• /
  • Kütüphane
  • /
  • Anılarla Mehmed Zâhid Kotku Rh.A
  • /
  • 18. YÜZ GÜZELLİĞİ
17. BİZ ARTIK ARADIĞIMIZ YERİ BULDUK

18. YÜZ GÜZELLİĞİ



Ergün GÖZE49


Kendisini ilk dinleyişim sanırım 1952’de, herhalde ilk hutbesindeydi. Çivicizâde Ümmü- gülsüm Camii’nde... Celâl dolu bir hutbeydi. Halbuki hutbenin dışında hakim vasfı yağ gibi yumuşak olmasıydı. Hilim ve bast her anıydı.

Ve ibadet temizliği... Giyini- şinde, tavrında, halinde o kadar barizdi ki... Birçoklarına dönüp baktırırdı.

Sanırım 1954’te idi. “Hacca gideceğiz, siz de hazır olun!” demişti. Biz daha henüz talebeyiz. Ancak, onu yolcu etmeye gittik. Bizim sadece yolcu etmeye geldiğimizi görünce bir an durdu ve sonra, sanki kendisi bize hacca gitme teminatı vermiş gibi, “Siz gazeteci olarak hacca gidersiniz!” dedi.

Bu tarihten on bir sene sonra yazı yazmaya, yani gazeteciliğe



49 Ergün Göze (1931-12Ekim 2009): Sivas’ta doğdu. İlk ve orta tahsilini Sivas’ta yaptı. Çorum Lisesi’nden mezun oldu (1950). İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni 1957’de bitirdi. Bir kaç arkadaşıyla birlikte, Babıali Yayınevi’ni kurdu. Daha sonra serbest avukatlık yapmaya başladı.

Basın hayatına, Mümtaz Turhan’ın neşrettiği Ölçü mecmuasıyla girdi. Daha sonra kitap haline getirilen Meşhurların Son Sözleri, Son Havadis gazetesinde yayınlandı (1961). Fıkra yazarlığına Babıali’de Sabah gazetesinde başlayıp (1965), Tercüman’da devam etti (1969). Tercüman gazetesinde, milliyetçi bir kalem olarak çeşitli meslek odaları ve derneklerle yaptığı mücadelelerle sivrildi.

1988 yılında Türkiye gazetesinde fıkra yazarlığına başladı ve iki sene devam etti. TGRT’de haber yorumculuğu yaptı. En son Boğaziçi Yayınları’nın editörlüğünü yapıyordu. Evli ve üç çocuk babasıydı. Fransızca biliyordu. 12 Ekim 2009 tarihinde, İstanbul’da vefat etti.

226

başladım. Otuz altı sene sonra da Suudi Arabistan Enformasyon Bakanlığı beni hacca davet etti. Tabii gazeteci olarak...


Daha çok şer’î planda kalmayı severdi. Tasavvuf son Peygamber’in (AS) derûnî hayatıydı. Oraya da onun zâhirî hayatından geçilirdi. Bu gün, diğer tasavvuf büyüklerinin söylediklerini söylemek kimsenin haddi değildi. Önce ilmihal bilgileri gerekliydi. Gerçekten, öncekiler için ilmihal bilgileri denecek şeyleri bile, bu gün bilenler de artık pek azalmıştı. Onun için bazen, “Efendim, Şeyhü’l-ekber, vahdet-i vücud...” gibi sözlerle sohbete girişenleri; “Aman aman, onlar büyük meseleler... Bizim aklımız öyle şeylere ermez!” diyerek tatlıca kapatırdı.

Onu bir cenaze namazını kıldırırken hatırlarım. Beşiktaş Camii’nin musallâsında yatan rahmetli Abdülhay Efendi’ydi. Yüzü o kadar haşyetle dolu idi ki, sanırdınız musallâda yatan odur.

Dr. Rahmi Eray’ın cenaze namazını da Göztepe Camii’nde kıldıran o olmuştu.

Etrafında seçkin bir gençlik kütlesi çevreleniyordu. Hiç unutmam, bu kütle 27 Mayıs’tan sonra Ali Fuat Başgil Hoca’yı topluca ziyaret etmişti de, hoca bu kadar genç ve okumuş müslümanı bir arada görmekten adeta gaşyolmuştu.


Onun cuma hutbeleri o kadar besleyici ve ışıklandırıcı idi ki, o küçük mescidi her seferinde, çok uzak yerlerden gelmiş insanlar doldurup taşırıyordu.

Hiç unutmam Çivicizâde Ümmügülsüm Camii’nde i’tikâfa çekilmişti. Ben henüz üniversitede okuyorum. “İ’tikaf“ nedir falan da pek bildiğim yok... Bir akşam namazından sonra, hayretle camiin içinde küçük bir sofra kurulduğunu gördüm. İ’tikâfta olanlar için bu mümkündü tabii...

Hocaefendi bizi de gayet büyük bir tatlılıkla yemeğe davet etti. Çok sâde ve basit bir yemekti... Ben bütün delikanlı cahilliğimle yemeğe daldım tabii... Amma baktım yemek tuzsuz... Tepsinin üzerindeki tuzu alıp, hiç tuzu olmayan yemeğe bolca ekmeye

227

başladım. Bunun üzerine bütün simasına yayılan bir tatlı tebessümle:

“—Abe yahu, sen bizi tuza alıştıracaksın!” deyişini hâlâ hatırlarım.

Mu’tekif yemeği tuzsuz olurmuş. Şimdi düşünüyorum, acaba o yemek o kadar basit mi idi? Ve dünya kadar tatsız tuzsuz mu idi?


Mucize, keramet gibi şeylerden daha çok, onca mühim olan nefse hakimiyet, Allaha kulluk etmekti. Esasen mucize peygamberlere mahsus idi. İslâm ahlâkı en büyük mucize idi. İnsanî muaşerette zarafet de İslâm ahlâkının temeli idi. Ve Hocaefendi bunun en güzel örneğini verirdi. Kimseye çıkıştığını görmedik.

Ziyarete gittiği evlere hediye olarak çay ve şeker götürürdü. Ne kadar içten ve mütevazi bir mânâ alırdı ve sonra büyürdü bu mânâ...

228

İlk çocuğumun doğumunda, eve kadar zahmet etmek nezaketini göstermişti. Kendisine, bu devirde çocuk büyütmenin ne kadar büyük bir mesele olduğunu söylediğim zaman, verdiği cevabı çok seneler sonra anlayabildim. Diyordu ki:

“—Zaten çocuklarınızı siz terbiye edecek değilsiniz.”

Çağdaş medeniyetin aileye, çocuğa ve klasik ahlâka kurduğu pusuları bundan güzel anlatan bir cümle olabilir mi?


Diyarbakır’da askerliğimi yaparken, yazdığım bir mektuba verdiği cevaptaki bir cümle de, idrakime bir mızrak gibi saplanmıştı. Diyordu ki:

“—İstikrar Allah’a mahsustur!”

Gerçekten, sonraki hadiseler dünyanın sadece bir istikrarsızlıktan ibaret olduğunu gösterdi. O bu cümleyi, “İstanbul’da iken Diyarbakır’a düştük.” şikâyetine cevap olarak yazmıştı sadece... Sonra bütün olacakları da tafsilen belirtmişti adeta...

229

Nitekim, istikrarın sadece Allaha mahsus olduğunu, bir Sinan kubbesi gibi birbirine bağlı taşları kıskandıracak kadar tesanütteki çevrelerde bile ne kopukluklar meydana geldiğini gördük...

Aslında bunlar hep bilinen şeylerdi. Bilinmeyen şeylerin söylendiği yoktu. Amma insan galiba en çok bilinen, yahut bilindiği zannında olduğu şeylerde yanılıyor.


Askerliğimi bitirip dönmüştüm. Yine bizim eve zahmet buyurmuşlardı. El yazması Kur’an-ı Kerim’ler, hattatların maharetleri konuşuluyordu. Anlatıyordu:

“—Bazı hattatlar o kadar titizdi ki: ‘Yazdığım Kur’an’da bulunacak her hatâ için şu kadar altın vereceğim!’ diye ilân bile ederlerdi.”

Evde iki tane yazma Kur’an-ı Kerim vardı. Söz açılmışken göstereyim dedim. Birisini eline aldı, gözlüğünü taktı, rastgele bir sayfayı açtı ve:

“—Şurada bir lâmelif eksik... Bir kalem var mı?” dedi.

Verdik ilave edip tashih etti.

Kur’an-ı Kerim’in Allah’ın muhafazası altında olduğuna dair, Malik bin Nebî’nin anlattığı bir hadise vardır, hemen o aklıma geldi: İngilizler Mısır’da kasden yanlış basılmış Kur’an’lar dağıtırlar. Bir kaç ay sonra bakarlar ki, hepsi okuyanlar tarafından düzeltilmiş. Bazen bunun gibi yüz elli sene sonra, kasdî değil hataen bile olsa, bir lâmelif bile olsa düzeltildiği vâkîdir.


“Melâhat-i vechiyye” derler. Yüz güzelliği... Onda “Melâhat-i abdiyyet” vardı aynı zamanda... İbadet güzelliği... Halkın nûranîlik dediği şey… Haccından dönerken Galata Yolcu Salonu’nda karşılamaya gitmiştik. Sanırım iki kişiydik karşılayan... Amma gidişinden çok farklı gelmişti. Belli idi ki çok ibadet etmiş, çok şavklanmıştı. Bu acaba bizim gençlik ve tecrübesizliğimizin hükmü müydü? Hayır! Çünkü, en az on-on beş kişi bize “Bu kim?” “Bu kim?” diye soruyordu. Başkasını soran

230

yoktu.

Diyarbakır’da vesikalık resmini çoğaltmak için, bir sokak fotoğrafçısına vermiştim. Banyodan çıkan resme bakarken fotoğrafçının hali değişti. Durdu, bize döndü “Bu kim?” diye sordu. Ben, “Bir imam...” deyip geçiştirdim. Fotoğrafçı başını salladı. Bana, “Çocuk mu kandırıyorsun?” der gibi baktı ve “Bir imam ha?” dedi. Yanımda o zaman yüzbaşı olan Mustafa Güner Ağabey de vardı sanırım.


Bazı dualarının aynen çıktığını bilirim. Ağzı dualıydı. Amma hedefi insanları Allah yoluna, Peygamber sünnetine çekmek suretiyle, dünyayı bir köprü olarak kullanmaktı.

Politikadan ictinab ederdi. Zaten onun hedefi bu dünya değildi. Bütün zorlamalara rağmen de politikadan daima uzak kaldı.

Bir ziyafette idik. O karışmasa bile, politika onun etrafına yamanmak istiyordu. Bu sebeple i’tikâfın bulunmaz lezzetteki yemeği yerine, büyük bir ziyafet olmuştu bu sefer... Hayretle etrafıma baktım, bir an gözlerimiz karşılaştı. Ufukları dolaşan gözleriyle bana baktı ve içimden geçenleri okumuş gibi ve teselli makamında:

“—İnşallah biz dünya adamı değiliz!” dedi.

Evet, o bu dünyanın insanı değil, mâverânın adamı idi.


16. 11. 1990 - Türkiye Gazetesi

231
19. CEMAL SIFATI TECELLİ ETMİŞTİ