• /
  • Kütüphane
  • /
  • Anılarla Mehmed Zâhid Kotku Rh.A
  • /
  • 23. ONDA ARADIĞIMIZ VELÎYİ BULDUK
22. RÜYALARIMDA GÖRDÜĞÜM KİŞİ

23. ONDA ARADIĞIMIZ VELÎYİ BULDUK



Av. Yusuf TÜREL54


Soru:

Mehmed Zâhid Kotku Hocaefendi’yi ne zaman tanıdınız?


Müsaade buyurursanız sualinize cevap vermeden önce bir hususu arz etmek isterim:

Bir insanın hayatını başka bir istikamete götürmek, insanın kendi

iradesi değildir. Birden bire bulunmadığı bir vaziyetten bambaşka bir vaziyette gitmesi bir tesadüftür. Benim kanaatim şudur ki böyle bir değişim, insanın başka bir tesir altında olması ile olur. O tesir de muhakkak ki ilahî bir tesirdir.

Yine bir şey daha söylemek istiyorum. Böyle bir nimete ulaşmak da bambaşka bir şeydir. Bu para ile elde edilmez. Bu ilahî bir şeydir. Benim ecdadımda bu mânâda bir yol var. Ben aslen Kosavalı’yım. Benim soyum Şair Yahya ile baslar. Ondan ötesini bilmeyiz, bilmek de gerekmez. Çünkü muhtemelen hristiyandır. Şair Yahya, divan sahibi olup Kosova’dan Bağdat’a kadar giden bir veli zat. Benim köküm işte oradan başlıyor.



54 Av. Yusuf Türel (1910-31. 08. 2000) Kosova vilayetine bağlı Taşlıca’da doğdu I. Dünya Savaşı çıkınca ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etti. İlk ve orta tahsilini Reşadiye Nümune Mektebinde tamamladı. İstanbul Lisesi’nden mezun oldu. İ.Ü. Edebiyat Fakültesine girdi. Bu fakültenin son sınıfında iken Hukuk Fakültesi’ne de başladı. Hukuk bittikten sonra 4 yıl askerlik yaptı (1939-1943). Askerlikten sonra 31 sene avukatlık yaptı. 1974’de emekliye ayrıldı.

Sosyal faaliyetlere fakültede MTTB’de başladı. 1950 yılında İlim Yayma Cemiyetinin kuruluşunda bulundu. İmam-Hatip okullarının açılması için gayret etti. Vefatına kadar muhtelif vakıf ve cemiyetlerde hayır hizmetlerini sürdürdü. 31 Ağustos 2000 tarihinde İstanbul’da vefat etti. Şişli Camii’de kılınan cenaze namazından sonra Eyüp Sultan Mezarlığına defnedildi.

262

Allah’ıma şükrederim ki o silsile hiç bozulmamış. Bu atmosfer içinde, ben üniversite talebesi iken merhum Abdülhakim Arvasî Hazretleri’ne intisab ettim. O zat-ı mübarek Eyüp’te Gümüşsuyu’nda bir tepenin üstünde bulunan bir tekkenin imamı olarak görünüyordu. Fakat o isteseydi o zamanın en büyük selatin camilerinin imamı da olabilirdi. Ama onun orada kalması, bir inzivaya çekilip dünya hayatı ile ilgisini kesmekti. Ben onun rahle-i tedrisine yedi sene devam ettim.

Sonra merhum aslâ ve aslâ vârid olmayan bir ithamla meşhur Menemen hadisesinde zan altına alındı. Merhuma bir harita gösterilse ve orada Menemen’i göstermesi istense, gösteremezdi. Ne gitmiştir, ne görmüştür orayı… Onu bir gece yarısı alıp, askeri mahkemede muhakeme etmişlerdir. Burada şunu arz edeyim. Zamanın mahkeme reisi bir generaldi. Diyor ki:

“—Şeyh misiniz?”

Cevabı şudur:

“—O şerefe nâil olamadım. Ama bugünküleri kasdediyorsanız buna da ben tenezzül etmem.”

Burada dikkat etmek lazım; mürşid olmak kolay bir şey değildir. Pazardan alınmaz, miras olmaz. Bu makama sahip olmak için yüksek meziyetler yanında, bir de ilahî iltifata sahip olmak lâzım. Gelelim sizin sorunuza.


Abdülhakim Arvâsî Hazretleri beraet ettikten sonra İstanbul’a gelmesine mani olunmuş ve Ankara’ya mecburi ikamete mecbur tutulmuştur. Bir insan inanmışsa, ihlas sahibi ise, aldığı manevi zevki devam ettirmek ister. Birden kendini manevi boşlukta hissederse, kendini kaybetmiş gibi olur. İste o sıralarda bende de böyle bir boşluk olmuştur.

Tam o zamanlarda Mehmed Zâhid Efendi Bursa’dan Zeyrek’teki mescide gelmişlerdi. Ben yine Fatih’te Kıztaşı’nda oturmaktaydım. Bir arkadaşım vardı ki, şimdi rahmet-i Rahman’a kavuştu; Eskişehir mebusu Ahmet Oğuz, Demokrat Parti’nin en ileri mebuslarındandı. O da Kıztaşı’nda otururdu. Zaman zaman

onunla oraya giderdik. İşittik ki oraya bir velî zât gelmiş.

Gittiğimiz zaman, kalabalık bir gençlik huşu içinde namazdan sonraki dersleri dinliyordu. Biz de kendimizi o havaya

263

kaptırmıştık. Bir dinledik, iki dinledik ve dedik ki işte aradığımız velîyi bulduk. Kalp muhabbeti ile bağlanmıştık. Henüz iltifatına mazhar olmuş değiliz.


Bir müddet sonra Zeyrek’ten İskenderpaşa’ya geldi. O ana kadar İskender- paşa Camii haraptı. Bakımsız bir cami idi. İçeride kediler, köpekler yaşıyordu. Efendi Hazretleri İskenderpaşa’ya geldiklerinde bu manzara vardı. Ama onun birden bire burada duyulmasıyla, Fatih’in eşrafı kısa zamanda camiyi ihya edip tertemiz etti.

Bizim muhabbetimiz burada da devam etti. Çok kısa bir zamanda iltifatına mazhar oldum. Ve halka öyle bir halka idi ki tarif edilmesi çok güç. Bir gençlik ki, bir cemaat ki, insan birden bire şaşırıyor. Ve o cemaatle temasa geçildikçe, memleketin en ileri insanları; ticarette ve sanayide, ilimde, siyasi makamlarda en ileri insanlar o cemaatin içinde... Birden bire kendimizi orada kaybolmuş vaziyette görüyoruz.

Kısa bir zamanda İstanbul’un en ileri hàkimleri, üniversite hocaları ve en yüksek rütbeli fiilen vazifeli kurmay albayları, hatta generaller o cemaatin daimi insanları oldu.


Soru:

Bunlardan hatırladığınız isimler var mı?


İsimleri şimdi söylemeyeyim. Ama birkaç tanesini söyleyebilirim. Meselâ, o zamanki İstanbul Üniversitesi rektörü

Ekrem Şerif Egeli, bir başasistanı ile gelmişti. Gelişinin sebebi, talebe ve asistanlarının aktardıkları bilgiler sebebiyle, bir merak saikasıyla geldi. Yoksa, onun İslâmî hayatı çok iyi değildi. Bir

264

namazdan sonra çıkarken ben kulağımla işittim:

“—Biz buraya devam edersek, galiba hem doktorluğumuz, hem üniversite rektörlüğümüz uçup gidecek, hepsini buraya teslim edeceğiz!” dediğini…


Yine meşhur ikinci ağır ceza reisi rahmetli Reşit Ömer de bir merakla gelmişti: Cuma namazını kıldıktan sonra bana hitaben:

“—Yusuf Bey, hayatımın en tatlı saatlerini bugün yaşadım. İnşaallah hayatımın sonuna kadar bu devam eder.” dedi.

Hakikaten hayatının sonuna kadar cemaate devam etti, Hocaefendi’ye bütün bağlılığıyla yaşadı.

Bir albay vardı. İsmi hatırımda değil. Hocaefendi rahmetliye çılgınca bağlı idi. Öyle ki çok zamanlarda resmî vazifesini unutarak Hocaefendi’ye hizmet edebilmek için camide yatacak hale gelmişti.


Soru:

Hocaefendi ile özel zamanlarınız, seyahatler, sohbetler olmuştur. Onlardan bahseder misiniz?


Tabiî birçok birlikteliğimiz oldu. Bana “Hacı Yusuf” diye hitab ederdi. Bir yere gittiğimiz zaman beni mutlaka koluna alır ve öyle yürürdü. Ben bu yürüyüşü yaparken, kendimi uçuyor

zannederdim. Benim fakirhaneye de bir kaç defa gelmiştir. Benim yeğenimin nikâhını, merhum Abdülkadir Çavuşoğlu’nun nikâhını da o kıymıştır.

Birçok seyahatte bulunduk. O, çok mütevazı bir hayat yaşardı. Az yer, lüzumlu olmayan yerde konuşmazdı. Konuşunca da sanki ağzından hikmetler dökülüyor durumda olurdu ve çok tesirli olurdu. İlme o kadar aşıktı ki, her sohbette ilimden, kitap okumaktan bahsederdi.

Kapalı hayatı pek sevmezdi, ağaç ve çevre sevgisi sonsuzdu. Sulara fazlasıyla meraklı idi. Abdülkadir Çavuşoğlu rahmetlinin evinin kenarındaki bahçe denize bitişikti. Daima oraya çıkmak

ister ve oraya çıkıldığı zaman, eğer güneş fazla değilse deniz kenarına oturur, ufka dalardı. Çok zaman bize döner: “—Şu dünya alemine bir ibretle bakın! Ufukta ne var, denizde ne var, denizle ufuk arasındaki münasebetleri değerlendirmeye

265

kalksanız acaba kitaplara sığar mı?” diye sual tevcih eder ve

ondan sonra onun mânâsını değerlendirirdi.

Bir gün Abdülkadir Bey’in yalısından bakarken, şöyle demişti:

“—Su denizin üstüne şuradan bir fındık tanesi büyüklüğünde bir taşı bıraksak ne olur o taş?” “—Efendi Hazretleri, batar.”

“—Pekiyi, ya bakın şu dağlar gibi büyük adalar bu denizin üzerinde nasıl duruyor?”

Bu misali bize Allah’ın azametini göstermek için vermişti.

Efendi Hazretleri hafif gülerdi. Ama ben hiçbir zaman suratını asık görmedim.


Soru:

Hocaefendi Hazretleri’nin zamanında siyasî çevrelerle, hükümetle, bakanlarla, değişik bürokratlarla ilişkisi vardı. Daha doğrusu bu gibi çevrelerden gelenler çok vardı. Bunların çoğunu görmüşsünüzdür. Bu ilişkileri nasıldı?


Efendi Hazretleri yalnız ve yalnız birliği isteyen bir mübarek

zattı. Birlikten asla sapmamıştır. Böyle bir düşüncesi bile yoktur.

Binaen aleyh kendisine ziyaretler, iltifatlar olmuşsa, bir tarafa meylettiğini söylemek doğru değildir. Evet, arz ettiğimiz gibi üst makamlardan tutun da, valilere kadar ziyaretçileri olmuştur. Ama bu hiçbir zaman siyasi bir sebeple olmamıştır. Daima birliği tavsiye etmiştir.

Mademki açtınız, söyleyeyim: Bir keresinde gece yarısı hanım beni uyandırdı: “—Bey, bey, Ankara arıyor!” dedi.

Hayrola deyip telefona koştum. Karşıdan gelen ses Ekrem Ceyhun Bey’di.

“—Ekremciğim, ne istiyorsun, hayırdır?” dedim.

“—Beyefendi’nin size selâmı var.”

Beyefendi deyince biliyorum, onlar Süleyman Demirel’e beyefendi derler.

“—Efendi Hazretleri’ne gidip yarınki itimat reyinde (güvenoyunda) bize Recai Bey ve arkadaşlarının rey vermelerini iletir misin? Ama bu gece mutlaka Recai Bey’le görüşülüp bu iş bitmeli. Recai Bey’in grupta etkisi ağırdır. Mutlaka bu gece

266

bulunmalı! Aksi takdirde idare komünistlerin eline geçecek. Biz itimat reyi alamazsak, kabine düşecek” diyordu.

Ben de:

“—Ekremciğim, saat 12, Efendi Hazretleri uyumuştur, bu yarın olmaz mı?” diye sordum.

Ekrem Bey:

“—Bir saat geç kalsa olmaz. O kadar kritik…” diye söyledi.


Bu durum üzerine giyinmeden, üzerime bir pardesü alarak gittim, bahçe kapısının önünde kapıyı çalayım mı, çalmayayım mı diye tereddüt içerisinde iken, daha sonra karar verdim ve kapıyı çaldım. Bir iki dakika içinde kapı açıldı. Kapıyı açan Vahdettin’di. Efendi Hazretleri’ne hizmet eden kişidir. Beni görünce, ona: “—Rahatsız etmedim değil mi?” diye sordum.

“—Yok,” dedi. “Efendi Hazretleri daha uyumadı.”

Ben de biraz rahatladım ve huzura çıktım. Durumu anlatınca Vahdettin’e telefon et, Recai’yi bul dedi. Vahdettin telefona gitti, ben de ayrılmıştım. Daha sonra, ertesi gün Erbakan’ın açıklaması oldu: “—Kerhen de olsa oy vereceğiz!” demişti.

Ama bu Efendi Hazretleri’nin bir siyasi hayat içerisinde olduğu anlamına değil. O daima memleketin lehine olan bir şeye vasıta olmuştur. Evet, her siyasi zihniyeti temsil eden kanatlar da misafir olmuştur.


Soru:

Ülkenin geleceği ile ilgili, yani Türkiye ile ilgili bizzat ilgilendikleri işler olur muydu?


Bakın, bunu da sık sık bana söylerdi. Biz Abdülkadir Çavuşoğlu, Mehmet Güler Bey’i hiç ayrı tutmaz, her cuma günü

bize mutlak surette dirsekle işaret edip çaya davet ederdi. Ama

biz yalnız giremezdik. Çok gelen gideni vardı. Herkes gittikten sonra, kendisi şiltesinde oturur, bizi de mutlaka sedire oturturdu. Bu da bizim nâil olduğumuz iltifattı.

Şunu derdi:

“—Bu kapının önünde cemaatin dizdiği otomobillerden rahatsız oluyorum, rahatsız oluyorum. Küffar diyarlara ekmek

267

parası için giden isçilerin, o küffar diyarlara gitmemesi var iken, buna mecbur kılınması beni üzüyor. O otomobillerin yerine atölyeler, fabrikalar kurulsa ve bu vatandaşlara iş bulunsa hem onlar İslâm diyarında yasama imkânı bulur hem de biz kâfirlerin kölesi olmazdık.” Bunu defalarca tekrarlamıştır. Ve gençlere hep sanat, sanat derdi. Pek öyle memur olmalarını istemezdi.


Soru:

Eski Cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal’ın da derslerine

devam ettiği söyleniyor.


Turgut, arz ettiğim gibi Zeyrek Camii’ne geliyordu. O zaman Turgut İstanbul Teknik Üniversitesi’nde talebe idi. Kardeşi Korkut da inşaat bölümünde idi. Turgut Özal, tâ o zamandan devam ediyordu. Daha sonraları, tabii Ankara’da olduğu için, her namazda bulunmazdı. Ama geldiği zaman, mutlak surette buraya gelirdi. Hele cuma namazlarını İskenderpaşa’da kılar, namazdan sonra Efendi Hazretleri’nin odasına gelir, diz çökerdi. Sükûnetle Hocaefendi’yi dinlerdi.

Yine bir gün aynı vaziyette, cumadan sonra bizim de bulunduğumuz bir sohbetten sonra, Hocaefendi bana şöyle dedi:

“—Hacı Yusuf Bey, Hacı Yusuf Bey, bu çocuğu takip edin!”

Onun mânâsı, “İşte bu çocuk ileride reisicumhur olacak!” demekti. Turgut o zaman Planlama’da (DPT) müsteşardı.


Efendim, bize önemli bilgiler verdiniz, teşekkür ederiz.


Bana böyle bir fırsat verdiğiniz için ben teşekkür ederim.


Vefa Yayıncılık, Kasım 1997

(Röportaj; Mehmet Elmaz)

268
24. “SİZE YARDIM EDİLECEK!”