53. O BİR MIKNATIS GİBİYDİ
Prof. Dr. Orhan ÇEKER78
Peygamber Efendimiz SAS normal bir insan görünümündeydi. Fakat diğer insanların yanında hepsinden uzun ve iri görünüyordu. Biz de Mehmed Zâhid Efendi’yi gördüğümüz zaman, Peygamberimiz’in o vasfını hatırlıyorduk. Tek başına olduğu
zaman, normal bir insan görünümündeydi. Fakat diğer insanlarla görüldüğünde, içlerinde en uzunu oydu.
Yüz olarak da çok nurânî, geniş bir yüze sahipti. Kendisini ilk görenler üzerinde heybet uyandıran, hürmet uyandıran bir hâli vardı.
Çok kibar bir ses tonuna sahipti, yumuşakça konuşurlardı. Fakat bu sesi her zaman yumuşak değildi; özellikle Cenab-ı Hak’la, Rasûlüllah ile ilgili, İslâm’la ilgili hassas konularda gazablandığı zaman, bu ses tonu nerdeyse bir gök gürültüsüne dönüyordu.
78 Prof. Dr. Orhan Çeker: 1953 yılında Ankara’nın Haymana ilçesinde doğdu. 1972’de Yozgat İmam Hatip Okulunu, 1976’da Konya Yüksek İslam Enstitüsü’nü bitirdi. 5 aylık Batman Kız Meslek Lisesi öğretmenliğinden sonra Konya Yüksek İslam Enstitüsü’ne Fıkıh asistanı oldu. 1980’de Bağdat, Mustansıriye Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Arap Dili Enstitüsü’nü bitirdi. 1981’de İslam Hukukunda Akitler adlı teziyle Konya Yüksek İslam Enstitüsü’ne Fıkıh Öğretim Üyesi oldu.
1981 yılında Çanakkale’de kısa dönem askerlik yaptı. Yüksek İslam Enstitülerinin İlahiyat Fakültelerine dönüştürülmesinden sonra, adı geçen teziyle 1986’da doktor, 1988’de İslâm Hukukunda Çocuk adlı baş çalışma kitabıyla doçent, 1996’da Fıkıh’ta Hasta baş çalışma kitabıyla profesör oldu. Halen Konya İlahiyat Fakültesinde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.
Bir Mevlid kandili gecesinde İskenderpaşa’da bulunuyorduk. Yatsı namazından sonra, bir Mevlid kandili programı bekliyorduk. Fakat herhangi bir hazırlık göze çarpmıyordu. Sanıyorum, Merhum Hocaefendi de böyle bir program bekliyordu ama, herhalde kendisine hiç bir şey söylenmemişti. Biraz konuşma yaptılar kendileri, Peygamberimiz’in doğumuyla ilgili... Bu arada bir hazırlığın olmadığını görünce, o mütevâzi ses nerdeyse bir gök
gürültüsü gibi patladı:
“—Ne bir Mevlid okuyan var, ne şu faaliyeti yapan var, ne böyle yapan var!..” diye kızdı. “Bu gece o kadar mühimdir ki, davul zurna çaldırılsa yeri vardır.” demişti.
Onunla tanıştıktan ve biraz yakınlık kesb ettikten sonra, bırakınız normal hallerimde, rüyalarımda bile değişiklik olduğunu hissettim. Rüyada bazı şeylere insanın sevk edildiğini, meylettirildiğini gördüm.
Şahsen ben kafam önüme eğik bile olsam, kalabalık insanlar
içinde bile bulunsam, o esnada Hocaefendi yanımdan geçer olsa, ben kendisini görmesem bile, onun orada olduğunu, oradan geçtiğini hissediyordum. Nasıl diyeceksiniz: Vücutta bir değişiklik olurdu, bir titreme olurdu adeta... Ondan anlardım ki, Hocaefendi yanımızdan geçmiştir.
Cami içerisinde icabında ön safta, kuytu bir köşede beklerken, Hocaefendi camide yokken, önüme eğilmiş kendi halimle meşgulken, Hocaefendi’nin camiye girişini bile hissediyordum. Bir değişiklik meydana geliyordu. Bunu çok alenî olarak görüyorduk. Ben bunu inkârı mümkün olmayacak derecede defalarca yaşamışımdır.
Bu nasıl oluyor: Diyelim ki bir kağıt üzerine demir tozları koydunuz, durup dururken bu tozlarda herhangi birşey olmamakta... Fakat kağıdın altına bir mıknatıs koyunuz, o demir tozlarının hizaya girdiğini göreceksiniz. İnsan, zâhiren aynı vücuda sahip ama, birinde o özellik vardır, birinde yoktur.
Diyelim ki bir aygıt hazırlıyorsunuz, elektrik vermeden önce hiçbir şey yok... Fakat elektrik verdikten sonra, zâhiren yine aynı aygıttır ama içinde bazı değişiklikler olmuştur.
Sohbetlerinde de çok farklı şeyler müşahede ediyorduk. Herkesin katıldığı ve söylediği şu özelliği ben de defalarca gördüm: Merhumun, yanına gitmeden öne soralım diye zihnimizde taşıdığımız soruları, sohbet esnasında daha biz sormadan cevapladığını görüyorduk.
Yüksek İslam Enstitüsü’nde talebe iken, her sene aşağı yukarı İstanbul’a iki sefer yapıyorduk arkadaşlarımızla... Trenle Konya’dan İstanbul’a giderken Maraşlı arkadaşlarımızdan Salih Özsağır bana bir şey sordu:
“—Ders alınca gusletmek gerekir mi, Hocaefendi guslettiriyor mu?” dedi.
İskenderpaşa’ya vardık, Hocaefendi’yi ziyaret ettik evinde... Epeyce de kalabalıktık. Ayrılırken hepimiz sırayla elini öpüp geçiyorduk. Salih arkadaşımız benden öndeydi. Tam Hocaefendi’nin elini öptü, ayrılacağı zaman, Hocaefendi elini
bırakmadı onun ve dedi ki:
“—Dinimizde en kuvvetli ibadet cuma namazıdır. Cuma namazı için gusletmek sünnet olduğuna göre, ders almak için hiç gusletmek gerekmez!”
Kafanızda herhangi bir problem varsa, yahut önceden bir problem söz konusu olmuş da orada unutmuş olsanız bile, bir bakardınız ki sohbet esnasında yeri gelmiş ve cevabını almış olarak oradan çıkıyorsunuz.
Bir başka arkadaşımız anlattı. Otobüsle İstanbul’a giderken, sabaha kadar hiç uyumamışlar, tarikatla ilgili bazı meseleleri konuşmuşlar. Ertesi gün de sürekli gezmişler. Merhum Hocaefendi’nin sohbetine gitmişler. Arkadaş diyor ki:
“—Beni bir uyku bastı, çünkü bir gündür uyumamışım; arada bir uyanıyorum, belki bir dakika belki yarım dakika, otobüste konuştuğumuz problemlerle ilgili bir cümlesini duyuyorum, konuştuğumuz şeyleri cevaplandırıyor, yine uyuyorum... Uyanıyorum, cevap alıp geri uyuyorum.”
O arkadaş hâlen Konya’da, görüşüp tanıştığımız birisidir.
Dikkatimizi çeken bir husus da insanı bazen bir vesvesenin kaplaması... Bazı arkadaşları biliyorum, Hocaefendi’nin yanına girdiğimizde vesvese onları rahatsız ediyordu. Zaman zaman bizim de başımıza geldi.
Mübareğin yanındayken, şeytan olmadık kötü sahneleri insanın gözü önüne getiriyor, insan kurtulmak istediği halde bir türlü kurtulamıyor. Kendilerinin zaman zaman bu arkadaşlarımızı işareten ikaz ettiği olurdu. İsim vs. belirtmeden, sanki konuşma esnasında el kol hareketi yapıyormuş gibi işaret ettiğini, ikaz ettiğini hatırlıyorum.
Ertesi gün, öyle bir arkadaşla beraber özel sohbetine girdi- ğimiz zaman, söz arasında sözü yine vesveseye getirdi ve dedi ki:
“—O vesveseler insanın elinde değildir. ‘Zihnimi, kalbimi vesveselerden kurtar ve zikrinle doldur yâ Rabbi!’ diye Allah’a dua etmemiz gerekir.”
Peygamberimiz SAS nasıl ümmetine çok düşkün idiyse, o da Ümmet-i Muhammed’e ve talebelerine çok düşkündü. Maddî ve mânevî ihtiyaçlarını gidermeye çalışırdı. Yine bir seferinde İstanbul seferi yapmıştık. Konya’dan gelen arkadaşlarımız içerisinde para sıkıntısı çekenler vardı. Oraya vardık, gerekli ziyaretleri yaptık, İskenderpaşa’da bizi misafir ettiler.
O zaman talebelerin kaldığı yerdeydik. Oranın işleriyle ilgilenenlerden bir tanesi, elinde bir demet parayla içeri girdi. Meğer Hocaefendi merhum, bizim sayımızca her birimize birer tane verilmek üzere yüzer lira göndermiş ki, o zaman için geliş gidiş parası zaten 46 liraydı.
Şunu ben hissettim, sanıyorum İstanbul’da Hocaefendi’nin etrafında genelde İslâmî ilimleri tahsil eden kişiler değil de mühendislik, tıp gibi ilimleri tahsil edenler bulunuyordu, onlar gelip gidiyordu. Kalabalık grup olarak sanıyorum İstanbul İslâm Enstitüsü’nden ziyade, Konya Yüksek İslâm Enstitüsü’nden talebeler gidip geliyordu. Biz oraya gittiğimizde kapıda duran kişi bir seferinde:
“—Sizler Konya’dan grup halinde geldiğinizde Hocaefendi bir değişik hal alıyor, bir sevinç doğuyor yüzünde...” demişti.
Gerçekten de, içeride bizim tanımadığımız kimseler bulunduğunda onlara arkadaşlarımızı gösterir:
“—Bunlar İslâm talebeleri!” diye tanıtırdı.
Böyle zâtlarla beraber olanların, onların sohbetinde bulunanların, bu insanların hayatını gördükten sonra tasavvufa düşman olmaları mümkün değil... Tasavvufa düşman olanlar için, tasavvufu tanımadıklarını, böyle kimselerle hemhâl olmadıklarını; bir kaç defa dahi olsa sohbetlerine nötr vaziyette, önyargısız gittikleri takdirde kanaatlerinin değişeceğini söyleyebilirim. Ama düşmanca bir niyetle ve menfî önyargılı olarak gidilirse, bunların alabileceği bir şey yoktur.
İslâm, Kasım 1995