16. O BİR DESTAN OLDU
İsmail TURAN43
Mehmed Efendi sevdiğimiz bir insandı. Kendisiyle daha Bursa’da iken karşılaşmıştım. Üftâde Camii’ne gittim. Gezerken baktım güzel simalı birisi oradan çıktı. İşte o idi. Ben onu daha önce bilmi- yordum. İlk karşılaşmamız böyle oldu.
Abdül’aziz Efendi vardı. Biz üniversitedeydik o zamanlar, Teknik Üniversite diyorlar şimdi... Ben ara sıra uğrardım Abdül’aziz Efendi’ye... Nihayet orada biz
43 İsmail Turan (1924-2004): Çanakkale’nin Biga ilçesinde dünyaya geldi. Liseyi 1943 yılında Balıkesir’de bitirdi. Aynı yıl, İTÜ giriş sınavlarında üstün başarı gösterdi, doğrudan ikinci sınıfa kaydoldu. Üniversitede okurken, Hüsrev Hoca’dan Sahih-i Müslim okumaya başladı. İbrahim Efendi’den Sahih-i Buharî
okudu. Arapça bilgisini hadis-i şerif okuyarak ilerletti. Gayretli çalışmalarla Kütüb-ü Sitte’yi bütün şerhleri ile beraber okudu. Yüz bin hadis-i şerifi senetleri ile birlikte ezberleyerek, Hadis Hâfızı oldu.
Bunun yanında iyi derecede Arapça, İngilizce, Almanca ve Fransızca öğrendi. Yabancı teknik yayınları takip etti. 1949 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nden mezun oldu. İnşaat Yüksek Mühendisi olarak Karayolları’nda çalışmaya başladı.
1957 yılında hacca gitti. Hacdan döndükten sonra Kur’an-ı Kerim’i bir ayda ezberledi. 1962 yılında tekrar hacca gitti, orada Suudi yetkilileri ile görüştü. Medine’de belediye mühendisi olarak göreve başladı. Yedi yıl orada kaldı. Daha sonra bir yıl da Cidde’de çalıştı. 1970 yılında Türkiye’ye döndü. Sincan, Elmadağ ve Beypazarı gibi yerlerde bürolar açarak, proje mühendisliği yapmaya başladı. 1974 yılında Libya’ya gitti. On yıl Libya’da kaldı.
1985 yılında Ankara’ya döndü. Artık evine çekilip, hadis-i şeriflerden ve kaynak tefsirlerden faydalanarak Arapça geniş bir tefsir yazmaya başladı. 1999’da tefsirini tamamladı. 4 Eylül 2004 günü Ankara’da vefat etti. Cenaze namazı Hacı Bayram Camii’nde kılındı. Bağlum mezarlığında toprağa verildi.
üniversiteyi bitirdik, 1949’da... Kendisi vefat etmeden önce, Mehmed Efendi var çevresinde o günlerde... Ama kimse bilmiyor, Abdül’aziz Efendi’nin yerine ondan sonra kim gelecek diye. Derken Mehmet Efendi posta oturdu. Abdül’aziz Efendi onu uygun görmüş.
Mehmed Efendi gelince cemaatte bir sarsıntı oldu. O sarsıntı sırasında bazıları ayrıldı. Fakat, Mehmed Efendi etrafında daha çok toplanma oldu. Bilhassa mühendisler toplandı.
Ben Mehmed Efendi’ye giderdim. Tabii sonra, “Zeyrek’teki cami yıkılacak, imar edilecek.” dediler. Bunun üzerine oradan İskenderpaşa Camii’ne geldiler. İskenderpaşa Camii, Yeniçerilerin kazan kaldırdıkları, ayaklanıp, saraya yürüdükleri bir yerdir. Orada karar verirlerdi. Fakat acaib bir şey; Mehmed Efendi gelince camiye bir feyz geldi, o eski asîliğini kaybetti.
Mehmed Efendi hem bir ilim sahibi, hem de amel sahibi... Yani ilim, amel ve ahlâk onda mevcut... Onun için Mehmed Efendi hakikaten sevilen birisiydi ve severdik. Yüksek ilmi vardı, ameli vardı, inancı tamdı.
Sabahlara kadar zikirler yapar... Sabah namazından tâ güneş doğana kadar hadis-i şeriflerden aldığı zikirleri yapar; buna kimse dayanamaz. Onu yapar, İşrak namazını kılar, ondan sonra evine çekilecek; arkasında bir sürü kuyruk var... O gelir, bu gelir... Mehmed Efendi o bakımdan farklıydı. Üstelik de her şeyi bir formaliteye, zorluğa sokmadan...
Medine’de mübarek yerlere, Uhud’a, Mescid-i Kuba’ya beraber giderdik; çok hüzünlenirdi. Hocaefendi Medine’den ayrılırken son derece üzüntülü olurdu, şehri ağlayarak terk ederdi.
Bir kere Mekke’de iken ziyaretine gittim; yiyecek bir şeyler aldım, beraber yedik. Çok memnun oldu. Yanındakiler, hizmetindekiler ihmal etmişlerdi.
Mehmed Efendi’nin etrafında olan bu kimseler, ileride bu devlette önemli makamlara geldiler ve faydalı oldular. Çalıştılar yani, hizmetleri oldu, o inkâr edilemez. Hem İslamiyet’e, hem de memlekete faydalı oldular. Mehmed Efendi bunları yetiştirdi.
Yalnız burada bir hareket vardı, ona ben katılamadım, katılmam zaten... O da şu: Mehmed Efendi’nin yanına gidip de, onu bir takım yerlere doğru yönlendirmek isteyenler vardı. Mehmed Efendi bundan şikayetkârdı ve bana anlatırdı onları... Kimseye söylemezdi başka... Mehmed Efendi üzüntülüydü.
“—Bunlar artık laf da dinlemiyor!” derdi.
Kasdettiği mevkî sahibi dervişlerdi; profesörler filân... Ve hattâ bunların yüzünden Mehmed Efendi’ye birçok sıkıntılar geldi. 1960 seneleri olduğu için çok kritik dönemler... Bunlar, Mehmed Efendi’yi sıkıntıya sokuyorlardı; “Acaba ilerde biz de politikaya girer de, bir şeyler koparabilir miyiz?” diye.
Gümüş Motor kuruldu. Erbakan da bizim cemaat toplantılarına gelirdi.
‘‘—İsmail ağabey şöyle, şöyle dedi; çok doğru tam yerinde... Filanca kardeşimiz böyle, böyle der; hakikaten öyle, çok haklı...’’
diye herkesi pohpohlar, sonra da kendisi ne diyecekse onu söylerdi.
Bu arada zenginler de gelirler, onlardan da para alıp fabrika kuralım der. Gümüş Motor kurulur. Sonra, fabrikayı batırır, kendisine Taşlıtarla’da bir yer alır, yer kıymetlenir, büyük para kazanır. Kendisinin 100 hissesi vardır. Onu şeker şirketine devreder. Kendisinin zararı yoktur; iflas edince de çekip gider. Ondan sonra halk nefret eder.
Bir gün beni çağırdı Hocaefendi. Ankara’dan hemen uçakla gittim:
“—Bana kötü kötü laflar söylüyorlar. ‘Bu hoca paramızı dolandırdı, yedi.’ diyorlar. Bizi bundan kurtar!’’ diye ağlıyordu.
Cemaati topladım:
“—Bunun tek çaresi bunu müdürlükten ayırmak, şirketi satıp Hocaefendi’yi bu dertten kurtarmak…” dedim.
Ama benim konuştuğum kimseler de onun adamlarıydı. ‘‘Evet, evet, doğru...’’ dediler, ama kimse ayrılmadı, şirket de battı. Daha fazlasını söylemeyeyim.
Erbakan hesaplar veriyor: ‘—’Efendim şu şudur, bu budur…’’ filan derken, bakıyor saate:
‘‘—Namazı kaçırıyoruz arkadaşlar, namazı kılalım!’’ filan der, kaçıp kendini rahatlatır.
Hesap vermeye gelir; anlatır, anlatır:
‘‘—Yâ siz bilmezsiniz, Masonlar var, bu memlekette Yahudiler var… Bunlar bizim kalkınmamızı istemiyorlar.’’ filan der.
Orada dinleyenlere bir üzüntü gelir, şaşırırlar ne yapacaklarını… ‘‘El-fatiha!’’ der, çekilir giderdi. İşte böyle hokkabazlıkları vardı. Allah iyi etsin…
Severim kendisini ama, insanın biraz da doğru olması lâzım! Yalancının mumu yatsıya kadar yanar derler.
Medine’de Menâha Meydanı var, projesini ve tatbikatını, açılışını ben yapmıştım. Ben Ankara’dayken, bir gece kendimi o meydanda gördüm; kazanlar kaynatıyoruz ve her çeşit insana yemek dağıtıyoruz.
O sıralarda Mehmed Efendi Ankara’ya gelmişti. (Mayıs 1973) Herkes ister, bize gelsin diye; fakat vakti yok... Ben de o arada
Mehmed Efendi’ye haber gönderdim:
“—Eğer imkânı olursa, bir gün misafir olsunlar!” diye...
“—Yarın akşam geliyoruz!” demiş.
Bunun üzerine benim ve Hocaefendi’nin bütün tanıdıklarını çağırdık. Yiyecek olarak iki koyun ve yanına da muhallebi gibi şeyler hazırladık. Bizim ev 40-50 kişi ancak alıyor, dar biraz...
Mehmed Efendi geldi, konuşuyoruz, yemekler geldi, koyduk. Tabii gelen çok fazla, papuçları saydık, 150-170 tane... Oraya nasıl sığdı hayret ettik, yer sanki büyüdü.
Yiyin diyoruz; yediler yediler, herkes doydu. Tamam dediler artık yiyemeyeceğiz. Baktık ki, yenen bir şey yok, onları aldık eve götürdük; aylarca gelene gidene yedirdik. İşte Menâha Meydanı’nda gördüğüm rüya gerçekleşti.
1974’ün son ayları, iş nedeniyle Libya’ya yerleştik. İşte 1980 yılıydı. Bir anlık rüyada Mehmet Efendi’yi görüyorum. Namazda secde halinde öyle... Bu arada da elinde Esad Efendi var; ona da çok açık olarak, bir emânet teslim ediyor. Ve ben uyandım.
Ertesi sabah hanıma:
“—Ben gidemiyorum, izin yok... Ama sen gidersen git!” dedim.
Hanım buraya geldi. Benim o rüyayı gördüğüm günde Mehmed Efendi ruhunu teslim ediyor, vazife Es’ad Efendi’ye intikal ediyor. Hanım yanıma döndü, şu günde, şu saat vefat etmiş dedi.
Bundan sonra Esad Efendi’den hoşlanmayan ve ayrılanları gördüm. Demek ki o zaman da bir dağılma oldu.
Nihayet; Beş kişiyi rüyada —rüya ile amel edilmez ama bunlar bir işarettir— kendilerine Arş-ı A’la’da makamlar gösterilirken gördüm. Onların kendileri değil beyinleri gösteriliyor. Bu filan, bu filan, bu filan diye. Bunlardan birisi Mehmed Efendi, öbürü Sâmi Efendi, öbürü Behçet Babamız oldu üç... Nihayet bizim deli imamımız vardı, Zekâi Efendi... Beşincisi de belki hayattadır, söylemeyeyim.
En son olarak şunu söyleyeyim: Rıza Tevfik vardı, filozof
biriydi. Şöyle bir dörtlüğü var:44
Orda geçti benim güzel günlerim,
O günleri anar şimdi inlerim.
Destân-ı ömrümü dinlerim,
İçimde yaralı bir bülbül vardır.
Mehmed Efendi’yle ilgili aynı duygular bende de vardır. Hakikaten en güzel günlerim onun zamanında geçti. Hakikaten o bir destan oldu. Onları okuyorum, onları düşünüyorum, onları
gözümden geçiriyorum… Ondan sonra ben de bir heyecana düşüp bırakıyorum.
Kadın ve Aile, 15 Ekim 1990
Son Uyarı, 1 Aralık 1997
44 Şiirin tamamı şöyle:
Uçun kuşlar uçun doğduğum yere;
Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.
Ormanlar koynunda bir serin dere,
Dikenler içinde sarı gül vardır.
O çay ağır akar, yorgun mu bilmem?
Mehtabı hasta mı, solgun mu bilmem?
Yaslı gelin gibi mahzun mu bilmem?
Yüce dağ başında siyah tül vardır.
Orda geçti benim güzel günlerim;
O demleri anıp bugün inlerim.
Destan-ı ömrümü okur dinlerim,
İçimde yaralı bir bülbül vardır.
Uçun kuşlar, uçun burda vefa yok;
Öyle akarsular, öyle hava yok;
Feryadıma karşı aks-i seda yok;
Bu yangın yerinde soğuk kül vardır.
Hey Rıza, kederin başından aşkın,
Bitip tükenmiyor elem-i aşkın,
Sende derya gibi dâima taşkın,
Daima çalkanır bir gönül vardır.