• /
  • Kütüphane
  • /
  • Anılarla Mehmed Zâhid Kotku Rh.A
  • /
  • 22. RÜYALARIMDA GÖRDÜĞÜM KİŞİ
21. HİÇ KİMSEYİ KIRDIĞINI GÖRMEDİM

22. RÜYALARIMDA GÖRDÜĞÜM KİŞİ



Dr. Sedat APAYDIN


Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.

El-hamdü li’llâhi rabbi’l-àlemîn...

Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ rasûlinâ muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn...

Bizim Mehmed Zâhid Kotku Hocaefendi’yle tanışmamız, 1953 senesinin şubat ayında, tıbbiyeye (İstanbul Tıp Fakültesi)

başladığım zamanın ikinci senesinde oldu.

Liseyi Bursa Lisesi’nde parasız yatılı okumuştum. Bursa’da okumamıza rağmen, bir gün kısmet olup da Üftâde Camii’ne gitmek nasib olmamıştı. Bütün oradaki camileri gezmiş olmama rağmen, oraya gidip görmemiştim.

Lisenin son sınıflarında iken, geceleri bir şahıs bana rüyamda gösteriliyor, onunla bir toplantı yerine kadar geliyoruz, bir cami içinde buluşuyoruz; fakat konuşmamıza imkân kalmadan ya uyanıyor, ya uyandırılıyordum. Üniversite birinci sınıfa geldim, yine aynı şekilde hep o şahsı görüyorum ama bir türlü kendisiyle görüşmek mümkün olmuyordu. Bu hal iki buçuk-üç sene kadar sürdü.


Kadırga Yurdu’nda kalıyordum. O yurtta arkadaşlardan sekiz on kişi var, namaz kılıyoruz. Bunlar sabah namazı ile yatsı namazında kayboluyorlar, beraber cemaatle namaz kılamıyoruz. Onlara bir kaç defa sordum, “Nereye gidiyorsunuz?” dedim; bilmiyorum nedendir, söylemek istemediler.

İspartalı bir arkadaşımız vardı, şimdi rahmetli oldu, Şakir İkiz isimli, mühendis mektebinde okuyordu. Bir gün sabah namazında ona açtım, dedim:

“—Böyle böyle... Arkadaşlar nereye gidiyorlar, bana da söylemek istemiyorlar?”

“—Bilmiyor musun?”

253

“—Hayır, bilmiyorum.” dedim.

“—Pekiyi, ben seni yarın oraya götüreyim!” dedi.

Aldı beni, Zeyrek Ümmügülsüm Camii’ne götürdü. Bir cuma akşamıydı, yatsı namazına onunla beraber gittik. Namazı kıldık, bitirdik. Hocaefendi yüzünü bize dönünce, ben iki buçuk üç senedir rüyalarımda gördüğüm kimseyi gördüm karşımda... Hocaefendi’yi görür görmez:

“—Rüyalarımda gördüğüm kişi!” dedim. “Hayret, bugüne kadar nasıl görmemişim bu zâtı?” dedim. Acâib bir hal oldu, yüzüne bakamaz hale geldim.


Hocaefendi mihrabda oturuyordu, ben de caminin orta kısmındaydım. Bir iki defa kaşlarını kaldırdı, “Sen gitme!” der gibi bana işaret verdi. Nihayet herkes gitti, ben olduğum yerde kaldım. Ben zannettim beni çağıracak. Kendisi kalktı yerinden, geldi benim yanıma... Dizlerini dizlerime dayadı:

“—Bizi de epeyce beklettin!” dedi.

Ben niçin beklettiğimi anlamadım. Kendisine:

“—Affedersiniz, şimdi gelebildim efendim...” dedim.

“—Size vazife vereceğim!” dedi, ders tarif etti.

Sonra bana:

1. “Sabah ve yatsı namazlarına buraya gelmeğe çalışacaksın; cumartesi pazar günleri diğer vakitleri de ihmal etmeyeceksin!” 2. “Kadınlarla ilginiz olmayacak. Okulda da bulunduğunuz zaman, kız arkadaşlarınızla mektep işi dışında irtibatınız bulunmayacak!” dedi.

Biz de bu tavsiyelere uyarak hareket ettik. Hocaefendi’yi bu şekilde tanıdık ve sık sık Zeyreğe gitmek sûretiyle kendilerinden istifade etmeye çalıştık.


O devirlerde birçok arkadaşlarımız, bilhassa Teknik Üniversite kısmından gençler vardı. Bu gençlerin birçokları bugün devlet kademelerinde rol almış kimselerdir.

Biz tıbbiyeyi bitirdikten sonra, her ay bulunduğumuz yerden kendilerine mektup göndermekliğimiz isteniyordu. Biz de bunu

254

sürdürdük. Mektep biter bitmez askerliğe gittik. Askerliğimiz Bitlis’te oldu. Oradan sonra Urfa’ya hükümet tabii olarak gittik. Oradan İnegöl’e geldik. İnegöl’den sonra, Balıkesir Devlet Hastanesi’nde ihtisasa başladık.


Balıkesir’de ihtisas yaparken, bir pazar günü Necati Efendi Ağabey, Rifat Bey ve Sabri Bey Balıkesir’e gelmişler. Dediler ki:

“—Hocaefendi geldi, Paşa Camisi’nde seni bekliyorlar.”

Benim oradan ayrılmam mümkün değil... Öyle bir şey ki, hastanede tek başıma nöbetçi benim, asistan olarak; ayrılamayacağım. Tam ben böyle, “Telefonla başhekimi bulayım da, ondan bir müsaade isteyeyim.” diye düşünürken, bir araba geldi süratle... Baktım, hastanenin operatörlerinden birisi... Hiç gelmeyen bir adam... Dedim: “—Hoş geldin ağabey, bir şey mi var?”

“—Akşam bir hastaya bakmıştım, ağırlaşmış, Şimdi onun için geldim, iki üç saat uğraşacağım onunla...” dedi.

“—Aman, benim bir işim var, on beş dakika bana müsaade et!”

“—Yâhu git, üç saat dur istersen!” dedi.

Biz hemen arkadaşlarla arabaya binip gittik. Geldik, Hocaefendimiz’in yanına... Elini öptük. Hocaefendi sordu:

“—Ne oluyor ihtisas?” “—Efendim, işte bir ay sonra ihtisasımın yarısı burada bitiyor; yarısını da ya Ankara’da, ya İzmir’de, ya İstanbul’da devam etmem lâzım!” dedim.

“—Sen İstanbul’a gelirsen, senin orada evin, yerin hazır!” dedi.

Benim evle, yerle pek ilgim de yok, düşüncem de yok... Hocaefendi böyle deyince, “Herhalde Hocaefendi’nin bir evi var, onu da bize kiraya verecek.” diye düşündüm.

“—İyiymiş, Allah razı olsun!” dedim.


Oradaki ihtisasın bitişine on beş gün kala ben Hocaefendi’yi geldim:

“—Efendim böyle böyle demiştiniz bana, ben geldim.” dedim.

“—Git, Osman’ı bul!” dedi.

255

Ben Osman’ı falan tanımıyorum, sonradan öğrendim ki Osman Çataklı imiş. O zaman doçentmiş. Fakat dediler ki:

“—Osman Ağabey’in babası hasta, Ünye’ye gitti.”

O zaman aradık taradık, olmayacak. Bu sefer tekrar Hocaefendi’ye gidip de, “Yokmuş, bulamadım!” demeye utandım. Kendimiz ev aradık, bir arkadaşın evini tuttuk. Bizim evi

tuttuğumuz gün Osman Ağabey gelmiş, o da bizi arıyor. Beni aldı, evine götürdü. “Senin evin hâlen yapılıyor, o ev senin olacak!” dedi. Netice itibariyle o ev bizim oldu, tamamlanınca oraya geçtik. Hocaefendi’nin bizi bir ev sahibi yaptığını zaman geçince öğrendik.


Nihayet ihtisasımın ikinci kısmını da Şişli Etfal Hastanesi’nde bitirdim. Evdeki bir arkadaş beni Hocaefendi’ye götürdü:

“—Efendim, bu arkadaş ihtisasını yaptı, buna bir iş bulalım!” dedi.

“—O bulur, bize lüzum kalmaz!” dedi.

Üç gün aradan geçti, ben tekrar kendisine geldim:

“—Efendim, Türk Hava Yolları’na girsem ne dersiniz?” “—Tamam, oraya dilekçeni ver!” dedi.

Dilekçemizi verdik, arkasını bıraktık işin... Onlar da öğrenmişler ki biz namazcı bir kimseyiz; “Bize yaramazsın, seni alamayacağız. Bize böyle adam lâzım değil, bize açık fikirli adam lâzım!” dediler.


Aradan on gün geçtikten sonra, Hocaefendi bize yemeğe geldi. Evin umûmî bir telefonu vardı, kapıcının yanında duruyordu. O sırada telefon çaldı. Hocaefendimiz:

“—Senin için geldi telefon, git o işini takip et!” dedi.

Evde yirmi iki tane daire var, herkese gelebilir. Hakîkaten benim için gelmiş, işle ilgili... Dediler ki:

“—Yarın gel, senin evrakların takip edilecek!”

Ertesi gün gittim. Dokuz kişi müracaat eden varken, beni seçtiler; oraya girdim. Netice itibariyle, 24 sene Türk Hava Yolları’nda çalıştım. Zaman zaman, bize yaramayan düşünceli kimseler sebebiyle ayrılmak istediysem de, Hocaefendi’nin bize

256

deyişi:

“—Oradan sen ayrılma, seni onlar ayırsınlar!” tarzında oldu.


İşe başladıktan bir sene sonra, Hocaefendimiz’le beraber bir kuyumcu arkadaşın evinde iken, hac için bir düşünce ortaya çıktı. Herkes soruyor Hocaefendi’ye:

“—Ben gidebilir miyim?”

Kimisine gidersin, kimisine gidemezsin diyor. Ben de kenarda duruyordum. Zâten gidecek maddî durumum müsâit değil, böyle bir şey de düşünmüyorum.

“—Doktor, sen de hazırlan!” dedi.

“—Efendim, benim şartlarım müsâit değil...” dedim.

Tekrarladı bu sefer:

“—Doktor, sen de hazırlan!”

“—Emredersiniz efendim, öyle yapalım!” dedim.

Sabahleyin işe geldim. Dediler ki:

“—Türk Hava Yolları olarak seni Kızılay’la beraber yarın hacca gönderiyoruz. Evraklarını hemen hazırla!”

Biz bir gün evvel, “Olmaz, gidemeyiz!” derken, sabahleyin nasıl gideceğimizi öğrenmiş olduk.


Hacca gittik. Şeytan taşlama esnasında, yanımda dört tane çok kuvvetli sağlık memuru ile beraber giderken, arkamızdan gelen bir Sudanlı grup bizi yıktı. Benimle beraber bir arkadaş yıkıldı; fakat o çabukça kalktı, ben kaldım. Öyle bir duruma geldi ki, şu kolumun üstünden geçenler, nihayet kolumun üstündeki eti ikiye böldüler, kemik çıktı meydana... Fakat ne kanıyor, ne ıslanıyor. Ben zorlukla kalktım ayağa... Şöyle elimle tuttum, kanamıyor diye de hoşuma gidiyor, şeytan taşlayacağım diyerekten...

Nihayet şeytan taşlamayı yaptık, döndük, geldik Hocaefendi’nin yanına...

“—Ne o?” dedi.

“—Efendim, kolum böyle böyle bir durum oldu, kemiği görünüyor...”

Bir şeyler okudu, şöyle eliyle yarayı kapattı. Kapandı gitti

257

yara... İnanamıyorum bir türlü, yanlışlık olmasın diyorum, ete bakıyorum, geri açılmıyor. Hiç kan da akmadı.

“—Vazifeni yaptın mı?” dedi.

“—Yaptım.” dedim.

Üç dört gün sonra baktım, yaranın üzeri sadece kıpkırmızı bir kabuk oldu. Yanlardan, en alt kısımdan hafifçe sulandı. Hacdan geldikten sonra da, bir hafta içinde sulanan kısımlar da kapandı gitti. Şimdi dahi bakıyorum, ne yara yeri var, ne yara izi var... O günkü arkadaşlar, Necâti Efendi ve diğerleri de gördüler.


Hocaefendimiz, hasta oldukları zaman beni çağırırlardı. Çünkü evimiz yakındı. Hemen hemen bütün hastalıklarında kendilerine ve valide hanıma ben bakardım. Bir defa kontrolünde, midesinde bir sertlik ortaya çıktı. O zaman da Mazhar Bey Vakıf Gurebâ Hastanesi’nin baştabibi idi. Yapılan film tedkiklerinde maalesef, midenin antrum denilen çıkış kapısına yakın yerinde kanser başlamış.

“—Efendim, ameliyat yapılmadan geçmez!” denildi.

“—Eh, mâdem ki öyledir, böyle bir şey şehidlik bakımından

258

belki lâzım olur, alınsın!” dedi.

Midesinin üçte ikisine kadar olan kısmı alındı. [Mart 1980] Hocaefendi çok rahatladı. O yıl orucunu dahi tuttular, sonra hacca gittiler.


Hacda uzunca zaman kalmayı arzu etmişler, fakat maalesef hastalık tekrar nüksetmiş. O kadar zayıflamışlar ki, adetâ bir deri bir kemik kalmışlar. Tekrar dönüp geldiler.

Ben havaalanında olmama rağmen, acil bir vak’a ile uğraşıyordum, yetişemedim. Ancak akşam namazı vaktinde geldim. Ben kapıdan içeriye adımımı attım. O sedirin kenarına dayanmış vaziyette yerde duruyordu:

“—Doktor doktor! Artık bizim doktorluk işimiz kalmadı.” dedi.

Öyle deyince, ben ne Hocaefendi’nin elini öpmek imkânını bulabildim, ne de gidip başka bir şey söyleyebildim. Tam ben bu halde iken, Osman Çataklı geldi arkamdan... O da duysun gibilerden yine:

“—Doktor doktor! Artık bizim doktorluk işimiz kalmadı.” dedi.

Bu şekildeki sözleriyle kendi durumunun ne olduğunu bize söylemiş oldular. Ondan sonra da bir hafta ömürleri oldu.


13 Kasım 1980 Perşembe gününün sabahında, ben Bıçakçı Ali Efendi Camisi’nde idim, arkadaşlar İskenderpaşa’ya gelmişler. Dr. Alâeddin Beyler, Mehmed Beyler hepsi büyük odanın içerisinde oturuyorlardı. Ben de döndüm geldim.

“—Ne oldu Hocaefendi’nin durumu?” dedim.

“—Hocaefendi’nin durumu çok ağırlaştı, serum takip ediyoruz ama iyi görünmüyor durum...” dediler.

Kızları da mütemâdiyen:

“—Baba nasılsın, ne olacak?” filân diyorlar.

O da onlara diyor ki:

“—Merak etmeyin kızım, biraz sonra hiç ağrım, sancım kalmayacak! Siz de rahat edeceksiniz.” diyor.

O meğer ölümünü haber veriyor; onlar da, “Babamız iyi olacak!” şeklinde mütâlaa ederek seviniyorlar.

259

Diğer taraftan, arkadaşlara dedim:

“—Bu böyle olmaz, Hocaefendi’nin yanına girelim! Akşamki duruma göre, durumu çok ağır... Yirmi dört saatlik ömrü ya var, ya yok; durum o şekilde görünüyor.” dedim. “Gidelim Hocaefendi’ye, hiç olmazsa kendisinden helâllik isteyelim ve bir fikir alalım kendisinden...” dedim.

“—Gidelim mi, gitmeyelim mi? Gidersek ayıp olur mu?” diyenler oldu.

”—Hiç bir şey olmaz, hemen gidelim! Bunu görüşmemiz daha faydalı olur.” dedim.

Ben daha içeri girerken, baktım Hocaefendi adetâ bir kartal heybetiyle, çok güçlü bir şekilde, korkulacak bir heybetle doğruldu... Ben o durum karşısında konuşacağımdan vaz geçtim. “Hocaefendi’nin bu şekilde hareketinde bir özellik var...” dedim.

Arkadaşlardan kimisi elini ayağını tutmağa, kimisi elini öpmeğe başladı. O:

“—Bırakın bunları!” dedi.

260

Ben: “—Efendim, biraz yaslansanız!” dedim.

Nabzına baktım, nabzı çok süratliydi. Arkadaşlara:

“—Serumu çıkartın!” dedim.

Onu çıkardık. Saat de hemen hemen sekizdi. Bizim de o günlerde teftişimiz vardı, benim mutlaka işyerinde bulunmam gerekiyordu. İçimden:

“—Nasıl yapsam acaba? Hocaefendi’den izin istesem çok ayıp olacak. Gitmezsem, benden başka yetkili yok... Müfettişler var...” diye düşünüyordum, şöyle Hocaefendi’nin yüzüne baktım.

“—Haydi, sana müsaade çıktı.” dedi.

İçimden geçirdim ama ben Hocaefendi’den müsaade istemedim, bir şey söylemedim. Sadece nasıl durumu gibilerden yüzüne baktım; bana böyle söylediler.

Bana öyle deyince, Alâaddin de:

“—Efendim, ben de gidebilir miyim?” dedi.

“—Yok, sana izin çıkmadı, sen otur!” dedi.

Bu şekilde yanından ayrıldım. Devamlı telefonla durumunu soruyordum. Benim hemen arkamdan hafif bir komaya girer gibi olmuş, sonra yine düzelmiş, açılmış. En nihayet, öğleye doğru uykuya girer gibi olmuşlar ve o şekilde irtihal eylemişler.

Hocaefendi’nin dâimâ ikrâmını, maddî mânevî faydalarını müşahede ettik. En son hastalığında çok gayret ettiysek de, irtihâline vesîle olacak bir şekilde takdir edildiği için, sonunda Cenâb-ı Hakk’ın dâvetine icâbet eylediler.


9. 11. 1992 - İlksav / İSTANBUL

261
23. ONDA ARADIĞIMIZ VELÎYİ BULDUK