09. NELERİ ÖĞRENECEĞİZ?
Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.
Bi’smil’lâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn... Hamden kesîren tayyiben mübâreken fîh... Alâ külli hâlin ve fî külli hîn... Ve’s-salâtü ve’s- selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn… Tâci ruûsînâ muhammedeni’l-mustafâ… Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’l-cezâ...
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Allah’a hamd ü senâlar olsun… Allah bizi güzel kulluğundan ayırmasın... Peygamber SAS Efendimiz’e en güzel tarzda ittibâ edenlerden eylesin... Böylece Peygamber Efendimiz’in şefaatine nâil olmayı nasib eylesin... Cennetiyle cemâliyle müşerref eylesin...
En mühim işimiz ilim sahibi olmaktır, câhil olmaktan kendimizi sıyırıp kurtarmaktır. Allah-u Teàlâ Hazretleri ilme çok kıymet vermemizi, ilme sarılmamızı emir buyuruyor. Peygamber SAS Efendimiz cahiliye çağında, cahiliyetiyle meşhur bir topluma gelmiş ve onu dünyanın en alim toplumu haline getirecek büyük değişiklikleri, gelişmeleri ve onların temel esaslarını sağlamıştır. İlme, alime ve talebeye ne kadar büyük sevaplar verildiğini, hadis-i şerifleriyle bizlere beyan eylemiştir.
İşin aslı, esası, başı, temeli, kökü, kaynağı ilim olduğundan, İmâm-ı Gazâlî de, İhyâu Ulûmi’d-Dîn (Din İlimlerini Yeniden Diriltme) adını verdiği meşhur eserinde, din ilimlerini yeni bir havayla diriltiyor. Kendi zamanı beşinci hicrî asırdır. Dört hicrî asır geçmiş. İlk asırlarda ilim gelişmiş, ondan sonra bir dağılma, yayılma, fütûhat olduğu için kargaşa meydana gelmiş, çeşitli fikirler ortaya çıkmış. İslâm düşmanları tarafından İslâm’a hücumlar olmuş. Râfızîler, bâtınîler, haşhaş kullandıkları için kendilerine Haşhâşîn denilen insanlar türemiş.
Meselâ, İran’da haşhaş kullanarak, afyon kullanarak
taraftarlarını kendilerine bağlamış Mazdekîler, Babaküremîler gibi acaip taifeler türemiş ve devleti sarsacak sûikastlar yapmışlar. Çünkü, afyonu yediriyorlar adama, ondan sonra sûikastı yaptırıyorlar. Vezirler filân hedef olmuş bu sûikastlara, büyük karışıklıklar olmuş.
Büyük alimler tekrar gelip işi rayına oturtmak için çalışmalar
yapmışlar. O sırada İmam-ı Gazâlî gibi şarkın büyük dehâlarından, dâhî alimlerinden bir zat çıkmış, bir eser yazmış ki, adı İhyâu Ulûmi’d-Dîn... Büyük bir eser, büyük bir koleksiyon ve bu koleksiyonun içinde kırk tane kitap var... Diyelim ki, kırk kitaplık bir seri yazmış, bunları toplamış, bir araya getirmiş. Birinci kitap, ikinci kitap... kırkıncı kitap...
İlki Kitâbü’l-İlm, yâni ilk kitap ilimle ilgili... Çünkü işin başı odur. Ben de bizim İlâhiyat Fakültesi’nde talebelere ders anlatırken... Tabii, talebeler din talebesi, dînî konuları öğrenen talebeler amma, hocalar ehil hocalar değil... Hattâ mü’min hocalar değil bir kısmı... Öyle hocalar vardı ki, mü’min değil münkir, mason, din düşmanı... Cuma günü inadına cuma saatine ders koyup, cumaya gidip derse gelemeyen çocukları cezalandıran tipler vardı. Öldüler, şimdi görsünler bakalım!
Şairin dediği gibi:
Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzur;
Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubûr!
Budizm’i beğenenler, fakülteye sarhoş gelenler, sallana sallana gelenler... Bütün profesörlüğü şu kadarcık, incecik bir kitap yazmış, başka bir şeyi yok... Metres hayatı yaşayıp tasavvuf dersi verenler, yaptığı zinaları, kötülükleri ballandıra, ballandıra sağa sola anlatanlar... E böyle hocalardan ne hayır gelecek?
“—Nasıl olacak? Bu talebenin kaliteli olması için ne yapmak lâzım?” diye düşünürdük.
Benim fakülte çalışmalarımda da üzerinde durduğum şey bu idi. Yâni, çocuklar bu ilimlerin kıymetini, sevabını bilsinler de,
aşk ile, şevk ile çalışsınlar isterdik. Çünkü, çocuk kendisi iyi niyetli olur da hâlisâne bu yola girerse, Allah yardım eder ve zararlı insanların muzırlıklarından da yakayı, paçayı kurtarır.
Biz de Edebiyat Fakültesi’nde öyle hocalardan okuduk ki, namazı inkâr ediyor. Namazın rükünlerini, rükûsunu, secdesini ve sâiresini inkâr ediyor. Halbuki farzdır; biliyorsunuz rükû, sücud, kıyam, kuud namazın farzlarıdır. Kâfir oluyor sözleriyle...
Adam mason, gelmiş doçentlik jürisinde:
“—Hadi bakalım şöyle bir Hazret’siz, RA’sız, SAS’siz bir konuşma yap!” diyor. Doçent olacak şahıs RA kullanmayacak, SAS kullanmayacak, Hazret kelimesini kullanmayacak; askerlik arkadaşından bahseder gibi Muhammed diyecek. Hâşâ, sümme hâşâ... “Muhammed geldi, Muhammed gitti, şöyle yaptı, böyle yaptı...” Hâşâ, sümme hâşâ... Bunu tavsiye ediyor. “Hadi bakalım savunma yap, sözlü imtihanı böyle yap!” diyor.
Tabii, onlar şaşırmış, sapıtmış amma; talebelerin doğru yolda olması için ilmin sevabını, kadrini, kıymetini, mahiyetini bilmesi lâzım! Ve ilmi nasıl öğrenmek gerektiğini bilmesi lâzım! Ben de temel çözümün bu olduğunu düşünürdüm.
Burada da dün, ayet-i kerimelerle, hadis-i şeriflerle ilmin ne kadar sevaplı olduğunu, ne kadar kıymetli olduğunu mukayeseli olarak anlatmış olduk. İlim pâyesinin başka insanlara göre ne kadar yüksek olduğunu, derecelerin arasında ne kadar büyük mesafeler olduğunu ve insanların en yüksek derecelisinin alimler olduğunu anlattık. Siz de, benim gözlerinizden okuduğum kadarıyla, yüz hatlarınızdan, simanızın şeklinden anladığım kadarıyla bu işe heves ettiniz.
“—Tamam, bu çok sevaplıymış; binâen aleyh, biz de bundan payımızı almağa çalışalım, biz de böyle olmağa çalışalım!” dediniz, bu niyeti tuttunuz.
Tamam, güzel; fakat bu sevapları nasıl alacaksınız, ne yapmanız lâzım? Pratik hayatta sizin nasıl bir değişiklik
geçirmeniz lâzım, neler yapmanız lâzım, nasıl prensipler edinmeniz lâzım? Bunları düşünerek, bugünkü konuşmamı hazırladım.
a. Önce Kur’an’ı Öğrenin!
Muhterem kardeşlerim! Her şeyden önce Allah’ın kelâmı Kur’an-ı Kerim ile bağlarınızı kuvvetlendireceksiniz; hepimiz kuvvetlendireceğiz. Kur’an-ı Kerim, Allah’ın kelâmı, şu kâinatı yaratan Rabbü’l-àlemîn’in kelâmı... Kime bu kelâm? Allah’ın bizlere hitabı... Nasıl hitab ediyor?
يَا أَيُهَا الهذَين اۤمَنُوا
(Yâ eyyühe’llezîne âmenû) “Ey iman edenler!” diye ayetler var, emirler var, yasaklar var... Peygamber SAS Efendimiz’e yirmi üç yılda vahyedilerek inmiş. Peygamber SAS Efendimiz vahiy kâtiplerine yazdırmış. Bir harfi değişmemiş, bir kelimesi çıkmamış, girmemiş. Çünkü, Allah-u Teàlâ Hazretleri, “Onun korunması bize ait!” diye bildiriyor.
Peygamber Efendimiz, kendisine vahiy gelirken heyecanlanırmış, telaşlanırmış. “—Aman hatırımda iyi tutayım!” diye.
Çünkü, Allah’ın kelâmı vahiy olarak geliyor kendisine… Ayet iniyor; yâni ayet inip dururken Efendimiz’e, hemen nasihat ediliyor:
لََ تُحَرِّكْ بَهَ لَسَانَكَ لَتَعْجَلَ بَهَ . إَنه عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْآنَهُ (القيامة:٦١-١٧)
(Lâ tüharrik bihî lisâneke li-ta’cele bihî) “Aceleyle iyi öğreneyim diye, vahiy gelirken dilini hareket ettirme!” Tekrar edeyim filân diye herhalde böyle bir heyecanlanıyor. (İnne aleynâ
cem’ahû ve kur’âneh) “O Kur’an-ı Kerim’in derlenip toparlanmasını, okutulmasını, senin hafızanda nakşedilmesini biz yapacağız. Sen telaşlanma, sen serbest ol!” (Kıyamet, 75/16/17) buyruluyor.
فَإَذَا قَرَأْنَاهُ فَاتهبَعْ قُرْآنَهُ (القيامة:١٨)
(Feizâ kara’nâhü fettebi’ kur’âneh) “Biz sana vahiy indirdiğimiz zaman, sen ona ittibâ et; sakin ol, telaşlanma!” (Kıyamet, 75/18) diye garanti veriyor.
Başka bir ayet-i kerimede:
إَنها نَحْنُ نَزهلْنَا الذِّكْرَ وَإَنها لَهُ لَحَافَظُونَ (الحجر:٩)
(İnnâ nahnü nezzelne’z-zikra) “Tepeden tırnağa, bütün yönleriyle bir zikir olan bu Kur’an-ı Kerim’i biz indirdik, biz Azîmüşşan sana nazil eyledik ey Rasûlüm! (Ve innâ lehû lehàfizûn) Onu da biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9)
يُرَيدُونَ لَيُطْفَئُوا نُورَ الِلَّ بَأَفْوَاهَهَمْ وَالِلُّ مُتَمُ نُورَهَ وَلَوْ كَرَهَ الْكَافَرُونَ
(الصف:٨)
(Yürîdûne li-yutfiù nûra’llàhi bi-efvâhihim) “Ah, o kâfirler Allah’ın nurunu ağızlarıyla ‘Puf’ diye üfleyip söndürmeğe çalışıyorlar.” Yâni mum nasıl söner, kandil nasıl söner? “Puf” yaparsın, söner. Ağızlarıyla Allah’ın nuru olan kelâmını, dinini söndürmeğe çalışıyorlar. (Va’llàhu mütimmü nûrihî velev kerihe’l- kâfirûn) “O kâfir hınzırlar istemese de, hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlayacaktır; kimse engelleyemez!” (Saf, 61/8) diye garanti var. Ayet-i kerimelerden bunu çok net olarak biliyoruz.
O tebligàtın, o vahiylerin hiç bir şey te’sir edemeden Peygamber SAS Efendimiz’e geldiğini biliyoruz.
وَلَوْ تَقَوهلَ عَلَيْنَا بَعْضَ اْلأَقَاوَيلَ . َلأَخَذْنَا مَنْهُ بَالْيَمَينَ (الحاقهة:٤٤)
(Velev tekavvele aleynâ ba’da’l-ekàvîl) Bir de böyle azametli ayetler var: “Eğer Muhammed-i Mustafâ...” Mustafâ demek; süzülmüş, seçilmiş demek, sâfîleştirilmiş demek; süzme bal gibi... Allah seçmiş. Muhammed-i Mustafâ insanların arasından süzülmüş, özü, hülâsası, en safı... “Bazı sözleri biz söylemeden söylemiş gibi bize isnad etseydi, ‘Allah şöyle buyuruyor’ filân diye kendiliğinden bazı söyleri yalan yere bize isnad etmeğe kalksaydı —demez ya; (leehaznâ minhü bi’l-yemîn) onu şöyle bir yakalardık, (sümme lekata’nâ minhü’l-vetîn) şahdamarını koparırdık alimallah, şah damarını!” (Hakka, 69/44-45) Allah’ın garantisi bu... Ayet-i kerimeden biliyoruz ve muazzam ürperiyoruz. Şahdamarı nedir? İnsanın kalbinden bütün vücuda
dağılan damardır, Aort damarıdır. Onu koparırdık, parça parça ederdik diyor. Yâni, Allah-u Teàlâ Hazretleri’nin istemediği bir şeyi yapmak bahis konusu değil...
Muhammed-i Mustafâ’sı, Habîbu’llah, Allah’ın sevgili kulu, seçkin kulu, en üstün kul… Eşrefü’l-mahlûkàt, mahlûkàtın en şereflisi ve Seyyidü’l-mürselîn, peygamberlerin başı, önderi; İmâmü’l-müttakîn, müttakîlerin önderi; bir şey yapmaz ama Allah garanti veriyor. Yapmış olsa, hani böyle bir şüphe, böyle bir tereddüt olsa; hani Allah’tan gelmediği halde, Allah’tan gelmiş diye bir söz söylemeğe kalkışsa bir kimse; onun şahdamarını koparırdık. Çatır çutur şahdamarı koptu mu, insan gitti. Dehşetli bir şey, tehdit var... Yâni öyle bir şey olmamış, her şeyi aynen muhafaza edilmiş.
Şimdi bu Allah’ın kelâmı, bunun içinde eski ümmetlerin bizim için ibret olan haberleri var: “Ad kavmi niye helâk oldu, Semud kavmi niye helâk oldu? Firavun’un mâcerâsı nedir? Nemrut ne yaptı?” vs. Eskilerin haberi var, istikbalin haberi var: “Ahirette şu olacak, kıyamet olacak, cennet var, hesap var... Cezâ var, azab var, ikàb var, mükâfat var...” İbretli hadiseler anlatılmış; Allah’ın emirleri var, yasakları var...
Bu Kur’an-ı Kerim insanoğlu için, bizler için en mukaddes, en muazzam, en kıymetli ikram... Allah-u Teàlâ Hazretleri bize Kur’an-ı Kerim’i göndermiş ve Kur’an-ı Kerim’in de bir harfi bile değişmeden, onun garantisi altında, elimizde... Fâtiha’dan başlıyor, Nas Sûresi’ne kadar yüz on dört sûre, altı bin iki yüz küsür ayet-i kerime...
Ayetlerin sayısı hakkında ulemanın ihtilâfı vardır. Sûrelerin başında bulunan besmeleler ayet sayılmıştır bazı alimlerce... Sayıldığı zaman yüz on iki daha fark eder. Bir de iki cümle olan bir kısmı bazı alimler bir ayet saymıştır, bazıları iki ayet saymıştır. Böyle ufak tefek ihtilâflar var...
Bizim Allah’ın kelâmı olan Kur’an-ı Kerim’le bağlarımızı kuvvetlendirmemiz lâzım! (Ve hüve hablü’l-metîn) Çünkü o,
insanları dalâletten, çukurdan, cehennemden kurtarmak için Allah’ın gönderdiği kurtarıcı bir iptir. Yâni, aşağıya sarkıtılmış, tutunsun, çıksın, oradan kurtulsun diye... Düşmüş yanacak, düşmüş boğulacak, düşmüş parçalanacak aşağıda... Ona ip sarkıtıyoruz, çıkartıyoruz. (Ve hüve hablü’l-metîn) Kurtarıcı ipi Allah’ın...
وَاعْتَصَمُوا بَحَبْلَ الِلَّ جَمَيعًا وَلََ تَفَرهقُوا (اۤل عمران:٣٠١)
(Va’tesimû bi-habli’llâhi cemîan ve lâ teferrakù) “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın hà, ayrılmayın!” (Âl-i İmran, 3/103) Nedir bu Allah’ın ipi? Kur’an-ı Kerim, Allah’ın dini... Yâni, Allah’ın bizi kurtarmak için indirmiş olduğu ipe sımsıkı sarılacağız; o halat bizi çekecek aşağıdan, o ateşten, cehennemden, azaptan, ikàbdan, felâketten, mahvolmaktan kurtulacağız.
Onun için Kur’an-ı Kerim’le bağlarımızı kuvvetlendirmemiz lâzım! Bunu niye söylüyorum müslüman insanlara? Ecdadımız Osmanlılar müslümanlıklarıyla tanınmışlar ama, biz şimdi Yirminci Yüzyıl’da Kur’an-ı Kerim’le bağları zayıflamış nesilleriz. Neden? Çoğu kimse Kur’an-ı Kerim’i okumasını bile bilmiyor, elifi görse mertek sanıyor. Ne demek mertek? Sopa demek... Elif uzun
olduğu için sopa zannediyor. Okumasını bilecek, okumasını bilmiyor; mânâsını bilecek, mânâdan haberi yok... Bu Kur’an-ı Kerim Allah’tan gelmiş, içinde emirler var, emirlerden haberi yok; yasaklar var, yasaklardan haberi yok...
Televizyonda seyrettim, buraya gelmeden iki hafta önce... Üç grup sandalye var salonda, oturmuşlar. İşte hatırlı yazarlar, meşhur profesörler, bir takım insanlar; herhalde yüz-yüz elli kişi var... Benim seyrettiğim esnada, şöyle bir sineğin kanadı kadar doğru düzgün laf söyleyen çıkmadı; hepsi kâfirce, hepsi münkirce, hepsi cahilce, hepsi küstahça konuştular İslâm hakkında... İslâm’ı benimseyememişler, sevememişler; Kur’an’a bağlanamamışlar, Allah’ın kelamı olarak baş tacı edememişler.
Birisi kalktı, sakalsız bıyıksız bir herif-i nâ-şerif, siması gözümün önünde hainin; diyor ki:
“—Benim en çok kızdığım şeylerden birisi, bir insanın kalkıp da, ‘Allah-u Teàlâ Hazretleri Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur.’ demesidir.” diyor.
Ya ne diyecek? Bir müslüman da kalkıp da oradan; “—Yâhu, ben müslüman olduğum için elbette böyle diyeceğim; senin buna kızmağa ne hakkın var? Hem bu toplantı demokrasi toplantısı, hem de sen demokrasiye aykırı laf söylüyorsun; din ve vicdan hürriyeti demokrasinin bir parçası değil mi? Ben buna inanmışım, sevmişim, bağlanmışım, Allah’ın kelamıdır diye... Allah’ın rızasını kazanmak için emirlerini tutmağa çalışıyorum.” diyemedi.
Dini demokrasiye aykırı buluyor beyefendi, hür olacakmış... Eşşek kafalı, uzun kulaklı! Kusura bakmayın, daha beterini hak ediyor. Senin trafik kanunlarında demokrasi var mı? Bizim arkadaşlara dün ceza yazmışlar burada, boş bir yere park etti diye... Hani nerede kaldı demokrasi, Avustralya’da demokrasi yok mu şimdi? Ne yapsın, nizamı korumak için, park edilmeyecek yere park edene cezayı yazıyor. Yanlış yoldan gidene cezayı yazıyor. Alkollü içki kullanmak serbest bu adamlarda, alkol yasak değil ama; alkollü içki kullanana, “Hofla bakalım şuraya!” diyor. Yolu kesiyor, çekiyor kenara, alkol muayenesi yapıyor. Ehliyetini alıyor, cezasını veriyor. E şimdi bunlar demokrasiye aykırı mı? Yâni bu kurallara uymayacak mıyız?
Efendim, ahlâk imperatif olmamalıymış... Filozofların bazılarının ukalâlıkları... Ahlâk ilmi baştan aşağıya emirler ve yasaklarla doludur. Ama sen, “İnsanın içinden kendi kendine gelmeli!” demek istiyorsan; bu olabilir. Ama içi de insana imperatif davranıyor, “Şunu yap, bunu yapma!” diyor. Yine serbest bırakmıyor ki, orda da emredicilik var...
Hâsılı bir çuval kurtlu incir gibi, fikirleri hiç bir işe yaramıyor. Götür çöplüğe at, üstüne de kireçli toprak dök ki, mikrobu etrafa yayılmasın! Kıymeti yok...
Onun için, aziz ve muhterem kardeşlerim, küfür yayılmıştır. Memleketimizde, hani yüzde doksan dokuzu müslüman olan Türkiye’mizde ve dünyanın birçok yerlerinde küfür yayılmıştır. İnsanlar ukalâlaşmıştır, Allah’a karşı diklenmeğe kalkıyorlar. Firavunlaşmıştır insanlar, Nemrutlaşmıştır.
Onun için biz ne yapacağız? Biz biliyoruz ki Allah-u Teàlâ
Hazretleri Muhammed-i Mustafâ’yı peygamber olarak gönderdi.
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إَلَه رَحْمَةً لَلْعَالَمَينَ (الأنبياء:٠١٧)
(Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li’l-àlemîn.) [Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.] (Enbiya 21/107) buyruluyor.
Alemlere rahmet olarak gönderdi. Kur’an-ı Kerim Allah kelâmıdır, beşer sözü değildir. Yerde bir ayet görsek, öpüp başımıza koyarız. Yıkarız, kaldırırız, hürmet ederiz. Yâni biz mü’miniz, biz işin iç yüzünü biliyoruz.
Peygamber Efendimiz’e vahyin geldiğini biliyoruz. Kur’an-ı Kerim’in içinde Peygamber Efendimiz’e azar da var, nasihat de var...
Peygamber Efendimiz’e bir grup insan gelmiş, konuşuyor Peygamber Efendimiz... Abdullah ibn-i Ümm-i Mektûm RA isimli a’mâ bir şahıs da gelmiş:
“—Yâ Rasûlalah! Bana şunu anlat, bunu anlat...” diyor.
Efendimiz sırtını dönmüş, onlarla konuşuyor. O zat yine geliyor. Gözleri görmüyor, imana bağlı, imanı kuvvetli, sevgisi saygısı var... Yine sormuş:
“—Yâ Rasûlallah, şu nasıl?”
Dönmüş Rasûlüllah, yüzünü buruşturmuş. Bunun üzerine Abese Sûresi nazil oluyor:
عَبَسَ وَتَوَلهى. أَنْ جَاءَهُ الأَْعْمَى (عبس:١-٢)
(Abese ve tevellâ) Ne demek? “Yüzünü buruşturdu ve sırtını döndü.” Kim? Rasûlüllah, Habîbullah, Muhammed-i Mustafâ sırtını döndü. Kime? Soru soran Abdullah ibn-i Ümm-i Mektûm adlı a’mâya... (En câehü’l-a’mâ.) “Tam böyle, ben ötekilerle konuşuyorum, bu a’mâ geldi de soru sormağa kalktı diye yüzünü buruşturdu.” (Abese, 80/1-2) Peygamber Efendimiz çok kibar insan, çok centilmen bugünkü kelimelerle... Herkesin kalbini kırmamağa çalışıyor ama, bir de bu işin düzeni var diye düşünüyor. Karşısında hatırlı, itibarlı kimseler var, onlara İslâm’ı anlatıyor; bu da geliyor, saplama soru soruyor. Efendimiz üzüldü, canı sıkıldı. “Dur, şunun cevabını vereyim de, öyle...” filân gibilerden...
وَمَا يُدْرَيكَ لَعَلههُ يَزهكهى . أَوْ يَذهكهرُ فَتَنْفَعَهُ الذِّكْرَى (عبس:٣-٤)
(Ve mâ yüdrîke leallehû yezzekkâ.) “Nereden biliyorsun; asıl kendinin içini paklayacak olan, iyi müslüman olacak olan işte bu! (Ev yezzekkeru fetenfeahü’z-zikrâ.) Senin sözlerinden istifade edip uyanacak olan, senin uyarılarının kendisine fayda vereceği insan bu...” (Abese, 80/3-4)
أَمها مَنْ اسْتَغْنَى . فَأَنْتَ لَهُ تَصَدهى . وَمَا عَلَيْكَ أَلَه يَزهكهى
(عبس:٥-٧)
(Emmâ meni’stağnâ. Feente lehû teseddâ. Ve mâ aleyke ellâ yezzekkâ) [Kendini sana muhtaç görmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun. Halbuki onun temizlenip arınmasından sen sorumlu değilsin.] (Abese, 80/5-7)
وَأَمها مَنْ جَاءَكَ يَسْعَى . وَهُوَ يَخْشَى . فَأَنْتَ عَنْهُ تَلَههى (عبس:٨-٠١)
(Ve emmâ men câeke yes’â. Ve hüve yahşâ. Feente anhü telehhâ.) [Fakat Allah’tan korkarak, koşarak sana gelenle ilgilenmiyorsun, ondan yüz çeviriyorsun!] (Abese, 80/8-10) Yani, “Sen ötekilerle meşgul oluyorsun. Bu sana aşk ile, şevk ile koşarak gelmiş, Allah korkusu var içinde; sen de ondan yüz çeviriyorsun!” buyruluyor.
Peygamber Efendimiz, o Abdullah ibn-i Mektûm ne zaman yanına gelse, dermiş ki:
“—Gel, Rabbimin onun sebebiyle azarladığı kardeşim gel!” Neden? Allah-u Teàlâ Hazretleri Peygamber Efendimiz’e icabında, “Şöyle yapma, böyle yap! Şöyle deme, böyle de!” diyor. Vahiy çünkü...
Heyecanlandığı zaman; “Öyle dilini çok kıpırdatma; tamam, ben onu senin hafızana yerleştireceğim!” diyor. A’mâya karşı yüzünü buruşturunca; “Yüzünü buruşturma!” diyor. Lehte ve aleyhte bütün şeyler var ki, vahiy olarak Kur’an-ı Kerim’in Allah’ın kelâmı olduğunu net olarak gösteriyor.
İşte biz bunları biliyoruz, binâen aleyh Kur’an-ı Kerim’e sımsıkı sarılacağız. Öteki insanlar bunları bilmiyor, şap ile şekeri birbirine karıştırıyorlar. Şap acıdır, zehirlidir, mikropları öldürür. Koyunların ayağı hastalandığı zaman, mikroplar ölsün diye ayaklarına sürülür. Şeker tatlıdır; pasta, börek, çörek yapmağa, baklava yapmağa yarar. Şapla şekerin dış görünüşü birbirine benzer ama, mahiyetleri çok farklıdır.
Müslümanlık da dahil bütün dinleri bir kefeye koyuyor dinsizler... Hayır, sen bütün dinleri bir kefeye koy ama, İslâm başka! İslâm Allah’ın hak dini... Bütün insanları bir kefeye koyuyor, o arada Peygamber Efendimiz’i de koyuyor. Yâni, boş ver demeye getiriyor. Allah’ın mukaddes kitabı Kur’an-ı Kerim’i bütün dinî metinlerle bir araya koyuyor, onu da reddetmeğe kalkıyor. “Çöl kanunu...” diyor, “Yirminci Yüzyıl’da çöl kanununa mı tabi olacağız?” diyor.
O çöl kanunu dediğin kitaba ondört asır insanlar uydular ve
onunla yükseldiler; cihana hakim oldular, cihana medeniyet götürdüler. Avrupa geriydi; Avrupa’da rönesans ve reformu sağladılar. Dinlerini bile değiştirttiler Avrupalıların... Dinlerinde bile kafalarına biraz ışık geldi, az çok karanlıkları gitti. Kadın hakları yoktu. Kadınların mirastan hakları yoktu. Kadınlar şeytanın aletleri olarak görülüyordu ve horlanıyordu. Kadının hiç bir kıymeti yoktu. Avrupalılar 19. Yüzyıl’a kadar seçme hakkı bile vermemişler kadınlara...
İslâm bunları öğretti, temizliği öğretti, medeniyeti dünyanın her yerine yaydı. Şimdi niye böyle? Şimdi İslâm düşmanları birlik ve beraberlik içinde İslâm’la çarpışıyorlar da; müslümanlar derbederlik ve dağınıklık içinde kendilerini topluca savunmuyorlar, onun için böyle... İlme sarılmıyorlar, onun için böyle... Kur’an’ı sarılmıyorlar, onun için böyle...
Benim incelemelerime göre, Allah-u Teàlâ Hazretleri koca Osmanlı Devleti’ni, Kur’an’a sarıldığı zaman yükseltti: Kuruluş devri, ilerleme devri, yükseliş devri... Kanûnî’ye kadar...
Neden? Okuyun Osmanlı tarihini, okuyun Osmanlı kültürünü, inceleyin yazılan eserleri; padişahından askerine kadar, vezirinden çiftçisine, köylüsüne kadar herkes dindar! Nasıl dindar? Som altın gibi dindar! Öyle dindar insanlar ki, öyle dürüst, öyle temiz, öyle pak insanlar ki; harbe gittiği zaman geçtiği ülkelerden üzüm kopartınca, sahibi yok diye, üzümün salkımının olduğu yere parayı bağlayıp öyle gidiyor. Böyle dürüst insanlar... Bu dürüstlükle, bu ahlâkla yükselmişler. Ahlâk dejenere olunca çökmeğe başlamışlar.
Nereden belli ahlâkın dejenere olduğu? Divan şairlerinin gazellerinden belli... Nefret ediyorum Divan Edebiyatı’ndan... Neden?
Saki getir ol bâdeyi kim mâye-i candır; Arâm-dih-i akl-ı melâmet-zedegândır.
Yâni ne diyor: “Ey sâki, ey içki sunan kişi! Getir şu şarabı ki,
keyfimizin mayasıdır, aslıdır, esasıdır.” [Ayıplanmış kimselerin aklına rahatlık, huzur verendir.] diyor.
Gül devri ayş eyyâmıdır, zevk ü sefâ hengâmıdır,
Aşıkların bayramıdır, bu mevsîm-i ferhunde dem.
Gül mevsimi, yâni ilkbahar zevk ü sefâ zamanıdır. Vur patlasın, çal oynasın; eğlenmek, gezmek, tozmak zamanıdır.
Günah, fitne, içki içmek vs. zamanıdır; ne güzel zamandır bu...
E, böyle olunca, bu kafadaki insanlara Allah yardım eder mi? Etmedi. Bu derbederlik kimde, kimler bu kafada? Tepeden tırnağa... Şeyhülislâmından adaleti temsille görevli kadısına kadar; gazel, gazel, gazel... Başka bir şey yok; aşk, içki, şarap, meyhane... Şaraba medhiye; erguvan renkliymiş, gül renkliymiş, şöyleymiş, böyleymiş... Olur mu böyle şey?
Olmadı nitekim... İslâmî ahlâka sarıldığı zaman devlet yükseldi, başka milletler de müslüman oldu. İslâmî ahlâktan koptuğu zaman devlet çöktü, teşkilat çöktü, nizam çöktü, devlet geriledi. Ordu bozguna uğramağa başladı, düşmanın karşısında sebat göstermemeğe başladı. Osmanlı devleti yıkıldı. Yâni, İslâm varken ileri, İslâm yokken geri, baş aşağı... Her zaman böyle olmuştur.
Şimdi onun için, bizim Kur’an-ı Kerim’le bağlarımızı takviye etmemiz lâzım! Yâni siz iyi müslümanlarsınız ama, cami cemaatisiniz ama, Kur’an-ı Kerim ile bağlarınız ne alemde? Kendi kendinize sorun, ölçün, tartın terazinizde... Her gün bir miktar Kur’an-ı Kerim okumanız lâzım; okuyor musunuz? Herkes kendi kendine şu soruyu sorsun: “Ben günde kaç sayfa Kur’an-ı Kerim okuyorum?” Sorun, başınızı önünüze eğin, cevabınızı kendiniz verin!
Kur’an-ı Kerim’i iyi bilen öyle insanlar var ki, altı saatte Kur’an-ı Kerim’i baştan sona okuyor. Bizim Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddin Efendimiz’in halifesi, Ömer Ziyâeddin Dağıstânî Hazretleri, altı saatte Kur’an-ı Kerim’i bitirirmiş. Var böyle
insanlar... Üç günde Kur’an-ı Kerim’i okuyanlar var... Böyle adet edinmiş, günde üç cüz okuyor; üç günde bir hatim, üç günde bir hatim...
Bâyezid-i Bestâmî Efendimiz KS, otuz sene yaya hacca gitmiş ve her gün bir hatim indirmiş. Her gün otuz cüz okumuş... Evliya olmak nasıl oluyor, insan buradan anlayabilir.
Yedi günde hatim indirenler var... Bizim Kur’an-ı Kerim’lerimizde yok; Pakistanlı kardeşlerimizin bir baskısını aldım, yediye ayırmışlar Kur’an-ı Kerim’i... Her yedi bölüğünden birisi geldiği zaman, oraya işaret koymuşlar, (menzil-i seb’a) yedi menzil diyorlar. Neden böyle yediye ayırmışlar? Bir haftada hatim indirmek için... Haftada bir hatim indirecek, meselâ cuma günü hatim duasını yapacak.
Bizde yediyi filân pek öyle ayırt eden yok... Yedide biri neresidir, yedide ikisi neresidir; bunu Kur’an-ı Kerim’lerimizde yazmamışız. Pakistanlı kardeşlerimizin alimleri bizden daha iyi; onlar Kur’an-ı Kerim’in yedi bölüğünün yerini biliyorlar, biz işaretlememişiz. Bizde ne işareti var? Bizde cüz işareti var... Kur’an-ı Kerim otuz cüzdür, yâni otuz babdır (chapter), otuz bölüktür, otuz kısımdır. Her gün bir kısmını okursanız, ayda bir hatim eder. Günde bir cüz, ayda bir hatim... Bu karardır, normal olarak bunu yapabilmesi lâzım vasatî bir müslümanın...
İyi müslümanın on günde, yedi günde, üç günde anlayarak okuması mümkün oluyor. Daha hızlı okuyanlar var ama, Peygamber Efendimiz pek tavsiye etmemiş; hızlı okununca mânâ takib edilemez diye...
Şimdi, hadi diyelim günde bir cüz oku! Günde bir cüz Kur’an okuyan varsa, parmak kaldırsın! Yok, okuyamıyoruz. Ne olacak? O zaman belki günde bir sayfa okusak, birkaç sayfa okusak kâr olacak yâni... Böyle bir Kur’an-ı Kerim okuma çalışması yapması lâzım!
Sonra, her gün bir miktarını ezberlemek lâzım! Kur’an-ı Kerim’den ezber yapılacak. E, nasıl olacak? Sondaki en küçük
surelerden başla, o sûreleri ezberle, ezberle; Amme cüzünü bitir... Ezberle, ezberle; Tebâreke cüzünü bitir... Ezberle, ezberle; Kadsemia cüzünü (28. Cüz) bitir... Böylece bir miktar ezberlemesi lâzım! İnsan bir yemeğin hepsini birden ağzına alıp yutamaz. Var mı bir tavuğu bütünüyle yutan? Ne yapıyoruz? Bölüyoruz, kesiyoruz, parçalara ayırıyoruz, öyle yiyoruz. Tamam, Kur’an-ı Kerim’i tamâmen ezberleyemeyen bir insan ne yapar? Küçük parçalar halinde ezberler.
“—Efendim, ben hafız olamamışım...” O senin babanın kusuru, baban seni hafız yapmamış. Senin kendi kusurun da, senin Kur’an’ı okumaman, ezberlememen... Baban seni hafız yapmamış; evlâdını hafız yapan annelerin, babaların başına Allah özel taç giydirecek yarın rûz-ı mahşerde... E, sen hiç olmazsa kendin ezberle! Her gün yarım sayfa ezberle, veyahut haftada bir sûre ezberle! Küçük kısa sûrelerden biraz ezber yap! Bunu yapmıyoruz, yapmamız lâzım!
Sonra, her gün bir miktar Kur’an-ı Kerim’in tefsirini okumak lâzım! Ne diyor bu Allah’ın kelâmı, ne var bunun içinde? Bir şeyden haberi yok milletin!
Hazret-i Ömer RA’a Kur’an-ı Kerim’i nasıl okuduğunu sormuşlar. Demiş ki: “Şu kadar günde hatmediyorum. Bir hızlı okuyuşum var, bir orta okuyuşum var, bir de her ayetin üzerinde düşüne düşüne, mânâsını sora sora bir okuyuşum var; onda daha filânca sûrenin şurasına geldim.” demiş. Kur’an-ı Kerim’in başlarında daha... Henüz daha Hazret-i Ömer, o düşüne düşüne okuyuşunu sonuna bile getirememiş. Hazret-i Ömer ki, Aşere-i Mübeşşere’den... Peygamber Efendimiz’in kabrine gömülmek şerefine ermiş bir insan... Aşere-i Mübeşşere, yâni sağken cennetlik olduğunu Rasûlüllah SAS’in müjdelediği on kişi...
Hayatında sen cennetliksin denilmiş ama, şımarmamış. Ölürken Hazret-i Ömer RA’a soruyorlar; yaralı ya, yatıyor, ölecek, teselli babında diyorlar ki:
“—Ne mutlu sana yâ Hazret-i Ömer! Ne mutlu sana ki, senden
evvelkiler...” Yâni Peygamber-i zîşân Efendimiz, Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz ondan evvel yaşadılar, göçtüler de o halife oldu ya... “Senden öncekiler seni seviyorlardı, memnunlardı, ne mutlu sana! Simdi sen de aramızdan göçeceksin, ölmek üzeresin, görüyoruz son demlerini yaşıyorsun; biz de memnunuz. Evvelkiler de memnun, sonrakiler de memnun; ne mutlu sana!”
Cevabı insanın tüylerini diken diken ediyor:
“—Sizin sözlerinize, teselli babındaki bu medhedici sözlerinize ancak gàfiller inanır. Allah’a yemin ederim ki, mağrib ile meşrıkın arası benim olsaydı, doğu ile batı arasındaki mallar, mülkler, zenginlikler benim olsaydı; kıyamet gününün korkusundan, Allah’a havfimden, haşyetimden hepsini infak ederdim.” buyurmuş.
Yâni, en son demine kadar edebini muhafaza etmiş, şımarmıyor. Cennetliğim ben diye kasılmıyor, gevşemiyor, ibadeti ve sâireyi gevşetmiyor, gayretini azaltmıyor. Peygamber Efendimiz’in yanı başındaydı her zaman, Kur’an-ı Kerim onun yanı başında indi. Kızını Peygamber Efendimiz’e verdi, oldu kayınpeder... Hazret-i Ebû Bekir bir kayınpeder, Hazret-i Ömer bir kayınpeder; yâni Peygamber Efendimiz’in kayınpederi... Bir de kızıyorlar bazı insanlar Hazret-i Ömer’e...
Muhterem kardeşlerim, bazı insanların tenkid edilmesi sizi o insanlara şüpheyle bakmağa yöneltmesin, o duruma düşürmesin. Bu insanlar var ya, her şeyi tenkid ederler. Allah’ı da tenkid edenler var, hâşâ sümme hâşâ... Peygamberimiz’i de tenkid edenler var, hâşâ sümme hâşâ... Aleyhinde konuşan, şair diyen, mecnun diyenler olmuş kâfirlerden... Geçmiş iyi insanlara iftira edenler olur, bu bizi aldatmayacak.
Hazret-i Ömer’i İranlılar sevmiyor, şîîler sevmiyor. Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz’i de sevmiyorlar. Bir de onlara söğmeyi (sebbü şeyhayn), bu iki mübarek büyüğümüze söğmeyi itikadlarının esası haline getirmişlerdir. Öyle şey olur mu?
Şimdi acaba onlar haklı mı, niye kızıyorlar? Efendim, güyâ bu
Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz, Ömer Efendimiz, Osman Efendimiz Hazret-i Ali Efendimiz’in hakkını yemiş... Hazret-i Ali’ye sevgilerinden bunlara söğüyorlar. Hattâ öyle laf söyleyenleri var ki, “Cebrâil şaşırdı da, Kur’an-ı Kerim’i Hazret-i Ali’ye getirecekken, Peygamber Efendimiz’e getirdi.” diyecek kadar sapıkları var... Yâhu Cebrâil şaşırır mı, böyle bir şaşkınlığa Allah müsaade eder mi? Bunlar bizim midemizi bulandırmasın.
Hazret-i Ömer Aşere-i Mübeşşere’den... İyiliğinin delili ne Hazret-i Ömer’in? Hazret-i Ömer RA öldüğü zaman, İbn-i Mes’ud RA diyor ki:
“—İlmin çok büyük bir kısmı gitti. İlim kalmadı, yazık oldu, çünkü Hazret-i Ömer gitti.” Diyorlar ki:
“—Yâhu, sahabeden daha bir sürü yaşlı başlı, mübarek insan var geride... Yâni, onlar da bilgili; dini biliyorlar, hadis-i şerifleri biliyorlar.” “—Ben sizin kasdettiğiniz ilmi söylemiyorum, evliyâlığı kasdediyorum; Allah’ın sevgili kulu olmayı, mâneviyat gözünün açıklığını kasdediyorum; o gitti.” diyor.
Hazret-i Ömer evliyâların büyüklerinden; millet bilmiyor bu işi...
Şimdi Hazret-i Ömer böyle, Kur’an-ı Kerim yanında inmiş, Peygamber Efendimiz’in yanında bulunmuş, kayınpederi olmuş, aynı kabre gömülmek şerefine ermiş.
Peygamber Efendimiz’in türbesinde başka kimler yatıyor? Önde Peygamber Efendimiz kabri var... Biz onun karşısına geçip, “Es-salâtü ve’s-selâmü aleyke yâ rasûla’llah!” diye ziyaretimizi yapıyoruz. Onun arkasında, şöyle bir metre kadar arka tarafında, bizim bakışımıza göre biraz sağ tarafta Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’in kabri var... Onun yanında Ömer Efendimiz’in kabri var...
Sanılıyordu ki, turna kuşlarının dizilişi gibi; yâni Hazret-i Ömer Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz’den daha geriye gömülmüş
sanılıyordu. Sonradan ben bir kitapta okudum, tarih kitabından alıntılar yapmış, orda anlatılıyor: Türbenin sağ tarafının duvarını tamir etmeğe kalkışmışlar. Duvarı indirmişler, yeniden örecekler, tamir edecekler; iki tane ayak çıkmış. İki tane ayak çıkınca çok korkmuşlar ve çok üzülmüşler. “Eyvah! Peygamber Efendimiz’in kabrini açtık gàliba!” diye. Sonradan anlaşılmış ki, Hazret-i Ömer RA boylu poslu olduğu için, vefat ettiği zaman gömülürken duvara gelmiş mübarek ayakları... Orasını oyup, duvara doğru uzatmışlar kabrini... Oradan anlaşılıyor ki, böyle yan yana...
Şimdi Peygamber Efendimiz’in yanına, kötü insanı Allah gömdürtür mü? Nasib eder mi, mümkün mü? Mümkün değil... Delâil-ü Hayrât’ın başında Hazret-i Aişe-i Sıddîka Validemiz’in bir rüyası anlatılıyor; çok hoşuma gidiyor o da:
Hazret-i Aişe Validemiz, biliyorsunuz Peygamber Efendimiz’in zevcelerinden, Hazret-i Ebûbekr-i Sıddîk Efendimiz’in kızı... Peygamber Efendimiz’in zevceleri, (Ümmehât-i Mü’minîn) Mü’minlerin Anneleri... Yâni bizim annelerimizden... Annelerimiz kimler? İşte benim annem Şâdiye Hanım, senin annen şu veya bu... Bir de hepimizin annesi kimler? Ümmehât-i Mü’minîn olan onlar... Neden? Çünkü, Kur’an-ı Kerim’de Allah-u Teàlâ Hazretleri buyuruyor ki:
وَأَزْوَاجُهُ أُمههَاتُهُمْ (الأحزاب٦)
(Ve ezvâcühû ümmehâtühüm) “O Rasûlüllah’ın zevceleri onların anneleridir.” (Ahzâb, 33/6)
Yâni, “Ey mü’minler, Rasûlüllah’ın hanımları sizin annelerinizdir.” diyor. Annelik sıfatını kim vermiş? Kur’an-ı Kerim vermiş, Allah vermiş. Oradan bizim Prof. Hamidullah Bey, —Allah razı olsun, takvâ ehli bir insan— diyor ki:
“—Her müslümana ana dilini bilmesi vacibdir.” Millet zannediyor ki, ana dili Urduca veya İngilizce, veya Fransızca veya Boşnakça, Arnavutça, Makedonca filân... Hayır,
ana dilimiz Arapça! Çünkü Hazret-i Aişe anamız o dili konuşuyordu, Hazret-i Hafsa anamız o dili konuşuyordu; o dili öğrenmemiz lâzım! Anamızın dili, ana dilimiz yâni; güzel bir mânâ yakalamış orda...
Şimdi, Hazret-i Aişe bir rüya görmüş: Geceleyin rüyada gökten üç tane mehtap, dolunay geliyor, kendisinin odasına iniyor.
Rüya nedir? Rüya bazan gayb aleminden haberdir. Rüya önemli bir şeydir, nübüvvetin kırk altıda bir parçasıdır. Yâni rüya oyuncak değildir, boş değildir. Bir şeyler geliyor ama, bazan enteresan şeyler geliyor. Her rüya Rahmânî değildir, bir kısmı şeytânîdir ama, rüya önemli...
Ertesi gün uyanmış. Babası Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz de rüyayı güzel tabir eden bir kimse... Babasına sormuş:
“—Böyle bir rüya gördüm baba: Üç tane mehtap gökten geldi, benim odama indi.” demiş.
Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz diyor ki:
“—Hayrolsun kızım! Senin odana üç tane Allah’ın sevgili kulu, mübarek insan gömülecek; onlar yeryüzünün en şerefli insanlarıdır.” diyor.
Ortada bir şey yok daha, Hazret-i Aişe Validemiz’in odası daha... Rüyayı böyle yorumluyor.
Aradan seneler geçiyor, Peygamber SAS Efendimiz vefat ediyor; Hazret-i Aişe Validemiz’in odasındayken vefat ediyor. Peygamberler nerede vefat ederlerse, oraya defnedilirler, başka yere taşınmazlar diye, oraya kabrini kazıyorlar. Peygamber SAS Efendimiz Hazretleri’ni, Hazret-i Aişe Validemiz’in kendi odasına gömüyorlar.
Ebû Bekr-i Sıddîk gözü yaşlı, mahzun; kızının yanına geliyor, diyor ki:
“—Kızım! Hani bir zamanlar sen bir rüya görmüştün ya, senin odana üç tane mehtap geliyordu ya; işte o üç mehtaptan birisi bu!” diyor. “Bu en hayırlısı! İşte gömüldü oraya...” diyor Peygamber Efendimiz için...
Sonra ne oldu? Peygamber Efendimiz’den iki yıl sonra Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz de vefat edince; Hazret-i Aişe Validemiz babasını sevdiğinden, oda da Hazret-i Aişe Validemiz’in odası olduğundan; onun müsaadesiyle, onun isteğiyle Peygamber Efendimiz’in şöyle yanı başına Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz de gömülüyor.
Şimdi biz size doğru eğilip, kulağınıza doğru soralım:
“—Bu ne?”
“—Hazret-i Aişe Validemiz’in gördüğü üç mehtaptan ikincisi...”
Sonra ne oldu? Hazret-i Ömer RA hançerlendi, yaralandı. Şehid olunca, yine Hazret-i Aişe Validemiz’in müsaadesiyle o da oraya gömüldü. Bu kim? Bu da rüyada görülen üç kamerden üçüncüsü...
Evet, şimdi o mübarek zat, Kur’an-ı Kerim’in ayetleri üzerinde düşüne düşüne okumasını tamamlayamamış, daha başlarda kalmış. Okuyuşa bak, okuyuşun derinliğine bak!
İmam Şafiî şöyle bir gece başını eğmiş oturuyor... Ben bakıyorum da, şöyle biraz yirmi dakika – yirmi beş dakika oturunca ayaklarım dayanamıyor, kalkıyorum; yâni tahammül edemiyorum. Bir gece oturmuş, uyku yok... Oturur vaziyette sabaha kadar bir ayet-i kerime üzerinde düşünmüş, elli tane hüküm çıkartmış. Düşünüyor, eviriyor, çeviriyor, derinlemesine tefekkür ediyor; o kadar hüküm çıkarıyor.
Şimdi size ne dedik: Her gün bir miktar Kur’an öğrenin, okuyun! Ne kadar okuyabilirsiniz? Ayda bir hatim indirecek gibi okuyun! Hiç olmazsa senede bir hatim indirin! Senede bir hatim indirmek için, günde iki sayfa okumak lâzım! Günde iki sayfa okursanız, senede bir hatim indirmiş olursunuz. Günde bir sayfa okursanız, iki senede bir hatim indirmiş olursunuz. Biraz çokça okumak lâzım!
Kıraat bir, ezber iki... Bir miktar ezberleyeceksiniz; yarım sayfa, bir küçük sûre vs. Böylece ezberiniz artacak, artacak... Niye? Çünkü, cennette bir müslümanın derecesi okuduğu
ayetlerin sayısınca olacak. Allah-u Teàlâ Hazretleri mü’min kuluna diyecek ki:
“—Oku kulum Kur’an-ı Kerim’i, oku bakalım!” Her ayet okuyuşta, derecesi bir derece yükselecek. Ne kadar ayet biliyorsa, o seviyede kalacak. Artık cennetteki derecesinin yükselmesi için, insanın ezberindeki ayet miktarını arttırması lâzım!
Kıraat bir; en aşağı günde bir cüz okumaya kendinizi alıştırın! Ezber iki, tefsir üç... Kur’an-ı Kerim’in tefsirini de okuyun, öğrenin! Nasıl yapacaksınız: Toplayın çoluk-çocuğunuzu başınıza, bir aile saati (family hour) tertipleyin; erkekliğinizi gösterin, kabadayılığınızı gösterin, kazaklığınızı gösterin, efeliğinizi gösterin, deyin ki:
“—Bana bakın, şu saatte ailenin bütün fertleri karşımda toplanacak, hazır hepsi. Karnımız tok, çayı içmişiz, keyfimiz tıkırında, Allah’a hamd ü senâlar olsun. Oturun bakalım, bir saat tefsir okuyacağız!”
Sonra, “Sen ne anladın söyle bakayım? Sen ne anladın söyle bakayım?” diye sorun. Çoluk-çocuk Kur’an-ı Kerim’i öğrenecek. Kur’an-ı Kerim’de böyle okudum, ben böyle bildim diyecek.
Şimdi bizim fakülteye Güneydoğu Anadolu’dan çarıklı erkân-ı harb birisi geldi. İsmini söylemiyorum, bizim ahbâbımız. Hocamız’la hacca giderken onlara misafir olmuştuk, köyünde misafir olmuştuk, misafir etmişti bizi... Cömert adam, böyle kaç tane kuzu kesmişti; sinilerin üstüne dağ gibi pilavları yığmıştı, kuzuları yatırmıştı, ikramı olmuştu; ahbablığımız var, ben onu seviyorum, o beni seviyor. Geldi bizim İlâhiyat Fakültesi’ne;
“—Selâmün aleyküm!” “—Ooo, aleyküm selâm! Buyur çay iç!” vs.
“—Hocam, şu bizim oğlan üniversite imtihanını kazanamadı; lütfen bir nufûzunu göster, bir iltimas eyle, şu bizim oğlanı kaydet şu fakülteye!” dedi.
Ben güldüm, dedim ki:
“—Değil benim gibi bir aciz naciz doçent, değil fakültenin
dekanı; üniversitenin rektörü istese birisini kaydedemez. Çünkü kompüterden geliyor rakamlar, kayıtlar ona göre yapılıyor.”
“—Ben onu anlamam!” dedi, çarıklı ya... “Ben onu anlamam, benim oğlumu kaydet!” dedi.
Hoppalaa... Ahbaplığımız bozulacak; yâni kızacak bana, kaybedeceğim adamcağızı. Bir kurnazlık düşündüm, kalktım dedim ki:
“—Seni dekana götüreyim, dekana bir anlatalım beraber!” dedim.
Dekanın odasına gittik. Dekanlık odasına değil de kendi özel odasına gittik. Bizim dekan oturmuş masasına... Dedim ki:
“—Bu şöyle bir zat, nufûzlu bir şahıs, kabile reisi... Güney Doğu Anadolu’da muhafızları filan olan, tabancası olan, bölgesi, köyleri olan kabile reisi bir adam...” dedim. Milletvekilliği yapmış, sıradan bir adam değil. Tanıttım, “İşte eski milletvekillerinden falanca! Bu da bizim profesör dekan falanca!” dedim.
Ondan sonra oturduk anlattık meselemizi. Ben biliyorum alacağımız cevabı ama; o ondan duysun, ben aradan kurtulayım diye anlattık. Sonra tabii, olmayacağı anlaşıldı. O söyledi, ben aradan kurtulmuş oldum. Fakat bu arada bizim dekan profesör ya; İlâhiyat Fakültesi Dekanı, çok da ukalâ... Akılları çok oluyor, kafaları çok büyük oluyor, koca kafalı oluyorlar; ondan sonra bir laflar söyledi. Bizim çarıklı dedi ki:
“—Hocam, o öyle değil, ben bunu başka türlü biliyorum; şöyle...” dedi.
Allah Allah... Dekan yanlış söylüyor, gerçekten çarıklının söylediği doğru. Ben de dedim ki:
“—Evet bu doğru söylüyor, çünkü falanca kitapta şöyledir, filanca şeyde şöyledir; şu, şu ayetin tefsiri böyledir.”
Dekan, “Benim aklım ermez öyle şeye!” diyor, kendi yanlış bir şey yapıyor; ama bu doğrusunu biliyor. Böylece işte, her gün tefsir okursa insan, tabii doğrusunu öğrenmiş olur. Okumazsa, bir şey bilmez.
Kur’an-ı Kerim’in ilkönce bir mealini bitirin! Pratik olarak size Hasan Basri Çantay Hoca’nın meâlini tavsiye ederim, tefsirlerin en kısası o...
Biz ne yaptık: Hasan Basri Çantay’ın mealini bastırdık, mecmuamızın abonelerine hediye diye verdik. Neden? Okusunlar diye. Mecmuamızın abonelerine bedava verdik yâni Hasan Basri Çantay’ın üç ciltlik mealini. Küçük tefsir o, dip notları var, bilgiler var... Eh, onu okursa insan, Kur’an-ı Kerim’i bir senede bitirir.
Ondan sonra, çeşitli güzel tefsirler var, şimdi anlaşılabilen tefsirler var, tefsir kitaplarının kıymetlileri var. Meselâ İbn-i Kesir Tefsiri var, vs... Böyle dili anlaşılabilen bir tefsir okursunuz artık.
Yâni alim olmak için, sevapları kazanmak için yapacağınız şeylerden birisi nedir: Kur’an-ı Kerim’i öğrenmektir.
b. Sünnet-i Seniyyeyi Öğrenin!
İkincisi; Peygamber SAS Efendimiz’in sünnetini öğreneceksiniz, hadis-i şeriflerini öğreneceksiniz. Niye? Çünkü, Peygamber SAS Efendimiz’i, Allah bize dinimizi öğretmek için gönderdi. Onun sözlerini dinleyelim de dinimizi öğrenelim diye gönderdi Peygamber SAS Efendimizi... Kur’an-ı Kerim’i ona indirdi, Kur’an-ı Kerim’i o anladı, Kur’an-ı Kerim’i hayatında o uyguladı, Kur’an-ı Kerim’i insanlara o anlattı. İnsanların Kur’an-ı Kerime, Allah’ın rızasına uygun olarak hareket etmelerini o öğretti. O halde Peygamber Efendimiz’in hadis-i şerifleri bizim için çok önemli!
Biz Peygamber Efendimiz’in hadis-i şeriflerine, Sünnet-i Seniyye’si diyoruz; Efendimiz’in yolu... Sünnet yol demek, yâni Efendimiz’in hayatındaki tutturduğu mübarek, nurlu, Allah’ın rızasına uygun yol; Sünnet-i Seniyye-i Nebeviyye... Sünneti öğreneceğiz.
Neden? Sünnetin dışındaki işlere bid’at derler. Bid’at ehlini Allah sevmiyor. “Bid’at ehlinin haccını, orucunu, zekâtını, namazını, farzını, nafilesini Allah kabul etmez!” diye bildiriliyor.
Ya Peygamber Efendimiz’in yolunca yürüyeceğiz, tam müslüman olacağız; ya da kendi aklımızın bildiği doğrultuda, burnumuzun doğrultusunda kendi başımıza gidersek Allah kabul etmeyecek.
Bir sünnet yolu var, sünnet-i seniyye yolu; bir de bid’at yolu var, ikisi birbirine aykırı... Ya oraya gidecek, ya oraya ama; orası yanlış. Yâni orada böyle yuvarlak beyaz bir daire var, ortasında kırmızı bir şey var. Ne demek? Bu tarafa girmeyin demek, keep left demek. Yâni oradan gidersen öteki arabayla çarpışırsın demek, yanlış demek, buraya girmek yasaktır demek. Bid’at yolundan gitmeyecek.
Biz hadis dersine başlarken, bir hadis-i şerifi okuyarak başlıyoruz: 31
وَشَره الأمُورَ مُحْدَثاتُها، وَكُله مُحْدَثَةٍ بدعةٌ، وَكُله بدعةٍ ضَلالَةٌ،
وَكُله ضَلالَةٍ وَصَاحَبَهَا فَي النهارَ (حم. م. ن. ه. عن جابر)
(Ve şerre’l-umûru muhdesâtühâ) “İşlerin en kötüleri, insanların kendi kafalarından uyduruk olarak ortaya çıkartmış oldukları şeylerdir. Uyduruk, kendisi çıkartmış, aslı esası yok... (Ve külle muhdesetin bid’ah) Ortaya çıkartılan bu uyduruk şeylerin hepsi bid’attır. (ve külle bid’atin dalâleh) Her bid’at sapıklıktır. (Ve külle dalâletin ve sahibehâ fi’n-nâr) Her sapıklık ve onu ortaya çıkartan kişi cehenneme gidecektir.”
Binâen aleyh, dinimizin aslı nedir? Efendimiz’in öğrettiği şekildir, İslâm odur. Onun dışındaki bid’attır ve her bid’at sapıklıktır. Onlar cehenneme gidecek diye Peygamber Efendimiz
31 Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr, c.IX, s.97, no:8521; Abdullah ibn-i Mes’ud RA’dan. Neseî, Sünen, c.III, s.188, no:1578; İbn-i Huzeyme, Sahîh, c.III, s.143, no:1785; Neseî, Sünenü’l-Kübrâ, c.I, s.550, no:1786; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, c.III, s.189; Câbir ibn-i Abdullah RA’dan. Kenzü’l-Ummal, c.XI, s.10, no:30405.
bildiriyor.
Onun için, büyüklerimiz sağlam yola sımsıkı sarılmış girmişler. Yolumuzun adı: Ehl-i Sünnet yolu, Ehl-i Sünnet ve’l- Cemaat yoludur. Ne demek? Peygamber Efendimiz’in izinden gitmek prensibini kabul etmişiz, ümmetin icma-i ümmet ile doğru gördüğü cadde-i kübrâdan yanlış yola sapmamışız. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat demişiz; büyüklerimiz böyle isimlendirmişler, doğru olarak güzel bir şey yapmışlar tabii.
Şimdi, bu sünnet-i seniyyeyi öğreneceğiz. Neden:
1. Sünnete uygun olmayan bid’at şeklinde yaşarsa, ibadetler bile kabul olmayacak da ondan.
2. İslâm’ın gerçek anlaşılması sünnetledir, onun için.
Tam müslümanlığı iyi anlamak, İslâm kültürünü, iman kültürünü tam kavramak istiyorsak sünnet-i seniyyesiz olmaz. İslâm düşmanları bu büyük hakikati şeytan gibi anladıklarından, sünnet-i seniyyeden ümmet-i Muhammed’i ayırmağa çok oyunlar etmişlerdir.
“—Bana Kur’an yeter.” “—Aldatmaca; Kur’an yeter amma, Kur’an-ı Kerim’i anlamak için senin kafan yetmez! Senin kafanı o Kur’an-ı Kerim’e anlamağa yorarsan çıkartamazsın, sapıtırsın. Sünnet-i seniyyeye sarılacaksın, sünnet-i seniyyeden anlayacaksın Kur’an-ı Kerim’i...”
Bizim Türkiye’de, müslümanım diyen öyle ukalâlar var ki, “Bana Kur’an-ı Kerim yeter!” diyor. Halbuki, Peygamber Efendimiz böyle denmesin diye hadis-i şeriflerde bildirmiş:
“—Bir kimse koltuğuna yaslanıp ben Kur’an-ı Kerim’i kabul ederim, başka bir şey kabul etmem demesin!” diyor Peygamber Efendimiz kendisi... “Çünkü, ben de birtakım bilgileri size anlattım ama; onlar Kur’an-ı Kerim’in genel yapısı içinde mevcut
değil. Ben anlattım, ben söyledim, ben de bazı şeyleri yapmayın dedim, bazı şeyleri yapın diye söyledim; tabii Kur’an-ı Kerim’in genel çizgisi içinde ama, sadece benim sünnetimde var. Binâen aleyh bir kimse böyle demesin!” diyor.
Fakat böyle diyenler var. Türkiye’de de hal-i hazırda kendisini müslüman sayan, bizi de beğenmeyen, böyle münakaşa ettiğimiz insanlar var. Nasıl Hasan-ı Basri’yi beğenmiyormuş o zamanın bazı herifleri, olabilir. Peygamber Efendimiz’i de beğenmeyenler var, Allah’ı da beğenmeyenler var. Bizim delilimiz Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesinden; Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesinin dışına çıkıldığı zaman, insanlar abuk sabuk şeylerle dini çığırından çıkartırlar. Onun için, hakiki İslâmı yakalamak, anlamak, öğrenmek için sünnet-i seniyyeye göre yetişmek lâzım.
Biz müslümanlar çeşitli milletlerdeniz, çeşitli ırklardanız; Lazız, Kürdüz, Türküz, Acemiz, Arabız, Vietnamlıyız, Çinliyiz, Japonuz, Filipinliyiz, Bangladeşli’yiz Pakistanlı’yız... Bizi ne birleştirecek? Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesi birleştirecek. Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesinden koptuk mu, çeşitli kültürlerdeki insanlar birleşemez.
Ama sünnet-i seniyyeye sarıldın mı; bak biz Singapur’da cuma namazını kıldık, gayet güzel cuma namazı kıldık, tamam. Neden? Onlar da sünnet-i seniyyeye sarılmışlar biz de sarılmışız; aynı hutbe...
Ben ilk defa Singapur’da bir cuma namazı kılıyorum, sordum otelde:
“—Var mı yakında bir cami?”
“—Var! Hazreti Ömer camii var.” dediler. Orda da levhada yazıyor: Singapur’da ilk inşa edilen cami budur diye yazıyor. Yâni, eskiden inşa edilmiş. Gittik orda namazı kıldık. Oh, gayet güzel; Türkiye’de kıldığımız gibi kıldık. Yanımızdaki adamlar centilmen, elimizi sıktılar, hoş geldiniz dediler, evlerine davet ettiler. Dedik ki: “Bizim işimiz gücümüz var, yolcuyuz.” filân... Ama, davet edecek yâni.
Bak, İslâm kültürü. Yâni hadis-i şeriflerden doğan müşterek bir anlayış, töre, ahlâk vs... Nereye gitsen böyle. Pakistan’a da gitsen böyle, Afrika’ya da gitsen böyle. Sudan’a da gitsen böyle, Türkiye’ye de gelsen böyle, nereye gitsen böyle... Neden? İslâm kültürünü teşkil ediyor sünnet. Onun için, sünnet-i seniyyeye sarılacağız.
Bir de Peygamber Efendimiz diyor ki bir hadis-i şerifinde:32
مَنْ تَمَسهكَ بَسُنهتَي، عَنْدَ فَسَادَ أُمهتَي، فَلَهُ أَجْرُ مَائَةَ شَهَيدٍ (الديلمي، وابن حجر، عد. عن ابن عباس )
(Men temesseke bi-sünnetî, inde fesâdi ümmetî, felehû ecru mieti şehîd) “Ümmetin bozulduğu, fesada uğradığı zamanda, benim sünnetime sarılana; yâni fesâda uğramayan, kendisi
32 Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, c.IV, s.198, no:6608; İbn-i Hacer, Lisânü’l- Mîzan, c.II, s.246, no:1033; İbn-i Adiy, Kâmil fî’d-Duafâ, c.II, s.327; Beyhakî, Zühdü’l-Kebîr, c.I, s.221, no:217: Ebû Abdillah ed-Dekkak, Meclis fî Ru’yetu’llah, c.I, s.218, no:503; Abdullah ibn-i Abbas RA’dan.
şaşırmayan, sapıtmayan, sünnet-i seniyyeye uygun yaşayan insanlara, (felehû ecru miete şehid) sanki harbde canını vermiş, şehid olmuş gibi yüz şehid sevabı verilecek.” buyuruyor. Onun için, biz Peygamber Efendimiz’in sünnetine sarılırsak büyük sevap kazanacağımızdan; okuyacağınız şeyin birisi Kur’an-ı Kerim, ikincisi Peygamber Efendimiz’in sünneti, hadis-i şerifi! Vazgeçilmez bunlar. Niye bunları sıralamada öne alıyorum? Hepsi beraber yapılacak. Çünkü bunlarsız olmuyor işte. Şehid sevabı kazanmak için, Allah’ın doğru ahkâmını anlamak için bunlar şart oluyor.
Şimdi, “Sünnet kültürüm nasıl? Sünnetle ilgili, Peygamber Efendimiz’in hadis-i şerifleriyle ilgili pozisyonum nasıl kendimin?” diye kendi kendinizi bir tenkid ederek, otokritikle değerlendirin. Günde kaç tane hadis-i şerif okuyorsun? Evinde bir hadis kitabı var mı? Peygamber Efendimiz’in hadislerinden kaç tane biliyorsun? Kırk tanesini ezbere bileni Allah alimler zümresinden haşredecekmiş, bu alim sayılır diye; kırk hadis ezberleyemez misin? Böyle müjdeli şeyler var.
Ne yapacağız? Demek ki Kur’an-ı Kerim’deki gayretsizliğimiz gibi, sünnet-i seniyyede de gayretsizliğimiz var. Bundan kurtulmak için prensip kararı alacağız burada... Şurada, şu günden itibaren her gün kaç sayfa okumayı seçtiyseniz, yazın bakalım kâğıtlarınıza! Kur’an-ı Kerim’den her gün kaç sayfa okuyacaksınız? Her gün bir sayfa okursanız, iki senede bir hatim edeceksiniz. Oooh, Allah kolaylık versin. Her gün bir cüz okursanız, ayda bir hatim indireceksiniz; bir şey kararlaştırın! Kur’an-ı Kerim’i okuma hızınız azsa, arttırın! Yazın bakalım önünüze: “Ben bugünkü bu konferanstan sonra, Kur’an-ı Kerim’i her gün şu kadar okuyacağım, üç sayfa, on sayfa...” filân; neyse bunu tesbit edeceksiniz.
Sonra bir de Peygamber Efendimiz’in hadis-i şeriflerini okuyacaksınız. Allah CC bana nasib etti. Ben ilkokul talebesiyken babamın dükkânına giderdim, üst kata çıkardım. Orda Riyazu’s- Salihîn’in, Sahîh-i Buhârî’nin ciltleri vardı. Açardım onları, koyu
harfle yazılmış asıl hadis kısımlarını okurdum, hoşuma giderdi. E, onların çok hayrını, bereketini gördüm. El-hamdü lillâh, çok faydasını gördüm.
Şimdi her gün bir miktar da bir hadis kitabından okuyacaksınız. Hangi hadis kitabını okuyalım:
1. Bizim tekkemizin hadis kitabı olan Râmûzül-Ehâdîs’i okuyun! İki cilt, şurada var, yâni şu satılan kitaplarımız arasında var.
2. Diyanetin basmış olduğu İman Nevevî’nin Riyâzu’s- Sâlihîn’ini okuyun, okuyup bitirin! Riyâzu’s-Sâlihîn de güzel.
3. Sonra, İmam Buharî Hazretleri’nin Sahîh-i Buhârî’si var; Diyanet bastı, on iki cilt. O uzundur, okuyabilirseniz ona sıra gelecek.
4. Ondan sonra altı sahih hadis kitabı vardır, Sıhah-ı Sitte
derler: İmam Buhârî, İmam Müslim, Tirmizî, Ebû Dâvud, Neseî, İbn-i Mâce. Bu altı sahih hadis kitabını şimdi Türkçeye tercüme ettiler, açıklamalı tercümeleri var, bunları okuyun! İşte hadislere, şöyle o deryaya biraz açılmış olun, onlardan istifade edin.
c. İlmihali Öğrenin!
Üçüncü tavsiye edeceğim muhterem kardeşlerim: Her müslümanın, “Eşhedü en lâ ilâhe illa’llah, ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlüh” dediği zaman; müslüman olan bir insanın farzlar var yapması gereken… Nedir baştaki? Namaz. Namaz kılacak şimdi bu.
“—Eşhedü en lâ ilâhe illal’lah...” dedi, müslüman oldu bu adam veya kadın; gayrimüslimdi, İngilizdi, budist idi, bilmem neydi, müslüman oldu. Tamam, gusül abdesti aldı, ne yapacak şimdi bu? Namaz kılacak. Namazı nasıl kılacak, namaz bilgisi lâzım! Ramazan geldi mi oruç tutacak, oruç bilgisi lâzım! Zekâtını verecek, zekât bilgisi lâzım! Zenginse hacca gidecek, hac bilgisi lâzım!
Haramları bilecek, otuz iki farzı, elli dört farzı bilecek. Farzları
bilecek, şunlar şunlar haramdır, günahtır diye bilecek. Yâni, haramları işlememek için bilecek, farzları da yapmak için bilecek. Çünkü kötü şeyleri yaparsa günah var, iyi şeyleri yapmazsa gene günah var. İyi şeyleri yapacak, kötü şeyleri yapmayacak.
İşte bir müslümanın mutlaka bilmesi gereken bilgilere ilmihal
derler. İlmihal bilgisi, yâni her müslümanın mutlaka bilmesi gereken, şahsen bilmesi gereken bilgiler...
Maalesef ve maalesef biz müslüman olduğumuz halde, mutlaka bilmemiz gereken bilgileri de çoğumuz bilmiyoruz. Camiye giren insana bakıyoruz, davranışlarına bakıyoruz, namaz kılışına bakıyoruz, oruç tutuşuna bakıyoruz, hac edişine bakıyoruz; bilmiyor.
Adam nasıl geçmiş kapılardan bilmiyorum, güldüm bir keresinde... Kâbe-i Müşerrefe karşımızda, ben böyle müezzin mahfili tarafındayım. Beni birisi gördü, yakaladı:
“—Es-selâmü aleyküm hocam!” dedi.
Üzerimizde ihramlar var, hac vazifesini yapıyoruz. Hepimiz ihramlıyız, adam ceketli... Bir de elinde valiz var. Nasıl girmiş? Kapılardan bırakmazlar ama, (El-cahilü cesûrun) “Cahil cesurdur.” derler. O pervasız girmiş, karambole gelmiş, valizle girmiş Harem-i Şerif’e... Elinde valiz, Almanya’dan gelmiş kardeşimiz. Beni de tanımış.
“—Es-selâmü aleyküm hocam!” dedi.
Allah Allah.. Harem-i Şerif’te böyle bu elbiseyle? Hac yapıyoruz, herkes ihramlı olması lâzım.
“—Bu ne hal yâhu?” dedim.
“—Hocam, ben Almanya’dan filanca; selâmün aleyküm!”
“—E, ve aleyküm selâm...” “—Şey, ben hac etmeğe geldim, şimdi ben ne yapacağım?” dedi.
Yâhu, şimdi ben ne yapacağım sorusu burada Kâbe’nin karşısında mı sorulur insana? Sen onu Almanya’da düşünecektin. Uçakta ihram giyecektin, Cidde’ye inmeden ihramlanacaktın; sen şimdi cezayı yedin bir kere. Bir kere elbiseyle geldin sen, bu mukaddes yere böyle dikişli elbiseyle, pabuçla, başörtülü
gelinmezdi; cezayı yedi. Hac farzını bilmiyor kardeşimiz, görüyor musunuz? Hac farzını bilmiyor.
Biz az çok şöyle etrafa bakıyoruz; Mısırlı hanımlar şişman, ondan sonra yanlarında beyleri, hatırlı, zengin, belli hacca gelmişler. Hepsi böyle babayiğit, selvi boylu insanlar… Tamam, böyle buradan bir kafile geliyor, maşaallah bunlar Mısırlı; tipinden anlıyorsun, böyle boy postan belli oluyor. Şunlar Sudanlı, bunlar Yemenli... Yemenliler karınca gibi ufak tefek, Sudanlılar selvi gibi uzun boylu...
Şimdi Mısırlılar geliyor orda karı koca karşıdan, sen burada oturmuşsun; buradan da bir kaç karı koca aile, akraba geliyor.
“—Oooo, selâmün aleyküm!” “—Ve aleyküm selâm...”
Senin gözünün önünde kadınlar erkeklerle musafaha yapıp öpüşüyorlar.
Aaa, fesuphanallah! Yahu kadının erkekle öpüşmesini Avrupalılarda görüyoruz ama bu İslâm’da var mı? Yok! Yâni bu bunun mahremi de değil... Bunlar ayrı grup geldiler, onlar ayrı grup geldiler; yanak yanağa öpüşüyorlar. Mısırlı kardeşlerimiz, bilmiyor.
İsmini söylemeyeceğim, bantları olan meşhur hafızlardan bir Mısırlı hafızı ziyarete gitmişler. Bizim Medine-i Münevvere’den bir açıkgöz kardeşimiz var; hanımı da çok kültürlü, gayretli, kendisi de çok kültürlü, gayretli, dindar insanlar. Mısır’a gittikleri zaman demişler ki: “Şu meşhur hafızın da ziyaretine gidelim!” Bantları yayılmış, herkes dinliyor. “İçeri gittik adamın ziyaretine...” diyor. Tabiî hanım kapalı, müslüman, mütedeyyin... Bey gitmiş:
“—Selâmün aleyküm yâ üstaz bilmem ne!” demiş.
İngilizcesi güzel, belki İngilizce konuşmuştur, belki Arapça konuşmuştur... Musafaha etmiş, tabii hanım geride durmuş:
“—Selâmün aleyküm efendim!” demiş.
“—Gel gel kızım, ben baban sayılırım!” demiş. Yâni “Musafaha
edelim!” demiş.
“—Teşekkür ederim efendim...” filan demiş.
“—Gel gel, çekinme, musafaha edelim!” demiş.
“—Teşekkür ederim.” demiş.
“—Gel gel!” diyormuş hâlâ...
Yâni adam hafız olmuş, bantları yayınlanıyor, elin hanımıyla musafaha etmeyi o çekindiği zaman da anlamıyor da; “Gel gel musafaha edelim!” diyor. E, bu Mısırlıların İslâm’ı iyi bilmemesini gösteriyor. Bu bir kusur.
İslâm’da böyle şey var mı? Yok! Peygamber Efendimiz kadınlarla musafaha etmemiş. Biz onun için burada erkek kardeşlerimizle musafaha ediyoruz ama, hanım kardeşlerimizle musafaha etmiyoruz. Neden? Peygamber Efendimiz etmemiştir diye. Musafaha etmemiş Peygamber Efendimiz, onun sünnetine uygun olması lâzım.
Bu neden kaynaklanıyor? Sünnet-i seniyyeyi bilmiyorlar dedim ya... Kur’an’ı bilmiyor zamane müslümanları, Peygamber Efendimiz’in sünnetini bilmiyor. Yâni yalnız Türkiye’de değil, orada da bilmiyorlar, alimleri de bilmiyor bazen.
Hocamızla böyle bir mecliste oturuyoruz, alimlerinden bir tanesi geldi. Baktı ki yalan yanlış şeyleri söylüyor, Hocamız kızdı, azarladı. İsmi lâzım değil.
Haa.. İlmihal bilgileri var. İlmihal bilgileri ne demek? Sen müslüman olarak “Eşhedü en lâ ilâhe illa’llah” dedin, İslâm’a girdin, müslüman olarak yaşayacaksın. Günlük ibadetlerin var ya, işte o ibadetleri yapmak için, günlük yaşantını sürdürmek için müslüman olarak bilmen gereken bilgiler var; bunları bilmiyorsun. “Namaz nasıl kılınır, nasıl bozulur, cuma nasıl kılınır, oruç nasıl tutulur?” vs. vs. E, bilinmiyor. İşte bu bilgileri öğrenmek lâzım!
Tabii biz şimdi, ne diyoruz; böyle havada bırakmıyoruz söylediğimiz bir sözü bir yere bağlıyoruz: Bizim Asım Köksal Hoca var Ankara’da, hani İslâm Tarihi isimli şöyle büyük eser yazmış,
Pakistan’a çağırmış Ziyâü’l-Hak hediye vermiş, bilmem ne kadar mükâfatlar almış filan.. Tanıdığımız bir kimse. Asım Köksal Hoca’nın bir ilmihal kitabı var, güzel anlaşılabilir bir ilmihal; alın onu, bir okuyun evde... Hep birden okuyun; çünkü bilinmiyor, bilmiyorsunuz. Yâni fıkhı bilmiyorsunuz, ilmihali bilmiyorsunuz.
Asım Köksal’ın ilmihalini okuyun, ya da Ahmed Hamdi Aksekili’nin Dini Bilgiler diye bir kitabı var, elli kere basılmıştır Diyanette; bütün Kur’an kurslarında ders kitabı olarak okutuluyor, şunu bir okuyun! Allah rızası için bilmeniz gereken bilgileri şöyle bir bilmek üzere bunu okuyun. Bunu bildiniz mi, kısaca bir kere okudunuz mu;
“—Haa, şunları bilmiyormuşum, öğrendim; şunları zaten biliyordum, tekrar oldu.”
Tekrar da sevap, bizim büyüklerimizin şakası var, biliyorsunuz: (Et-tekrâru ahsen, velev kâne yüz seksen!) “Tekrar çok güzeldir, iyidir, pek güzeldir; isterse yüz seksen defa olsun!” demişler.
E, şimdi bu Türkçe cümleyle Arapça cümle karıştırılmış, şaka yapılıyor. Şiir gibi söylenmiş, beyit gibi söylenmiş ama; güzel. Yâni yüz seksen defa bile tekrar edilse bu dini bilgiler, iyidir. Kuvvetlenmiş olur insan, iyi bilmiş olur. Tamam, bunu bilin.
Sonra ne yaparsın? Hangi mezhebden isen, onun biraz daha detaylı bir kitabını da okumak lâzım. Yâni bu incecik kitap değil de, biraz daha bilgini genişletmen lâzım. Zaten o inceyi iyi öğrendikten sonra, ötekisini kolay okursun. Hangi kitabı tavsiye ediyorum: Fikri Yavuz rahmetli benim sınıf arkadaşımdı, yaşça biraz benden de büyüktü ama; onun bir Muamelatlı İslâm Fıkhı ve Hukuku diye şöyle bir kalın kitabı var, fıkhın bütün bahislerini içine aldığı için güzeldir; onu okuyun!
Ömer Nasuhî Hoca’nın Büyük İslâm İlmihali’ni okuyun! Ömer Nasuhî Bilmen’in kitabının içinde bütün fıkıh bahisleri yoktur, dili biraz ağırdır; onun için birincisini söyledim.
Ömer Nasuhî Hoca meselâ evlenmenin, nikâhın ahkâmını yazmamıştır. Ama, neden yazmamış? O da bizim tekkemizin
ihvanı, Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun, kabri nur dolsun; sevdiğimiz bir büyük alim... Niye yazmamış? O sonra altı ciltlik Hukuk-u İslâmiye ve Istı’lahâtı Fıkhıye Kàmusu yazdı da, neler anlattı, onda... Burada anlatmadı, orada anlattı.
Kısaca hepsi olduğu için Fikri Yavuz’un Muamelatlı İslâm Fıkhı ve Hukuku kitabını alın. Okursanız, orada şunlar da vardır: Kaza yaparsanız nasıl diyet ödeyeceksiniz? Miras taksimi nasıl olacak? Miras taksiminde Allah-u Teàlâ Hazretleri:
يُوصَيكُمُ الِلُّ فَي أَوْلََدَكُمْ لَلذهكَرَ مَثْلُ حَظِّ اْلأُنْثَيَيْنَ (النساء: ١١)
(Yûsîkümu’llàhu fî evlâdiküm li’z-zekeri mislü hazzi’l- ünseyeyn) [Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli miras vermenizi emreder.] (Nisa, 4/11) Yâni,”Kadınların hakkı erkeklerin hakkının yarısı kadardır.” diye mirasta bir genel kaide koyuyor.
Şimdi benim annem, dedem vefat edince dayılarımla, erkek kardeşleriyle kavga etti. Tatlı bir kavga ettiler. Rahmetli, Allah cümle geçmişlerimize rahmet etsin, hoşuma gidiyor. Neden kavga ettiler? Dayılarımla, ablaları durumunda olan annem niye kavga etti? Dayımlar diyor ki:
“—Abla, senin yedi tane çocuğun var; gel şu mirası dörde bölelim!”
Dört kardeşler, iki kız iki oğlan. “Dörde bölelim şu mirası, çocukların da istifade etsin!” diyorlar. Dedem fabrikatör, zeytin yağı fabrikası var, bağları, bahçeleri, tarlaları var... Dörde bölelim diyor, razı dayılar. Annem de inat ediyor, olmaz diyor. Neden?
“—Allah bana ne miktarda verilmesini emretmişse Kur’an-ı Kerim’de, ben o kadar isterim; fazla istemem!” diyor.
Yarı yarıya daha azı istiyor. Dayılarım yarı yarıya, yüzde yüz fazlasını vermek istiyorlar. Anam kabul etmiyor, olmaz diyor. “Ben Allah’ın bana yazdığı kadarını isterim, fazlasını istemem!” diyor. Bu güzel bir misâl…
Bir de bir başka hacı teyze tanıyorum filânca şehirde, onun da kocası öldü. O da, çocukları olduğu için kocasından sekizde bir alması lâzım, ayette böyle. Çocukları olmasaydı dörtte bir alacaktı. Ama medeni hukukta miras taksimi böyle değil; fazla veriyor karıya... Kocanın geride kalan karısına mirası fazla yazmış medenî kanun ama, İslâm hukukunda az yazmış. Şimdi kadın hacı, çocukları hacı, kocası ölen rahmetli hacı, hepsi hacı el- hamdü lillâh... Dindar, başörtülü kadın:
“—Ben medeni kanuna göre taksim isterim!” diyor.
Hay Allah akıl fikir versin, Allah ıslah etsin! Hakkın olmayan şeyi istiyorsun, yanlış... Allah’ın istediği taksimine razı değilsin, fazlasını istiyorsun, “Yok, onu isterim!” diyorsun; olmaz. O da ters misâl…
Şimdi bunları bilecek tabii insan, bunun günah olduğunu bilecek, haram olduğunu bilecek. Kanun soruyor şimdi:
“—Kocan öldü ey kadın, mirası mirasçılara şimdi mi taksim edelim, sen öldükten sonra mı taksim edelim? Sen istifade et, istifade et, istifade et; ondan sonra sen öldüğün zaman mı miras taksim edilsin?”
E, hangisi menfaatine?
“—Ben ölünceye kadar kullanayım malı, ben ölünce taksim olunsun!” diyor.
Ama, ötekilerin hakkını yiyor. Öteki mirasçılar senelerce o mirası alamayacaklar, istifade edemeyecekler, haksızlık oluyor. Belki o ondan önce ölecek, aç ölecek, kıyıda kenarda ölecek... Adam ölür ölmez mirasçısı onun malını almağa hak kazanıyor. Sen niye onu senin hayatına, “Şu cadaloz ölsün de mirası paylaşmak mümkün olsun!” dedirtiyorsun, beddua ettirtiyorsun kendine?
Bir fıkra aklıma geldi de, onu da anlatayım; böyle fıkralı mıkralı gidiyor bizim konferanslar: Bir hükümdarın bir veziri varmış, çok cömertmiş, çok borç verirmiş böyle sıkışan insanlara. Borç verdiği adamlara da;
“—Ne zaman ödeyeceğim ben bu borcu?” diye sordukları zaman, dermiş ki:
“—Hükümdar öldüğü zaman ödersin! Hükümdarın vefatında ödersin, bu ne kadar yaşarsa dursun, borcunu ödeme; ne zaman hükümdar ölürse, benim sana verdiğim parayı o zaman ödersin!” dermiş.
Gitmişler hükümdara gammazlamışlar, gammazlamak deniliyor ya… Gidip hani böyle:
“—Senin bu vezir var ya, işte birilerine borç veriyor, hükümdar öldüğü zaman verirsin diyor.” demişler.
Kızmış hükümdar da,
“—Bre, gel bakalım buraya! Bre nankör, ben seni vezir yaptım, sana salâhiyet verdim, şöyle oldu, böyle oldu. Sen birilerine borç para veriyormuşsun; ‘Ne zaman ödeyeceğiz?’ deyince, ‘Hükümdar öldüğü zaman...’ diyormuşsun; benim ölümümü borcunu ödeme tarihi olarak söylüyormuşsun, utanmıyor musun sen?” diye böyle azarlayınca;
“—Efendim demiş, zât-ı âlinize gelen haberler doğru, aynen öyledir, öyle yapıyorum.” demiş.
Çok hoşuma giden fıkralardan biridir bu da.
“—Evet, tamam, doğru. Size gelen haberler, gammazlayanların, müzevircilerin haberleri doğru, tamam. Ben borcu veriyorum, siz ölünce ödesinler diyorum ama, bundan benim bir kötü maksadım yok; bilakis iyi niyetle böyle yapıyorum. Çünkü biliyorum ki borçlu olan bir insan, borcunu ne kadar geç öderse, o kadar memnun olur. Yâni benim borç verdiğim insan ne diyecek şimdi: ‘Aman Allahım şu hükümdara ömür ver, ölmesin! Yarın, öbür gün ölür de ben bu parayı götürüp hemen teslim etmek zorunda kalırım. Yâ Rabbi şuna uzun ömür ver, yaşasın!’ diye sizin ömrünüze dua ettirmek için yapıyorum.” demiş.
Tabii, hükümdar da o zaman onu taltif etmiş. Doğru tabii, işin doğrusu bu: “Şu adam gebersin de parayı vereyim!” demez insan, “Çok yaşasın da parayı geç vereyim!” der.
Şimdi kadın, “Miras ben öldükten sonra taksim edilsin!”
deyince, mirasçılara ne dedirtmiş oluyor: “Şu bir an önce ölse de, biz de mirasımızı paylaşsak!” dedirtmiş oluyor, kendisinin ölümüne bir sürü insanı canı gönülden beddua ettirtecek duruma düşürtüyor. Tabii günah da kazanıyor ayrıca, birisinin hakkını geç vermek de zulümdür.
Bakın, zulümdür deyince söz sözü açıyor. Peygamber Efendimiz sahih hadis-i şerifinde buyurmuştur: “Fukaranın kapıda zekât verilmek için, hayır verilmek için bekletilmesi zulümdür.” diyor Peygamber Efendimiz.
“—Yâhu hakkı değil adamın; istersem vereceğim istemezsem vermeyeceğim.” “—Bekletme, bekletmek zulümdür. Bekletmeyeceksin, şıp diye vereceksin. Kapıda nasıl olsa bekliyor, beklesin; üç saat, beş saat, yedi saat, ertesi gün... Bugün git yarın gel... Öyle şey yok. Yâni bir an evvel vermesi lâzım!”
Şimdi bunları nereden açtık? Bizim hacı nineler, hacı dedeler, hacı teyzeler, hacı dayılar, hacı amcalar, hacı yengeler İslâm’ı bilmeyince hatalı işler yapabiliyorlar. Biz de bilmeyince yapabiliriz. O halde İslâm’ın gerçek bilgilerini iş işten geçmeden, ateş bacayı sarmadan, günahlara batmadan, Allah’ın gazabına uğramadan öğrenmemiz lâzım.
O zaman ne gerekiyor, her şeyden önce ne öğrenmemiz lâzım: İlmihal bilgilerini öğrenmek lâzım! Yâni ilk başta öğrenmemiz gereken şeylerden birisi, ilmihal bilgilerini öğrenmek. Süratle, hemen, çar çabuk bu bilgileri öğrenmemiz lâzım! Ondan sonra, kendi mezhebimize ait şöyle bir derli toplu bir kitabı okumamız lâzım. Fikri Yavuz’un kitabıdır dedik.
Ondan sonra tabii başka mezheblerdeki fikirleri de insan öğrenirse, geniş bir ilme sahip olur. Neden? Emr-i ma’ruf nehy-i münker yaparken kavga etmemek için tabii karşı tarafın neden yaptığını da bilmek lâzım. “Yahu sen benim yaptığım gibi yapmıyorsun?” Yakasından tut vur ensesine tokadı... Olmaz, belki onun da mezhebinde o normaldir; ne diye kızıyorsun?
Şimdi biz Kâbe-i Müşerrefe’nin karşısında namaz kıldık imamla beraber. Namazdan “Es-selâmü aleyküm ve rahmetullàh... E-sselâmü aleyküm ve rahmetu’llàh...” dedik, bitirdik. Üç dört adam ötemizde bir adam, beyaz sakallı, bıyıklarını iyice tıraş etmiş, kazımış; böyle bıyık hiç yok, kazımış, tam mutaassıb... Suudluların böyle mutaasıbları var, tiplerinden belli oluyor halleri, entarileri kısa, kılları görünüyor bacaklarının... filân. Bangır bangır bağırıyor bizim arkadaşa...
Şöyle eğildim baktım niye bağırıyor diye: Biz imam “Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llah!” deyince, imamla beraber öyle demez miyiz? Deriz. Ona kızıyor. E, nasıl olacakmış? İmam bitirecekmiş, “Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàh... Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàh...” diyecekmiş; biz ondan sonra “Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàh... Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàh...” diyecekmişiz. Öyle istiyor, ondan bangır bangır bağırıyor, hop oturuyor hop kalkıyor; ağzı köpürmüş sanki deterjan yutmuş gibi bağırıyor.
Şimdi ben kısaca eğildim dedim ki:
“—(Nahnü el-etrâk...) Biz Türk’üz, Hanefî mezhebindeniz, bizim mezhebimiz budur.” deyince; Vayyy, sen misin öyle söyleyen; bir de bana kızdı:
“—Peygamber Efendimiz’in zamanında mezhepler yoktu.” “—Amennâ ve saddaknâ, mezhebler yoktu ama, Vahhâbi mezhebi de yoktu, senin mezhebin de yoktu. Sen nereden çıkarttın bu gürültüyü patırtıyı?”
Allah’tan bir gün önceden bu bahisleri okumuştum ilmihalden, Allah her şeyi hikmetle yapıyor. Okumuştum, meseleyi detayı ile biliyorum; dedim ki: Peygamber SAS Efendimiz’in hadis-i şerifi var, o hadis-i şerife göre biz böyle yapıyoruz dedim; hadis-i şerifi güzelce okudum. Başımıza kalabalık toplandı. Hatta polisler filan da geliyor, “Ne oluyor, Harem’de bir şey mi var?” diye... Yakalarlar insanı, götürürler. Orada üç beş adamdan birisi polis, kimisi sivil kimisi resmi...
Herkes toplandı başımıza, tabii bir bana baktılar bir ona
baktılar. Bir onun köpürmesine baktılar, bir bizim sükûnetimize baktılar; bir bizim cevabımıza baktılar, bir onun sözüne baktılar.
Anladılar o haksız, gittiler ona dediler ki:
“—Yâ filânca, bak burası, Alem-i İslâm’dan her müslümanın geldiği bir mübarek Mescid! Müsamaha göster! Bak bu hem cahil değil, mezheplerine göre bu işi neden yaptıklarının hadis-i şerifini söylüyor, delilini söylüyor...” filan dediler.
Tabii ona da cevap veremedi, bağıra çağıra kalktı gitti. Bu nedir? Taassubdur. Nedendir? Öteki mezhepleri bilmiyor, müsâmaha göstermiyor; dinin aslını özünü anlayamamış. Müslümanın müslümanı sevmesi lâzım, kızmaması lâzım. Hatası varsa da yumuşak söylemesi lâzım. İşi böyle cinayet işlenmiş gibi bir hale getirmemesi lâzım.
Onun için, bizim de tabii biraz şöyle İslâm kültürünü bilmemiz lâzım. Biz böyle “Allàhu ekber!” diyoruz, böyle göbeğimizin altına el bağlıyoruz erkekler... Ee, kimisi farklı tutuyor. Arap alemine gittiğin zaman kimisi tutmuyor ellerini, böyle salıyor hazır ol vaziyetinde... Kimisi başka türlü duruyor... Kimisi yatıyor yatıyor, ezan okununca kalkıyor; cızt duvardan teyemmüm abdesti alıyor, “Allàhu ekber!” diyor, namaza duruyor. E, biz gidiyoruz abdest alıyoruz uyuduktan sonra, abdestimiz bozuldu diye. Ne yapalım? İnsan mezhebler hakkında bilgi sahibi olunca, hoş karşılıyor.
Evet, Kur’an-ı Kerim’i her gün okuyacaksınız kıraatini, her gün biraz ezberleyeceksiniz, tefsirini biraz okuyacaksınız. Peygamber Efendimiz’in hadis-i şeriflerinden, her gün ismini söylediğim bir güzel hadis kitabından biraz okuyacaksınız, bilginiz olacak.
İlmihal bilgilerini öğreneceksiniz: “Namaz nasıl kılınır, nasıl abdest alınır; ne namazı bozar, ne bozmaz. Oruç nasıl tutulur, zekât nasıl verilir, ne kadar verilir? Miras nasıl taksim olunur?” ve sâir ilmihal bilgilerini öğreneceksiniz. Çünkü bilmezseniz yanlış yaparsınız; yanlış yaparsanız Allah’ın rızasını kazanamazsınız.
Onun için, o alimlere verilen sevapları almak için tavsiyeleri sıralıyordum. Bu üç maddeyi sıraladım, daha başkalarını önümüzdeki dersler inşaallah sıralamak üzere şimdilik burada bırakıyorum.
Bunlara bugünden başlayacaksınız. Yarın burada, “Bakalım kaç sayfa Kur’an okudunuz, kaç tane hadis okudunuz; ilmihal bilgilerinden hangi kitabı ne kadar okudunuz?” diye soracağım, haberiniz olsun. Elime bir de deynek alıp geleceğim. (Yâni, deyneği buraya yazdığım şeyleri göstermek için alacağım)
Es-selâmü aleyküm ve rahmetu’llàhi ve berekâtühû!
27. 12. 1994 - Victoria