07. ÇOCUKLARIMIZIN DÎNÎ EĞİTİMİ
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smil’lâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Hamden kesîren tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ve’s-salâtü ve’s- selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn… Tâci ruûsînâ muhammedeni’l-mustafâ… Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’l-cezâ...
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Allah’a hamd ü senâlar olsun… Allah bizi güzel kulluğundan ayırmasın... Peygamber SAS Efendimiz’e en güzel tarzda ittibâ edenlerden eylesin... Böylece Peygamber Efendimiz’in şefaatine nâil olmayı nasib eylesin... Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin...
a. Aile Eğitim Kampları
Allah’ın en sevdiği; belli bir görev, bir misyon, bir vazife yüklediği ümmetiz. Binâen aleyh, bu vazifeyi toplu halde yapacağız ve birbirimizle yardımlaşarak yapacağız. Bunun için de muhabbet lâzım! Kumun, çimentonun ve diğer inşaat malzemesinin bina olması için aralarının bir malzeme ile kaynaşmış olması lâzım; işte o malzeme muhabbettir. Biz burada muhabbeti de öğreniyoruz, öğretiyoruz. Bir taraftan bilgilenme var, bir taraftan da kaynaşma var...
Ve uygulamada gördük ki, bizim bu kampa katılan kardeşlerimizin arasındaki samimiyet daha kuvvetli oluyor. Dünyanın başka yerlerinde, bu çalışmalarımızdan etkilenerek başlamış olan benzer çalışmalarda da bunu çok net olarak gördük. O halde bu işin bir güzel tarafı da muhabbet boyutu... Aileler, hanımlar, çocuklar, beyler birbirlerini daha yakından tanıyor, birbirlerini sevmiş oluyorlar.
Tabii, burada bir taraftan bilgi seviyemiz gelişirken, bir
taraftan da ibadetlerimizi topluca yapıyoruz; namazlarımızı kılıyoruz, zikirlerimizi yapıyoruz. Hiç bir dış baskı ve te’sir olmadan, bizi Rasûlüllah SAS Efendimiz’in sünnet-i seniyyesine tam uymaktan alıkoyan menfî bir takım faktörler olmadan, baskısız bir ortam içinde İslâm’ı tam yaşama çalışması yapıyoruz. Sarık sarıyoruz, cübbe giyiyoruz, ezan okuyoruz, cemaatle namaz kılıyoruz, zikrimizi beraber yapıyoruz; bu da güzel... Meselâ Türkiye’de böyle bir şeyi yapmak istediğinizi düşünün, çeşit çeşit mahzurlar karşınıza çıkıyor.
Bu güzel çalışmalarla aynı zamanda sıhhat kazanıyoruz; spor yapıyoruz, yeni yerler görmüş oluyoruz. Hani evimizin içinde sıkışıp kalmıyoruz; işimizin, dükkânımızın içinde boğulmuyoruz, fabrikanın dişleri arasında sıkışmış olmuyoruz. Temiz havalı güzel bir yeri seçiyor arkadaşlarımız, Allah razı olsun... Buralarda temiz hava, bol güneş içinde rahat bir tatil yapıyoruz; bu da güzel...
Bizim Türkiye’de yaptığımız örnek toplantılarda söyledim arkadaşlara: Bu gibi mekânları paranız olsa da kendiniz tek başınıza sağlayamazsınız, paranız olduğu halde böyle bir yere tek başınıza gelip rahat edemezsiniz; grup halinde geldiğimiz için bunları çok rahat sağlayabiliyoruz.
Şimdi bugün buraya gelip de, burada başkaları varken, şurada oturup da bu rahatı bulmamız mümkün değildir. Grup halinde olmanın bir bereketi vardır. İşte bu güzel buluşu siz yaptınız. Bu güzel buluşun üzerinde Avustralya patenti var... Avustralyalı kardeşlerimizin Coburg patenti var bu güzel buluşta... Çünkü ilkönce onlar yaptılar. Biz bunu mecmuada yazınca, Türkiye’deki kardeşlerimiz de etkilendiler ve Türkiye’de grup çalışmaları yapmağa başladık.
Bizim yaptığımız büyük çaplı organizasyonlar, sizden esinlenerek yapılmış çalışmalardır. Yâni, dergilerde yazılan yazılardan sonra, Avustralya’daki kardeşlerimiz gibi biz de yapalım diye, böyle dokuz yüz kişilik, bin kişilik otelleri tutarak, büyük çapta organizasyonlar yapılmağa başlandı Türkiye’de...
Tabii, orada nüfusumuz buradan daha fazla, imkânlarımız daha geniş olduğu için, bize bin kişilik oteller filân yetmiyor. Yâni, ne kadar büyük bir otel olursa olsun, biz tuttuğumuz zaman yetmiyor, yandaki otellerde de yer ayırtmak filân gerekiyor.
Bu toplantılarımızın arkasından, bu toplantıların bir bereketi olarak camiamız büyük müesseseler kazandı. Meselâ Ak-Radyo (AKRA) radyo televizyon şirketimiz böyle bir kampta kuruldu, daha başka tesislerimiz bu bir araya gelmenin bereketiyle kuruldu. Çünkü, Peygamber SAS Efendimiz buyurmuş:
“—İki müslüman bir araya gelince, Allah mutlaka birbirlerinden karşılıklı onları istifade ettirir.” Yâni, tek taraflı olmaz, karşılıklı bir istifade olur. İki mü’min birbirini yıkayan iki el gibidir. Tek el kendisinin her tarafını yıkayamaz ama, iki el birbirlerinin her tarafını gayet güzel yıkarlar.
Bir hayır ve bereket hasıl oluyor müslümanların bir araya gelmesinden... O hayır ve bereket de çok büyük bir atılım olarak
ortaya çıkıyor, büyük projeler tahakkuk ediyor. O bakımdan Türkiye’de son yıllarda, yâni bu aile eğitim kamplarının yapılmaya başlanmasından sonra, bizim gelişmemizin grafiği çok yukarılara doğru yükselmiştir, fevkalâde büyük bir gelişme göstermiştir.
Türkiye’nin en güzel yerlerinde; Ayvalık’ta, İzmir Çeşme’de, Söke’nin Akbük deniz kenarında, Gemlik’te, Uludağ’da, Nevşehir’de, en lüks yerlerde arkadaşlarımız böyle toplantılara aileleriyle, çocuklarıyla katılmışlar ve sosyal bakımdan da bir görgü ve bilgi gelişmesi olmuştur. Bunda da sizin öncülüğünüz vardır. Tabii, size Allah tarafından verilecek bir mükâfat olacaktır, siz örnek olduğunuz için... Çünkü:
“—Kim hayırlı bir yol açarsa, o hayırlı yolda onlardan sonra yürüyenlerin hepsinin sevabının bir misli, o işleyenlerden bir şey eksiltilmeden, hayırlı yolu ilk açana verilir.” buyuruyor Peygamber SAS Efendimiz...
Bunları böyle bir medih olarak söylemiyorum, bir gerçeğin ifadesi olarak söylüyorum.
Sonra Avrupa’da başladı bu çeşit faaliyetler... Halbuki temenni ederdik ki, önce Avrupa’da başlasın... Çünkü, bizim Avrupa’daki ihvânımız, Avustralya’daki ihvânımızdan sene olarak çok daha öncelerden başlıyor. Avrupa’da onlar yapabilirlerdi, fakat yapamadılar, yapmadılar, olmadı. Belki şartları müsait değil, belki o ülkeler Avustralya kadar demokratik değil, hür değil... Böyle bir üniversiteyi belki orda tutma durumu olmadığından, belki vermediklerinden, belki de hatırlarına gelmediğinden olmamıştır. Şimdi Avrupa’ya da bu kamplar yansımış bulunuyor.
İsveç’teki kardeşlerimiz sanıyorum dördüncüsünü yaptılar, yapacaklar, hazırlıyorlar. Son derece memnunlar, çok faydalı olduğunu söylüyorlar. Almanya’daki kardeşlerimiz yaptı, Hollanda’daki kardeşlerimiz yaptı. Buraya gelmeden önce Berlin’de bir toplantı yapmıştık. Almanya’da, Avrupa’da, Avrupa’nın muhtelif ülkelerinde de inşaallah güzel gelişmeler olacak.
b. Eğitim Çok Önemli
Muhterem kardeşlerim!
Biz müslümanlar için eğitim, ilim öğrenmek, yetişmek, kendimizi, çocuklarımızı, ailelerimizi yetiştirmek çok önemli! Ve bu eğitimin sağlam bir eğitim olması çok çok önemli! “Çocuğumuz nasıl olsa bir yerde eğitiliyor.” deyip bırakamayız. Ona nelerin öğretildiğini ve nasıl bir insan olarak yetiştirildiğini de bilmemiz gerekmektedir.
Hani Bosna-Hersek’ten zavallı öksüz çocukları alıyorlar, götürüyorlar; onları eğitecekler... Siz burada çoluk çocuğunuzu bıraksanız, onları eğitecek birtakım mercîler, teşkilatlar bulunacak... Her yerde bir eğitim var ama, sıradan bir eğitim yeterli değil! Eğitimin İslâmî olması önemli ve eğitilen insanın ahiretini kaybetmeyecek bir insan olarak yetiştirilmesi önemli!
İşin asıl püf noktası burası...
Amerikalı da çocuğunu eğitiyor, İngiliz de, Fransız da, Alman da... Herkes çocuğunu eğitiyor ama, çocuk elden çıktıktan sonra, veyahut Allah’ın rızasını kazanmaya heves etmeyen, kazanacak pozisyonda olmayan bir yetişmiş eleman olduktan sonra, kıymeti yok; hattâ zararı vardır. Çünkü, kötü insanın bilgili olması, kaplanın kanatlı olması gibidir. “Kaplan uçamadığı için, ancak koşarak yakaladığı avı parçalıyor; ama bir de kanadı olsa, o zaman yapacağı zararın haddi, hesabı olmaz!” demiş Çinli bir filozof...
Yanlış bir eğitimle, İslâm dışı bir eğitimle bir insanı yetiştirdiğiniz zaman, insanlara düşman yetiştirmiş olursunuz, kanatlı kaplan yetiştirmiş olursunuz. Kendi çocuklarınızı İslâmî bakımdan yetiştiremediğiniz zaman, kendiniz vebal yüklenmiş olursunuz, Allah’ın huzurunda sorumlu duruma düşersiniz. Eğer öyle bir durum varsa, Allah hesabını soracak. Hattâ çocuk kendisi Allah’a dâvâcı olacak:
“—Yâ Rabbi! Anam, babam beni senin rızana uyun
yetiştirmedi, kabahat onlarındır.” diyecek.
O bakımdan ana-baba evlâttan kaçacak, evlât ana-babadan kaçacak, karı kocadan kaçacak, herkes birbirinden kaçacak... Birbirlerinden davacı olurlar diye böyle kaçması da kurtarmayacak, nasıl olsa davacı olacak, cezalar nasıl olsa çekilecek; hiç kimse hesaba çekilmekten geri kalmış olmayacak.
O bakımdan çocuklarımızı yetiştireceğiz. Çocuklarımızın yetiştirilmesi için her türlü fedâkârlığı yapmak, bizim dînî borcumuzdur. Çocuklarımıza yapacağımız masraflar, bizim en kârlı yatırımımızdır. Neden? Hayırlı bir evlât elde edeceğiz sonunda... Hiç bir yatırım, ilme yapılan yatırımdan daha önde değildir. İlme yapılan yatırımların içinde hiç bir yatırım, çocuğun dindar, Allah’ın sevgili bir kulu olmasını sağlayacak tarzda yapılan eğitime denk olamaz! Çünkü, çocuğun ebedî hayatını kurtarmış oluyorsunuz. Yakanızı çocuğun elinden kurtarmış oluyorsunuz, Allah divanında davacı olmasını engellemiş oluyorsunuz.
Veyahut da, meseleyi davalı davacı durumundan dışa alalım:
Çocuğunuz, kendinizin bir parçası, severek yetiştirdiğiniz, büyüttüğünüz bir evlât mü’min olmadığı için zebaniler yakalayıp götürürse, gözünüzün önünde cehenneme atılır da kütük gibi cayır cayır yanarsa; buna dayanabilir misiniz?
Onun için Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:
قُوا أَنفُسَكُمْ وَأَهْلَيكُمْ نَارًا (التحريم:٦)
(Kù enfüseküm ve ehlîküm nârâ!) “Yakıtları insanlar olan, taşlar olan; insanların yandığı, taşların bile yandığı cehennem ateşinden ailelerinizi ve çocuklarınızı koruyun ey iman edenler, ey ailelerin sorumluları!” (Tahrim, 66/6) diye Allah-u Teâla Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de ikaz ediyor. O halde çocuklarımızı ateşten korumak, bizim annelik ve babalığımızın, şefkatimizin en
güzel tezahürüdür.
Binaen aleyh, çocuklarımızı iyi müslüman olarak yetiştirmemiz lâzım, has müslüman olarak yetiştirmemiz lâzım!
Ve bu çocuklarımızı has müslüman, halis müslüman, Allah’ın sevgili kulu, daha kısa kelimeyle Allah’ın velî kulu, evliyâsı olarak yetiştirebilmemiz için de her türlü varlığımızı fedâ edecek bir şuurda ve zihniyette olmamız lâzım! Onlar için yaşıyoruz çünkü... Her şeyimizi onlara bırakacağız; varımızı, yoğumuzu, malımızı mülkümüzü, ismimizi soyadımızı onlara bırakacağız. Binaen aleyh, onların iyi yetişmesi için her türlü fedâkârlıktan kaçınmamak lâzım, bu konuda geri durmamak lâzım!
Şimdi bizim müslüman camiaya bakıyoruz muhterem kardeşlerim, ben dünyayı gezen bir kardeşiniz olarak, muhtelif yerlerdeki insanları inceleyen bir kimse olarak, eğitim meseleleriyle meşgul olan bir kimse olarak, müslümanların eğitime gereken önemi vermediklerini ve çocuklarını iyi eğitmeğe gayret etmediklerini görüyorum. Bu bizim genel zaafımızdır. Bizim bu yanlış tutumumuzdan dolayı bir başka zarar da ortaya çıkıyor: Dünya üzerinde sanki İslâm geriliğe sebepmiş, sanki müslüman olmayanlar ileri gidiyormuş gibi bir imaj meydana geliyor. Onlar da bunu bal gibi istismar ediyorlar. Diyorlar ki:
“—Ay’a ayak basan Amerikalıların dini...” Nedir Amerikalıların dini? Hristiyanlık... Eğer sen hristiyanlık sebebiyle Ay’a ayak basabildiğini iddia ediyorsan, Güney Amerika da hristiyan, niye orası geri? Peru, Şili, Arjantin... vs. Niye orada diktatörlük var, iptidâilik var? Afrika’da da hristiyan ülkeler var, Habeşistan da hristiyan; niye onlar yamyamlık seviyesinde?
Millet bunu bilmediği için, sanıyor ki Amerikalının başarısı dininden... Hayır, Amerikalının başarısı başka sebeplerden... Ama onu istismar ediyorlar. Biz de ortaya bir varlık koyamadığımız için, İslâm’a kara leke oluyoruz. Bu da işin ayrı bir zararı...
c. Önce Maldan Fedâkârlık
İslâm için çalışmadığımız için, çocuklarımızı kaliteli yetiştirmediğimiz için, Bosna-Hersek’te, Çeçenistan’da, Kafkasya’da, Seylan’da, Hindistan’da, Çin’de, Rusya’da, Mançurya’da, Japonya’da, Cezayir’de, Tunus’ta, Fas’ta, her yerde zararını çekiyoruz; yâni kanımızla ödüyoruz.
Muhterem kardeşlerim! Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin bir gizli kanun-u ilâhîsi vardır ki, bunu dini iyi bilenler sezerler. Allah-u Teàlâ Hazretleri ilkönce insanlara küçük fedâkârlıklar teklif eder. Yâni ne teklif ediyor:
“—Malının zekâtını ver! Biraz mâlî fedâkârlıkta bulun, biraz kesenin ağzını aç! Allah rızası için biraz masraf et!” Onu yapmadığı zaman, belâ büyüyor. Belâ büyüdüğü zaman iş, malına kıyamayan insanların bu sefer mallarının ellerinden çıkmasına sebep oluyor... Onunla da iş bitmiyor, hürriyetlerinin elden çıkmasına sebep oluyor, esarete düşmelerine sebep oluyor... Onunla da iş bitmiyor, kanlarının akıtılmasıyla yaptıkları hataların veyahut yapmadıkları vazifelerin cezasını görüyorlar.
Yanlış şeyleri yapmak hatâ, suç olduğu gibi, yapılması gereken güzel şeyleri yapmamak da bir suç... Türkiye’de, İslâm Alemi’nde, yapmamaktan dolayı kimseye suç yüklemiyorlar. Bu yanlış, vazifeleri yapmayanı da cezalandırmak lâzım! Yâni, “Sen camı kırmışsın öde! Sen trafikte yanlış bir şey yaptın; ver bakalım şu kadar cezayı!” İyi, güzel, suçu işleyeni cezalandırıyorsun ama, iyi bir şeyi yapmayanı niye cezalandırmıyorsun? İyi bir şeyi yapmamak da suç! Niye çocuğunu iyi yetiştirmedin? Cezası yok... Niye çocuğuna İslâmî terbiye vermedin? Çocuk ayyaş oldu, sarhoş oldu, eroinman oldu, haylaz oldu, anasına babasına asi oldu... Niye iyi yetiştirmedin? Cezası yok... Niye şu işi yapmadın, niye bu işi yapmadın? Cezası yok... Binâen aleyh, bu cezaları Allah veriyor. Yâni makbuz kesilerek görünen bir cezası olmuyor ama, insanın kesesinden polisin tahsil ettiği bir ceza olmuyor ama; Allah CC, kendisinin emirlerini dinlemeyen müslümanların cezasını başka şekillerde veriyor, ben ondan korkuyorum.
Bir müslüman kâfirle çarpıştığı zaman, eğer malından bir telefat oluyorsa, rahatından bir eksilme oluyorsa, yaralanıyorsa veya ölüyorsa, bu bir kötü sonuç değildir. Ölürse şehid oluyor, malını harcarsa büyük sevap kazanıyor, bire yedi yüz kazanıyor; bir şey değil... Ama işin kötüsü, hem bunların başa gelmesi, hem de bir sevap alamamak...
Şimdi biz, Bosna’da Sırplar kardeşlerimizi öldürüyor diye feryad ediyoruz, ayağa kalkıyoruz, üzülüyoruz ama; bundan yirmi yıl önce, otuz yıl önce, elli yıl önce benim müslüman Boşnak kardeşlerim komünist rejimde komünistleştirildi, namaz kılmamağa başladı, içki içmeğe başladı, dinini unuttu. Dinden haberi yok diye o zaman ağlamadık hiç... O zaman onun zararını düşünmedik. İslâmî bakımdan gerilemenin zararına ağlamadık. Biz ağlamadık ama, Peygamber SAS Hazretleri buyuruyor ki:16
لََ إَلَهَ إَلَه الِلُّ تَمْنَعُ الْعَبَادَ مَنْ سَخَطَ الِلَّ، مَا لَمْ يُؤْثَرُوا صَفْقَةَ
دُنْيَاهُمْ عَلَى دَينَهَمْ؛ فَإَذَا آثَرُوا صَفْقَةَ دُنْيَاهُمْ عَلٰى دَينَهَمْ، ثُمه
قَالُوا: لَ إَلَهَ إَلَه الِلُّ . رُدهتْ عَلَيْهَمْ، وَقَالَ الِلُّ:كَذَبْتُمْ! (هب. ع. عد. والديلمي، والحكيم عن أنس)
RE. 462/2 (Lâ ilâhe illa’llàhu temneu’l-ibâde min sahati’llâh, mâ lem yü’sirû safkate dünyâhüm alâ dînihim; feizâ âserû safkate dünyâhüm alâ dînihim, sümme kàlû: Lâ ilâhe illa’llàh. Rüddet aleyhim, ve kàle’llàh: Kezebtüm!)
16 Ebû Ya’lâ, Müsned, c.VII, s.95, no:4034; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VII, s.337, no:10497; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, Ukùbât, c.I, s.22, no:6; Deylemî, Müsnedü’l- Firdevs, c.V, s.7, no:7276; İbn-i Ebî Hàtim, İlel, c.II, s.121, no:1857; Hakîm-i Tirmizî, Nevâdirü’l-Usûl, c.III, s.17; İbn-i Ebî Âsım, Zühd, c.I, s.144, no:288; İbn-i Adiy, Kâmil fi’d-Duafâ, c.V, s.20; Enes ibn-i Mâlik RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.I, s.81, no:221; Câmiü’l-Ehàdîs, c.XV, s.480, no:15982.
Enes RA’dan Hakîm-i Tirmizî rivayet etmiş. Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki:
(Lâ ilâhe illa’llàhu temneu’l-ibâde min sahati’llâh) Lâ ilâhe illa’llàh sözü, Allah’ın kahrına, gazabına uğramaktan kulları korur. Allah’ın gazabının gelmesini men eder. Bunu diyene Allah gazab etmez.” Ne zamana kadar? (Mâ lem yü’sirû safekate dünyâhüm alâ dînihim) Dünyalık taraflarını dinlerine tercih etmedikleri takdirde, etmedikleri müddetçe...”
(Feizâ âserû safekate dünyâhüm alâ dînihim) “Dinlerine dünyalarını tercih ettikleri zaman; dünya menfaatlerini, fânî hayatları, keyiflerini, zevklerini, eğlencelerini, zulümlerini, yanlışlıklarını tercih ettikleri; Allah’ın emirlerini çiğnedikleri, dinlerini önemsemedikleri zaman ne olur? (Sümme kàlû: Lâ ilâhe illa’llàh) Yine Lâ ilâhe illa’llàh diyorlar, camilere geliyorlar, gidiyorlar, Kur’an okuyorlar, ellerinde tesbih var... (Rüddet aleyhim) Allah-u Teàlâ Hazretleri bu sözü onlara reddeder. Lâ ilâhe illa’llàh sözü kabul olmaz onlardan ve yüzlerine geri döndürülür, reddedilir. (Ve kàle’llàhu: Kezebtüm!) Allah-u Teàlâ
Hazretleri onlara der ki: Yalan söylüyorsunuz!”
Neden? Yalancı müslüman durumuna düştüklerinden... O zaman, Lâ ilâhe illa’llàh sözü onları cezadan kurtarmaz diyor. Lâ ilâhe illa’llah sözü dâimâ Allah’ın gazabını engeller; ne zamana kadar engeller? Dünyalıkları yerinde olduğu için, dinlerinin ellerinden gitmesine aldırmadıkları zamana kadar... Nasıl olacaktı gerçek bir müslüman? Dini elden gidince ayağa kalkacaktı, ne oluyor diyecekti, aman diyecekti, tedbir alacaktı. Dininin sağlam kalmasına dikkat edecekti. Dininin sağlam kalması için, gerekirse hicret edecekti. Dünyadaki mevkiini, makamını değiştirecekti, ülkesini, evini, barkını bırakacaktı dinini korumak için...
Dünyalık yerinde, maaşı yerinde, ama din elden gidiyor. Komünist rejim geliyor, şöyle oluyor, böyle oluyor... Aldırmıyor. Haa, o zaman muhterem kardeşlerim, Lâ ilâhe illa’llah sözü insanı Allah’ın gazabına uğramaktan alıkoyamıyor, kurtaramıyor. Neden? Lâ ilâhe illa’llah sözünün gereğini yapmamış oldukları
için... Benim korkum budur.
Ben bir kardeşimizin şehid olmasından korkmuyorum, şehid olmak imrenilecek bir şeydir. “Bir insan, gönlünde şehid olma aşkı, şevki, arzusu olmadan yaşarsa, ölürse, münafıklıktan bir sıfat üzere ölür.” buyuruyor Peygamber Efendimiz... İnsan şehid olmayı arzu edecek.
Mısır’ı fetheden İslâm ordusu Fustat şehrine geldiği zaman, —
şimdiki Kahire’nin olduğu yerde, surlarla çevrili bir şehirmiş— şehir halkı savunma tedbirlerini almış, kapıları kapatmış, silahlanmış, surların gerisine çekilmiş, bekliyor. Amr ibnü’l-As —
Mısır’ı fetheden sahabi— onlara haber gönderdi. Dedi ki:
“—Bize karşı savunmaya kalkışıyorsunuz ama, boşuna uğraşmayın, bizimle baş edemezsiniz! Biz sizin başka tanıdığınız milletler, insanlar gibi değiliz, biz müslümanız. Benim ordumdaki insanları hepsi ölmeğe can atıyor, şehid olmayı hayatının gayesi olarak belirlemiş, şehid olmak arzusunda... Halbuki, sizin hiç birinizde bu arzu yok, siz hep yaşamak için uğraşıyorsunuz. Binaen aleyh, bizi yenemezsiniz, bizim karşımızda duramazsınız. Anlaşma yapın, anahtarı teslim edin, bize şehri verin, himayemize girin!” dedi.
Onlar da öyle yaptılar. İşin doğrusu budur. Yâni, şehid olmak iyi bir şeydir. Şehidler geride kalanlara kendilerinin iyi durumunu bildirmek isterler.
وَلََ تَقُولُوا لَمَنْ يُقْتَلُ فَي سَبَيلَ الِلّهَ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَاءٌ وَلَكَنْ لََ
تَشْعُرُونَ (البقرة:٤٥١)
(Ve lâ tekùlû li-men yuktelü fî sebîli’llâhi emvât) “Allah yolunda şehid olanlara ölü demeyiniz!” diyor Kur’an-ı Kerim’in ayetleri... “Ölü sanmayınız, (bel ahyâün velâkin lâ teş’urûn) onlar bir çeşit hayatla yaşamaktadırlar, fakat siz anlayamazsınız.” (Bakara, 2/154) diyor. Şu şühedanın hayatı muazzam bir başka türlü
hayat... Bizim asıl korkumuz, dinimizin elden gitmesinden olmalı, eğer müslümansak...
d. Asıl Tehlike Dinin Elden Gitmesi
Eğer imanımıza bir gölge düşüyorsa, imanımızı yaşamamıza bir engel çıkıyorsa; onun aşılması için var gücümüzle çalışmamız icab eder. Dünyalıktan önce geliyor bu, hayattan önce geliyor. Demek ki, yaşamımızda, dünyamızda hayattan daha önemli değerler varmış. O halde altını çizerek söylüyorum, Sydney’li kardeşlerime de söylemiştim:
“—Size havadan da önce, sudan da önce, gıdadan da önce hoca lâzım!” demiştim.
Arkadaşlarımız bu işin ciddiyetini anlasınlar diye şimdi aynı şeyi söylüyoruz. Ayet-i kerimeden delil göstererek, misal vererek söylüyoruz: Hayatta insanın yaşamasından daha yüksek değerler vardır mü’min için, müslüman için...
Yaşamaktan daha mühim değerler nedir? Müslüman olarak, mü’min olarak, imanını korumuş bir insan olarak bulunmak, ölürse öyle ölmek; mühim olan budur. Bu kendimiz için de böyledir, çocuklarımız için de böyledir. Eğer biz çocuklarımızı müslüman olarak yetiştiremezsek, eğer çocuklarımız entegre olurlarsa, eğer çocuklarımız hristiyanlaşırlarsa üç nesil sonra; bundan yüz yıl önce Avustralya’ya gelen müslüman Afganlıların çocuklarının şimdi dinlerini unuttuğu gibi, boyunlarına haç taktığı gibi, camilerinin yıkıldığı gibi, teneke camilerinin (tin mosque) yok olduğu gibi, eğer bizim nesillerimiz de iki nesil, üç nesil sonra İslâm’dan kopacaksa, o çocuklar cehenneme düşecek duruma gelmişse, bunun vebali şimdiden başlıyor demektir. Şimdiden alarm zilleri çalıyor demektir.
Biz bu toplantıları onun için yapıyoruz. Ben böyle binlerce kilometre öteden, bir mâzeret bulabilsem gelmeyeceğim diye düşünürken, Türkiye’deki bütün işlerimi bırakıp buraya onun için geliyorum. Çünkü eğitim çok önemli, çünkü çocuklarımız çok
kıymetli! Çünkü çocuklarımızın ve kendimizin imanı en mühim varlığımız... Biz bu varlığımızı düşmanlara kaptırırsak, şeytana kaptırırsak, imanımız elden giderse; dünyalar bizim olsa kıymeti yok! Firavun o kadar zengindi. Karun o kadar zengindi ki, hazinelerinin kapılarının anahtarlarını bir grup insan zor taşırdı. Çalışsan, çabalasan Karun’dan daha zengin olabilecek misin?
Yaptığın ticaretle veya işçilikle, veyahut herhangi bir meslekle Karun’dan daha zengin olma ihtimalin var mı? Firavun’dan daha yüksek olma ihtimalin var mı? Nemrut’tan daha yüksek bir mevkîye çıkma ihtimalin var mı? Yok...
Ne oldu Firavun’un saltanatı, ne oldu Nemrut’un hali, ne oldu Karun’un durumu? Zenginler ne oldu, şahlar ne oldu, hükümdarlar ne oldu? Hepsi pişman, hepsi perişan oldu, hepsi mahvoldu. Binaen aleyh, onların saplandıkları bataklığa bizim saplanmamamız lâzım!
Bizim gayemiz dünya değil, bizim gayemiz ahireti kazanmaktır. Bizim gayemiz Allah’ın rızasını kazanmaktır. Allah’ın rızasını düşünmeyen insanlar ihlâslarını kaybederler, yaptıkları işin pek kıymeti olmaz. Yaptığı işi para için yapan, kazanç için yapan, meslek için yapan, dünyalık devşirmek için yapan insanın eline ibadet de yapmış olsa, mânevî bir şey geçmez. Para geçer ama, mânevi bir şey geçmez. Onun için, bu noktayı biz burada vurgulamağa çalışıyoruz, kardeşlerimiz bu şuurda yetişiyorlar. Bizim müesseselerimizden, camiamızdan yetişen kardeşlerimizin böyle yetişmiş olmasını temenni ediyoruz.
Binâen aleyh sevgili kardeşlerim, değerli kardeşlerim, şuradaki eğitimimiz bir nümûnedir, bir pilot bölge çalışmasıdır. Bu çalışma buraya mahsus değildir, bu tatile mahsus değildir, devamlı olması gerekir. Bu çalışmanın çocuklarımızın üzerinde, ailelerimizin üzerinde, buradaki güzel alışkanlıklardan sonra gittiğimiz yerlerde, döndüğümüz şehirlerde periyodik olarak devam etmesi lâzım! İmanımızı, dinimizi, İslâm’ımızı Allah’ın sevgili kulu olmamız için gerekli sıfatlarımızı koruyabilmek için
her türlü fedâkârlığı yapmamız lâzım!
Eğer bir insan çocuğunun sünnetine, düğününe binlerce dolar harcıyor da, dininin korunmasına yüz dolar, elli dolar veremiyorsa, vallàhi de, billâhi de çok yanlış bir iş yapıyor! Otomobil almağa şu kadar para veriyor da, dinini korumağa bir masraf yapmıyorsa, vallàhi, billâhi zarardadır! Otomobilden önemlidir imanımız... Düğünden, gösterişten, alkıştan, pırlanta yüzükten, bilezikten, gerdanlıktan, şundan bundan daha kıymetlidir. Bu kıymeti vurgulamak istiyorum, burada bu şuurun alınmasını istiyorum. Sahabe müslümanlığının koklanmasını, tadılmasını ve yaşanmasını istiyorum.
Peygamber SAS Efendimiz nasıl yaşamışsa, biz öyle bir yaşam istiyoruz. Ne az, ne fazla... Çünkü fazlası bid’attir, azı tembelliktir, noksanlıktır. Tam sahabe müslümanı olarak...
Rasûlüllah SAS gibi diyemiyorum, utanıyorum; çünkü biz onun ayağının tozu olamayız. Rasûlüllah gibi diyemiyorum ama, onun asr-ı saadetinin müslümanı gibi olmayı, asr-ı saadet müslümanlığını teklif ediyorum.
Yâni, Yirminci Yüzyıl’ın müslümanlığı değil, kravatlı müslümanlık değil, fötörlü müslümanlık değil, pantolonlu müslümanlık değil, lüks müslümanlık değil; masada çatal, kaşık, bıçak gösterisi müslümanlığı değil, vazoda çiçek müslümanlığı değil, otomobil saltanatı değil; sahabe müslümanlığını, asr-ı saadet müslümanlığını tatmanızı, öğrenmenizi ve yaşamanızı istiyorum. Ama, devamlı yaşamanızı öğütlüyorum. Yâni bir zaman için, bir bölge için, bir devre için, hayatınızın bir çağında değil... Öyle şey olmaz. İman ve İslâm insanın yaşadığı anda, doğduğu andan öldüğü ana kadar hayatı boyunca kendisinden ayrılmaması gereken vasıflardır.
e. Takvâ ve Güzel Ahlâk
Mü’min evinde de müslümandır, işyerinde de müslümandır, muamelesinde de müslümandır, ahlâkında da müslümandır, her
şeyi ile İslâm’ı yaşamağa mecburdur. İçinizden bir kardeşimiz, herhangi biriniz, eğer namazı kılıyor ama muamelesi İslâmî değilse eksik müslümandır. Dünya eksik müslümanlarla doludur. Yarım yamalak, çarık çürük, yenik, kurt yeniği müslümanlarla doludur. Kurt bizim şeytanımız, nefsimiz; içimizi dışımızı kemirmiştir, işe yarar müslüman kalmamıştır. Ortada, doğru düzgün bir nümûne insan, nümûne müslüman göremiyorsunuz. Eğer bir insan namazında, orucunu tutuyor, hacca gitmiş vs. amma, ahlâkı müslümanca değilse, o çok zararlar görecek.
Bizim tasavvuf eğitimine sarılmamız önce mutasavvıf olduğumuzdan değildir; ahlâkın İslâm’ın vazgeçilmez bir isteği olması dolayısıyladır. İslâm ahlâkıyla mütehallik olmadığınız zaman işin kıymeti yoktur. Peygamber SAS Efendimiz hadis-i şeriflerinde buyuruyor ki:17
أَكْثَرُ مَا يُدْخَلُ النهاسَ الْجَنهةَ تَقْوَى الِلَّ وَحُسْنُ الْخُلُقَ (حم. خ . في الأدب، ت. ه. ك. حب. هب. عن أبي هريرة)
RE. 80/3 (Ekseru mâ yüdhilü’n-nâse’l-cennete takva’llàhi ve hüsnü’l-huluk.) “İnsanları ekseriyetle cennete sokacak şey, güzel huydur ve takvâdır.” Takvâ da bir ahlâktır. Güzel ahlâk, birtakım güzel vasıfların insanda bulunması demektir.
“—Sözüne sadık mısın, ahdine vefalı mısın? Özün doğru mu, işin doğru mu, hileden uzak mısın? Sana yapılan emanete
17 Tirmizî, Sünen, c.IV, s.363, no:2004; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.442, no:9694; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.II, s.224, no:476; Buhàrî, Edebü’l-Müfred, c.I, s.108, no:289, 294; Hàkim, Müstedrek, c.IV, s.360, no:7919; Tayâlisî, Müsned, c.I, s.324, no:2474; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.IV, s.235, no:4914; Kudàî, Müsnedü’ş-Şihâb, c.II, s.137, no:1050; Tahàvî, Müşkilü’l-Âsâr, c.IX, s.470, no:3787; İbn-i Ebi’d-Dünyâ, el-Vera’, c.I, s.93, no:135; Abdullah ibn-i Mübârek, Zühd, c.I, s.379, no:1073; Ramhürmüzî, Emsâlü’l-Hadîs, c.I, s.159, no:132; Mizzî, Tehzîbü’l-Kemâl, c.VIII, s.470; Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.II, s.60, no:2340; Begavî, Şerhü’s-Sünneh, c.VI, s.311; Ebû Hüreyre RA’dan.
Kenzü’l-Ummâl, c.XVI, s.141, no:44071; Câmiü’l-Ehàdîs, c.V, s.357, no:4283.
hıyânette bulunuyor musun? Konu-komşuya yan bakıyor musun, namus meselesinde şöyle misin? Merhametin nasıl, adaletin nasıl,
çoluk-çocuğuna muamelen nasıl? Komşularına muamelen nasıl?” İşte bunlarla sen müslümansın! Her şeyinle müslümansın!
Yoksa, klasik mânâda İslâm’ın temeli beştir, imanın esası altıdır sözü sizi yanıltmasın! Sadece namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, kelime-i şehadet getirmek değil, İslâm’ın pek çok temelleri vardır. İslâm bir bütündür, bir tarafını alıp öbür taraflarını bırakmakla ahiret saadeti kazanılmaz. Peygamber SAS Efendimiz’in hadis-i şeriflerini bütünüyle anlamak lâzımdır. Bir hadis-i şerif bazen bir insan için, ona uygun bir nasihat olabilir. Peygamber SAS Efendimiz’e birisi geldiği zaman, diyordu ki:
“—Yâ Rasûlallah, bana bir nasihat et!” Tamam, o da nasihat ediyordu. Onun içindir o nasihat...
Meselâ, birisi geldi, dedi ki:
“—Bana nasihat et yâ Rasûlallah!” Peygamber SAS Efendimiz buyurdular ki:18
18 Buhàrî, Sahîh, c.XIX, s.74, no:5651; Tirmizî, Sünen, c.VII, s.313, no:1943; Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.362, no:8729; Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.105, no:20776; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VI, s.307, no:8277; Begavî, Şerhü’s- Sünneh, c.VI, s.363; Bezzâr, Müsned, c.II, s.480, no:9000; Taberânî, Müsnedü’ş- Şâmiyyîn, c.III, s.25, no:1731; Ebû Hüreyre RA’dan.
Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.III, s.484, no:16006; İbn-i Hibbân, Sahîh, c.XII, s.501, no:5689; Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.II, s.261, no:2093; Taberânî, Mucemü’l-Evsat, c.VII, s.277, no:7491; Hàkim, Müstedrek, c.III, s.713, no:6578; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VI, s.307, no:8279; İbn-i Kàni’, c.I, s.157; İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, c.VIII, s.344, no:25889; Heysemî, Mecmaü’z-Zevâid, c.VIII, s.69; Şeybânî, el-Âhâd ve’l-Mesânî, c.II, s.351, no:1167; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.XII, s.226, no:6838; Câriye ibn-i Kudâme RA’dan. İbn-i Hibbân, Sahîh, c.I, s.531, no:296; Ebû Ya’lâ, Müsned, c.X, s.51, no:5685; Abdullah ibn-i Ömer RA’dan. Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned, c.II, s.175, no:6635; Heysemî, Mecmaü’z- Zevâid, c.VIII, s.69; Beyhakî, Şuabü’l-İman, c.VI, s.308, no:8281; Abdullah ibn-i Amr RA’dan. Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.VII, s.69, no:6399; Süfyan ibn-i Abdullah es- Sakafî RA’dan. Beyhakî, Sünenü’l-Kübrâ, c.X, s.105, no:20067; Ebû Saîd el-Hudrî RA’dan.
لََ تَغْضَبْ (حم. خ. ت. عن أبي هريرة؛ حم. والبغوي، والباوردي،
وابن قانع ، ع. ، طب. ، ك. ض. عن جارية ابن قدامة السلمي؛
ابن أبي الدنيا في ذم الغيبة عن ابن عمر؛ حم . وابن أبي الدنيا، حب. عن ابن عمرو؛ طب. عن سفيان بن عبد الِلّ الثقفي)
(Lâ tağdab!) “Kızma! Gazaplanma, sinirlenme!” “—Bir daha nasihat et yâ Rasûlallah!” “—(Lâ tağdab) Kızma!” “—E, bir daha nasihat et yâ Rasûlallah!” “—(Lâ tağdab) Kızma!” Demek ki, onun kendine hakim olamama, fevrî insan olma durumu vardı. Peygamber Efendimiz’in başka hadislerinde başkalarına yaptığı nasihatler yok mu? Var... Ama ona sadece bir tek şeyi söyledi: “Kızma, sinirlenme, kendine hakim ol!” dedi.
Kardeşlerimizden öyle kimseler duyuyorum ki, karısına kızıyor, karısının kafasını duvara vura vura kan içinde bırakıyor. Çocuğunun canını çıkartıyor, pestilini çıkartıyor. Ticareti yalanla dolanla gidiyor, ahdine vefası yok... Böyle müslümanlık olmaz, bunları düzeltmemiz lâzım! Müslüman kusursuz olmaz, kusuru vardır ama, kusurlarını düzeltecek bir yapıya sahip olması lâzım!
f. İslâm Bir Bütündür
Muhterem kardeşlerim, müslüman olmanın pazarlığı yoktur, alternatifi de yoktur. Şunu demek istiyorum:
“—Müslümanlıktan ben şu kadarını yaparım, ondan sonrasını benden bekleme! Namaz kılarım, hacca giderim, zekât veririm;
Taberânî, Mucemü’l-Evsat, c.III, s.25, no:2353; Taberânî, Müsnedü’ş- Şâmiyyîn, c.I, s.36, no:21; Ebü’d-Derdâ RA’dan. Kenzü’l-Ummâl, c.III, s.521, no:7708; Câmiü’l-Ehàdîs, C.XVI, s.230, no:16666.
ondan sonrasını benden isteme!”
Öyle şey yok... İslâm bir bütündür, pazarlık kabul etmez; her şeyi ile İslâm’ı uygulayacaksınız. Öyle insanlar vardır ki, küçük bir şeyden cehenneme gireceklerini Peygamber Efendimiz hadis-i şeriflerinde beyan buyurmuşlardır. Misâl:
Bir kadın bir kediye kızmış. Tencereden yemek mi çaldı, tası mı devirdi, sütü mü içti; ne yaptıysa, bir kediye kızmış. Kediyi kapatmış, salıvermemiş, yemek de vermemiş; kedi orada bağıra bağıra ölmüş. Kedi nihayet... Bazen de arabamızın altında kalıyor, ölüyor. Evimizde de bakmıyoruz kediye, ölünce de cenaze merasimi yapmıyoruz. Nihayet bir kedi...
Fakat, o kadının cehenneme gittiğini Peygamber SAS Efendimiz beyan ediyor. Neden? Kediyi hapsetti, yemek vermedi, ölümüne sebep oldu diye... Tahmin eder miydiniz böyle bir sebepten insanın cehenneme gideceğini? Belki o namaz kılıyordu, oruç tutuyordu, belki hacca gitmişti, her türlü vazifeyi yapmıştı; yâni kendi devrinde, Allah’ın o devrin insanlarına mecbûrî kıldığı şeriatın ahkâmına uymuştu ama, kediye merhamet etmediği için cehenneme gideceği bildiriliyor.
Peygamber SAS Efendimiz bir harpte insanlara dedi ki: “—Ganimet olarak bulduğunuz ne varsa getirin, ortaya yığın!” Biliyorsunuz mücahidler ganimetlerden hisse alırlar. Rasûlüllah Efendimiz ganimeti dağıtacağı için, kimin eline ne geçmişse ortaya yığması lâzım! Yüzük, bilezik, takı, eşya, para, pul; girdiği evden, öldürdüğü düşmandan aldığı neyse her şeyi yığması lâzım!
Diyor ki Peygamber Efendimiz:
“—Bir ayakkabı bağcığı ganimet malını teslim etmeden kendisi kullanırsa, ayağına cehennemden bir bağ bağlamış olur.” Bir ayakkabı bağcığı muhterem kardeşlerim!
İslâm ciddîdir, İslâm oyuncak değildir. İslâm pazarlık mevzuu da değildir ve İslâm olmanın şakası yoktur. Ben şakacıktan iyi müslüman oldum diyemezsiniz, bu iş ciddîdir; tam müslüman
olmak zorundasınız. Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin bize eyvallahı yoktur, bir ihtiyacı, mecburiyeti yoktur; bizim Allah-u Teàlâ
Hazretleri’ne sonsuz ihtiyacımız var... Rahmetine muhtacız, nimetine muhtacız, rızasını kazanmağa mecburuz.
Onun için aziz ve muhterem kardeşlerim, bizim ana cümlemiz, kafamıza gönlümüze yerleştirdiğimiz, yazdığımız ana cümle:
إَلٰهَي أَنْتَ مَقْصُودَي، وَرَضَاكَ مَطْلُوبَي!
(İlâhî ente maksùdî ve rıdàke matlûbî) “Yâ Rabbi, benim maksudum sensin, ben senin rızanı kazanmak istiyorum!” cümlesidir. Bu zihniyete sahip olursak, kurtuluruz. Bu zihniyete sahip olmayarak çalışan başka gruplar, Allah’ın rızasını kazanamaz. Dünyalık elde etmek için çalışan gruplar, Allah’ın rızasını kazanamaz. Cüzdanına dolar girsin diye çalışan müslüman, İslâmî hizmet yapıyor gibi görünse bile, niyeti iyi olmadıktan sonra bir sevap kazanamaz.
Onun için İslâm’ı güzelce öğrenelim ve kafamıza iyice yerleştirelim! Tam, hakîkî, kâmil, sàlih iyi bir müslüman olmak zorundayız. Bu işin yarımlığı olmaz. Parayı tam veremediğiniz zaman, uçağa binip de Singapur’a gidemezsiniz. Bilet parasını ödemeden Singapur’a gidemezsiniz; oradan ibret alın! parayı tıkır tıkır ödüyorsunuz da, ondan sonra öbür tarafa geçiyorsunuz. İslâmî vazifelerinizi tam yapacaksınız ki, pozitif ve negatif olarak; yâni yapın dediklerini yapmak bir aktivitedir, yapmayın dediklerini yapmamak da bir aktivitedir.
Camilerdeki konuşmalarımda müteaddit defalar kardeşlerime işaret ettim Bizim temsil ettiğimiz yolda, biz sadece amellerin dış şekline bakmıyoruz. Çünkü, Peygamber SAS Efendimiz buyuruyor ki: “—Allah-u Teàlâ Hazretleri sizin sûretinize bakmaz, kalıplarınıza bakmaz, mevkiinize, makamınıza, soyunuza sopunuza bakmaz; gönlünüze bakar, gönlünüzün temizliğine bakar!” diyor.
Binaen aleyh, bizim yolumuz Allah’ın nazargâhı olan gönlün, Allah’ın beğeneceği bir durumda olmasını sağlamağa çalışma yoludur. Biz ona önem veriyoruz, onu esas alıyoruz.
Onun için, her işimizi Allah’ın rızasına uygun iyi bir niyetle, hâlisâne, muhlisâne, fedâkârca yapmağa gayret etmeliyiz. İslâm’ı iyi öğreneceğiz, iyi uygulayacağız, ahlâkımızı güzelleştireceğiz. Allah’ın sevdiği bir kul olmayı hayatımızın belli periyodlarında değil... Her senenin son iki haftasında ve yeni yılın ilk haftasında; tamam... Öyle şey yok! Ramazan’da... Öyle şey yok! Hacda... Öyle şey yok! Camide... Öyle şey yok! Caminin içinde ve dışında, ramazandan önce ve sonra, evde ve dışarda, her yerde ve her zaman gerçek müslüman olmamız gerekiyor. Bunu sağlamağa çalışacağız. Bu bütünlüğü kurmağa çalışıyoruz, bu birliği sağlamağa çalışıyoruz.
İslâm birlik dinidir, her şeyde birliği sağlamağa çalışıyoruz. Eğitimde birliği, ailede birliği sağlamağa çalıştığımız için sizleri böyle çoluk çocuk, bay bayan buraya topluyoruz. Bu toplantıya katılanların sayısına —iki yüz, üç yüz kişi— bakmayın, mânâsı çok büyüktür, kalitesi çok yüksektir. Bu farkı muhtelif şeyleri mukayese edenler bilir. Anlayan bir şahıs eline bir kumaşı aldığı zaman, şöyle bir ellediği zaman atıyor kenara, bu yaramaz diyor. Bir kuyumcu mücevherin kıymetini, gözüne aleti takıp inceleyince anlıyor, şu kadar para veririm diyor. Altın mı, değil mi diye gidiyorsunuz, soruyorsunuz; o ölçüyor, biçiyor, mihenk taşına vuruyor. Ondan sonra tamam, şu kadar veririm diyor.
Farkı, muhtelif yolları bilen insanlar daha iyi anlayabilir. Osmanlı şairlerinden birisinin bir sözü var, diyor ki:
Ol mâhîler ki deryâ içredir, deryâyı bilmezler!
Denizin içindedir balık ama, denizden haberi yok... Siz de nimetlerin içinde yüzüyor olabilirsiniz, İslâm nimetine sahipsiniz ama, İslâm nimetinin büyüklüğünü bilmiyorsunuz. Bir tasavvufî grubun içindesiniz ama, bu grubun güzelliğini belki bilmiyorsunuz, farkında değilsiniz. Başkalarını incelediğiniz
zaman anlaşılır. Dıştaki insanlarla, bu sıfatlara sahip olmayan, bu durumda olmayan başka insanlarla mukayese ettiğiniz zaman anlaşılır. O zaman göreceksiniz çalışmalarımızın ne kadar güzel olduğunu...
Bugün Kur’an-ı Kerim’le açılmış olan şu eğitim kampımızın cümlemizin sıhhat ve afiyeti için; gönlümüzün temizlenmesi, kalbimizin nurlanması, aklımızın pırıl pırıl gerçekleri kavraması için; daha iyi müslüman olmamızı sağlaması için, dünya ve ahiret saadetimize medâr olması için, sebep olması için, güzel geçmesini Cenâb-ı Mevlâ’dan temenni ve niyaz ediyorum.
Hepinize bildiğimiz, bilmediğimiz —çünkü biz cahiliz, bilmeyiz; Allah her şeyi biliyor— her türlü nimetlerini Mevlâm versin diye dua ediyorum. Dünyanın ve ahiretin her türlü tehlikelerinden Allah-u Teàlâ Hazretleri cümlenizi, cümlemizi korusun... Sevdiği, razı olduğu güzel cennet yolunda bizi sabit- kadem etsin... Başka yerlere ayağımızı kaydırtmasın, şaşırtmasın, yanıltmasın... O sırat-ı müstakîmde yürüyüp, o güzel nimetlerinin toplanmış olduğu cennetine nâil olmayı, cemâliyle müşerref olmayı nasib eylesin... Dualarımızı lütfuyla, keremiyle kabul eylesin...
Sübhàneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ, inneke ente’l-alîmü’l- habîr... Sübhàne rabbinâ rabbi’l-izzeti ammâ yasifûn, ve selâmün ale’l-mürselîn, ve’l-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn.
25. 12. 1995 - Warrnambool
Victoria / AVUSTRALYA