• /
  • Kütüphane
  • /
  • Anılarla Mehmed Zâhid Kotku Rh.A
  • /
  • 17. BİZ ARTIK ARADIĞIMIZ YERİ BULDUK
16. O BİR DESTAN OLDU

17. BİZ ARTIK ARADIĞIMIZ YERİ BULDUK



Recai KUTAN45


Eùzü bi’llâhi mine’ş-şeytàni’r-racîm.

Bi’smil’lâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn. Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ rasûlinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn…

Aziz ve muhterem kardeşlerim, sevgili gençler!

Biraz sonra, Türkiye nereden nereye geldi, bu mübârek zevâtın hizmetleriyle neler oldu. İnşaallah onları sizlere anlatmaya çalışacağım.

Benden büyük mürşid, muhterem hocamız Muhammed Zâhid Kotku Hazretleri’ni (Rahmetu’llahi aleyh) anlatmam istendi. Öncelikle bana bu mübarek zâta bağlanmayı nasib eden



45 Recai Kutan: 1930 yılında Malatya’da doğdu. Baba adı İsmail, Ana adı Hatice’dir. İlk, orta ve lise tahsilini Malatya’da yaptı. 1947 yılında İTÜ İnşaat Fakültesine girdi ve buradan 1952 yılında mezun oldu. 1952’de Malatya DSİ’de çalışmaya başladı. 1957’de Diyarbakır DSİ Bölge Müdürü oldu. 1966’da DSİ Genel Müdür Muavini oldu.

1969’da TÜMAŞ Genel Müdürü oldu. 1974-1980 yılları arasında MSP Genel Başkan Yardımcılığı göreviyle siyasi çalışmaların içerisinde oldu.

1977 seçimlerinde, MSP’den Malatya Milletvekili, 1977 Koalisyon Hükümetinde İmar ve İskân Bakanı oldu. 12 Eylül 1980 askeri ihtilalinden sonra diğer MSP yöneticileriyle beraber 9,5 ay hapis yattı. Askeri Yargıtay’ın kararı esastan bozmasından sonra beraat etti.

1983’te kurulan Refah Partisi’nde Genel Başkan Yardımcılığı ve 20. Dönem Malatya Milletvekilliği yaptı. 1996-1997 yılları arasında 54. Erbakan Hükümeti’nde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olarak görev yaptı. Fazilet Partisi ve Saadet Partisi'nin kurucuları arasında bulundu. Halen (ESAM) Genel Başkanlığını sürdürmektedir. İngilizce ve orta derecede Fransızca biliyor. Evli ve 3 çocuk babasıdır.

212

Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senalar ediyorum. Tabii bu o kadar büyük bir nimet ki…

Hocamız 32 yıl önce Allah’ın rahmetine kavuştu. Burada gördüğüm genç kardeşlerim, görmedikleri, ancak gıyaben tanıdıkları bir büyük mürşidi anmak üzere, işte bu salonu tıklım tıklım doldurdular. Böylesine sàlih kimseleri, Allah dostlarını sevmek, onları anmak fevkalâde bir nimettir. Bu itibarla sizleri yürekten tebrik ediyorum.

Siz onu görmeden sevdiniz. Şairin birisi diyor ki:


Aşk odu evvel düşer ma’şuka, ondan aşıka;

Şem’i gör kim, yanmadan yandırmadı pervaneyi!


“Sevgi ateşi ilk önce sevilenden başlar, sonra sevenlere sirayet eder.” diyor. Eğer siz Muhammed Zâhid Kotku Hocamız’ı seviyorsanız, demek ki sevgi önce ondan başladı. Önce mürşidimiz sizleri sevdi, ondan sonra da siz onu sevdiniz. İşte bu da Rahmetli Hocamızın bir kerametidir diye düşünüyorum.

Bu gibi zevât öyle büyük kimseler ki, bizim gibi acizlerin onları değerlendirmesi mümkün değil. Toplantılarda umumiyetle bu

213

zevâta ben şöylece yaklaşıyorum. Bu konuda Necip Fazıl’ın şiiri hemen hatırıma geliyor:


Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben

Üç ayakla seken topal köpeğim!

Bastığınız yeri taş taş öpeyim,

Bir kırıntı yeter kereminizden!

Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben…


Bu bir altın zincirdir. Bu zincirin halkalarından birisi de mübarek Hocamız Muhammed Zâhid Kotku Hazretleri’dir. Bir büyük mürşid-i kâmil, bir sàlih insan ve bir Allah dostu… Ataları 1870’li yıllarda Kafkasya’dan gelmişler, Bursa’ya yerleşmişler. Kendilerinin seyyid oldukları, Peygamber SAS Efendimizin ailesinden gelmekte oldukları bildiriliyor.

Hocamız 1897’de Bursa’da dünyaya gelmiş. Sanat Okulunda okurken, 18 yaşında askere alınmış, I. Cihan Harbinde Suriye cephesinde düşmanla savaşmış. Ordunun geri çekilmesiyle, birliğiyle birlikte İstanbul’a gelmiş. Bir taraftan askerlik

yaparken, öbür taraftan özel hocalardan dersler alarak dinî ilimleri tahsil etmiştir.

Tasavvufî eğitimi için Gümüşhaneli Dergâhı’nda Ömer Ziyâeddin Dağıstanî Hazretleri’ne intisab etmiştir. Ondan sonra Mustafa Feyzi Tekirdağî Hazretleri’nde seyr-i sülûkunu tamamlamıştır. 27 yaşında hilafetnameyi almıştır.


O yıllar Türkiye’de din eğitiminin yasaklandığı, ezanın yasaklandığı, basın yayın yoluyla Allah demenin yasaklandığı yıllardı. Kur’an eğitimi yasaktı.

Bizim mahallede bir Hatice Bacı vardı, kız çocuklarını toplar, evinde onlara Kur’an öğretirdi. İki ayda bir polisler evi basarlar, onu alır götürürler, döverler, sonra salarlardı. O bir müddet sonra o yine başlardı. Yine götürürler, döverlerdi. Bir gün bir polis şöyle diyordu:

“—Be kadın, biz seni dövmekten usandık, sen dayak yemekten usanmadın!”

Bu kadar zor şartlar içerisinde yine bir şeyler öğretmeye çalışıyorlardı.

214

Ortaokulda, lisede hocaların ekseriyeti pozitivist bir anlayış içinde idi. Bir kısmı solcu, bir kısmı da aşırı milliyetçi idi…

Biz Malatya Lisesi’nde okurken namaz kılan öğrenci sayısı bir veya iki tane idi. Lise müdürümüz ve edebiyat öğretmenimiz Arif Nihat Asya46 idi. Şu meşhur Bayrak şiirinin şairi. O dönemde sol faaliyetler Milli Eğitim’de artmış. Solun karşısında bir nevi aşırı milliyetçi görüşler de gelişmiş. Ayrıca biz evimizden imkân nisbetinde bir dini eğitim de aldık. Lisede bir yönüyle Arif Nihat Asya gibi derviş meşrep bir zattan eğitim aldık. Yani bir tarafı İslami, öbür taraftan da milliyetçilik tarafı olan birisi. Ki bazı konferanslarda onun birbirine tam da zıt şiirlerinden örnekler veriyorum. Bir tanesini hemen söyleyeyim, meselâ Ağıt diye bir şiiri var:


Yollara Kürşatlar uzanmış ölü,

Ağlasın Ak ülke, ağlasın Süt gölü! Yiğitlerim uyur gurbet ellerde,

Kimi Semerkant'ta bekler beni,

Kimi Caber'de!

Caber yok, Tiyanşan yok, Aral yok,

Ben nasıl varım?

Şu yakın suların

Kolu neden bükülmez?

Fırat niçin, Dicle niçin, Aras niçin

Benden doğar, bana dökülmez?



46 Arif Nihat Asya (1904-1975): Bayrak şâiri. 1904 yılında İstanbul’da doğdu. Orta tahsilini parasız yatılı olarak Bolu ve Kastamonu liselerinde tamamladıktan sonra, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nun Edebiyat Bölümü’nden mezun oldu. Çeşitli liselerde edebiyat öğretmenliği ve müdürlük yaptı. Adana'da öğretmenlik yaptığı dönemde 1933 yılında Üsküdar Mevlevihanesi'nin son şeyhi Ahmet Remzi Akyürek'le tanışan Mevlevî Tarikatına intisab etti. 1950-1954 döneminde Seyhan (Adana) milletvekili oldu. Ankara Gazi Lisesinde öğretmenlik yaparken emekliye ayrıldı (1962). Birçok dergi ve gazetelerde yazılar yazdı. 5 Ocak 1975 günü Ankara’da vefat etti.

Edebî şahsiyetinin en kuvvetli yönü şairliği olmakla beraber, şiirleri kadar güzel ve kuvvetli nesirleri de vardır. Çok verimli bir yazardır. Şiirlerinde hece, aruz ve serbest vezinleri kullanmış, nazmın her tür ve şekliyle eserler vermiştir. Canlı, çekici ve heyecan verici bir üslûbu vardır.

215

Tam Turancı hava içinde yazılmış bir şiir… Bir de buna mukabil Asya’nın meşhur bir na’tı var:


Seccaden kumlardı,

Devirlerden diyarlardan

Gelip, göklerde buluşan

Ezanların vardı!


Diye başlayan bir şiiri var. Evet, biz böyle bir eğitim alarak Teknik Üniversite’ye gittik. O dönemde de İkinci Cihan Harbi bitmiş, dünyada da artık çeşitli meseleler müzakere ediliyor. Türkiye’de de insan hakları deniliyor, demokratikleşme falan deniliyor… Demokrat parti yeni kurulmuş ama Cumhuriyet Halk Partisi iktidarda. Demek istediğim, bizim böyle sosyal meselelerle yakın ilgimiz var. O anlayış içerisinde biz gittik, Türk Kültür Ocağı diye bir cemiyete kaydolduk.

Bugünkü valilik makam binasının karşısında, İzzettin Han diye bir han vardı, onun ikinci katında. Genellikle milliyetçilerin bulunduğu bir cemiyet, 5-6 Teknik Üniversiteli arkadaşla üye olduk. Orada rastladığımız en önemli isimlerden bir tanesi rahmetli Nurettin Topçu.47


47Dr. Nurettin Topçu (1909-1975): 1909’da İstanbul’da doğdu. 1928'de İstanbul Erkek Lisesi'nden mezun oldu. Burslu olarak Fransa'ya gitti. Topçu önce Bordo Lisesi'nde okudu. İki sene sonra Strazbourg'a geçti. Üniversitede felsefe okudu. Yazları İstanbul'a gelip gitmekteydi.

Topçu'nun Avrupa'daki hayatı okul, ev, kütüphane çerçevesi içinde geçer. Ancak hafta tatillerinde derneklerin tertip ettiği toplantılarda Samet Ağaoğlu, Ömer Lütfi Barkan, Besim Darkot gibi zatlarla görüşür. Bu arada Tasavvuf tarihçisi Luis Massignon ile tanışır. Strazbourg'da doktorasını hazırlayan Topçu, Sorbon'a gider, doktorasını verir. Bu üniversitede felsefe doktorası veren ilk Türk öğrencisidir.

1934'de Türkiye'ye döner. 1935'de Galatasaray Lisesi'ne felsefe öğretmeni olarak atanır. Daha sonra İzmir Atatürk Lisesi'ne tayin olur. Hareket Dergisi'ni İzmir'de bulunduğu 1939 yıllarında yayımlamaya başlar. Dergi İstanbul'da basılır. Hareket'te yayınlanan bir yazıdan dolayı Denizli'ye sürgün edilir. Daha sonra Haydarpaşa Lisesi'ne tayin edilir. Bir müddet sonra da Vefa Lisesi'ne geçer.

216

Orada milliyetçiliğin çeşitli tonları var. Bunlardan bir Turancılar, bir de Anadolucular var. Anadolucuları Nurettin Topçu temsil ediyor. Onun dışında oraya gidip gelen, seminer düzenleyen bazı hocalar, onun dışında da isimlerini bildiğiniz ağabey durumunda olan bazı kimseler vardı.


Meselâ, bunların arasında tabi sizin tanıma imkânınız olmadı, erken vefat etti, Rahmi Eray (1918-1958) diye fevkalâde iyi yetişmiş bir ağabeyimiz vardı. Tıp Fakültesi son sınıftaydı. Bacaklarında tromboflebit vardı. O zaman tedavi imkânları yetersiz… Havalar sıcak olunca mutlak yatak istirahati gerekiyor. Dolayısıyla Tıp Fakültesini bitiremiyor. Fakat öylesine dolu bir insan ki…

Fatihte bir dairesi var... Memleketi Elbistan’dan bir sürü yiyecekler gönderiliyor. Kavurması, peyniri, yağı, sucuğu vs. Her sabah onun evine 5-6 ekmek alınıyor. Umumiyetle onun ziyaretine gelenler üniversite öğrencileri, asistanlar vs. Karnı aç olan önce mutfağa gidip karnını doyuruyor. Sonra Rahmi Ağabeyin odasına geçiyor.

O yatağında yatıyor. Bir bakıyorsunuz, o dönemde yayınlanmış ne kadar dergi varsa, ne kadar önemli kitap varsa hepsi orada… Yüksek seviyeli sohbetler yapılıyor, umumiyetle temel İslâmî konular anlatılıyor.


Türk Kültür Ocağı’na devam eden kimseler arasında, adını duymuşsunuzdur, Fethi Gemuhluoğlu vardı, Bekir Berk vardı. Orada biz özellikle o dönemin önemli isimlerini tanıma imkânımız oldu. Meselâ Peyami Safa, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Ali Fuat Başgil’i biz orada tanıdık. Onlar o cemiyette üye değillerdi ama sık sık dersler verirlerdi.

O günlerde Bekir Berk’le beraber, Teknik Üniversiteliler bir


Çocukluk arkadaşı Sırrı Bey vasıtasıyla devrin manevi büyüklerinden Hasib Efendi ve Abdülaziz Efendi ile tanışan Topçu, Abdûlaziz Bekkine Efendi'ye intisab eder. Topçu, Celâleddin Ökten'den de İslâmî ilimler alır.

Faaliyetlerini milliyetçi derneklerde sürdürür. Son olarak İstanbul Erkek Lisesi'ne tayin olunan Topçu, 1974 yılında emekli olur. 1975 Nisanı'nda hastalanır. 10 Temmuz 1975'te İstanbul’da vefat eder. Fatih Camii'nde kılınan cenaze namazından sonra Topkapı'daki Kozlu Kabristanı'na defnedilir.

217

karar verdik. Dedik ki, sol faaliyetler arttı. Özellikle Hasan Ali Yücel’in Maarif Vekili olması sebebiyle tam bir sol kadrolaşma var. Buna karşı biz, “15 günlük yarı gazete, yarı dergi tipinde bir şey çıkaralım!” dedik.


Biz 15 günde bir bu dergiyi çıkarmaya başladık. İsmi de Mücadele idi. Üstünde de küçük harflerle “Komünizme Karşı” diye yazıyordu. 8-10 sayfalık bir şey. Bunun içerisinde çok güzel yazılar çıkıyor, tanıdığımız zevattan Peyami Safa’dan Ali Fuat Başgil’den. Profesör Mehmet Genç Edebiyat Fakültesi’nde profesördü. O abi durumunda olanlardan, Faruk Kadir Timurtaş, sonradan profesör oldu, Gaziantepli idi. Edebiyat Fakültesi’nde o da vardı.

Baskı bittikten sonra, biz Teknik Üniversite’de, zaten alttan say üstten say 7-8 kişiyiz. O gün gayet itina ile giyiniyoruz, takım elbise, kravat… Doğru gidiyoruz Karaköy vapur iskelesine. Vapurlardan gelen halka dergiyi, “Mücadele!.. Mücadele!..” diye satıyoruz. Rahmetli Erbakan Hoca sonradan bizi birilerine tanıştırırken, hep şöyle söylerdi:

Tabi millet öylesine ürkmüş ki sol kadrolaşmadan. Geliyor; biraz yaşlılar, orta yaşlılar, sarılıp bizi öpüyorlar, Allah sizden razı olsun, diye. Tabi sudan ucuz!

“—Evladım bana 10 tane ver, 5 tane ver!”

Bir vapur geldiğinde en aşağı, dört yüz, beş yüz kişi çıkıyor. O kadar kalabalığı başka nereden bulacağız?


Tabi biz bu çalışmaları yaparken bizi soruları ile bunaltanlar da oluyor. Bir gün bu soruların cevabını alabilmek için Rahmi Eray Ağabey’e gittik. Kafamızda İslamiyet’le ilgili bazı sorular var, izah edemiyoruz. Rahmi Ağabey’e dedik ki:

“—Rahmi Ağabey bize şöyle şöyle sorular geliyor. Sen ilmi olan birisin, bize cevaplar hakkında yardımcı ol!” Dedi ki:

“—Çocuklar, siz bu soruları bana sormayın! Yarın akşam buraya gelin, burada yakında Zeyrek’te bir cami var, Ümmü Gülsüm Mescidi... O caminin de bir mübarek hocası var, gerçek anlamda mürşid, adı Abdü’laziz Bekkine; oraya gidelim!

Mescidin arkasında o hoca efendinin evi var. Evinin alt katı

218

geniş bir salon. Her yatsı namazından sonra orada sohbet yapılıyor. Oraya gidersiniz, sorularınızı o hoca efendiden sorarsınız, en iyi cevabı o verir!” dedi.


Biz ertesi gün gittik, yatsı namazına Zeyrek’e, o Ümmü Gülsüm Mescidi’ne... Çok kalabalıktı, entelektüel kesim umumiyetle buraya geliyormuş.

Namazdan sonra o salona gittik. Salon dediğimiz boydan boya yer minderleri var, köşede bir sedir var. Orada gözümüze çarpan iki isim, N. Erbakan ile Nurettin Topçu oldu. Biraz sonra Abdülaziz Bekkine Hazretleri geldi.

Müridan başlarını önlerine eğmiş, kendi iç alemlerindeler… Biraz acaibimize gitti. “Böyle mübarek bir zat var, niye bol bol soru sormuyorlar?” diye.

Biraz sonra sohbete başladı, biz adeta donduk kaldık. Biz kendisine herhangi bir şey sorma fırsatımız bile olmamışken, Rahmi Eray Ağabey’e sorduğumuz suallerin hepsini bir bir cevaplandırdı. Yani biz bir acayip duygunun içine girdik. İnsan hayretler içinde kalıyor. O tip bir mübarek zatı da o güne kadar

219

görmemiştik.

O sırada biz Gümüşsuyu’nda, Teknik Üniversite’nin bitişiğinde Teknik Üniversite talebe yurdu vardı, orada kalıyorduk. Sohbet sürüyor, gece 23- 24’e kadar. O dönemde ne tramvay var, ne otobüs var. Biz çıkıyoruz sohbetten, Unkapanı köprüsünden geçiyoruz, Hoca efendi ne dediydi, diye sohbete başlıyoruz, bir gözümüzü açıyoruz, Şişhane, bir gözümüzü açıyoruz, Tepebaşı, Taksim’e gelmişiz. Oradan Gümüşsuyu’na hep yürüyerek gidiyorduk.

Böylece Cenabı Hak lütfetti, böyle bir mübarek zatın eteğine yapıştık. Biz arkadaşlarla şu konuda mutabık kaldık: “—Biz artık aradığımız yeri bulduk.”


Sonradan öğrendik ki, meğer Abdülaziz Efendi 10-15 gün önce, her konuşmaya başlamasından önce sorduğu gibi arkadaşlarına sormuş: “—Bu gün neler oldu?” Birisi demiş ki: “—Efendim bu gün Karaköy iskelesinde pırıl pırıl gençler gördük, ellerinde bir dergi satıyorlar, Mücadele, Mücadele diye bağırarak. O dergilerden birisi çantamda var, emrederseniz vereyim.” Hoca Efendi dergiyi almış, incelemiş; sonra elini açıp bizlere dua etmiş. Biz de bir hafta sonra söylediğim şekilde bu dergâha gitmiş olduk.


Tabi bu arada gidip gelirken bize hep, Muhammed Zahid Kotku Rahmetullahi aleyh Hazretlerinden bahsederlerdi. Derlerdi ki, aslında Mustafa Fevzi Efendi’den hilafet alan üç kişidir. Bunlardan ilk hilafet alan Muhammed Zahid Kotku, 27 yaşında hilafet almış. Sonra arkadaşı Abdülaziz Bekkine’yi dergâha

220

götürmüş, bir müddet sonra o da hilafet almış. Bir müddet sonra Serez’den çok büyük bir alim olan Hasib Efendi dergâha gelmiş, o da hilâfet almış

Mustafa Feyzi Efendi vefat edince, postnişin olarak yaş sırası itibarı ile önce Hacı Hasip Serezli Efendi, sonra o vefat edince, Abdülaziz Bekkine halife olmuş. Daha sonrasını biliyorsunuz, Muhammed Zahid Kotku Hazretleri…


Ben 1952 yılında inşaat bölümünden mezun oldum, Malatya’ya gittim. Malatya DSİ’de göreve başladım. Beş altı ay sonra Abdülaziz Bekkine Hazretleri’nin vefat ettiğini haber aldık. Çok üzücü bir haberdi. Onun üzerine Muhammed Zahid Kotku Hocaefendi Bursa’dan teşrif etmiş İstanbul’a, Ümmügülsüm Mescidine gelmiş, vazifeyi o devralmış.

Biz Muhammed Zâhid Kotku Hazretlerini daha önceden duyardık, Bursa’da şöyle mübarek bir zat var diye, ama kendisiyle görüşmemiştik. Ben önce kendisine bir mektup yazdım. O mektuba çok kısa zamanda mültefit bir cevap verdi. Benim intisabım o mektupla oldu. Daha sonra İstanbul’a gittik elini öptük, duasını aldık. Dolayısıyla Muhammed Zâhid Kotku Hazretleriyle ilk tanışmamız 1952’de oldu.


1957 yılında ben 27 yaşında Diyarbakır’da DSİ bölge müdürü oldum. Bir müddet sonra Rahmetli Hocamız Diyanet İşleri reis muavini Yaşar Tunagür ile birlikte Diyarbakır’a geldiler, bizim haneyi teşrif ettiler.

Ortanca oğlum Murat daha küçüktü. Kafası yarılmış, gazlı bezi başına sarık gibi sarmışlardı. Biraz da peltek konuşuyordu. Bir şiir ezberlemişti, Hocamız onu okutturuyordu:


İkilik yok, birlik var!

Yalnız bunda dirlik var!

Yalnız bundadır felâh…

Lâ ilâhe illallah…


Okuyunca çok hoşuna gidiyordu, çocuğu seviyordu.

O sene ortaokulda olan bir kayınbiraderim Mehmet vardı, çok tatlı bir çocuktu. (Şimdi rahmetli oldu.) Bir de benim ortanca

221

ağabeyim vardı, çok şakacıydı.

Sabah kahvaltısındaydık, ağabeyim dedi ki:

“—Hocam, bu Mehmet var ya, imtihan zamanlarında namaz kılıyor, imtihanlardan sonra namazı bırakıyor.” dedi.

Mehmet çok utandı, kıpkırmızı oldu.

Hocaefendi tebessüm etti:

“—Yâ öyle mi? Mâşâallah, bu yaşta başı dara düştüğü zaman kime müracaat edeceğini öğrenmiş. Bu ne kadar güzel bir şey!” dedi.

Rahmetli Mehmet derdi ki:

“—Ben bekledim ki beni ikaz edecek; ‘Oğlum sen Allah’ı mı kandırıyorsun?’ diyecek. Öyle cevap verince öyle bir muhabbetle bağlandım, öyle bir muhabbetle bağlandım ki…” derdi.

Böylesine merhametli, hoş görülü bir kimse idi.


1969 yılında Millî Nizam Partisi, 1973’te Milli Selâmet Partisi Hocamızın arzusu ile, Hocamızla istişare edilerek, Hocamızdan izin alınarak kurulmuştur. Siyasi faaliyetler esnasında, hükümet çalışmaları esnasında, koalisyonların kuruluşu esnasında zaman

222

zaman istişarelerimiz olmuştur, ikazları olmuştur, tavsiyeleri olmuştur.

Muhammed Zâhid Kotku Hocamız Ekim 1979’da uzun süre kalmak niyetiyle hacca gitmişti. Şubat 1980’de midesinden rahatsızlanarak yurda döndü. Doktorlar ameliyata karar verdiler, Mart ayında midesinden ameliyat oldu.

Ameliyattan bir hafta sonra hastaneye, kendisini ziyarete gittim. Durumu iyiydi. Sitem etti:

“—Beğenmediğiniz Türkeş iki kere ziyaretime geldi, Necmi bir kez olsun gelmedi.” dedi.

Ankara’ya geldim, Necmeddin Beyi alıp tekrar ziyaretine gittik. Bize dedi ki:

“—Demirel’in azınlık hükümetini kayıtsız, şartsız destekleyin! Hükümet problemi çıkarmayın!” dedi.

O günlerde Demirel MSP’nin dışarıdan desteğiyle azınlık hükümeti kurmuştu (12.11.1979), ülkeyi onlar yönetiyorlardı. Anarşi devam ediyordu. Askerler de ihtilal yapmak için bahane

arıyorlardı. Birkaç kez güven oylamasında hükümete evet oyu verildi (kerhen destek).

En nihayet 5 Eylül 1980’de Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen hakkında, milli menfaatlere aykırı ve İslâm dünyasına karşı Batı yanlısı politika izlediği gerekçesiyle MSP tarafından gensoru önergesi verildi, CHP’nin de desteğiyle bakan düşürüldü. Ardından 6 Eylül 1980 günü yapılan Kudüs Mitingi de ikinci bir gerekçe oldu. Ardından 12 Eylül 1980 ihtilali yapıldı.

Maalesef Hocamızın ikazını dinlemedik, başımıza gelenler geldi. Diğer siyasiler gibi, biz de MSP yöneticileri olarak tutuklandık, cezaevine konulduk, 9,5 ay hapis yattık.48


Cezaevinde günlerimiz, Lütfü Doğan Hocamızın önderliğinde Kur’an okuyarak, hatimler okuyarak, Evrad okuyarak, Râmuzü’l- Ehadis’ten hadis dersleri yaparak geçiyordu. Perşembe günleri ailemiz ziyarete gelebiliyordu. Hocamızın vefatını cezaevinde öğrendik. Bize çok ağır geldi, üzüldük, ağladık. Allah ahirette beraber olmayı nasib eylesin…



48 Recai Kutan Bey bu bölümü, Şubat 1989’da Kızılay’da, evinde yaptığım özel görüşmede anlattı. M.E

223

Soru: M. Es’ad Coşan Hocaefendiyle de görüşür müydünüz?


Bizim Muhammed Zâhid Hocaefendiye gittiğimiz yıllarda Es’ad Coşan Hocamız üniversite talebesiydi. Aramızda epeyi bir yaş farkı var… Çok tatlı, çok hoş, çok hürmetkâr birisiydi. Daha sonra İlâhiyat Fakültesi’ne asistan oldu Ankara’da (1960)…

O dönemde ben Diyarbakır’dan Ankara’ya geldim, DSİ genel müdür muavinliğine… Sık sık görüşürdük. Muhammed Zâhid Hocamız Ankara’ya teşrif ettiklerinde Es’ad Coşan Hocamızın evinde kalırdı. Umumiyetle biz de oraya gider, sohbetlerine iştirak ederdik.

Muhammed Zâhid Hocamız’ın vefatından sonra mâlumunuz Esad Coşan Hocamız irşad vazifesini devam ettirdi. Pek çok hayırlı hizmetler yaptı. Çok uzun ömürlü, çok okunan dergiler çıkardı: İslâm, Kadın ve Aile, İlim ve Sanat dergileri… Ankara’da bulunduğu yıllarda biz de elimizden geldiği kadar faaliyetlerin içinde olduk, kendisine destek olduk. Hakyol Vakfı Ankara Şubesinde, uzun süre toplantılara başkanlık ettik.

Tabii onun vefatı da bizi yürekten yaraladı. Allah’ın takdiri…

224

Muhterem kardeşlerim! Rahmetli Hocamızı anlatmak bizim haddimiz değil. Allah’ın rahmetine kavuştuktan sonra, hep içimiz yandı; “Biz niye yeteri kadar istifade etmedik?” diye.

Ahlâkı ahlâk-ı Muhammediyye idi, Peygamber Efendimizin ahlâkını aynen benimsemiş idi. Fevkalâde yumuşak huylu, her an mütebessim idi. Zâten böyle beyaz-pembe yanaklı, fevkalâde alımlı bir zât idi. Heybetli bir kimseydi, olduğundan daha uzun görünürdü bizim gözümüze…

Fevkalâde sabırlıydı. Bizim gibi ham insanları yola getirmek için, onun kadar sabır gösterilmesi mümkün değildi. Herhangi bir şahıs hakkında asla dedikodu yapmazdı. İnsanlara hep şefkatle ve merhametle yaklaşırdı.

Müridleri umumiyetle üniversite öğrencileri, asistanlar ve ilimle meşgul olan insanlardı.


Muhterem kardeşlerim!

Peygamber Efendimiz SAS buyuruyor ki:

“—Kişi ahirette sevdikleriyle beraberdir.”

Siz Muhammed Zâhid Kotku Hocamız’ı görmeden sevdiniz. Sevdiğiniz için bu programı tertip ettiniz. Allah ahirette Peygamber Efendimiz’le, evliyaullah büyüklerimizle ve Muhammed Zâhid Kotku Hocamız’la, cümle sevdiklerimizle beraber eylesin…

Onların gösterdiği istikamette, Kur’an ve Sünnet yolunda olmayı, o yolda gayret göstermeyi cümlemize nasib eylesin…


Yunus Emre Gençlik Kulübü / Ankara, 2012

225
18. YÜZ GÜZELLİĞİ