:27


اَلْعَلْمُ حَيَاةُ اْلإَسْلاَمَ، وَعَمَادُ اْلإَيمَانَ (أبو الشيخ عن ابن عباس)


RE. 223/10 (El-ilmü hayâtü’l-islâm, ve imâdü’l-îmân) “İlim İslâm’ın canıdır, hayatıdır.” Yâni, “İlim varsa, İslâm canlıdır,



27 Kenzü’l-Ummâl, c.X, s.324, no:28944; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIV, s.361, no:14492; RE. 223/20.

197

vardır; ilim gitmişse, cahillik gelmişse, İslâm ölmüştür, cansızdır.” demek. Yâni, cahil insanların elinde İslâm, canı çıkartılmış bir müslümanlık oluyor, posası çıkartılmış bir müslümanlık oluyor.

Bir de: (Ve imâdü’l-îmân) “İmanın da direğidir.” Ne kadar güzel buyurmuş Peygamber-i Zîşânımız SAS Hazretleri. Yâni imanın da direği... İman olmazsa, insanın hiç bir şeyinin kıymeti yok. Ahirette çok büyük felâketlere uğrayacak. İmanın direği de ilim.


f. Gerçek Şehidlerin Arzusu


Abdullah ibn-i Mes’ud RA buyurmuş ki... O da ashabın fakihlerinden, Kur’an-ı Kerim’i çok iyi bilen, müfessirleri baş tacı olan bir sahabi... (Ve’llezî nefsî bi-yedihî) “Varlığım kudreti elinde olan Allah-u Teàlâ’ya yemin ederim ki...” Bu bir yemin tarzıdır. Peygamber SAS Efendimiz de böyle yemin ederdi. Sahabe-i kiram da, her şeyi ondan örnek aldıkları için böyle yemin ediyorlar: (Ve’llezî nefsî bi-yedihî) “Canım elinde olan Allah’a yemin olsun ki...” Ne demek canım elinde olan? Yâni, dilerse yaşatır, dilerse öldürür. Öl derse, şu anda ölürüm yığılır kalırım. Yaşa derse yaşarım, öldürmezse ölmem.

Biz Cevat Rifat Atilhan’ı ziyarete gitmiştik. Meşhur bir yazar, aynı zamanda milis kuvvetleri komutanıymış İstiklâl harbinde... Masonlar aleyhine çok yazılar, kitaplar neşreden bir kimse... Biz üniversite talebesiyken, bir grup arkadaş bayramda ziyaretine gittik rahmetlinin... Baktık Kızıltoprak’ta, bir apartmanın birinci katında oturuyor, parmaklıkları bile yok pencerelerin...

Bizim Türkiye’de şöyle cızzzt keserler cam keseceği ile, içeri girerler. Böyle sağlam demir kapılar yapacaksın, kat kat kilitler yapacaksın. Bizim damat bile kapısını söktü de, kurşun işlemez kapı yaptı. Hani, levyeyi taktığı zaman, trak attırıp açamasın diye değişik geçmeli kilitler, kapılar filân oluyor şimdi...

Baktık birinci katta, toprak seviyesinde bir dairede oturmuş. Arkadaşlardan bir tanesi dedi ki:

“—Yâhu üstad! Sizin o kadar düşmanınız var, masonların aleyhine, yahudilerin aleyhine kitaplar yazıyorsunuz, tanınmış bir

198

kimsesiniz. Burada camı kesseler, bir suikast yapsalar size...” Dedi ki:

“—Çocuklar, Allah bir insanı öldürmeyince insan ölmüyor. Ben Birinci Cihan Harbi’nde Suriye cephesinde kıtalar arasında muhabere subayı idim. Meşin çantama muhabere evrakını doldururdum, bu birlikten öbür birliğe atın üstünde mesaj götürür idim. Kurşunlar cıvvv cıvvv cıvvv sağdan soldan geçerdi; işte bak hâlâ hayattayım!” dedi.

Birinci Cihan Harbi’nde bulunmuş Suriye cephesinde, İsteklâl Harbi’nden geçmiş, “Hâlâ sağım işte, Allah öldürmeyince insan ölmez, korkmayın!” dedi. Yâni insanı koruyan parmaklık filân değil, Allah öldürmezse ölmez.


Halid ibn-i Velid RA’in türbesini ziyaret etmiştik Suriye’de... Hama’da gàlibâ... Hama veya Humus, ben ikisini karıştırıyorum. Camisi vardı, işte Hafız Esed bombaladı. İçindeki kaç bin müslümanı öldürdü, camiyi de tahrib etti. Türbesi hâlâ duruyor

199

mu, bilmiyorum.

Orada bir anıt yapmışlar, altına da bir yazı yazmışlar, onu unutamıyorum. Yâni biz o camide naaz kıldık, türbesini ziyaret ettik. Avlusunda, ön taraftaki meydanda bir abide vardı. Ordaki yazıda diyor ki: “Şu benim vücudumda...” Kendisi söylüyor Halid ibn-i Velid RA...

Biliyorsunuz Uhud Harbi’nde müşrikler tarafındaydı. Hani o dağın kenarına saklanan, müslümanlara hücum eden birliğin başındaydı. Sonradan müslüman oldu; büyük savaşlarda bulundu, büyük kahramanlıklar yaptı. Diyor ki:28


لَقَدْ شَهَدْتُ مَائَةَ زَحْفٍ، وَمَا فَي بَدَنَي مَوْضَعُ شَبْرٍ إَلَه وَفَيهَ ضَرْبَةُ


سَيْفٍ، أَوْ طَعْنةُ رُمْحٍ، أَوْ رُمْيَةُ سَهْمٍ؛ ثُمه هَا َأنَا أَمُوتُ عَلَى فَرَاشَي


كَمَا يَمُوتُ الْعَيرُ، فَلاَ نَامَتْ أَعْيُنُ الْجُبَنَاءَ!


(Lekad şehidtü miete zahfin) “Yüz tane savaşa girdim. (Ve mâ fî bedenî mevdıu şibrin illâ ve fîhi darbetü seyfin, ev ta’netü rumhin, ev rumyetü sehmin) Şu benim vücudumda bir kılıç darbesi, bir ok veya bir mızrak yarası olmayan bir karış yer bulamazsınız.” diyor.

Her tarafı yaralanmış. Savaşlar oyuncak değil, can pazarı... Vuruyorsun, kırıyorsun, yaralıyorsun, yaralanıyorsun filân. “Yüz tane savaşa girdim!” diyor.

(Ve hâ ene emûtü alâ firâşî!)”İşte görün, şimdi yatağımda ölüyorum! (Felâ nâmet a’yünü’l-cübenâe!) Korkakların gözleri açılsın, uyumasınlar! Akılları başlarına gelsin! Korkmağa lüzum yok, öldürmeyince Allah öldürmüyor. İşte görüyorsunuz, yatağımda ölüyorum.” diyor.




28 İbn-i Esir, Üsdü’l-Gàbe, c.I, s.313; İbn-i Abdilber, el-İstîâb, c.I, s.127.

200

Şimdi, Abdullah ibn-i Mes’ud’un sözüne dönüyoruz: “Varlığım kudreti elinde olan, yâni hayatım, ölümüm elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda ölen hakîkî şehidler...” Palavra şehidler, yalancı şehidler değil... Muhterem kardeşlerim, bunu da hatırlatayım: “Büyük mücahid, şehid...” vs. diyorlar. Adamın imanı yok, uçak kazasında ölüyor, şehid diyorlar. İmanı yok bu adamın, şehidlikle ne alâkası var? İmanı bile yok, şehid diyorlar. Dur bakalım kim şehid, kim gàzi, kim mücahid?

Soruyorlar SAS Efendimiz’e: “—Yâ Rasûlallah, kimdir Allah yolunda hakîkî mücahid?” “—Allah’ın dini yüce olsun diye çarpışandır gerçek mücahid!” diyor.

Şöhret için çarpışan değil, para için, ganimet için çarpışan

değil... Kızgınlık için çarpışan değil...


Biliyorsunuz, Hazret-i Ali Efendimiz savaşta birisini yendi, tepesine çıktı, kılıcı vuracağı sırada, adam o debelenmenin arasında “Püh!” diye tükürdü Hazret-i Ali Efendimiz’e... Can pazarı, kolay değil... Düşünün, toz toprak içinde, bir insan yaşıyor, ötekisi ölüyor; öyle bir mücadele... Yâni minderdeki güreş gibi değil, hakem düdük çaldığı zaman ayrılan bir şey değil; ölecek. O can korkusuyla tükürdü adam...

Hazret-i Ali Efendimiz kalktı üstünden, kılıcını çekti kenara... Adam şaşırdı. Ölecekti, kılıç boynuna geliyordu, koyun gibi kesilecekti; şaşırdı.

“—Niye öldürmedin beni?” dedi.

“—Şimdiye kadar sen müşriksin diye, müşriklerle savaştan dolayı, Allah için seni öldürecektim. Ama sen bana tükürünce sana çok kızdım, gazablandım, hırsımdan öldürecek duruma geldim seni... Halbuki hırstan öldürmek yok İslâm’da, Allah için öldürmek var; onun için öldürmedim.” dedi.

Adamın gözleri yaşardı, kelime-i şehâdet getirdi, müslüman oldu. Öyle güzel ahlâk karşısında dayanamaz insan, dağlar taşlar mum gibi erir.

201

Çok sevdiğim, Allah şefaatine erdirsin çok hürmet ettiğim Abdullah ibn-i Mübârek Hazretleri var... Kitâbü’z-Zühdü ve’r- Rekàik’ini tercüme ettik, bizim Seha Yayınları arasında... Bir kâfirle karşılaşmış bizim Anadolu’da, Adana Tarsus taraflarında... Oralara savaşmaya gelmişler. Oralarda çok sahabe var, çok mübarek insanlar var...

Bir Rum savaşçı ile karşılaşmış bu bizim Abdullah ibn-i Mübârek Efendimiz Hazretleri... Kılıçları tokuşturuyorlar, kalkanlar, mızraklar; ikisi de at üstünde, birbirlerine girmişler. Adam zorlu... Bizim Abdullah ibn-i Mübârek Hazretleri efsânevî bir şahsiyet, çok çok mücâhid, silâhşörlükte bir tane; ok atmakta, kılıç kullanmakta, ata binmekte şâhâne bir kahraman, bahadır insan ama karşı tarafı yenememiş. Hamle etmiş, şakırdatmış, vurmuş, dönmüş, uğraşmış uğraşmış; adam zorlu olduğu için yenememiş.

Çok hoşuma gidiyor, gözümün önüne geliyor sahne... Bakmış, namazın vakti geçme durumunda; demiş ki:

“—Ara verelim savaşa!” “—Niye?” demiş karşı taraftaki... “—Ben müslümanım, ibadetim var benim, namaz kılacağım!” demiş.

Demek ki, çat pat dillerini de biliyorlar birbirlerinin.

“—Senin ibadetin varsa, benim de var... Olur.” demiş.

O o tarafa çekilmiş, bu bu tarafa çekilmiş. Derenin kenarına gitmiş Abdullah ibn-i Mübarek, abdest almış, namaz kılmış, dua etmiş.

Bizim büyüklerimiz savaşta namazı geçirmiyor, vaktinde kılıyor. Bizimkiler karnı tok, sırtı pek, keyfi yerinde, kesesi dolar dolu; nefsini yenip de, tembelliğinden kurtulup da namaz kılmıyor.


Sonra aklına gelmiş; çok hoşuma gidiyor, bin defa anlatsam yine hoşuma gidiyor:

“—Yâhu, şimdi bu karşıdaki adam atından indi, ben de

202

atımdan indim. Saldırayım şunun üstüne; atının üstündeyken haklayamadım, aşağıdayken haklayayım şunu!” demiş.

Demek ki, ötekisinin atı kıvraktı, kaçıyordu... Nasıl idiyse artık... Burada haklarım diye kafasından geçirmiş. O anda aklına bir ayet geliyor birden:


إَنه الْعَهْدَ كَانَ مَسْئُولًَ (الإسراء:٤٣)


(İnne’l-ahde kâne mes’ûlâ) [Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.] (İsrâ, 17/34)

Ahdinden Allah insana sorgu sorar haa! Ahdettin mi, söz verdin mi, ahdine riayet edeceksin. Riayet etmezsen, hesaba çekilirsin; oradan azaba uğrarsın, cezanı bulursun. Ahdine riayetkâr olman lâzım!

“—Ne dedin, anlaşmayı nasıl yaptın?” “—Şöyle, şöyle...” “—Uyacaksın! Ya anlaşmayı yapma, ya da yaptın mı uy!” Osmanlı hiç bir anlaşmasına hıyanet etmemiştir. Avusturyalılar, şunlar, bunlar; hepsi kendilerini kuvvetli gördü mü, anlaşmayı bozmuşlardır. Osmanlı ahdine riayet etmiştir. Neden? (İnne’l-ahde kâne mes’ûlâ) Ahid önemli bir şey; ahdine, anlaşmasına, konuşmasına riayet etmesi lâzım herkesin...


(İnne’l-ahde kâne mes’ûlâ) ayet-i kerimesi hatırına gelmiş. İnsanın hatırına bir şeyi kim getiriyor muhterem kardeşlerim? Allah getiriyor. Nereden biliyoruz?


وَمَا تَشَاءُونَ إَلَه أَنْ يَشَاءَ الِلُّ (الَنسان:٣٠)


(Ve mâ teşâûne illâ en yeşâa’llàh) ayetinden biliyoruz. Allah istemese bir şeyi, siz isteyemezsiniz, istemesini bile bilemezsiniz. İsteten de Allah... (Ve mâ teşâûne) “İsteyemezsiniz, (illâ en yeşâa’llàh) Allah istediği takdirde istersiniz.” (İnsan, 76/30)

203

Müsaade etmezse aklınıza gelmez, unutursunuz, hatırlayamazsınız, isteyemezsiniz, düşünemezsiniz.

Şimdi, Allah ona, ahdine sadık olma ayetini aklına getirivermiş. Adam arif adam, biliyor aklına getirenin Allah olduğunu, başlamış ağlamaya... Asker adam ağlar mı, mücahid insan ağlar mı? Başlamış ağlamaya, hüngür hüngür ağlıyor, gözlerinden yaşlar dökülüyor.


Karşıdaki adam şaşırmış. Göz ucuyla o da onu takip ediyor tabii, ikisi düşman birbirine...

“—Ne ağlıyorsun be? Niye ağlıyorsun, ölümden mi korktun, ne oldu?” diye sormuş.

Demiş ki:

“—Senin yüzünden Rabbim beni azarladı.” “—Benim yüzümden niye azarladı seni?” “—Sen şimdi attan inmiş olduğun için, fırsat bu fırsattır diye sana yerde saldırmayı düşündüm. Silâhını kuşanmadan, atına binmeden sana saldırmayı düşündüm. Gerçi aramızda mesafe var, ben senin yanına gelinceye kadar sen de silahını eline alırsın filân ama, anlaşmayı öyle yapmamıştık. Ben sana saldırmayı düşününce, “Ahdine riayet et!” mânâsına bir işaret aldım Allah’tan... (İnne’l-ahde kâne mes’ûlâ) ayeti hatırıma geldi, o işareti aldım. Bu benim için bir azardır. Ben buraya, savaşa ne için gelmiştim; cihad etmek sevaptır diye gelmiştim, Allah’ın rızasını kazanmak için gelmiştim, şimdi azar işittim. ‘Niye ahdine uymuyorsun, niye döneklik yapıyorsun?’ diye Allah’tan bana bir mesaj geldi, işaret geldi; kaybettim diye ona ağlıyorum.” demiş.

Öyle deyince adam şöyle bakmış, kalbi yumuşamış:

“—Şehadet ederim ki Allah birdir, siz haklısınız. Eşhedü en lâ ilâhe illa’llah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû” demiş, müslüman olmuş.

Allah nasib etmiş demek ki, öldürülmemesi de ondan... İmana gelecek, İslâm ordusunda yerini alacak.


“—Varlığım kudreti elinde olan Allah-u Teàlâ’ya yemin ederim

204

ki, Allah yolunda öldürülen hakîkî şehidler...” Hakîkî şehid, sahte şehid değil... Başka sebeplerle, çapulculuk yaparım da, para kazanırım da, bilmem ne diye gitmiş değil...

Bu Afganistan mücahidleri hakkında bazı bilgiler geldi bana da, üzüldüm, tüylerim diken diken oldu. Yolda birisine, “Dur!” diyorlar, tamam, duruyor. “Yapmayın ağabey, öldürmeyin beni!” diyor, bilmem ne diyor. Adamın suçu yok. Trak... Kurşunu sıkıyorlar, üstündekileri, cebindekileri alıp gidiyorlar. E şimdi bu cihad mı oldu?

Kàbil’i roket ateşine tutmak cihad mıdır? Hikmetyar’ın Rabbanî ile çarpışması cihad mıdır? Bilmem ne de, bilmem ne... Rus gitti, ne oluyor yâni? Niye birbirinizin karşısındasınız? Onun için hakîkî mücahid önemli, hakîkî şehid önemli...


“—Varlığım kudreti elinde olan Allah-u Teàlâ’ya yemin ederim ki, Allah yolunda öldürülen hakîkî şehidler, ahirette alimlere verilen yüksek dereceleri görünce; ‘Ah keşke dünyaya tekrar dönsek de, biz de alim olsak!’ diye, alim olmak için tekrar dünyaya gelmeyi arzu ve temenni edecekler.” İlim mertebesi, bilgi mertebesi, öğrenmek mertebesi böyle bir mertebe aziz ve muhterem kardeşlerim!


g. İlimden Bir Bab Öğrenmek


Sonra, Ebû Zerr-i Gıfârî Hazretleri’nden, Peygamber SAS’in şöyle buyurduğunu Taberânî (Rh.A) rivayet ediyor:29


بَابٌ مَنَ الْعَلمَ يَتَعَلهمَهُ الرهجُلَ، خَيْرٌ لَهُ مَنَ الدُنْيَا وَمَا فَيهَا (طس. عن ابي ذر)




29 İbn-i Hacer, Ravdatü’l-Muhaddisin, c.III, s.160, no:4911; Ebu Zerr-i Gıfari RA’dan.

205

(Bâbün mine’l-ilmi yeteallemehü’r-racüle, hayrun mine’d-dünyâ ve mâ fîhâ) “Adamın ilimden öğrendiği bir bab, bir bölüm...” Arapçada bâb kapı mânâsına da gelir, bölüm mânâsına da gelir. İngilizcede kitabın bölümlerine chapter deniliyor.

(Bâbün mine’l-ilmi) İlimden bir bölüm, kitabın bahislerinden bir bahis, (yeteallemühü’r-racül) adam onu öğreniyor. Adamın öğrendiği bir bölüm, (hayrun lehû) onun için daha hayırlıdır; (mine’d-dünyâ ve mâ fîhâ) şu dünyadan ve içindeki bütün her şeye sahip olmaktan daha hayırlıdır.” Biz şimdi burada ne öğrendik bugün, ilmin önemi bâbını öğrendik. (Bâbü fazîleti’l-ilm) “İlmin Fazîleti” babını öğrendik. Nihayet bir bab, bir chapter, bir bölüm öğreniyoruz yâni... Koca İslâm ilimleri deryasından bir maşraba bir şey öğreniyoruz. Bu nedir? Tüm dünya ve içindeki her şeyden daha hayırlıdır.

Şimdi, içindeki her şey derken, ben dâimâ misalle anlatmayı seviyorum: Biz Coburg semtinde oturuyoruz. Şehrin merkezine gittiğimiz zaman gökdelenler var, uzaktan görünüyor. Büyük gökdelenler, kıymetli binalar, modern yapılar, kıymetli bahçeler... Şimdi şuradan bir bina verseler, ne olur insan? Sevincinden deli olur, aklını kaçırır. “Şu gökdeleni sana verdim!” derken, “Küt!” arkaya düşer.

İşte ilimden bir bölüm öğrenmek dünyadan da hayırlıdır, dünyanın içindeki her şeyden de hayırlıdır.


Şimdi buraya gelen kardeşlerimiz mi kâr ettiler, gelmeyip de şurada burada duran kardeşlerimiz mi kâr ettiler? Hadisi şerife göre buraya gelenler kâr etti. Neden? Çünkü, ilimden bir bab öğrendiler. Hem kendileri öğrendiler, hem hanımları öğrendi. Biz de çok kârlıyız, çünkü her birinizin kazandığı sevabın misli bizim deftere de yazılıyor. İki kopyası var makbuzun; bir kopyası sizin, bir kopyası da bizim dosyaya geçiriliyor. Sizden bir şey almıyoruz biz, ama Allah’tan alıyoruz. Oh, kaç kişi var! Kırk elli kişi burada var, altmış kişi orda var... Toplarsan, şu kadar insanın sevabı...

Bundan güzel faaliyet mi olur, bundan güzel tatil mi olur? Millet para kazanmak için, eğlenmek için ne kadar para döküyor.

206

Şimdi ben gelirken, “Buraya geliş kaç dolar?” diye Mehmed Ali’ye sordum; bir aile 230 dolarmış. Fert değil aile! On gün! Bre insaf, biraz tüccarlık yok mu sizde, niye 500 dolar demediniz?


Biz kalktık tâ Cairns’e kadar gittik, ondan sonra denizin bittiği yere kadar gittik. Oradan öteye bizim arabalar gitmiyordu. Ondan sonra döndük. Hani Ukbe ibn-i Nâfî bütün Afrika’yı geçmiş, devesini Atlas Okyanusu’na sürmüş. Devenin bacakları uzun, yürümüş yürümüş, bir noktada durmuş. Durunca elini kaldırmış, o da hoşuma gidiyor; demiş ki:

“—Yâ Rabbi! Senin dinin yaymak için buralara geldim. Eğer önüme bu uçsuz, bucaksız okyanusu çıkartmasaydın, daha öteye de götürürdüm senin dinini... Ama bu kadara gücüm yetiyor, devem daha öteye gitmiyor. Bu deryayı geçmeğe gücüm yetmiyor yâ Rabbi, beni affeyle...” demiş.

Biz de kalktık Avustralya’nın tâ yukarısına kadar gittik, hiç bu kadar ucuz oda görmedik. Bu kadar kârlı yer görmedik.


Başka bir hadis-i şerif... Tirmizî ve İbn-i Mâce Ebû Hüreyre RA’dan rivayet etmiş, sahih hadistir:30


الدُنْيا مَلْعُونَةٌ، مَلْعُونٌ مَا فَيهَا، إلَه ذَكْرَ الِلَّ وَمَا وَلََهُ، وَعَالَمًا


أوْ مُتَعَلِّمًا (ه. عن أبي هريرة؛ طس. عن ابن مسعود)




30 Tirmizî, Sünen, c.VIII, s.302, no:2244; İbn-i Mâce, Sünen, c.XII, s.136, no:4102; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.II, s.265, no:1708; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.VII, s.197; Ukaylî, Duafâ, c.IV, s.491, no:1051; Hakîm-i Tirmizi, Nevâdirü’l- Usül, cI, s.255; Ebû Hüreyre RA’dan.

Taberânî, Mu’cemü’l-Evsat, c.IV, s.236, no:4072; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan.

Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.186, no:6084, 6085; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XIII, s.14, no:12440.

207

RE. 208/3 (Ed-dünyâ mel’ùnetün, mel’ùnün mâ fîhâ, illâ zikra’llàhi ve mâ vâlâhü, ve àlimen, ev müteallimen) “Dünya mel’undur, kıymetsizdir, Allah’ın lânetine uğramıştır.”

Neden? Herkes dünya için birbirini öldürüyor, hırsızlık dünya için oluyor, harp dünya için oluyor, aldatma dünya için oluyor, her şey dünya için oluyor. Dünyanın içindeki keyifler, zevkler için insanlar birbirlerine yapmadığı haksızlığı bırakmıyor; harpler, darpler...

“Bu dünya mel’undur; (mel’ùnün fîhâ) içindeki her şey de kıymetsizdir, mel’undur, Allah’ın lânetine uğramış şeylerdir, lânetli şeylerdir, uğursuz şeylerdir. (İllâ zikra’llàhi ve mâ vâlâhü) Ancak, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin zikri ile, ona taalluk eden şeyler, Allah’ın sevdiği şeyler müstesnâ...” (Ve àlimen) Bizi ilgilendiren kısım burası: “Öğreten müstesnâ, muallim müstesnâ... (Ev müteallimen) Öğrenci müstesnâ, öğrenen müstesnâ...” Yâni, bunlar iyidir, Allah bunları seviyor.

Dünyadaki hiç bir şeyin Allah indinde bir değeri ve kıymeti yok; zikrullahla ilgili, Allah’ın sevdiği fiillerle ilgili şeyler hariç... Meselâ, mescidleri seviyor Allah, çünkü içinde Allah zikrediliyor. Bir de alim ve müteallim, öğreten ve öğrenen... Bundan büyük şeref olmaz. İşte burada bir taraftan tatil yapıyoruz, bir taraftan bir şeyler öğreniyoruz. Yâni taallüm ediyoruz, ilim öğretiyoruz, öğreniyoruz. Çocuklarımızı çeşitli derslere tabi tutuyoruz; Kur’an öğrenecekler, çeşitli faaliyetler yapacaklar.

Allah kalbimizi temiz eylesin, niyetimizi hâlis eylesin... Rasûlüllah SAS Efendimiz’in mübarek lisaniyle bize kadar ulaşan şu müjdeleri, şu müjdelerin içindeki mükâfatları kazanmayı Allah cümlemize nasib eylesin... Allah cümlenizi iki cihanda aziz eylesin...

Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!


26. 12. 1994 - Warrnambool

Victoria / AUSTRALIA

208
09. NELERİ ÖĞRENECEĞİZ?