• /
  • Kütüphane
  • /
  • Anılarla Mehmed Zâhid Kotku Rh.A
  • /
  • 19. CEMAL SIFATI TECELLİ ETMİŞTİ
18. YÜZ GÜZELLİĞİ

19. CEMAL SIFATI TECELLİ ETMİŞTİ



Dr. Ayşe Hümeyra ÖKTEN50


O büyük zâtı tanıdığım için Allah’a sonsuz hamd ü senâlar olsun... Cenâb-ı Hak, Rasûlü’nün Livâü’l-Hamd’i altında bize o büyüklerle toplanmayı nasib etsin...

Peygamber Efendimiz’den gelen dinî hakikatları bize ulaştırması için, herkesin bir mürşide, bir öğreticiye ihtiyacı vardır. Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla benim de karşıma Mehmed Zahid Kotku Hazretleri çıktı. Tıbbiyeden mezun olmuş, fakülte hastanelerinin birindeydim. İslâmî hayatım gizli olarak devam ediyordu. Bu şartlar altında, belki de hastalarımın duasıyla vuslat gerçekleşti.

1953 Yılında Kızılay, üniversiteden bir doktor kafilesi



50 Dr. Ayşe Hümeyra Ökten, 1925 yılı Ekim ayında İstanbul’da dünyaya geldi. Babası Osmanlı dönemi ulema sınıfından müderris ve felsefe hocası, imam hatip mekteplerinin kurulmasında öncü Mahmud Celâleddin Ökten’dir. Annesi Mahmûde Hanım’dır. Okullarını birincilikle bitirerek 1949 yılında İstanbul Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Cumhuriyet döneminin ilk tesettürlü doktorudur.

Kızılay tarafından 1953 yılında hacda görevlendirilir. Bu hadise Ayşe Hümeyra Ökten’in hayatında bir dönüm noktasıdır. Ta çocukluğunda babasının sohbetlerinden etkilenerek oluşturduğu kalbi rabıta, Kâbe’nin içinde kılınan namaz ikramıyla karşılık bulur. Artık hayatı, İstanbul-Hicaz arasında geçmeye başlamıştır.

1960 yılında Medine’de doktor olarak göreve başlar. Bu sefer sevinen oradaki Türkler ve tabii kadın hastalardır. Babasının da niyeti gerçekleşir ve Medine’ye birlikte giderler. O senenin Ramazan ve Hac dönemi bitince, baba bir rüya görür ve İstanbul’a dönmesi gerektiğini söyler. Türkiye’ye döner, İmam-Hatiplerin açılması için gayret eder.

Dr. Ayşe Hümeyra Hanım halen hayattadır. Senenin ekseriyetini Medine’de geçirmektedir.

232

düzenleyerek hacca göndermeye karar vermiş. Hastalar için daha faydalı olur diye, genç doktorlardan alalım demişler. Biz de o kafileye Allah’ın lütfuyla dahil olduk.

Kızılay doktoru olarak, İstanbul’dan, İstanbul vapuruyla hareket ettik. İlk kafileyle Cidde’ye indik. Vapur döndü ikinci kafileyi aldı. Bizi son kafileye yani ikinci kafileye bıraktılar. İşte o ikinci kafilede Efendi Hazretleri’yle tanışma şerefine nâil oldum. Vapurda ekseriyetle imamlar, din adamları, hafızlar, müftüler vardı. Orada bir müslüman doktor olarak hepsinin iltifatlarına nail oluyordum.

Ben fırsat buldukça bir köşede Kur’an okumaya çalışıyordum. O, namaz vakitlerinde çıkarken benim kaldığım yere uğrar, hatırımı sorar; “Çalışıyor musun, okuyor musun?” diye iltifatlar ederdi. Gayet nur yüzlü çehresiyle bende o kadar büyük bir tesir bıraktı ki... Biraz da dedeme benzettiğimden, çok sevdim onu... O benimle alâkadar oldukça, sevgisi kalbime yerleşti.

Sonra bir gün hasta olduğunu haber verdiler. Benden evvel bir doktor gitmiş muayene etmiş, ilaç vermiş fakat ağrısı geçmemiş. Ondan sonra beni davet ettiler. Ben ilaç verdim ve takip ettim. Rahatsızlıkları geçti, çok memnun oldu. Dualarını almak nasib oldu.

Vapur yolculuğu uzun sürüyor tabii... 15 gün vapurda beraber yolculuk yaptık. İstanbul’a geldikten sonra da türlü vesilelerle, hastalık sebebiyle bizden alâkayı kesmediler. Daimâ himmetleri üzerimizde oldu. Ve ben de kendilerinden ayrılamaz oldum.


1960 Senesinde babam ve kendisi ile birlikte kafile yaparak hacca gittik. Ondan sonraki senelerde de, kendisiyle her sene hac zamanı beraber olduk, Allah nasib etti. Uzun seneler, kaç defa olduğunu unuttum haclarımız var... Vefatına kadar kendisi her sene hacca gelirdi. Çok güzel hatıralar var...

1979 Senesinde uzun bir zaman kaldı. Hattâ Beytullah’ta bir ara i’tikâf yaptı kendisi... O zaman bile çeşitli vesîlelerle onu Beytullah’ta, kaldığı odasında ziyaret ederdik. İ’tikâftan çıktılar, oradaki bir Türk evinde misafir kaldılar. O zaman bana da dediler

233

ki:

“—Siz de bizimle kalın, ev sahibine yardımcı olun!”

Hocaefendi orada olduğu için, gelen giden çok oluyordu. Çok ince düşünür, her şeyi hesab ederdi. Ben de o zaman uzun olarak orada kaldım. Sonra Medine’ye gittik, orada da beraber kaldık. Döndüler ameliyat oldular. Ameliyattan sonra hacca geldi. Yine arkadaşlar, “Hocaefendi’yle beraber siz kalın!” dediler. Ben de tabii, seve seve kaldım.

Vefatından bir hafta evvel ayrıldık. Hatta son günlerinde

Medine’ye gelen ziyaretçiler:

“—Efendi Hazretleri burada kalsanız, gitmeseniz!” dediler.

Kendisi akıbetinin yaklaştığını hissediyordu herhalde, zannediyorum ki ihvanını düşündü;

“—Yok!” dedi. Yine ihvânını düşündüğü için, “Bana İstanbul’a gitmek düşüyor.” dedi ve İstanbul’a geldi.


Efendi Hazretleri’nde, ilk görende bile hayret uyandıracak kadar, tam mânâsıyla cemâl sıfatının tecelli ettiği görülürdü. Nur

234

gibi aydınlık, gülen bir yüzü vardı. Daimâ mütebessimdi, gözlerinin içi gülerdi.

Kumral sakallı, uzunca boylu, geniş omuzlu idi. Karşıdan bakanlara bir heybet, bir asalet, bir vakar telkin ederdi. Rasûlüllah SAS’in birçok hali kendisinde vardı. Zaten Tarikat-i Nakşibendî’nin diğer tarikatlardan daha temâyüz etmiş tarafı, daima salik olanların, şeyhlerin, pirlerin ilmen de ilerlemiş olması... Yani hem ilim tarafından bilgililer, hem de tasavvuf yolunda kemâle ermiş insanlar...

İlmi, irfanı, hilmi, şefkati, sabrı, gayreti, fehmi, aklı, zekâsı, tevâzuu, cömertliği, hamiyeti, sadâkatı, emâneti, şecâatı, belagati, fesahati, güzel konuşması ve yüzünün güzelliği, iffeti, keremi, insafı, hayatı, zühdü, takvası ile tam Peygamber Efendimiz’in yolunda müstesnâ bir zat idi.

Hocamız, Mevlânâ Halid-i Bağdâdî Hazretleri’ni çok severdi. Daimâ derslerinde tevazuundan dolayı, murakabelerde kendisini ikinci plana alır, daimâ Halid-i Bağdadî’yi ön plana geçirirdi.

235

Dostundan ve düşmanından gördüğü zararları, eziyetleri affeder, karşılık vermezdi. Şefkati çoktu. Kendisini kimseden üstün tutmazdı. Hastaları ziyaret eder, cenazelerde bulunurdu. Gönül almak, onun için en makbul bir işti. Bazen, sabah namazını kıldırdıktan sonra cemaata doğru döner: “Hastası olan var mı?

Cenazesi olan varsa, yardıma gidelim!” derdi.

Yakın olan ihvândan birini birkaç gün görmese, onu sorar, yolculuğa gitmişse hayır dua ederdi. Şehirde ise ziyaretine giderdi.

Yolda karşılaştığı müslümana önce kendisi selâm verirdi. Kimsenin ayıbını yüzüne vurmazdı, kimseden şikâyet etmezdi. Kimsenin arkasından söylemedi. Bir kimsenin sözünü veya işini beğenmediği zaman:

“—Bazı kimseler acaba neden şöyle yapıyor?” derdi.


Çok cömertti. Kendisinden bir şey istendiği zaman hiç yok dediği işitilmezdi. Var ise verir, yok ise sükût ederdi. Çok zaman sofrasında oturdum. Bir yemeği beğenmediği işitilmedi. Beğendiğini yer, beğenmediğini yemez ve bir şey söylemezdi.

Hediyeyi kabul eder, zekât ve sadaka almazdı. Ekseriyetle hediyenin karşılığını ziyadesiyle verirdi.

Hayatı tam sünnet-i seniyye üzereydi. Yatsıdan sonra gece yarısına kadar istirahat buyurur, ondan sonra sabah namazına kadar ibadetle meşgul olurdu.

Birdenbire gördüğü şeyleri hayra yorar, hiç bir şeyi uğursuz saymazdı. Gıybet edeni, yâni başkasını çekiştireni asla dinlemezdi. Yürürken yan tarafına veya arka tarafına bakmak icabetse Peygamber Efendimiz gibi yapar, bütün bedeniyle dönüp bakardı.

Dünyada görüştüğümüz gibi ahirette de görüşmeyi Rabbim nasib etsin...


Kadın Aile, Kasım 1990

236
20. AHLÂK ABİDESİ ÖRNEK BİR İNSAN